8 Ekim 2020 Perşembe

VİCDAN-VİCDANSIZLIK

Vicdan kavramından benim anladığım;akıl, sağduyu, adalet ve merhamet(acıma) duygularının toplamı olduğudur.

Bazı batı dillerinde vicdan(concience/consience) , bilinçle eş anlamlıdır.

Vicdansızlık ise doğal olarak bunların tam tersi; akıl ve sağduyu yoksunluğu, adaletsizlik, merhametsizlik demektir.

Denebilir ki bunlar görece kavramlardır.

Değil.

İçlerinde tartışmaya en açık görünen aklın ne olup ne olmadığının tartışılabilirliği de yine akıl dediğimiz şeyin kendisiyle, bilgiyle ilgilidir.

Bilgi ise ortada, gözler önündedir. İsteyen istediği kadarını, gücünün, aklının yettiğince alır.

Örneğin, İnsan dediğimiz canlının kutsal bir güç tarafından yaratılmayıp tıpkı öteki canlı—cansız nesneler gibi bir takım oluşum süreçleri sonucunda bugünlere gelmiş olduğu ve bu süreçlerin devam ettiği, bir inanç konusu değil bilimsel gerçekliktir.

***

Vicdan kavramının(olgusunun) ne ölçüde akılla, ne ölçüde inanışlarla ilgili olduğu konusu gerçekten düşünüp irdelenmeye değer.

Benim bu konuda özetle söyleyebileceğim, insanlığın bu gün ulaşmış olduğu bilgi düzeyinde bu kavramın adalet kavramıyla tam anlamda örtüşmüş olduğudur.

Buna karşılık, dinci,şoven milliyetçi vb. bilim dışı, akıl dışı inanışlarla vicdan olgusunun çatışkısının acı örneklerini günümüzde de görüp yaşamaktayız.

***

Toplumun bütününün benimsediği ortak değerler, yani toplumsal vicdan anlamında bir zamanlar çok kullanılan, uzun süredir hiç rastlamadığım “maşerî vicdan” kavramı üzerinde duralım…

İnançlar ve vicdan arasındaki çatışkının belirginleştiği günümüzün çoğulcu ve akılcı dünyasında, bir toplumu çevresinde bütünüyle toplayacak ortak- vicdanî değerler ancak akla ilişkin değerler olabilir.

Bütün bireyleri adaletli, merhametli, sağduyulu, akıllı, özetle vicdanlı ya da tam tersi bir toplum kuşkusuz söz konusu olamaz.

Gerçekçi olan,bir toplumda aklın, sağduyunun, adalet ve merhamet duygularının, özetle vicdanın ağır basmasıdır.

Ya da ne yazık ki bunun tersi…

Yani bir toplumda akılsızlığın, sağduyusuzluğun, adaletsizliğin, özetle vicdansızlığın ağır basması….

Var olan değerlerin de aşınıp yok olmaya yüz tutması...

***

Bir toplumda vicdanın ağır basması, bireysel ve toplumsal ilişiklerde bir dengenin de varlığı demektir.

Ekonomide adaletin yanı sıra eğitim, kültür, bu dengeyi besler, güçlendirir.

Yönetici güçlerin bu yönde sorumluluğu vardır.

Ekonomiyi dengede tutmak ve toplumda bilimsel aklı güçlendirip yaygınlaştıracak eğitimi sağlamak…

Buna karşılık yönetici güçlerin ellerindeki sınırsız olanaklarla topluma vicdansızlık(akıl –bilim dışılık , her alanda ve anlamda adaletsizlik ) dayattığı ülkelerde, bunlar zaten toplumsal dengelerin bozuk, genellikle de örgütsüz ve eğitimsiz ülkelerse ; akıl dışılık, vicdansızlık, yukarıdan aşağıya, giderek her alanda egemen olacaktır.

***

Bence ülkemiz tam olarak böyle bir yerde bulunmaktadır.

Parçalanmanın, yok oluşun eşiğindedir.

Buna neden olanlar kadar bu gerçeği görmeyenler, göremeyenler, görüp suskun kalan ya da hafife alanlar da gelecekte yazılacak bir Türkiye tarihinin kapkara sayfalarında yer alacaklardır.

Bu tarihin bizim tarafımızdan mı, parçalanıp yok oluşumuzun ardından başkalarınca mı yazılacağı ise belirsizdir.

.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/07102020

_________________________________________________________

Sevgili Okurlarıma: Bu yazı bu sütunda yayınlanan son yazımdır. Nedeni, yorgunluk olduğu kadar ülkemize ve sizlere köşe yazılarımdan daha çok şiirlerimle yararlı olabileceğimi düşünmemdir. Pazar ekimizde on beş günde bir kültür-sanat yazılarımı sürdüreceğim. Zaman zaman gazetede şiirlerimi, arada bir belki ikinci sayfada yazılarımı , yine belki başarabildiğim ölçüde dizi yazısı türünden çalışmalarımı göreceksiniz. Gazetemiz benim için çok değerlidir. Ülkemizin olmazsa olmazlarındandır. Cumhuriyet yazarı olmanın onurunu her zaman taşımak isterim. .Herkese, hepinize içten sevgi ve saygılarımla. AB

30 Eylül 2020 Çarşamba

RTÜK NEDİR?

 RTÜK dediğimiz kuruluşun bu kısa adının açılımının Radyo ve Televizyon Üst Kurulu demek olduğunu biliyoruz..

Ya da yaşamlarımıza girdiği için ister istemez öğrendik.

Fakat ne zaman ve neden kurulmuş, kime bağlıdır?

Üst kurul ne demek?

Kimin üstü?

Bu üst kurulun da üstünde biri, bir kurum var mı?

Bunlar ise sade bir yurttaş olarak benim zihnimi kurcalayan bazı sorular.



***

Konuyla ilgili internet siteleri ülkemizde özel radyo ve televizyonların 1990 yılından itibaren herhangi bir yasal düzenlemeye tabi olmaksızın yayın dünyasına girdikleri bilgisiyle başlıyor.

1993 yılında bir Anayasa değişikliği yapılarak radyo ve televizyon yayınları üzerindeki kamu tekeli ortadan kaldırılmış.

Bu açıklamadan anlaşılan, söz konusu anayasa değişikliği ile fiili durumun yasaya uydurulmuş olduğu.

Bunu, bir yıl sonra Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun kurulması izlemiş.

Bu tarihte siyasal yönetimde Tansu Çiller’in başbakanlığında Doğru Yol-Sosyal Demokrat Halkçı Parti koalisyon hükümeti bulunduğunu, Cumhurbaşkanının Süleyman Demirel olduğunu dip not olarak düşelim.

***

Yine ilgili sitelerde RTÜK’ün görev ve yetkileri özetle şöyle açıklanmakta:

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, radyo ve televizyon faaliyetlerini düzenlemek ve denetlemekle görevli, Anayasanın 133. maddesi kapsamında üyeleri TBMM Genel Kurulunca seçilen, özerk ve tarafsız bir kamu tüzel kişiliğidir. “

Söz konusu 133 .madde 1982 Anayasasında tek cümledir ve şöyledir: Radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek kanunla düzenlenecek şartlar çerçevesinde serbesttir.”

Bu maddeye 2005 yılında eklenen bir fıkrayla ise Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun bu günkü konumu belirleniyor…

Buna göre, dokuz üyeden oluşan üst kurula bu üyeler ,”.. siyasi parti gruplarının üye sayısı oranında belirlenecek üye sayısının ikişer katı olarak gösterecekleri adaylar arasından, her siyasi parti grubuna düşen üye sayısı esas alınmak suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca seçilir.”

Çok karışık, öyle değil mi?

Yoksa bilerek mi karıştırılmış?

Bu karışık cümleler içinde söylenen ve uygulamadaki durum çok açık olarak şudur:

RTÜK üyelerinin çoğunluğu, parlamentoda çoğunlukta olan partinin, yani iktidardaki partinin milletvekillerince belirlenir…

Böyle olunca da, “özerk ve tarafsız kamu tüzel kişiliği” sözü doğal olarak havada kalmaktadır.

****

Şimdi de girişteki soruları kısaca yanıtlayalım:

Ne olduğunu, neden, nasıl ve ne zaman kurulduğunu öğrenmiş olduk. 2005 tarihli ek fıkrada bunlar açıkça yazılı.

Üst kurul ne mi demek? Astığım astık kestiğim kestik demek.

Kimin mi üstü?Özel radyo ve televizyon kuruluşlarının üstü, amiri.

Bu üst kurulun üstünde biri, bir kurum var mı?

Olmaz olur mu! Onun üstünde üyelerin çoğunluğunu oluşturan iktidardaki siyasal parti, ülkemizin günümüzdeki koşullarında da tek adam var.

Böylece RTÜK denilen kuruluşun bütün bu süslü püslü yasal kılıfların ardında, siyasal iktidara bağlı hem bir sansür, hem bir ceza-infaz kuruluşu olduğunu görüp anlamış oluyoruz.

***

Sorularla başlamıştım, yazıyı zihnimi kurcalayan bir başka soruyla tamamlayayım:

2005’teki değişiklik sırasında muhalefetin tutumu ne oldu, bugünkü despotik uygulama öngörülebildi mi?


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/30092020

24 Eylül 2020 Perşembe

PAÇAVRA

 Paçavra sözcüğü dilimize Rumcadan girmiş.

Eskimiş bez parçası anlamına geliyor.

Fakat bir de mecazi anlamı var ki herhangi bir nesneyi ya da kimseyi aşağılamak için sanırım daha ağırı bulunamaz.

Örneğin, “alçak”, “ahlâksız” gibi aşağılayıcı sıfatları şaka yollu kullandığımız da olur. Fakat paçavra sözü için bu pek olası değil.

Örneğin biri için paçavranın tekidir dediğimizde, hakaretin, küçümsemenin, değersizleştirmenin en ağırlarından birini, belki de en ağırını söylenmiş oluruz.

Birini paçavraya çevirmek; onu sözle yerin dibine batırmak , kendini savunamaz duruma getirmek demektir.

Nesneler, özellikle de kitap, gazete vb. yazılı ürünler için de bu sözcüğün kullanıldığı olur.

Örneğin Puşkin otobiyografisi adıyla İngilizce yayınlanan, dilimize de çevrilen bir paçavra vardı.

Kısa ömrü sansür ve polis takibi altında geçen, yaşamını da yine polis rejiminin kurduğu bir tuzak düelloda yitiren büyük şair, güya tuttuğu Fransızca günlükte, yine güya o koşullarda, rejimin soluğu ensesindeyken neredeyse her gün yaşadığı , aralarında grup seksler de bulunan pornografik, sapkın ilişiklerini dile getiriyordu…

Bu olmayan günlük sözüm ona yüz yıl sonra bulunmuş, Fransızcadan İngilizceye çevrilmiş, oradan da dünyaya dağılmıştı. .

Türkçesinden bir kaç sayfa okuduktan sonra çöpe attığım, günümüz porno edebiyatının ürünü olduğu her satırında belli bu paçavra, yine o sıralarda, Frankfurt kitap fuarı Rusya pavyonunda büyük şairin ana diline de çevrilmiş olarak karşıma çıktı…

Kitap pavyonu sorumlusu olmaktan çok gerçekten de pavyon görevlisine benzeyen kişiye söylediklerim kelimesi kelimesine aklımdadır: “Puşkin sizin ulusal kahramanınızdır. Böyle bir paçavrayı yayınlamanız ayıp değil mi?”

Yüzüme bakamaksızın verdiği yanıt tek kelime olmuştu: “Business”…

***

Paçavra” sözcüğüyle birkaç gün önce Cumhuriyet’in bir haberinde karşılaştım.

AKP Milletvekili ve TBMM Aile, Sağlık,Çalışma ve Sosyal İlişkiler Komisyonu Başkan Vekili Tuba Durgut , Yeni Akit Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali Karahasanoğlu’na 12 yaşındaki çocuğa cinsel istismardan tutuklanan tarikat şeyhini hoş gören yazısından ötürü tepki göstererek sosyal medya hesabında şöyle yazıyor:

İnsaniyetten,İslamiyetten, ahlâktan ve vicdandan birazcık nasibi olan herkesin bütün hücreleriyle isyan edeceği , lanetleyeceği bir olayı ne kadar da empatik bir dille,nasıl da büyük bir anlayışla ve soğukkanlılıkla kaleme almış bay yazar.Büyük bir camianın namuslu kadınlarına fahişe demekte beis görmeyen paçavranın yazarı, esfeli safiline inmiş ahlâksız,, sapık tecavüzcüye ise şımarık demekle iktifa ediyor.”

***

Sözü edilen yazıyı internette aradım, bulamadım.

Zaten konu bu yazı değil, söz konusu gazetenin bir AKP milletvekillini “paçavra” dedirtecek kadar çileden çıkaran yayın anlayışıdır.

Sayın Tuba Durgut’un adını ilk kez duyuyorum.

Esfeli safil”(en aşağıdaki yer, cehennemin dibi) gibi anlamını ve Kuranda bir surede geçtiğini bu vesile ile öğrendiğim Arapça bir deyimi bildiğine göre inançlı bir Müslüman..

Kendisine de inancına da saygı duyarım.

Bizden ya da bizden değil gibi basit, küçük, takım tutucu bir ayrıma değer vermeyerek, insani değerleri öne çıkardığı için bu hanımefendiye teşekkür ederim.

Davranışının sadece mensup olduğu partinin yöneticileri, milletvekilleri ve yandaşları için değil, herkes için örnek olmasını dilerim.

Çünkü yaşam, paçavraya ve paçavralaşmaya karşı sesini yükseltmekten çekinmeyen; hangi dünya görüşü ve inançta olurlarsa olsunlar, vicdanlı, namuslu, cesur insanlar var olduğu için yaşanmaya değer.


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/23092020

17 Eylül 2020 Perşembe

40.YILINDA 12 EYLÜl’Ü İSTER İSTEMEZ ANIMSARKEN

 Ülkelerin tarihinde mutlu günler olduğu kadar mutsuzluk çağrıştıran günler de vardır.

12 Eylül 1980 bunlardan biri ve yakın tarihimizde sonuçları bakımından en karanlık ve yıkıcı olanıdır.

1960’larda yaşanan görece demokrasi ortamı 1970’li yıllarda askeri muhtıralar ve demokrasi karşıtı etkinliklerle aşındırılıp 1980’darbesiyle yok edilmiştir.

İ980 darbesinin hedeflerinden biri de kurucu ve yöneticilerinden biri olmak-tan her zaman onur duyacağım Türkiye Barış Derneğiydi..

Hemen hepsi ülkemizin tanınmış aydın, öğretim üyesi, siyasetçi ve sanatçıları olan Türkiye Barış Derneği yöneticileri 1982 Şubat-Mart aylarında tutuklanarak cephanelik olarak yapılmış Maltepe Askeri Cezaevi’ne kapatıldılar.

İddianame hazırlanması aylar sürdü.

Taş koğuşlarda yaklaşık kırk kişi o sırada ceza yasasında ağır bir suç konusu olan komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla aylarca tutuklu kaldık..

Duruşmalara kelepçelenerek ve tek tip cezaevi giysileriyle götürüldük.

Birbirimize zincirlendiğimiz de oldu.

***

Maltepe’den Sağmalcılar Cezaevine sevk edildiğimizde, orada (cinayet, tecavüz, hırsızlık vb.) suç konularından tutuklu mahkûmların bulunduğu koğuşlara dağıtılmak istendik.

Bu canice girişim, büyük ölçüde, Barış Derneği tutukluları ararındaki İstanbul Barosu Başkanı Avukat Orhan Apaydın’ın ve dışarıdaki avukat kardeşi Burhan Apaydın’ın çabalarıyla önlendi.

Topluca konulduğumuz kaçakçılar koğuşunda da birkaç ay kaldıktan sonra serbest bırakıldık.

Fakat dava devam ediyordu.

O süreçte hükümetin manevi kişiliğine hakaret suçlamasıyla kesinleşmiş bir yıl hapis cezam daha vardı.

Ayrıca ben TYS’na açılmış bir davada ve yanı sıra Türkiye Komünist Partisine karşı yine TCK 142. Maddesi uyarınca açılmış bir başka davada da sanıktım.

Ceza yasasında iki 141-142 mahkûmiyetinin idam cezasına dönüştürüleceği yönünde de bir hüküm bulunmaktaydı.

Bu nedenle Barış Derneği davasının Kasım 1982 tarihindeki karar duruşmasına rapor alarak katılmadım.

Nitekim o duruşmada sekiz yıl ağır hapis ve bir o kadar sürgün cezasına çarptırılanlar arasındaydım.

O gün o uğursuz salonda bulunan sevgili arkadaşlarım daha orada kelepçelenecek ve yaşamlarından yıllar çalınacaktı.

***

Bu kez teslim olmamak kararındaydım. İstanbul’da bugün anlatılması ve anlaşılması güç ve acı koşullarda bir ay kadar saklanarak bana ait olmayan bir pasaportla ülke dışına çıkmayı denedim ve ne mutlu ki başarabildim.

Başarısızlık, o günlerin koşullarında, büyük olasılıkla “faili meçhul” kurbanlarından biri olmamla sonuçlanırdı…

Bugünkü ben o gün böyle biri girişimi göze alabileceğim konusunda kuşkuluyum…

Bir yıl kadar sonra da o sırada dört yaşındaki kızımın ve annesinin, , yurt dışına çıkış izni verilmediği için onlara ait olmayan pasaportlarla , yardımlarıyla bulunduğum Fransa’ya gelmelerini sağlamayı başardık.

Birkaç ay sonra kızımın ablasını da , zorunlu olarak yine benzer yollarla yurt dışına çıkarabildik.

Bunlar, 1980 darbesinden bizim hissemize düşen, büyük olasılıkla en küçük acılardır

***

Fransa’da 1985 başından 1989 ortalarına kadar süren sürgün yılları ayrıca güç ve acı zamanlardı.

Bütün davaların beraatla sonuçlanması sonucunda beklemeksizin ülkeye, bu kez işsizliğe ve kesintiye uğrayan yaşamlarımızı onarma çabalarına dönüş yaptık.

Onlar da ayrıca sıkıntılı yıllardı.

Bütün bunlar bizler için ne bir yakınma, ne de bir övünç konusu olabilir.

Çekilen sıkıntılar, yurdumuza, insana ve emeğine, özgürlüğe, adalete ve

aydınlığa olan inancımızın bedelidir.

Tekrar başlayacak olsam, aynı yollardan, inandığım değerlere aynı bağlılıkla geçmekte bir an duraksamam.

Bu süreçte yitirdiğimiz dava , cezaevi ve sürgün arkadaşlarımı saygı , sevgi ve özlemle anıyorum.

Ne mutlu barış ve özgürlük savaşçılarına!


Ataol Behramoğlu/Foça, 11.09.2020

10 Eylül 2020 Perşembe

BÜYÜK GÜNLERİN YÜZÜNCÜ YILINDA

       Geçen yıl 19. Mayıs 1919’un yüzüncü yılındaydık

        Sadece 19 Mayıs’ın mı?

       Erzurum, Sivas Kongreleri, Amasya Bildirisinin yayınlanması, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Ankara’ya ayak basışları hep geçen yıl yüzüncü yıllarını tamamladı.

            Bunların  yanı sıra Mondros Ateşkes Antlaşmasının(Ekim 1918) ardı sıra Türkiye’nin paylaşılmasının tescillendiği Paris Konferansı, İstanbul ve İzmir’in işgal edilmeleri, İtilaf Devletler birliklerinin ülkenin çeşitli yörelerine girmeleri 1919’ün acı olaylarıdır.

           Yine geçtiğimiz yıl,  Mayıs’ta Sultanahmet’teki ilk büyük mitingin;  Mayıs’ta İzmir’in işgali sırasında Hasan Tahsin’in düşmana ilk kurşunu atmasının,Haziran’da Aydın’da Yörük Ali  kahramanlığının, Ekim’de Maraş’ta Sütçü İmam’ın işgalciye ilk kurşunu atışının da 100. Yıldönümleriydi…

              Kaç öğretmene ulaştı bilmem, ya da kaç öğretmenin  haberi var? Bütün bu olaylar ve başkaları  geçen yıl Cumhuriyet  kitapları arasında “ 19 Mayıs’ın 100. Yılında Çocuklar İçin 1919 Dersleri” başlığıyla , öğretmen ve öğrenciler arasında bir  okuma tiyatrosu olarak kurguladığım kitapçıkta sıralandılar…

                                                       ***

      Bu yıl 23 Nisan 1920’nin yüzüncü yılındayız…

       Sadece 23 Nisan’ın mı?

       Bu yıl aynı zamanda İstanbul’da Meclisi Mebusan’ın Ulusal Ant’ı( Misakı Milli) ilan etmesinin, Mart ayında İstanbul’un resmen işgal edilmesinin ve hemen ardından bu Meclis’in kapatılarak tutuklanan aydınların Malta adasına sürülmelerinin, gerici iç isyanların, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının  Şeyhülislam Dürrizade  fetvası  ve padişah onayıyla idama mahkûm edilmelerinin,   Yunan karargâhının Selanik’ten İzmir’e taşınmasının Antep’te Şahin Bey kahramanlığının  da yüzüncü yılıdır.

          Bu olayların benzer bir kurguyla sıralandığı kitapçık da tamamlandı ve  bu yıl  yine Cumhuriyet Kitapları arasında yer alacak.

              Kaç öğretmen farkında olacak, kaç öğretmene(ya da anne babaya ve böylece çocuklara) ulaşacaktır bilemem, fakat ben(kitapçıklardaki öğretmen olarak) bu çalışmadan heyecan duyuyor, çocuklarla birlikte çok şey öğreniyorum…

          Örneğin bu yıl yayınlanacak  kitapçıktaki söyleşinin bir yerinde çocuklar öğretmene, neden  İstanbul değil de Ankara başkent seçilmiş diye soruyorlar….

      İstanbul’un işgal altında oluşu kuşkusuz bir neden. 

           Ama bu soruya  bir yanıt daha var ki  öğretmen de öğrencileriyle  birlikte  “Söylev”den öğreniyor bunu. ..Atatürk’ün kendi sözleriyle yanıt şöyle: 

   “….Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalıdır ki,  bakışlarını ülkenin bütün yörelerine eşit surette yönlendirebilsin. Eğer ülkenin bir köşesine çekilirsek, bu durumda bayındır olmayan ve bizden uzak olan yerleri unutabiliriz.

     Anadolu'nun bugün istisnasız her noktası bir harabe halindedir, baykuş yuvası halindedir. Ne için böyledir? Bunun birçok sebepleri vardır. Fakat o sebeplerden biri de hükümet merkezinin İstanbul'da olmasıdır. İstanbul lâtif ve geniştir, ülkemizin en bayındır ve uygarlaşmış bir yeridir. Fakat bu uygarlık ve genişlik içinde bütün bakışlarımız, bütün varlığımız içe dönük kalmıştır. Asıl gerçek ve doğal kaynaklar gözlerden uzak kalmıştır. Onunla ilgilenememişizdir..

     Bu ülkede çalışmak isteyenler ve bu ülkeyi idare etmek isteyenler ülkenin içine girmeli ve bu zavallı milletle aynı koşulları yaşamalı ki, ne yapmak lazım geleceğini ciddi olarak hissedebilsin. Bir insan Ankara'da başka türlü düşünür; İzmir'de, İstanbul'da başka türlü düşünür; Paris'te büsbütün başka türlü düşünür. Dolayısıyla, onun için hükümet merkezinin Anadolu'da olması lazım gelir.”

         

          Buraya alırken kısaltmaya kıyamadığım bu olağanüstü öngörülü sözlerde, bu gün de hepimizin çıkaracağı dersler olsa gerek..


                                        ***

             Önümüzdeki yıl, 1921-22-23 derslerini tek bir kitapçıkta kurgulayarak  çocuklarımız için 19 Mayıs 1919/29 Ekim 1923 arasını kapsayan dört yılı  böylece  üç kitapta toplamış olmayı tasarlıyorum…

       Bakalım…


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/09092020

4 Eylül 2020 Cuma

EYLÜL

     Eylülü bir şiirle karşılamak isterdim.

    Mevsimler de  her şey gibi değişse de Eylül takvimdeki yerini koruyor.

     Yazın bitmesi demektir.

     Yazı  uzatabiliriz.

     Deniz soğumaya başlamamıştır  henüz.

     Hatta daha bir ılık, daha bir çekicicidir.

     Başka yerlerde başka yazlara da  gidilebilir.

     Fakat bütün bunlar uzatmalardır.

      Boşuna olmasa bile, hüzün verici çabalardır.

     Artık genç değilken genç gibi olmaya çalışmak gibi.

     Bir şey o şey olarak güzeldir.

     Eylül gelmiştir ve artık buradadır.

    Şimdi onu tatmanın, onu anımsamanın,onu yaşamanın zamanıdır.

                                ****

    Her şey gibi mevsimleri de değiştirdik.

    Tatlar, renkler, kokular değişti.

    İçinden çıktığımız doğa bizi tanımıyor artık.

   Biz de tanımıyoruz onu. Unuttuk.

   Kimiz, neyiz, nereden geldiğimiz belli ama nereye gitmekte olduğumuz belli değil.

     Sevgisiz, duygusuz, bencil, unutkan, silik, kimliksiz bir kalabalık.

                                          ***

    Dikkatle bakacak olsak, örneğin karıncaların  çabasından, özverisinden, çalışkanlığından  utanmamız gerekir.

     Arıların , kelebeklerin, börtü böceğin yaratıcılığından, yaşama bağlılığından , özeninden.

      Yaprak üzerinde yağmur damlasının  ışıltısından.

       Sabahın her sabah yeni başlangıçlar sunuşundan.

       Boşu boşuna akıp gitmekte olan anlardan, hak edip etmediğimizi kendimize sormadığımız, yaşam dediğimiz şu mucizeden.

                                                               ***

Eylülü bir şiirle karşılamak isterdim.

Onu kucaklamak, ona şarkılar söylemek, aşkımı bir kez daha itiraf etmek.

Ayların en hüzün dolusudur bence.

Öyle değilmiş gibi, ama öyledir.

Yazın kapandığı, güze açılan kapıdır.

İçinde iki mevsimi birden barındırır.

Onu şu kötü, şu karanlık dünyada karşıladığımız için bizi bağışlasın dilerim.

Onunla, ona daha yaraşan, daha yaşanılası zamanlarda yine karşılaşalım isterim.


Kültür ve Siyaset/02092020

27 Ağustos 2020 Perşembe

HALK

      Halk, insanların oluşturduğu bir topluluk, bir insan topluğu demektir.

      Topluluğa halk denilmesi için belli bir sayıya ulaşması, birkaç kişiden daha fazla olması gerekir.

       Asgari bir kalabalıktan daha büyük sayılarda insan topluluklarını , kitleleri de halk  diye adlandırıyoruz.

        Milletleri oluşturan halkların toplamı,  dünya halkı dediğimiz en büyük halk kitlesidir. Hepimiz  tek tek, bireysel olarak bu kitlenin  en küçük birimleriyiz…

       Halk, oldukça kullanışlı bir sözcük…

        Dilimize nereden geldiğine bakalım…

                                                        ***

        Arapçadan almışız.

         Aramice-Süryanice’de bölme, pay etme anlamındaki sözcük, Arapça’da ahali, insan topluluğu anlamında kullanılıyor.

        Yine Arapçadaki “yaratma” anlamındaki “hâlk sözcüğüyle kökdeş olma dışında bir bağıntısı var mı, olabilir mi, bilmiyorum. 

        Olduğunu var sayalım…

        “Yaratık” , yaratılmış olan her hangi bir canlıdır.

       Bu anlamıyla insan da bir yaratıktır.

        Fakat onu öteki canlılardan(yaratıklardan) ayıran başlıca özelliği, içgüdünün üzerine yükselen, gelişmiş bir akıla sahip olmasıdır..

         Tıpkı bunun gibi, insan topluluklarının(halkın), hem onu oluşturan tek tek akılların toplamı, hem de  sentezi olarak  genel bir aklı olması gerekmez mi?

         Üzerinde düşünelim…

                                                               ***

         Kitle psikolojisinden söz eden kitaplarda, kitlenin( bu demektir ki büyük insan topluluklarının, halkın) aklına pek de güvenilmemesi gerektiği  anlatılıyor ve örnekleniyor.

            Kitle yanıltılabilir. Bireylerinin tek tek ve  bütün olarak  kitlenin toplu çıkarlarına aykırı yönlere sürüklenebilir.(Bu “sürüklenme” sözcüğünün  “sürü”yle bağlantısını şu anda ayrımsadım.)

                 Öyleyse şu soru sorulmalı: Halk(insan toplulukları) sürü müdür?

                 Sürüyse eğer, neden öyledir?

                 Ardından şu soru gelecektir: halkın sürü olmaktan çıkarak, onu oluşturan tek tek akıllara ve hepsinin üstüne yükselen bir akla, bir halk aklına sahip olması i çin ne yapılmalı, ne yapılabilir?

                                                          ***

      Düşüncemi zorlayan bu soruların yanıtı öyle sanıyorum ki örgüt, örgütlenme kavramlarında açıklanmasını buluyor.

          Örgütsüz insanların oluşturduğu topluluklar, kitleler, sayıca ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, sürü, güruh olmanın ötesine geçemiyorlar.

         Her an her yöne savrulabiliyor, çıkarlarının en tersi yönlerde de kullanılabiliyorlar….

         Bu gibi topluluklarda her kafadan  (doğru, yanlış, ama karmakarışık)bir ses çıkması, sonunda çobanın elinde sopası, yerine göre de kavalı(vaatleri, müjdeleri, vb. ile) sürüyü dilediğince yönetmesi, yönlendirmesi, çok zaman, çok yerde görülen, bilinen bir şeydir...

             Örgütsüz ya da yeterince iyi ve doğru örgütlü olmayan toplumlarda iyi niyetli bireylerin düştükleri açmazlar, ümitsizlik duyguları,  giderek davadan vazgeçişler de, büyük ölçüde  bununla ilgilidir…

               

                                            ***

       Devrimciler, sosyalistler, yurtseverler, insan severler vb. olarak   halkı, insanı hep idealize ettik.

      Yanlıştır deyip geçmeyeyim, fakat üzerlerinde daha ciddi, daha ayrıntılı, daha derinliğine düşünülmesi gereken kavramlar ve olgulardır bunlar.

      Örgütsüz halk her türden despot(ya da iyi niyetli yönetici,lider) karşısında  yalnız ve korunmasızdır.

           Onun gerçek anlamda birey ve halk olması örgütlü olmasıyla gerçekleşir.

          Tıpkı bunun gibi, insan da evrenin sonsuzluğu önünde öylesine sahipsiz, korunmasız, geleceksiz ve büyük kitleleriyle  bilinçsizdir…

       Fakat bu sonuncusunun, insanın durumunun,   günümüzde insanlığın üzerinde düşünmesi gereken ve giderek daha da  çok düşünmesi  gerekecek çok  daha büyük önemde bir konu olduğunu düşünüyorum…


Ataol Behramoğlu/26082020

20 Ağustos 2020 Perşembe

ŞU KAHROLASI 65 YAŞ VE ÜSTÜ…

       Uçaktan indim.  Dönmekte  olan valiz taşıma bandımım önünde,  içinde birkaç parça çamaşır dışında  pek bir şey bulunmayan birkaç kilo ağırlığındaki sıradan yol çantasının görünmesini bekliyorum. O kadar hafif bir şeyi neden yanına almamış  diye düşünenler olabilir. Alamadım, çünkü izin verilmedi. Gerçi bunun 65 yaş konusuyla ilgisi yok. Sanırım uçaktan çıkıştaki  kargaşayı  önlemek için  bilgisayar çantası dışında  bütün çanta ve valizler aşağıya veriliyor. Fakat  çıkışta aynı  kargaşa  yine yaşandı.  Böyle bir yasaklama konulacağına,   uçaktan  çıkışlar da girişteki gibi koltuk numaralarına göre sıraya konularak sağlanamaz mı? Demek ki yasaklamak daha kolayımıza geliyor. 

          Bekleyenler arasında  uzunca boylu orta yaşlarda bir adam, yanındakilere yakınıyor: “75 yaşındaki adamı yanımdaki koltuğa oturttular! “ Belli ki canı çok sıkılmış. Aynı cümleyi üst üste tekrarlarken gözü bana ilişince  yakınmasını  rakam değişikliğiyle sürdürüyor: “85 yaşındaki adamı yanımdaki koltuğa oturttular…”

            Kendimi tutamayıp “O adamın sana değil, senin o adama zararın dokunabilirdi…” diyorum. Sonra da çok basit şeyi daha da basitleştirerek açıklıyorum: “Mikrop saçanlar ileri yaştakiler değildir. Virüsün onlar üzerinde etkisi  daha ağır olduğu için korunmaları gerekiyor.”

            Kafalar  onaylar  anlamda sallansa da  söylediklerimin anlaşıldığını pek sanmıyorum.                                       

                                                    ***

           Yaşlı adamdan korkan yurttaşın  konuyu tersinden anlaması sadece onun kabahati değil. 65 yaş  üstüne uygulanan yasaklama ve tecrit   onları toplumun dışına  atıyor ve böylece  yaşlı, hasta, aciz , zavallı  bir insan topluluğu görüntüsü, toplumun bütününden koparılarak  gözler önüne  serilmiş oluyor…  Batı toplumlarında  her zaman en imrendiğim ve özendiğim  görüntülerden biri, ,  otobüslerde, trenlerde, sinemalarda, her yerde her yaştan insanın bir arada olması, bunun yarattığı sıcak, birleştirici toplumsal aidiyet duygusudur…  Bizde belli bir yaş üstündeki insanlar , özellikle büyük şehirlerde, korona öncesinde de zaten ortalıkta pek görünemezlerdi. Şimdi bu tecrit  ve yasaklamalarla  büsbütün toplumun dışına  çıkarılmış oluyorlar. Yapılan şey ayıptır ve sadece o insanlara karşı değil  toplumun bütününe karşı işlenmekte olan  bir suçtur.

                                                 ***

         Bir toplumu sadece çocuklar, gençler, orta yaşlı ya da belli bir yaşın üstündeki insanlar, sadece kadınlar ya da erkekler değil, o toplumun bütün bireyleri, eşit bireylik haklarına sahip olarak oluştururlar.

       Her  yaş grubunun toplumda bir yeri vardır.  Çocukların  varlığı, toplumun neşesi, umudu, geleceğidir. Yaşlı denilen insanlar ise  olgunluğu, deney kazanmışlığı  simgeler. Bu nedenle  de saygıya hak kazanmışlardır. Bu bizde de böyleydi.  Fakat gitgide büyüyen bir sevgisizlik ve  saygısızlık ortamında çocuklar hak ettikleri  sevgiden, ilgiden yoksun  büyümektelerken, yaşlılar da saygının değil gidererek saygısızlığın hedefi olmaktalar. Bu yaş grubuna yönelik bilinçsiz,  adaletsiz, iki yüzlü, hiçbir yerde benzeri bulunmayan  korona yasakları,  onlara  karşı işlenen bir suça dönüşmüş durumdadır. Bir vali, bir kaymakam, herhangi bir yönetici  aklına estiğince bu yaş grubuna yönelik bir yasaklama getirebiliyorsa,  hiç  bir yaş gurubu, hiç kimse, en temel bireysel haklarını  güvence altında hissedemez.

                                               ***

      Önce Umre konusundaki  oportünist  bilinçsizlikle,, ardından AVM’lerin açılması ve   zaten uygulanamayan önlemlerin (65 yaş üstüne yönelik yasaklar dışında) büsbütün gevşetilmesi ya da kaldırılmasıyla, ,  ardından da   yangından mal kaçırırcasına gerçekleştirilen   Ayasofya açılışıyla   hasta sayısının ve ölümlerin artmasına yol açılmasının   başlıca sorumlusu ülkeyi yönetenlerdir

           65 yaş  ve üstüne  yönelik yasaklamalar  ayrımcılık suçudur.  İlgili kurum ve  dernekleri dava açmaya çağırıyorum.Ben ise  sivil itaatsizlik hakkımı kullanmaya devam edeceğim. 

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/19082020   

13 Ağustos 2020 Perşembe

YETENEK VE TUTKU

      Yetenek için Tanrı vergisidir derler.

       Bu görüş ya da inanışta önemli bir doğruluk  payı olsa gerek

      Çünkü çocukluk döneminde, kimi kez daha da öncelerde görülen bir kişilik özelliğidir.

      Tanrı vergisi derken, mistik biri inanıştan çok, büyük ölçüde genetikten, belli ölçülerde de çocuğun içinde yetiştiği aile vb. toplumsal ortamlardan söz ediyoruz demektir.

       Tutku(ihtiras) dediğimiz şey de önemli bir kişilik özelliğidir.

        Bu özellikte de genetiğin bir payı olabilir.

       Fakat yetenekten farklı olarak tutkunun zaman içinde, çeşitli olaylara bağlı olarak kazanılan bir kişilik özelliği olduğunu düşünüyorum.

       Bu cümlede “kazanılan” yerine  örneğin “edinilen” gibi daha nötr bir sözcük kullanılması daha doğru olabilirdi.

       Çünkü tutku, yine yetenekten farklı olarak, kişiyi iyiye olduğu kadar kötüye, başarıya olduğu kadar yıkıma da sürükleyebilir.

        Gerçi yetenek de bu anlamda çok masum bir kişilik özelliği sayılamaz.

        Fakat bu bir başka konu…


                                             ***

         Yetenek ve tutku kavramlarını neden bir arada kullandım?

          Aralarında nasıl bir ilişki görüyorum?

          Biraz da serbest çağrışımlarla bu konudaki düşüncelerimi ve sorularımı sıralayayım…

           Herhangi bir alanda yeteneği olan çocuğun  bu alanda başarı kazanmak, bir şeyler yapmak  için bir tutkuya  da sahip olması doğal sayılabilir.

            Yetenek ve tutkunun bir aradalığı  her alanda hedefe ulaşmanın başlıca koşuludur.

            Fakat bu iki kişilik özelliği her zaman bir arada bulunmayabilir.

             Yetenekli bir çocuk, yeteneğinin  derecesine de bağlı olarak ,başarı kazanmak için yeterince tutkuya sahip  olmayabilir.

             Konu çocuk olduğunda eğitimle ilgili sorunlarla da karşılaşmış oluyoruz.

            Yetenekli fakat tutkusuz çocuk, yeteneğinin yönlendirilmesi ve ürüne dönüşmesi süreçlerinde  giderek tutkulu da olabilecektir…

                          Yetenek ve tutku bir arada  ise sorun yok.

              Asıl sorun, her hangi bir  alanda yeterince yetenekli olmayıp  fazlaca tutkulu  olmaktır…

                                                      ***

                      

            Şimdi yetenek ve tutku konusunu  çocuk dünyasından  yetişkinler dünyasına taşıyalım…

             Herhangi bir alanda başarılı olmak için yetenek ve tutku birlikteliği ön koşul olmakla birlikte, çalışkanlık, şans, yaşanılan dönem vb. başkaca etkenler de söz konusudur.

            Beni bu yazının konusu olarak  asıl ilgilendiren ise,  yine herhangi bir alanda yeteneği sınırlı olup da tutkusu bu yeteneğin çok üstüne yükselmiş olan kişilerin varlığıdır.

         Sanat, edebiyat alanlarında , bizde ve kuşkusuz her yerde  sıkça  rastlanılan  bu anlaşılır ve doğal olgunun kimseye bir zararı yoktur.

          Herkes ilgi duyduğu alanda elinden geleni yapma hakkına, özgürlüğüne ve olanaklarına sahip olmalıdır

       Kaldı ki yeteneği ölçen bir aygıt bulunmadığı gibi üretilen şeyin değeri üzerine  son sözü gelecek zamanlar söyleyecektir.

              Bu konuda asıl sorun siyaset alanındadır. 

              Siyaset dünyasında yükselme çabası içinde olanlar   ne yazık ki her zaman en yetenekliler değil, en tutkululardır.

                Hem kendilerinin, hem çevrelerinin,  hem ülkelerinin başına büyük bela açanlar da bunlar arasından çıkmış kimselerdir.

                 Bütün insanlık tarihi ve günümüz dünyası  bu gibilerle dolup taşıyor.


                                                  ***

         Söz buraya gelince de , bir kez daha, peki  öyleyse ne yapmalı sorusuyla karşılaşmış oluyoruz…

         Yanıtı pek de kolay olmayan bir insanlık sorunsalı…

          Benim yanıtım, siyaset alanıyla sınırlı kalarak  şu olabilir:

          Yeteneksiz tutku sahiplerine(kifayetsiz muhterislere) yönetim yollarını kapamanın tek  yolu, kitlelerin bilinçlenmesi, örgütlenmesi, sürü değil asıl yönetici  güç olmalarıdır.

      Toplumlarda genel olarak sağduyunun, doğruluğun,, iyiliğin  kalıcı egemenliği için de tek çare  budur.


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/12082020 

6 Ağustos 2020 Perşembe

BAŞKALARININ HİKÂYESİ

        Cumhurbaşkanlığı sözcüsü ve başdanışmanı İbrahim Kalın’ın birkaç gün önceki bir sosyal medya paylaşımı tepkilere yol açtı. Görebildiğim kadarıyla Kalın’dan açıklayıcı bir yanıt gelmedi. Zaten gelmesi de gerekmiyor. Söyledikleri yeni şeyler değil. Belli bir çevrenin  bilinen düşünceleri. Paylaşım şöyleydi:
         “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazmanın zamanıdır.”
                                                ***
             Söz konusu kişi bulunduğu makama gelmeden önce  kendi çevresi dışında tanınan biri miydi bilmem..  Biyografisinde, kendi ilgi  alanında ciddi sayılacak  bir eğitim almış olduğunu görülüyor. 1992 yılında(benim İstanbul Üniversitesinde öğretim üyesi olduğu yıl) , bu üniversitenin tarih  bölümünden mezun olmuş. Yüksek lisans(master) öğrenimini Malezya’da tamamlamış. Malezya’ya nasıl, hangi olanaklarla gittiğini,  hangi üniversitede öğrenim gördüğünü ve oradaki eğitimin konusunu bilmiyoruz. Ardından George Washington Üniversitesinde  “beşeri bilimler ve mukayeseli felsefe” alanında  “Molla Sadra’nın varlık görüşü ve bilgi felsefesi “üzerine yazdığı tezle doktorasını tamamlamış. Molla Sadra adını ilk kez duyduğum için merak edip baktım:1571-1640 yıllarında yaşamış İranlı ünlü bir İslam filozofu. İbrahim Kalın 2005-2009 yılları arasında Siyaset Ekonomi ve toplum Araştırmaları Vakfı(SETA) kurucu başkanlığı yapmış. 2001’de Ahmet Yesevi Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliğine seçilmiş.2007’de “İslam ve Batı” adlı kitabı yayınlanmış. Aynı konularda başkaca araştırmaları ve çevirileri de var.. İçinde bulunduğumuz yıl profesör unvanı almış. 
                                        ***
   1971 doğumlu olduğuna göre şu anda 49 yaşında, büyük olasılıkla orta ya da belki az gelirli bir Erzurumlu ailenin çocuğunun  küçümsenemeyecek yaşam öyküsü.
        Öykünün(hikâyenin) evrelerine baktığımızda, Cumhuriyetin, Cumhuriyet öncesindeki modernleşme süreçlerinin öngördüğü Batılı, laik, modernist aydın profilinin karşısında.(“sağcı” demeyeyim) fakat “sağda” bir aydın profili görüyoruz.  O zaman “başkası”, “başkaları”  göndermeleri de açıklık kazanmış oluyor.
                                                        ***
      Günümüzden yüz elli yıl öncesi 1870’lerdir. Osmanlı modernleşmesinin   tarihini 1839 Tanzimat Fermanının ilanıyla başlatacak olursak bu tarih 200 yıla yaklaşıyor.  Başkalarının hikâyesi denilen,  Cumhuriyet dönemini de kapsayan bu tarihin hikâyesi değilse, neyin, kimin hikâyesidir?
         Tanzimat ve sonrasındaki modernleşme girişimleri, Yeni Osmanlılar, 1. Ve 2. Meşrutiyet,  birbirini  izleyen savaşlar ve ağır yenilgiler, imparatorluğun parçalanması, Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri, bütün bunlar bizim tarihimiz ve bizim hikâyemiz değilse, kimin tarihi, kimin hikâyesidir?
      Bu tarihi ve hikâyesini “başkaları”nın gören kişi, kendisini hangi tarih ve hikâyenin içinde görüyor?
                                                  ***
           Modernleşme tarihimiz ve hikâyesi, acılarla, çilelerle dolup taşıyor. Çok sancılı bir tarihtir bu. Ama büyük  bir  tarihtir ve bizim tarihimizdir. 
        Nice baskılara göğüs gerilmiş, içinde ve çevresinde entrikalar çevrilmiş, hataları ve yanlışları  da olmuştur. 
        Bu hata ve yanlışlar sadece sağdan değil soldan da eleştirilmiştir. 
         Herhangi bir tarihin hiç bir sayfası bütünüyle dosdoğru, bütünüyle tertemiz olamaz. Bu bizim modernleşme  tarihimiz bakımından da hiç kuşkusuz böyledir.   
         Fakat başkalarının  değil kendi  tarihimiz, bizim hikâyemizdir   
      Modernleşme tarihimizi ve onun büyük aşaması olan Cumhuriyet devrimlerini reddeden,  onu “başkalarının hikâyesi” sayan  biri,  gerekçesini nerede, hangi dünya görüşünde ararsa arasın ve  bunu söylerken hangi  düşünsel birikimine  güvenirse güvensin,  “biz” olmayan, “başkası” olma talihsizliğini yaşamakta olan kişidir.  
           Böyle bir kişinin ve düşünce birliğinde olduklarının yazacakları tarih ve anlatacakları hikâye ise, bizim yani bu ülkenin tarihi ve hikâyesi değil, aslında hiç bir yere ve hiç bir zamana ait olmayan  sanal bir tarih ve hikâye olacaktır.
Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/ 05082020

31 Temmuz 2020 Cuma

NE YAZMALI?

       Mesleği gazetecilik olmayan köşe yazarı zaman zaman bu soruyla karşı karşıya kalır.
          Ne yazmalıyım?
          Sorun konu yokluğu değil. Köşe yazısı için konudan bol bir şey yok ülkemizde.
        Fakat gazeteci yazarın klavyeler üzerinde rahatça ve ayrıntılara inme bakımından keyifle gezinebileceği bir konu, edebiyatçı yazar  bakımından can sıkıcı olabilir.
           Örneğin CHP kurultayı?
           Kimseyi kırmak istemem. Genel Başkandan tek tek her Meclis  üyesine kadar seçilmiş olan herkesi kutlarım.   
          Fakat ne yalan söyleyeyim, bu kurultay benim ilgi alanımın dışında kaldı. 
       Toplumda da elle tutulur bir heyecan görmedim. 
       Tam bu noktada, üzerinde düşünmek isteyeceğim bir yazı konusu kendini duyumsatıyor. 
         Ana muhalefet partisi toplumda neden heyecan uyandıramıyor?    CHP kurultayının gazetecilik bakımından ilginç olabilecek ayrıntıları değil, fakat bu soru ilerdeki bir yazımın başlığı olabilir…
                                            ***
               Ayasofya konusu…
                  “Hasmın Kutsalına Tecavüz” başlığıyla, 24 Temmuzdaki açılıştan önce yazdım bu konuda.
                    Söylediğim özetle, hasmın kutsalına tecavüzün (adı ister kılıç hakkı, ister başka bir şey olsun) yüzlerce yıl öncelerde kalmış olması gereken bir anlayış olduğuydu.
               Fetihten yaklaşık 1000 yıl önce Bizans İmparatorlarından 1. Justinianus tarafından inşa ettirildiğine  göre 1500 yaşındaki bir  Hıristiyan tapınağında  siz 21. Yüzyılda  elde kılıç gösteri yapıyor, devlet başkanlığı düzeyinde  başınızda takke Kuran okuyorsunuz. 
       Her şeyden önce ben,  büyük çoğunluğuyla,beklentileri, sorunları, duygularıyla  çağdaş dünya gençliğinin bir parçası olduğundan kuşku duymadığım gençliğimizin,  bu görüntüleri nasıl karşıladığını merak ederim.   
              Namaz protokolünde   üniformalarıyla   saf tutan yüksek rütbeli komutan görüntüleri ise  laik Türkiye Cumhuriyeti tarihinde  görülmedik, alışılmadık  bir başka ilginç fotoğraf karesi.
               Yanlıştan  mutlaka dönülecek, Ayasofya   tarihe yine  müze olarak  tanıklık etmeyi  kesintiye uğradığı yerden sürdürmeye er geç devam edecektir.
                İnsanlığın ulaştığı, ulaşmış olması gereken olgunluk düzeyi bunu gerektirir.
                Dinin siyasete alet edilmesinin siyasi getirisi ise, özellikle aydınlarımızdaki genel kanının tam tersine, benim kanımca, hızla azalmaktadır, azalacaktır.
                Bütün insanlık bir başka ufka yürümenin sancılarını, kıpırtılarını, sezgilerini yaşıyor.
                Halk için, halktan yana siyaset yaptığını düşünen kişiler ve kurumlarla  halkından ümidini kesmiş aydınlar başta olmak üzere herkesin üzerinde önemle düşünüp kafa yorması, araştırıp gözlem yapması gereken bir konu…
                                                     ***
      Kurbanları kadın olan cinayetler konusunda yazılmadık bir şey kalmadı.
      Çok yıllar önce, ülkemize henüz televizyon gelmemişken, böyle bir cinayet haberi gazetelerde günlerce yer tutar, toplumu sarsardı.
       Günümde bu cinayetlerin en vahşicesi, en alçakçası bile bir zaman sonra toplumsal bellekte silikleşiyor.
           Çünkü akıl almazlıkta, canavarlıkta yarışırcasına birbirlerini izlemekteler.
            Bu toplumsal çürümeyi bir anda durdurabilecek bir çözüm ne yazık ki yok.
              Ailede ve okulda , özellikle erkek çocuklara yönelik eğitimde üzerinde önemle durulması; hümanist, bilimsel  içeriğin öne çıkarılması gerekiyor.
            Acil olarak , kadına yönelik şiddetin(her türlü şiddetin) tartışılıp nedenlerinin araştırılacağı sempozyumlara, seminerlere, televizyon programlarına gereksinim var.
           Bu türden etkinliklerle toplumun uyarılması, bilgilendirilmesi  için, günümüz koşullarında   ben yine öncelikle ve bütünüyle  muhalefeti işaret ediyorum.
                                           ***
               Sürmekte olan ölüm oruçları konusunda  ne yazmalı, ne söylemeli?
             Muhalefet Partileri  başkanlarına ve yönetimlerine sesleniyorum: 
             Gecikmeksizin , bir an önce, sizlerin  temsilcileri ve  Sanatçılar Girişimi temsilcileriyle kalıcı bir ekip oluşturarak ölüm orucundaki genç avukatları  ziyaret edelim, onları dinleyelim, sorunlarını  günü gününe izleyerek elimizden geleni yapacağımız sözünü verelim ve sözümüzü de  yerine getirelim. 
            Belki böylece hızla yaklaşan ölümlerin durdurulması, sorunların çözümünün de hızlandırılması yönünde  adım atılmasına yardımcı oluruz.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/29072020
           

23 Temmuz 2020 Perşembe

MELEK ÇETİNKAYA


              Melek Çetinkaya adında bir tanıdığım yok.
             Birkaç gün önce Birgün gazetesindeki bir haber başlığında  görünceye kadar bu ismi taşıyan birinden haberim   yoktu.
          Başlıkta “Meral Çetinkaya tutuklandı” deniyor…
          Bir de fotoğraf konmuş. 
           Baş örtülü, sıradan, olağan bir halk kadını.
         Yüzünde belli belirsiz  gülümseyiş.  Göğsüne asılı  siyah bir önlükte ise beyaz harflerle “Askeri öğrencilere adalet istiyoruz”  yazılı.
               Haberin ayrıntısında, Melek Çetinkaya’nın  Hava Harp Okulu öğrencisi oğlu Furkan’ın  darbeye teşebbüsten tutuklanarak  müebbet hapse mahkûm edildiğini öğreniyoruz.
          Melek Hanım  da Akit TV’ye yaptığı açıklamalar nedeniyle bir gün önce(17 Temmuz Cuma) tutuklanmış.
        Kızı Rüveyda  Twitter  hesabından , annesinin 12 Temmuzda bu TV kanalında  söylediklerinde  “suçu ve suçluyu övdüğü” iddiasıyla göz altına alınarak Ankara’dan İstanbul’a götürüldüğünü bildiriyor…
                                                       ***
                Başta belirttiğim gibi, Çetinkaya ailesiyle bu  gazete haberi dışında bir tanışıklığım yok.
          Zaten olması olası değil.
         Açıklamanın yapıldığı TV kanalı, çocukların isimleri gibi ayrıntılar, farklı dünya görüşlerine sahip olduğumuzun  işaretleri.
         Fakat bir gazetenin köşesine sıkışmış bu  haber ve çocuğu için mücadele eden annenin görüntüsü günlerdir zihnimden ve gözlerimin önünden gitmiyor.
             Çünkü bütünüyle bir Türkiye fotoğrafı bu.           
                  İnsanlar işinde gücünde,  bir şey olmamışçasına günlük yaşamlarını sürdürmektelerken, sessizce,  ya da sesi  bastırılmış olarak yaşanan bir acının fotoğrafı…
            Çünkü sesinizi çıkarmak, acınızı dile getirmek istediğinizde,  başınıza gelecek olan Melek Hanımın başına gelen olacaktır…
                                                       ***
                Melek Hanım suçu ve suçluyu övmek için ne söylemiş olabilir, bilmiyorum. 
          Olsa olsa, benim ve sanırım bu satırları okumaktayken pek çoğunuzun da zihninde beliren soruyu, 19 yaşında bir çocuğun darbeye nasıl teşebbüs etmiş olabileceğini sormuştur.
                 Ve ardından, anne yüreğinden yükselen acının da etkisiyle, bir çocuğun böyle bir iddiayla müebbet hapis cezasına çarptırılmasının nasıl bir adalet ve vicdan eseri olduğunu sormuş olabilir…
                  Yani  benim ve  bu  satırları okumaktayken büyük olasılıkla  pek çoğunuzun da zihninde beliren  bu soruyu…
                                                               ***
                  Bir iki hafta önce, üst üste iki yazıda, hapishanede  ölüm oruçları sürmekte olan iki genç avukattan Aytaç Ünsal’ın annesi Nermin Ünsal Hanımın iletisi üzerine ve bu vesileyle de o genç avukatlara yapılan büyük haksızlıklar konusunda yazmıştım.
             Şu ana kadar, ne yazık ki ne Yargıtay’dan, ne bir başka kanaldan olumlu bir haber işareti gelmiş değil.
              Gençlerine zulmedilen, annelerine acı çektirilen, vicdanlar üzerinde ağır baskıların uygulandığı bir ülke görümündeyiz.
             Bu kadar ağırlaşan kötülüğü bir ülke daha ne kadar süre taşıyabilir, bilmiyorum.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/22.7.2020

16 Temmuz 2020 Perşembe

HASMIN KUTSALINA TECAVÜZ

            İnsan soyu kutsallık kavramının ortaya çıkışından bu günlere hasmın kutsalına tecavüzü  hak saya gelmiş olmalı.
           Savaşta yenilen, maddi manevi bütün değerleriyle karşısındakinin eline düşmüş demektir.
          Ona her şey yapılabilir. Çarpışmada canını yitirdiyse talihli sayılmalı. Çünkü hayatta kalmışsa , düşmanı onun yaşamına dilediği biçimde son verme hakkına sahiptir.
        Malı mülkü yağmalanacak, çok daha kötüsü yakınlarının uğrayacağı hakaretlere tanık olacaktır.
            Uzak zamanlara gitmeye gerek yok. Bosna’da yaşanan, yaşatılan vahşetlerin , hemen yanı başımızdaki  Ortadoğu’da  dinci fanatizmin yaptıklarının, Afrika’daki soykırım katliamlarının canlı tanıklarıyız.
         Hasmın kutsalına tecavüz, karşıtların birbirine yapabileceği kötülüklerin ön sıralarında yer alır.
          Bu kutsal genellikle, düşman erkeğin eşi, kızı, başkaca yakınlarıdır.
          Bildiğim kadarıyla bütün dillerdeki sövgülerde de sövülenin, başta annesi olmak üzere, kadın yakınları  hedeftir.
          Kutsallık kavramı, bu demektir ki dinsel inanışlar ortaya çıktıktan sonra da bu hedefler karşıt dinsel inancın simgeleri, mabetleri olmuştur.
          Haçlı seferi askerlerinin hedefindeki simge hilal, karşıtlarının hedefindeki haçtı.
        Hilal ve haç karşıtlığı, tutucu kafalarda, günümüzde de süregitmektedir…
                                                             ***
               İnsan bir süreç içinde insanlaşmaya yönelmiştir…
               İnsan hakları, demokrasi, hümanizm, dünyanın uygar denebilecek kesimlerinde bu gün tersi düşünülemeyecek değerlerdir. 
        Ortaya çıkışlarının nedeni, hemen bütün değerlerimiz gibi,  bir arada yaşamanın yol açtığı zorunluluklar da olsa, sonuç olarak onlar artık  insanın ahlâki kimliğinin temel değerleri olmuştur.
          Zaten insan dediğimiz varlık, bu ahlâki kimlik değilse, nedir?
                                                 ***
             Zihinlerde beliren soruları, kuşku işaretlerini görür gibiyim?
              Dünyanın  uygar denebilecek kesimleri dediğiniz kimlerdir, nereleridir?
              Eğer bu kesim, Batı dünyası ise, günümüzdeki kötülüklerin pek çoğunun kaynağı da o dünya değil mi?
              Hangi ahlâki değerlerden söz ediyorsunuz? Her türlü ahlâksızlığın dizginsizce egemen olduğu bir dünya değil mi bu yaşadığımız? Vb…
               Bu gibi sorularda doğruluk payları olduğunda kuşku yok…
               Fakat sözünü ettiğim temel insani değerlerin bu günlere gelebilmesi, kurallaşabilmesi, insanın ahlâki kimliğinin temel değerleri olabilmesi için, bütün bir insanlık tarihi süresince ne emekler harcandığı, ne acılar çekildiği, ne kurbanlar verildiği ve bilimde,kültürde, sanatta ne başarılar kazanıldığı da en az aynı ölçüde gerçek  değil mi?
             Öyleyse onları savunmaya devam edeceğiz…
             Bugünün ve geleceğin insanının, bütün bir insanlığın onuru adına hissemize düşecek acılara katlanmayı göze alacağız…
                                                 ***
                 Hasmın kutsalına tecavüz dünün insanı bakımından bir haktı belki.
                   Ama bugün, bizde ve bütün dünyada, çok daha az sayıda insanın bu tecavüzü hak sayabileceği kanısındayım.
                    Kutsal olan evrenseldir.
                     Herkesin eşi, çocuğu, mabedi, sadece onun değil bütün insanlığın kutsalıdır.
                      Savaş hukuku bile, yenilenin en temel insan olma haklarını korumaya yönelik ilkelere sahiptir..
                       Yaşadığımız çağda, insanlığın bu gününde, savaşta ya da barışta, kimden ve kime karşı olursa olsun, kutsalları çarpıştırmak, bir kutsal adına bir başka kutsala tecavüz,ayıptır, günahtır, suçtur, küçüklüktür.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/ 15.07.2020

9 Temmuz 2020 Perşembe

ABDÜLHAMİT

         Monarşi yönetiminin biçimsel(simgesel) olarak korunduğu İngiltere,Japonya vb ülkelerin  bu anlamda  oluşturduğu istisnayla birlikte,  tarihsel akış içinde  hemen hemen bütün dünyada monarşiler yerlerini   demokratik cumhuriyetlere bırakmıştır..
         Bu sistemler ve kahramanları(krallar, prensler,  sultanlar) artık toplumsal bilimlerin  yanı sıra, kurgusal(fictif) edebiyat, sinema vb. alanlarında sanat ürünlerinin konusudur.
            Deli,, dâhi, kahraman, korkak, başarılı, başarısız, despot, özgürlükçü vb. bütün tarihsel kişilikler için böyledir bu…
                Onlar her şeyleriyle, esas olarak, yaşadıkları  dönemlerin ürünüdürler.
                Örneğin Fransa’da Napoleon,  İngilere’de Cromwell, Rusya’da Petro gibi , kendi ülkelerinin   yanı sıra  insanlık tarihinde de iz bırakmış  kişiliklerin bu günün toplumsal öderleriymiş gibi canlandırılma çabalarına hiç bir  yerde rastlanmaz.
                Tarihten ders çıkarılır ama, tarih kopya  edilemez…
                 Böyleyken bizde(bu gün iktidarı elinde tutan çevreler başta olmak üzere) genellikle Cumhuriyet  karşıtı çevrelerde bir Osmanlı hayranlığının  dalga dalga yükselmekte olduğunu görüyoruz.
              Bu hayranlığın özellikle de  Osmanlı Devletinin son padişahlarından 2. Abdülhamit’in kişiliğinde odaklandığı görülüyor.
                                                        ***
         Sorunumuz Osmanlı tarihine hayranlıksa, neden örneğin reformcu padişahlar 2. Mahmut, 3. Selim, talihsiz Genç Osman değil de, ille de Abdülhamit.?  Ya da zamanında çok kan dökülmüş Yavuz Selim?
       Bu nedenler çok belli.
      Günümüz Osmanlı hayranlarınınki  geçmişe saygı, geçmişten ders çıkarma yaklaşımı değil, kendi amaçları doğrultusunda tarihi kullanma hesabı ve çabasıdır.
       Bu çaba ise, tıpkı dün olduğu gibi bu gün ,dünden de daha geçersiz olan  Panislamizm (ya da kökten dincilik), Pantürkizm(ya da şoven milliyetçilik ) gibi iç politika yatırımı olma ötesinde  anlam taşıyamayacak boş ve tehlikeli hayallerdir.
                                                           ***
        2. Abdülhamit, ağabeyi 5. Murat’ın birkaç ay süren saltanatına  (bence pek de açık ve inandırıcı olmayan nedenlerle)  son verilerek apar topar tahta çıkarılmış Osmanlı padişahıdır. .
           İlginç denebilecek kişilik özellikleri ,  aralarında(eğitim, sağlık vb. alanlarında)  kuşkusuz  başarılı olanları  da bulunan etkinlikleri yukarıda değindiğim gibi bu yazının konusu dışındadır.
         Zaten günümüzdeki Abdülhamit hayranlarının dayanakları  bunlar değil, yine  yukarıda değindiğim gibi onun bir dönem tutunmaya çalıştığı İslam birliği(halifelik) hayalini  diriltme, ya da bu hayale Abdülhamit’i payanda  yapma çabasıdır. Abdülhamit’in başkaca bir iler tutar tarafının bulunmadığını da olgular apaçık gösteriyor.

                                                                 ***
       Kendisine sorulsa yaşamını sultan olmak yerine  belki  de  şehzade kalarak  çok sevdiği polisiye romanları  okumak   ve yine eğitim aldığı opera besteciliği alanında  bir şeyler yapmaya çalışmakla  geçirmeyi yeğleyecek bu Osmanlı sultanının 33 yıllık(1876-1909) saltanat dönemi, siyaset ve ekonomi alanında  baştan sona başarısızlık ve çelişkiyle doludur.
        Satır başlarıyla kısaca sıralayacak olursak:
         1876-1878/ İlk Osmanlı Anayasasının hazırlanması, ilk Millet Meclisinin açılması ve ardından her ikisine son verilmesi.
          1881/Emperyalizme ekonomik teslimiyetin tepe noktası olan Düyunu Umumiye’nin  kuruluşu.
           Balkan isyanları ve ardından 12 Nisan 1877’de Ruslarla savaşta(93 harbi) bütün Osmanlı tarihinin en ağır sonuçlu yenilgisi.
          Bu yenilgiyi  belgeleyen hazin ve yüz kızartıcı Aye stefanos(Yeşilköy) Andlaşması( 3 Mart 1878)
       Yunanistan’ın Teselya’yı ele geçirmesi.... İngiltere’nin Kıbrıs, Fransa’nın Tunus yönetimlerinde egemen olmaları   . Mısır’ın kaybı
                  Ve başta İstanbul olmak üzere  ülkenin her yöresinde   tam bir polis devleti kuruluşu. Maaşlı jurnalcilik(ihbarcılık) kurumunun yaratılması…
                   Kapkara bir çözülüş  ve baskı dönemi…
 
                                                   ***
   Hangi Ulu Hakan, Hangi Abdülhamit Han ?
    Merdan Yanardağ bir çift sözle bütün bunların ortaya dökülmesine yol açtı.
    RTÜK’ün (ona egemen gücün) Abdülhamit yönetiminden farksız görünümünü   bir kez daha gözler önüne serdi.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/08072020

2 Temmuz 2020 Perşembe

SİYASETİN BUYRUĞUNDA HUKUK ya da İNSAN YAŞAMIYLA OYNAMAK


Siyaset ve Hukuk” başlıklı geçen haftaki yazımda konunun kuramsal bir açıklamasını yapmaya çalışmıştım.
Bu haftaki yazım siyaset buyruğunda yargının insan yaşamıyla nasıl oynamakta olduğunun somut örneği olacak.
İçinden neredeyse çıkılmaz bir karışıklık içindeki ve sonuçta da 17 genç hukukçunun toplam 159 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş olduğu Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD) üyesi avukatlara yönelik “dava”dan söze diyorum.
Dava sözünü tırnak içine almamın nedeni, konuyla ilgili belgeler yığınını elden geldiğince gözden geçirme sonucunda, bunun bir hukuk davası değil aslında bir yargısız infaz olduğu sonucuna vicdanen, ahlâken, içtenlikle varmış olmamdır…
***
Bu yazı yayınlandığında avukat Ebru Timtek açlık grevinin yaklaşık altıncı, Aytaç Ünsal yaklaşık beşinci, her ikisi ölüm oruçlarının (yanlış hesaplamadıysam) 87. günündeler.
Dışarıdan bakan birine açlık grevi, ölüm orucu eylemleri anlaşılmaz görünebilir.
Yaşama tutunmak varken, insanlar neden canlarını tehlikeye atsınlar?
Söz konusu “dava”nın süreçlerinin sabırla gözden geçirdiğinizde, bu sorunun yanıtı karşınıza apaçık çıkacaktır.
Engizisyonun bir ortaçağ zindanına kapattığı, kurtuluş ümidi bulunmayan kişinin belki yazgısına boyun eğmekten başka çaresi olmyabilir.
Fakat hukukun, insan haklarının ulaştığı evrensel bir düzeyde, engizisyon hukuksuzluğundan farksız bir uygulamayla zindanlara tıkılan, hukuksal girişimleri hiçe sayılarak yaşamlarıyla oynanmakta olan, üstelik hukukçu ve gepgenç insanlarının seslerini duyurabilmek için canlarını ortaya koymaları karşısında duyarsız kalmak, en hafif deyimiyle vicdansızlık ve bilinçsizlik olur.
***
Söz konusu “dâva”nın burada ayrıntılarına girmenin bir anlamı ve gereği yok.
Bunu yapmak için zaten sayfalar dolusu yazmak gerekir.
Kaldı ki ben hukukçu değilim.
Fakat yine de açlık ve ölüm orucu eylemleri öncesindeki sürecin kısa bir özetini yapmak gerekiyor.
Dernekleri 22 Kasım 2016’da kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi on yedi avukat 12 Eylül 2017’de gözaltına alınıp sekiz gün sonra tutuklanıyor.
İddianame altı ay sonra hazırlanıyor.
Yargı karşısına bir yıl sonra çıkarılan avukatlar İstanbul 37.Ağır Ceza Mahkemesi heyetince oy birliğiyle tahliye ediliyor..
Duruşma savcısı saat 01.00 civarında karar itiraz ediyor..
Bu itiraz üzerine aynı mahkeme heyeti tahliye kararının ertesi günü, Cumartesi saat 16.30 civarında toplanarak yine oy birliğiyle “tutuklamaya yönelik yakalama kararı “veriyor…
Devam etmeden önce burada durarak şu soruların sorulması gerekiyor:
İddianame için altı ay,karar için bir yıl beklenilmesi neden?
Bir mahkeme verdiği kararın tam tersini on saat sonra neye göre verebiliyor?
***


Süreci izlediğinizde, karşınıza başsavcı olarak İçişleri Bakanının, yanı sıra da Ergenekon’un da başsavcısı olduğunu söyleyen o zamanki Başbakan şimdiki Cumhurbaşkanının çıktığını görüyorsunuz…
Mahkeme heyetlerinin değiştirilmesi, pişmanlık yasasından yararlanan itirafçılar, ajanlar, bunun bir yargılama değil bütünüyle bir polis operasyonu olduğunu apaçık göz önüne seriyor.
Suçlanan avukatlar bir terör örgütünün uzantıları imiş…
Neye göre?
Grup Yorum’a, Soma madencilerinin ailelerine, işlerinden atılan kamu görevlilerine sahip çıktıkları için mi?
Başkaca da somut bir kanıt, bir suçlama zaten söz konusu değil…
***
Adalet Bakanına ve bu “dava” dosyası önlerinde olması gereken ilgili Yargıtay üyelerine sesleniyorum:
Adli tatil başlamadan önce bu dosya görüşülmeli, yargının siyaset ve polis buyruğunda olmadığı kanıtlanmalı, tutuklulukları üç yıla yaklaşan avukatlar özgürlüklerine ve mesleklerine kavuşmalı, ölüm orucu eylemindeki iki avukatın haklı eylemi de böylece sona ermelidir..
Hukuk, vicdan, adalet, insanlık duygusu bunu gerektiriyor..
Bilinçli kamu oyu bunun bir saniye bile gecikmeksizin gerçekleşmesini bekliyor, talep ediyor…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/01072020