27 Aralık 2018 Perşembe

SANAT İNCE İŞTİR



Bana bir şiiri nasıl yazdığım sorulduğunda yanıtlamakta güçlük çektiğim zamanlar vardır.
Çünkü bazı şiirler, üstelik en çok sevilip tanınanlardan ve gerçekten kendimin de en sevdiklerimden, en değerli bulduklarımdan bazıları, umulmadık zamanlarda birdenbire gelir.
Bu “gelir” sözü(buna içten gelme de diyebiliriz) bu tanıma çok uygundur.
Örneğin “Ben Ölürsem Akşam Üstü Ölürüm” tam olarak bu tür şiirlerimdendir.
1970 başlarında Paris’te bir sabah uyandığımda, ne akşam üstünü ne ölümü düşünmezken, aklımda şiirdeki sözcüklerin ve kavramların kırıntısı bile yokken, sanki kulağıma fısıldanmış gibi bir çırpıda yazılmış bir şiirdir…
Yine örneğin, “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” da öyledir…
Bu kez 70’li yılların ortalarında, o sırada yalnız yaşadığım Kadıköy’deki evimde, bir akşam üstü eve gidip daktilonun başına geçerek yine bir çırpıda yazılıp tamamlanmış bir şiirdir…
Tabii sonradan düşündüğümde, bilinç altındaki bu oluşumların nedenlerini, kaynaklarını az çok anlayabiliyorum…
Fakat yine de bunlar sanki birer armağan, denebilir ki “yıldızın parladığı” anların olağan dışı, olağan üstü ürünleridir…
Buna karşılık pek çok şiir de uzun araştırmalar, çalışmalar sonunda ortaya çıkmış, tamamlanmışlardır…
Kimi dizelerin, kimi kez tek bir sözcüğün bulunup yerine konulması için yılların geçmesi gerekmiştir…
Şairin atölyesi onun duygu ve düşünce dünyası, baştan sona bütün yaşamıdır…
Bir ressam, bir müzisyen, bir anlatı yazarı, bir tiyatro yaratıcısı, ürünlerinin nasıl ortaya çıktığı sorulduğunda, az çok aynı şeyleri söyleyecektir…
Sanat bilinmezle bilinenin, sezilenle kavrananın, içten gelenle bilinç ürünü olanın, anlaşılması güç, karmaşık, sanatçının kendisinin bile bütünüyle açıklamakta güçlük çekeceği bir sentez, bir yaratma olgusudur…
Daha da özetle söylenecek olursa, ince, çok ince bir iştir…

****
Sanatçı duyarlı, duygulu bir kişiliktir…
Kabalıkla karşılaştığında, yapıtı ve kişiliği küçümsenip hor görüldüğünde, çoğu kez karşı çıkmaksızın kendi içine çekilir…
Yapılan şey ciddi, doğru bir eleştiriyse, gerçek sanatçı bu eleştirinin doğruluğunu yanlışlığını, kendi içinde tartışır, irdeler, sonuçlar çıkarmaya çalışır…
Onun en acımasız eleştirmeni zaten kendisidir…
Siyaset dünyasında olağan sayılan hakaretler, sövgüler, sanat dünyasına yabancıdır.
Farklı sanat anlayışları arasındaki çatışmalar da, ne kadar sert olursa olsun, kişiliğe saldırı düzeyine inmez, inemez…
Örneğin hiçbir sanatçı bir başka sanatçı için, onu ne kadar beğenmese de, “sanatçı müsveddesi” demez, dememelidir…
Çünkü beğenmediği sanatçının da, yetenek düzeyi ne olursa olsun, zahmetli, çileli bir işin emekçisi olduğunu bilir, bilmesi gerekir…

****
Sanat dünyası ile siyaset dünyası arasındaki ilişki bir başka çetrefil konudur…
Sanatçı siyaset konusunda düşüncelerini açıklarken, kendi alanı dışında bir konuda kafa yoruyor demektir…
Bu hele muhalefetteki bir sanatçının iktidara yönelik bir eleştiri yada suçlaması ise , bunu bir çıkar beklentisiyle değil, tam tersine belayı göze alarak yapıyor demektir.
Bu nedenle de eleştirilen siyasetçi, hakaret yağdırmak yerine, bu cesarete saygı duymalı, söylenenden incinse de anlayışla karşılayıp ders çıkarmaya çalışmalıdır…
Bu konudaki sıkıntılardan biri iktidar zehirlenmesi, kendini her türlü eleştirinin üstünde görmekse, bir öteki sanata ve sanatçıya karşı içten içe duyulan bir öfke, bir haset, bir kıskançlıktır.
Çünkü siyasette yükselmiş herhangi bir siyasetçinin yaşamı irdelendiğinde, zamanında bir sanat dalıyla uğraştığı , genellikle de başarısız olduğu görülecektir…
Bunun en tipik örneği, resimleri bence pek de kötü olmamakla birlikte akademiye üst üste başvuruları reddedilmiş olan Adolf Hitlerdir. ..
Son olarak söyleyeceğim ise;sanata,sanatçıya karşı hoş görüsüzlüğün, düşmanlığın hiçbir siyasetçiye iyilik getirmediği, getirmeyeceğidir…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/261218

20 Aralık 2018 Perşembe

GEZİ ONURUMUZDUR




Gezi direnişinin karalanmak istendiği şu günlerde Gezi şehitlerinin anısına ve onlardan biri olmakla onur duyduğum milyonlarca yurt ve özgürlük severin cesaret ve özverisine bir kez daha sevgi ve saygıyla…


Gezi onurumuzdur
Gezi zalime, zulme karşı koyuşumuzdur
Gezi yurtseverliktir
Gezi gözü pekliktir
Gezi gençliğimizdir
Gezi birlikteliğimizdir
Gezi omuzdaşlıktır
Gezi aşktır
Gezi bireyciliği aşmamızdır
Gezi ben değil biz olmamızdır
Gezi öz saygımız, öz güvenimizdir
Gezi özgürlük sevgimizdir
Gezi tek değil çok olmaktır
Gezi ışık hızıyla çoğalmaktır
Gezi geleceğimiz, yarınımızdır
Gezi insana saygımızdır
Gezi sanatın, bilimin üstünlüğüdür
Gezi emeğin gücüdür
Gezi şiirdir, resimdir, şarkıdır
Gezi insan olma farkıdır
Gezi ışıktır umudu aydınlatan
Gezi bilinçtir karanlığı ışıtan
Gezi içtenliğidir çocukluğun
Gezi aşılmasıdır eylemsizliğin, korkunun
Gezi karşı koymaktır köleliğe
Gezi su vermektir çeliğe
Gezi kadının yükselen kimliğidir
Gezi özgür insan benliğidir
Gezi bir damladan okyanus yaratmaktır
Gezi kölelik zincirini kırıp atmaktır
Gezi bilinçle donatmaktır eylemi
Gezi en yüce değer saymaktır emeği
Gezi hiç bitmeyen , hep başlayandır
Gezi hep yeniden doğacak olandır

Mayıs 2014, “Ne Çok Hain”,s.49-51


13 Aralık 2018 Perşembe

KEDİLER VE İNSANLAR



İçine bulunduğumuz haftanın 10 Aralıktan başlayarak İnsan Hakları ve Demokrasi Haftası olarak kutlanacağı dikkatimden kaçmış olmalı ki bu haftaki yazı başlığını “Kediler ve İnsanlar” olarak tasarlamıştım.
Sonra insan hakları konusunda yayınlar başladığında konuyu ve doğal olarak da başlığını değiştirmeyi düşündüm.
Fakat bu iki sözcük zihnimdeki varlığını ısrarla sürdürüyordu..
O zaman bu başlık altında yazmayı tasarladıklarımın da zaten insan hakları konusundan pek de uzak olmayacağını hissettim ve içerik biraz değişecek olsa da yazı başlığı ilk düşündüğüm gibi kaldı.
***
Kediler ve İnsanlar” denildiğinde öncelikle bu iki canlı arasındaki ilişki akla gelecektir.
Yanı sıra kedinin ve insanın, benzer, karşıt ve özgün özellikleri.
Neden başka bir ev hayvanı, örneğin akla ilk gelebilecek evcil bir hayvan türü olarak köpekler değil de, kediler?
Yanıtım kişisel ve basit: Çünkü birkaç yıldır evimizde gerçek anlamıyla aile bireyleri gibi yaşamakta olan iki kediyi gözleme olanağım oldu da ondan…
Onlara sadece iki kedi demek de haksızlık ve yanlış olur. Çünkü “Oğluş” ve “Cesur”, aralarında bir kaç yaş fark olan bu iki sarman, ortak özelliklerin yanı sıra ve belki ondan da çok, kişisel karakter özelliklerine , özgün kimliklerine sahipler.
Ben evimizin bu iki kedi bireyinde hem kedi türünün ortak özelliklerini, hem de ne kadar farklı özellikleri olabileceğini gördüm.
Yazımın konusu bizim kediler olmadığından, sadece ortak özellikleri sıralamakla yetiniyorum:
İnanılmaz bir çeviklik, “kedi yürüşü” denilen o çapraz manken yürüyüşüne örnek oluşturan eşsiz bir zarafet; bir yerde sessizce, kımıltısızca ve üstelik uyanıkken de sanki bir “tefekkür” içindeymişçesine saatlerce durmak; kendini istediği zaman sevdirmek, canı istemiyorsa seslenmelerinizi duymazdan gelmek, hiç beklemediğiniz bir anda kucağınıza tırmanıp dokunuşları ve hırıldamalarıyla sımsıcak bir yakınlık sunmak…
Bunlar, kedi nankördür türünden kaba ve yakışıksız yakıştırmayı ve benzer yakıştırmaları değersizleştiren asil özelliklerdir…
Kedi nankör değil, kimliklidir.(Bununla köpeğin bağlılığını küçümsediğim sanılmasın. O bambaşka bir konu. Köpek öncelikle hiperaktivitedir…)
***
Yukarıda saydığım özelliklerin tümüne sahipken,sokaktaki kedinin yalnızlığı, yoksunluğu, suskun çaresizliği bana acı veriyor.
Buna karşın yine de,kendini kendi varoluşu içinde ayrı tutuşuna hayranlık ve saygı duyuyorum…
Bu olağanüstü fiziksel,kimliksel, duygusal var oluşun, insan artıklarının atılı olduğu çöp yığınlarının içinde, çevresinde ,eşinmek, dolanıp durmak zorunda kalışı bana varoluşun kendisine karşı bir büyük haksızlık, güzellik olgusunun ve kavramının kirletilip aşağılanması olarak görünüyor…
***
Bir doğa harikasının ve aşağılanmasının farkında bile olmayanlar da, istisnalar dışında biz insanlarız.
Bütün tarihi süresince sayısız türdeşini katleden, zulmeden, akıl almaz işkencelerin mucidi biz insan soyu.
Yaşanmış, yaşanmakta ve yaşanacak olan kötülükler, türümüzün başarıları için duyduğum sevinci karartıyor, övüncü anlamsızlaştırıyor.
Bütün güzel sanatlar, bilimsel buluşlar, felsefi derinlikler anlamını yitiriyor.
***
İnsan kendi türdeşine karşı duyarsız ve acımazken bir başka canlı türü için duyulan kaygı aşırı görünmesin.
Çünkü insan hakları için savaşım, güzellik algısının ve merhamet duygusunun bütün varoluşu kucaklamasıyla başarıya ulaşmış olacak.
Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/121218


5 Aralık 2018 Çarşamba

KARAMSARLIK NASIL AŞILACAK?



24 Haziran gecesi AKP ve MHP yandaşları dışında kalan çevrelerin yaşadığı şaşkınlığın sonrasında artarak ve yaygınlaşarak sürmekte olan karamsarlık nasıl aşılacak?
O gece bu satırlarının yazarının da aralarında olduğu çevrelerde sadece şaşkınlık değil büyük bir üzüntü ve öfke yaşandı.
Nedeni ise, alınan sonuçlardan daha çok ,açıklama yapması beklenen başlıca ilgililerin ortaya çıkmaması , bunu da ister istemez birbirini tutmaz söylenti ve yorumların izlemesiydi.
24 Hazirandan bu günlere beş aydan fazla zaman geçti.
Şimdiyse yerel seçimlere doğru yol alınmakta.
Bir değişiklik olmazsa(ülkemizde her an her şey olabilir) bu seçimler dört ay sonra, 31 Mart’ta yapılacak.
Yaklaşan seçim öncesinde toplumun sözünü ettiğim çevrelerindeki karamsarlığı görmemek, bu toplumdan tümüyle habersiz olmak demektir.

***
Katıldığım söyleşilerde, kitap fuarlarında, imzalarda, konu açıldığında tek bir iyimser görüşle karşılaşmadım.
Tam tersine, karamsarlığı daha da ileri götürerek, oy vermeye gitmeyeceklerini söyleyenlerle daha sık karşılaşır oldum.
Açıkçası, benim kendi duygularım da çok farklı değil.
Oy vermeye kuşkusuz gideceğim. Fakat heyecanla, sevinçle değil de,sorumluluk bilinciyle.
Çünkü kullanılmayacak her oy, karşı görüşe verilmiş oy demektir.
Geçen seçimde pek çok seçmen tatil yörelerinden ayrılarak oy vermek için kendi seçim bölgelerine dönmüştü.
Dört ay sonraki seçim yine yaz aylarına rastlayacak olsa, aynı şey sanıyorum en azından aynı ölçülerde söz konusu olamazdı…
Bugün de belli çevreleri saran karamsarlık ve çıkışsızlık duyguları aşılamazsa, oy kullanma oranında büyük düşüşler yaşanması şaşırtıcı olmayacaktır.
Öyleyse ne yapmalı?

***

Seçmen ana muhalefet partisinden dolambaçlı sözler değil, açık ve net bir tavır bekliyor.
İstanbul( ve kuşkusuz Ankara) başta olmak üzere büyük şehirlerdeki adayların artık saptanması, açıklanması ve gecikmeksizin projelerini açıklamaya başlamaları gerekiyor.
Ana muhalefet partisindeki çok başlılık, dağınıklık, belirsizlik, her kafadan ayrı bir ses çıkması, bu partinin var olan ve olabilecek seçmeninde bıkkınlık yaratıyor.
İstanbul ve Ankara belediye başkan adaylarının doğru kişiler olarak saptanması bu gün yaşamsal önemdedir.
Başta yine ana muhalefet partisi yönetimi olmak üzere iktidar partisinin karşısında yer alan siyasal parti yöneticilerinin yanlış hesap yapmaya, kaprise, uzlaşmazlığa hakları yoktur.
Atacakları her yanlış adımın ve sonuçtaki başarısızlığın kendi siyasal varlıklarını da sona erdirecek olması kimsenin umurunda olmaz.
Fakat ülkeye yapılacak kötülüğün lanetinden kurtulmanın mümkün olmadığının da bilinmesi gerekiyor.

***
Seçim sonuçlarının açıklandığı gece milyonlarca insana yaşatılan şaşkınlık, karışıklık ve üzüntünün sorumluları bunun nedenlerini içtenlikle, inandırıcı biçimde açıklamalı ve toplumdan özür dilemelidir.
Ana muhalefet partisinin lider kadrosu, partinin önde gelenleri, hiç biri dışarıda kalmaksızın, tıpkı cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi toplum önünde güçlü ve inandırıcı birlik görüntüsü vermelidir.
Muhalefetteki partiler, her uzlaşmada olduğu gibi karşılıklı özveri gerektiren bir uzlaşmayla ortak aday saptamada daha fazla gecikmemeli, ve saptanacak adayları destekleme çalışmaları hızla başlamalıdır.
Karamsarlık bulutlarının dağıtılması için öncelikle yapılması gerekenler sanırım bunlardır.

________________________________________________________________
Nil Tiyatrosu oyuncuları 5 Aralık Çarşamba gecesi 20.30’da Cihangir’deki Tatavla sahnesinde savaş karşıtı şiirlerimden kurgulanan “Bebeklerin Ulusu Yok” adlı oyunu sahneleyecek. Biletler Biletix’ten ve tiyatro gişesinden sağlanabilir.