31 Ocak 2015 Cumartesi

GÜLER YÜZLÜ SOSYALİZM


    Daha önce bir başka yerde kullanılmış mıdır bilmiyorum, Türkiye’de ilk kez Mehmet Ali Aybar’dan işitmiştik.
       “Güler yüzlü sosyalizm” sözü ve kavramı o yılların Türkiye İşçi Partisine yakışıyordu.
     Türkiye devleti, egemen çevreler ve Türkiye solunun da bir bölümü olarak bu güler yüzlü sosyalizmi daha yaşama şansı bulamadan toprağa gömmeyi başardık.
       Nedense toplum olarak gülmeyi pek sevmeyiz, zaten başaramayız da…
      

                                                     ***
         Türkiye İşçi Partisinin yok edilmesi kuşkusuz sadece bu özelliğimizin sonucu değil.
         Daha doğrusu, asıl neden elbette bu değil.
         Verilen her oyun değerlendiği seçim sistemi sayesinde Meclis’e girmeyi başaran 15 TİP Milletvekili ülkenin çehresini, halkın sosyalizm algısını değiştirmeye başlamıştı ve  bu elbette egemen güçleri korkutacaktı.
           Nitekim önce TİP parçalara ayrıldı, ardından 12 Mart darbesiyle de ülke 12 Eylül 1980’e açılan yolda ilerlemeye başladı…
            Böylece de güler yüzlü sosyalizm umudu ve iyimserliğinden,  yüzünde artık hiçbir gülümseyiş ışıltısı kalmayan günümüzün Türkiye’sine gelmiş olduk…

                                                         ***

          Güler yüzlü sosyalizm sözünü bana Yunanistan seçimlerinde solun kazandığı başarı ve şimdilik güler yüzlü genç başbakanın anımsattı…
             Şimdilik diyorum, çünkü nice güçlüklerin üstesinden gelmeleri gerektiğini bilmek ya da tahmin etmek  güç değil.
            Emperyalizmin baskı ve oyunlarıolmasa,Yunanistan’ın kendi iç dinamikleriyle sosyalist bir sisteme geçebileceğini hep düşünmüş ve yeri geldikçe dile getirmişimdir.
              Çünkü bu toplum,  19.yüzyıldaki bağımsızlık   savaşımı süreçlerinde kazandığı deneyimlerle, sonrasındaki yüzyılda da Nazi işgal ve zulmüne karşı Yunan komünistlerinin öncülüğündeki  direnişiyle,çağdaş bir toplum olabilme  özelliklerini bilek hakkıyla kazandı…
            Başka bir deyişle de, yukarıdan aşağıya verilen haklarla değil, aşağıdan yukarıya verilen örgütlü savaşımlarla bugün bulunduğu noktaya ulaştı.
             Yunanistan’da bugün  güler yüzlü sosyalizmin kazandığı başarı, başka bir deyişle de sosyalizmin parlamenter seçimler yoluyla iktidar olabilmesi, her şeyden önce, bedel ödenmeden, örgütlü toplumsal savaşımlar içinde güçlenip çelikleşmeden, ne demokrasiye, ne de  sosyalizme ulaşılabileceğinin örneğidir…
               Bu nedenle Türkiye ve Yunanistan arasında bir takım benzerlikler arayıp bulma çabaları, bu türden yakıştırmalar, işin kolayına kaçmak ve komiklik oluyor…
                                                        ***
       Yunanistan’la başka ülkeler arasında toplumsal savaşımlar bakımından bir takım benzerlikler aranacaksa, bu benzerlikleri bu ülkeyle  en yakınındaki Bulgaristan’dan başlayarak, İtalya,İspanya, Fransa gibi, Nazi işgaline ve faşizme karşı birleşik cephe savaşımları  vermiş,sonrasındaki iç savaşlarda da çok büyük ve acı bedeller ödemiş ülkeler arasında aramak gerekir…        


        
         Bu ülkelerde , başta işçiler, emekçiler olmak üzere;  bütün toplumsal sınıf ve kesimler örgütlüdür…
         Bu anlamda da devlet kurumu,  giderek  ulusal bir hizmet kurumuna dönüşmüş gibidir.
           Bunları kuşkusuz genel doğrular olarak yazıyorum…
           Bizde ise devlet, egemen sınıfların baskı aracı olarak varlığını sürdürmekte olduğu gibi,  günümüzde en baskıcı,en gerici, ülkenin bugünü ve geleceği bakımından en ürkütücü bir evresinde bulunmaktadır…

                                                                 ***
             
             Sonuç olarak söylemek istediğim, Türkiye’nin bugün, güler yüzlü bir sosyalizmden,
olunabilecek en uzak noktada bulunduğudur…
               Toplumumuzun yüzünün birazcık gülebilmesi için yapılması gereken, tıpkı II. Dünya Savaşı da denilen faşist ve ırkçı canavarlık döneminde Yunanistan’da ve sözünü ettiğim öteki ülkelerde yapıldığı gibi, karanlığın iktidarına karşı  bir teki bile  dışarıda kalmaksızın bütün ulusal güçlerin birlikte hareketi ve bu iktidarın ülkeyi  bugünkünden çok daha büyük felaketlere sürüklemesine olanak verilmemesidir.

50. Sanat yılım bugün 19.00-23.00  arasında Beşiktaş Belediyesi ev sahipliğinde  Beşiktaş-Fulya Sanat Merkezinde kutlanıyor.  Bütün dost,arkadaş ve okurlarım davetlidir..



Ataol Behramoğlu/010215/Cumartesi Yazıları

24 Ocak 2015 Cumartesi

ADANA İZLENİMLERİ / Ataol Behramoglu


       Topluluklar önünde şiirlerinizi okuyarak ülkenizi dolaşırken paha biçilmez kazanımınız  bu ülkenin sorunlarını yerinde görüp öğrenmek, insanıyla tanışıp görüşmek, coğrafyasını solumak oluyor…
         Daha şiirsel bir deyişle, bu gezileri anlattığım kitabımın adındaki gibi, yurdunuzu teninizde duyuyorsunuz…
         Kuşkusuz her zaman ve hep  mutluluk veren bir buluşma değil bu…
          Sevinçlerin üzüntülerin at başı gittiğini söylemek belki daha doğru…
                                                   ***
            Bu yılın ilk gezisi Adana’ya idi…
         Adana Büyük Şehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü’yle Kültür Dairesi Başkanı Ozan Aksu’ya kusursuz organizasyonları için teşekkür borçluyum.
         Altın Koza törenlerinin de yapıldığı salon ve balkonlar dolmuştu.
          Haluk’la yirminci yılını tamamladığımız dinletilerimizin en güzellerinden biriydi.
           Çukurova toprağına, bu toprağın Karacaoğlan’dan günümüze yaratmış olduğu sanat ve kültür değerlerine yaraşan bir buluşma oldu…
      TUYAP Çukurova kitap  fuarı da tıklım tıklım doluydu ve imza kuyrukları uzayıp gidiyordu…
       
                                                              ***
             Adana’yı bir çok kez görüp gezmiş olmama karşın, bu kez zaman azlığı nedeniyle Seyhan üzerindeki tarihi taş köprüyü otel odasının penceresinden görmekle yetinmek zorunda kalışım içimde de  bir eksiklik  duygusu olarak kaldı…
         Yayalara özgü o köprünün üzerinde durarak gelip geçenlere baktığınızda
bir Yılmaz Güney filmi izliyor gibi olursunuz…
         Özetle, yoksul ve gururlu bir halkın geçit resmi gibidir bu…
         Oradan baktığınızda Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Yılmaz Güney’i daha iyi anlarsınız…
                   Elbette Demirtaş Ceyhun’u, Mersinli de olsalar Özdemir İnce’yle Nihat Ziyalan’ı  ve o toprakların yetiştirdiği başkaca yazar, şair, sanatçı   dostları da…                                             
                                                     ***
          Bu kez taş köprüden geçememiş olsam da dönüşte hava alanına gitmeden önceki yaklaşık bir saatlik zamanı hızlı bir araba turuyla değerlendirebildim……
          Sakıp Sabancı’nın kente armağan ettiği  olağandışı büyüklükteki cami, içinde ya da çevresinde tek bir yaşam kıpırtısı olmaksızın her zamanki yerinde durmakta…
         Organizasyonu yapan kuruluşun şoförü olan delikanlının tekstil mühendisi olduğunu öğreniyorum bu arada…
           Herhangi bir mesleği küçümsemek aklımdan geçmez, fakat herkesin kendi eğitim alanında bir iş sahibi olması gerekmez mi?
           Sohbetimiz sırasında söz Sabancı’lardan açılmışken, bu aileye ait tekstil fabrikalarının da kapanmış olduğunu öğreniyorum…
          Öyle ya, Çin başta olmak üzere başka ülkelerden daha ucuz iş gücüyle üretilmiş dokuma ürünlerini almak  varken bizim üretmemizin gereği ne!..
           Önünden geçmekte olduğumuz bina ise bir zamanlar Tekel  fabrikası imiş…
             Her yerde olduğu gibi burada da işsiz kalan Tekel işçileri kim bilir nerede, ekmek kavgası içindeler…
              Çukurova denildiğinde akla ilk gelen pamuk üretimi de bıçak gibi kesilmiş…
               Bu nasıl bir ülke!..
               Tarım son nefesini vermekteyken fabrikalar da bir biri  ardına kapatılmakta ya da satılıp savılmakta…
               Hâlâ nasıl ayakta kalabildiğimizi ben anlayamıyorum…
               Bunu sorduklarımdan da açıklayıcı bir yanıt alamıyorum…

                                                  ***
           Türkiye’nin en büyük köyü diye de adlandırılan bu sevgili ve tarihi şehrimize ülkemizin daha küçük ölçekte bir modeli de diyebiliriz…
            Çalışkan, fakat iş alanları giderek daraldığı için gittikçe yoksullaşan bir halk…
              Cumhuriyet Türkiye’sinin yarattığı,aydınlığa, çağdaşlığa, uygarlığa,sanata, kültüre  susamış, hiç de küçümsenemeyecek  sayıda aydın topluluklar ve pırıl pırıl bir gençlik…
            Talancı, yalancı, soyguncu, vurguncu, baskıcı  bir yönetimin ülkenin başına bir kara bela gibi çöreklenmiş olmasının yarattığı çıkışsızlık ve karamsarlık duygusu…
              Fakat her şeye karşın kıpırtıları ufak ufak duyumsanmaya başlayan baharın Çukurova’nın bereketli topraklarında yine de yeşerteceği kuşkusuz
iyimserlik ve umut tohumları…
                Adana-Çukurova izlenimlerimin özeti bu kez böyle…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/240115
   
Bugün(Cumartesi)Manavgat’taki şiir-müzik dinletimizde,yarın(Pazar) Antalya ADD’nin ülke sorunlarıyla ilgili konferansında,aynı gece Burdur’da şiir-müzik dinletimizde olacağım… Salı günü ise genç avukatların konuğu olarak Eskişehir Yunus Emre Kültür Merkezindeyiz…            

             

18 Ocak 2015 Pazar

2014’TEN ŞİİR KİTAPLARI(2)


   İki hafta önceki yazımda şiirimizin yaşayan en önemli ve öncü ustası saydığım Özdemir İnce’nin yeni kitabının yanı sıra, Ergin Yıldızoğlu, Tuğrul Keskin, Haluk Şahin, Abdullah Nefes, Yücel Kayıran, Salih Bolat  ve İbrahim Baştuğ’un 2014’te yayınlanan şiir kitaplarına elden geldiğince değinmiştim…
    Bu yazımla 2014 şiir turumu tamamlamak istiyorum…
   “Paris’te Kavalla Son Prelüd” ün şairi Âba Müslim Çelik gerçek bir ozanlık mayası taşıyan şairlerimizin başında gelenlerdir. Şiirleri kadar kişiliği ve şiir üzerine yazıları da şairce, derinlikli ve ilgi çekicidir.
     Özlü, kısa dizeler, özgün sözcüklerle yazılmış, bir Güney Doğu ve Yılmaz Güney destanı…”Yağmur damlalarına mırıldanarak yazılmış” şiirler… (“Buğday Kokuyuşlu” adlı, inci tanesi gibi güzel ve değerli şiirden…)

                                        ***

     Dikkatsiz bir gözün “sarmaşık” diye okuyacağı “sarmaşk”ın yazarı Ünal Ersözlü, Otuz yılı aşan şiir serüveninde incelikli bir ustalığı sergiliyor.
“Sarmaşk”a bir aşk şiirleri toplamı diyebiliriz. Duygusal aşk ve bedensel aşk
bu şiirlerde gerçekten de sarmaşıyor birbiriyle, sarmaşk oluyor… Kitaba adını veren ilk şiirdeki şu giriş dizelerine bakın:” İzmir şehrinde, Alsancak’ta/Sonbahar,şefkatli hep yaza/Kitapçıda susuyorum sana/Masalsı yıldızlar aramızsa/İşte siyah bir inci öpücüğün/Manolya kokuyor yanağım/Çiçeklerce, güzel akıyorsun/” Ve şu Hayyamca dizeler:  “Aşkından çıldırıyorum/Bedenin bedenimde/İşte ne ben kalıyorum/Ne de sen kendinde…”
Hayır, bizim ülkemizde şiir ölmez!

                                            ***

Şiirden epeydir uzak düşmüş görünürken “Gece/Şarkılar”la çıkagelen Melih Akoğul,  bu sürede şiiri sadece içinde taşıyarak değil çalışarak da yaşadığını
gösteriyor… Bizim kuşağımız o yıllarda(ve özellikle de öykünmeci, kötü örneklerine) ne kadar karşı çıkmış olsa da, İkinci Yeni şiir anlayışının dize işçiliği, farklı gerçekçiliği, metaforu öne çıkarışı şiirimizi çok derin etkiledi.”Karnesinde kırık bir aşkla” daha çok çocukluğunu dile getiren Merih Akoğul’un  kitabında  en sevdiğim şiirlerden, “Kuzey Şarkısı”ndan bir bölüm: “ Sana Pragdan bir aşk getirdim/Kayıp oyuncak;/Harfi eksik bir rüzgâr/Mucize bir şapka gibi/İstediğin oyuncağın yerine”

                                                  ***
   Geçen yıl yayınlanan şiir kitapları arasında, çok genç bir şairin,  Figen Yılmaz’ın “Dünyaya İki Satır”ı da bulunuyor. “Denemeler-Şiirler” alt başlığını taşıyan kitabı okumaya koyulduğunuzda Figen Yılmaz’ın dünyaya söylemek istediklerinin pek de iki satırla sınırlı olmadığını  hemen anlıyorsunuz… Denemelerinde olduğu gibi şiirlerinde de düşünen bir şair bu..Ve yeni şiirimizi olduğu kadar, klasik şiirimizi de iyi bildiği hemen anlaşılıyor.. Figen Yılmaz’ın özenle basılmış bu ilk kitapta ulaştığı ses, mecaz ve kavram dünyasını daha da yukarılara taşıyacağına inanıyorum. Şu dizeleri yazan genç şairden bunu beklemeye hakkımız var: “Çılgınca düşlerim var/Çılgınca fikirlerim/Varlıkla-yokluk arasındaki/O bilinmez çizgideyim…”

                                          ***

    Ve bu yazıda değineceğim en yaşlı şairin, 1939 doğumlu Yücel Çubukçu’nun  “Aşka Rumuz”u… Öğretmenlik mesleğinden emekli olduktan birkaç yıl sonra memleketi Kadirli’ye taşınan sayın Çubukçu’nun bana orada imzaladığı toplu şiirler kitabı, hece ölçüsünü kalıplaşmadan içselleştirmiş, yöresel sözcükleri ustaca ve yerli yerinde kullanmayı bilen, şiire gerçekten gönül vermiş bir bilge şairin ürünleri… “Nisan” adlı şiirin şu dizeleri , yöresinin ölümsüz ozanı Karacaoğlan’la birlikt birlikte bir Orhan Veli tadı duyumsatmıyor mu…
” Portakal altında vakit ikindi/Güneyden içime esinti indi./Uzandım başımı keseğe koyup,/Tüm güzel duygular düşüme sindi/(….)Gönlüm bir şehzade atına bindi/Atım deh demeden birden yekindi./Vardı bir güzelin gönlünü soyup,/Sıcacık bir öpücükle yetindi..”

                                       ***
 Evet, şiir ölmez Türkiye’de.. Ölmeyecek…
  Fakat  raflarından şiir kitaplarını kovan, ya da bu alandaki yayınları yeterince dikkat ve özenle izlemeyen kitapevlerinin şiir sevgisizliği ve ilgisizliği üzüyor……



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/180115


            

17 Ocak 2015 Cumartesi

KARİKATÜRİSTİN ÖLÜMÜ


     7 Ocak Çarşamba günü Paris’te yayınlanan  haftalık mizah  dergisi Charlie Hebdo ‘nun Bastill Alanı yakınlarındaki bürosuna  yapılan silahlı saldırıda  on iki kişi yaşamını kaybetti.
      Kurbanlardan  1934 doğumlu Georges Wolinski ülkemizde de tanınan, dünyaca ünlü bir karikatürist.
       Seksen yaş üzerindeki Wolinski’yi, yetmişli  yaşlarının üzerindeki, yine karikatür ve mizah sanatçıları Jean Cabut ve Philip Honoré izliyor.
       Katliamın kurbanlarından, Tignous takma  adıyla bilinen karikatürist Bernard Verlhac 1957;derginin editörü, karikatürist Stéphane Charbonnier(Charb) 1967  doğumlular..
      Katliamda   bu beş seçkin mizah, yergi, hiciv, karikatür sanatçısının yanı sıra, derginin  hissedarlarından, o sırada büroda bulunan ekonomi yazarı Bernard Maris, psikoanalist Elsa Cayat da yaşamlarını yitirdiler.
       Öteki kurbanlar, iki güvenlik görevlisi başkaca görevliler.
       Bunları elden geldiğince ayrıntıyla yazmanın nedeni, olayı bir haber bildirme soyutluğundan,  politik vb. bir söylem olmaktan çıkararak göz önünde canlandırabilmek…
           Söylediklerimi şu cümlede özetleyebilirim: Yıllar içinde, bütün bir ömür süresince olgunlaşmış, pişmiş, yücelmiş bir akıl, zekâ ve yetenek birikimi;
bir anda aptallık, budalalık, ahmaklık, zalimlik tarafından yok ediliyor.
          Bunu anlamak, kabul edebilmek, olağan saymak, çeşitli gerekçelerle
açıklamasını yapmaya çalışmak,  yaşanmış olan kişisel ve toplumsal  trajedinin büyüklüğünü, boyutlarını küçültmek olur….

                                                ***

       Zekânın aptallık tarafından katledilmesine, hakikatin yalanla örtülmesi çabasını eklemek gerekir.
        Bu her zaman, hep böyle olmuştur.
        Uzağa, başka sayısız örneğe gitmeden, Charlie Hebdo trajedisinin ülkemizdeki yansımalarını örnek verelim.
         Sarayda oturan biri, katillerin Fransız olduğunu ileri sürerek aklınca bir katışıklık yaratmaya çalışıyor.
          Yani, cinayeti işleten Fransa’nın kendisidir demeye getiriyor.
           Söz konusu kişiler Fransız yurttaşı olabilirler ve bu anlamıyla Fransız’dırlar…
           Şimdi, bu sözü eden kişiye şunu sormak gerekmez mi:
            Sen kendi ülkende Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı kimliğini kuşaklar boyunca taşımakta olan kişilerden “Türk” sözcüğünü esirgerken, onları etnik aidiyetlerine göre bin bir parçaya ayırırken ve zaten genel olarak da bu sözcüğü ağzına almaktan korkarken, büyük olasılıkla ancak bir kuşaktır Fransız yurttaşı olan kişileri hemen Fransız olarak nasıl niteliyorsun?
            Yalancılık ve iki yüzlülük değil mi bu?
             Ve amacın, hakikati yalanla örterek  örtbas etmeye çalışmak mıdır?
             Bu ise, zekânın aptallık tarafından katledilmesini içinden onaylamış olduğunun, buna için için sevindiğinin, zihninden geçtiğine kuşku duymadığım “oh olsun”lu sözleri yakınlarına belki de söylediğinin kanıtı değil mi?..

                                                ****
        Karikatüristin öldürülmesi, zekânın aptallık, cesaretin korkaklık, mizah duygusunun bönlük, düşünme yeteneğinin budalalık tarafından katledilmesi demektir.
         Ama biliyoruz ki insanı insan yapan özelliklerin başlıcalarıdır bu özellikler
ve bütün bir insanlık tarihi süresince ne  kadar yok edilmek istenmişlerse de
var olmayı, hem de büyüyerek, yücelerek var olmayı sürdürmüşlerdir.
          Aptallık önünde eğilip bükülen zekâ, korkaklığa yenilen cesaret, bönlüğe teslim olan mizah duygusu, budalalığın buyruğuna giren düşünme yeteneği,
insan olmaktan vaz geçiş demektir.
           Tek tek kişsel yaşamlar için söz konusu olabilir böyle bir teslimiyet…
           Ama bütün bir insanlık için, hiç bir zaman!..
            Ve o insanlığın zeki,cesur, düşünme yeteneğine sahip ve mizah duygusunun  insan olmanın en temel değerlerinden olduğunu bilen öncüleri, düşünürleri, sanatçıları, eylemcileri her zaman olacaktır…
          Özgürlüğün simgelerinden Bastill Alanı yakınlarında yaşamlarını yitiren
Charles Hebdo şehitleri , daha insanca bir geleceğe doğru yürüyen insanlığın kalbinde,  bu öncüler  arasında yerlerini almıştır.



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/170115

10 Ocak 2015 Cumartesi

BAZI YENİ KİTAPLAR(2)


İki hafta önceki yazımı Prof.Dr.Doğan Kuban’ın kitaplarına ayırmıştım.
Bu hafta ise, zaten söz etmek için ayırdığım bazı kitaplar İstanbul ve Paris’teki saldırı ve cinayetlerden sonra öncelik kazanmış oldu.
Bunlardan ilki Eren Erdem’in Kırmızı Kedi yayınları arasında çıkan “Devrimci Peygamber”idir.
Eren Erdem İslam dini konusunda özgün okumalar ve çalışmalarla kendisini yetiştirmiş genç bir yazar ve araştırmacı.
Fakat sadece bu kadar değil. Kitabın ilk bölümünde yer alan ilk iki yazı, “Kapitalist Modernite” ve “İnsanın Kendisine Yabancılaşması” , onun ekonomi, felsefe, düşünce tarihi alanlarında da birikimlerini ortaya koyuyor.
Fuhuş” kavramının para karşılığında yapılan cinsel ilişki anlamından önce“sermaye birikimi” demek olduğunu ise, itiraf ederim ki onun bu kitaptaki bir yazısından öğrendim… Nitekim, aşırı fiyat için kullandığımız “fahiş fiyat” sözünün bu isimden türetilmiş bir sıfat olduğunu da böylece öğrenmiş oldum…


***
Gezi direnişi sırasında adı bütün ülkece duyulan “Antikapitalist Müslümanlar” hareketinin önde gelen kuramcısı ve lideri R.İhsan Eliaçık’ın
Demokratik Özgürlükçü İslam” adlı yapıtı Tekin Yayınevince yayınlandı.
Değerli dostum Eliaçık, bugüne kadar yayınlanan otuza yakın yapıtıyla, İslam dinini ona yapışan asalaklardan, pisliklerden, hırsızlık ve cinayet lekelerinden arındırarak, bu dine yeniden “Medine Sözleşmesi’nin adalete, eşitliğe dayalı sivil ve çoğulcu ruhu”nu kazandırmak için emek harcıyor. Bu kitabında özellikle İslam ve devlet ilişkisi konusunu bilimsel kanıtlarla irdeleyerek ”Kur’an’da Şiddet,Cihat ve Savaş “”Dinde Zorlama ve Dinî Baskı”, Kur’an’da Kadın ve Hakları” başlıklı bölümlerde , Kuran yorumlarında yinelenmekte olan yanlışların altını çiziyor, bu yorumların kutsal kitabın “indiği” dönemle bağıntılı olarak yapılması gerektiğini gösteriyor.


***
Arif Tekin adını Berfin Bahar dergisindeki ilanlarda görmüş ve bu dergide çok ilginç birkaç makalesini okumuştum.
Şimdi tümü “Berfin” yayını olan toplu yapıtları masamın üzerinde duruyor…
Sadece adlarını sıralamak bile kendi alanında nasıl üretken bir araştırmacı yazarla karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeterli…
İlk kitabı “Kur’an’ın Kökeni” ile Turan Dursun araştırma ödülüne layık görülen Arif Tekin’in, bunu izleyen, her biri üzerinde ayrı ayrı durulması gereken kitapları şu adları taşıyor:
İslamda Cinsellik,Kur’an’da Kadın ve Hazreti Muhammed’in Hanımları,Sumerler’den İslama Kutsal Kitaplar ve Dinler, Kur’an’da Allah,
İslam’da İçki,Bilinmeyen Yönleriyle Kur’an”….


***
Berfin Yayınlarından söz etmişken, aynı konu alanında yine 2014’de yayınlanmış iki kitabına daha değinelim.
Değerli yazar ve araştırmacı arkadaşım Lütfi Kaleli, “Şeriatlaştırılan Türkiye”de, devletin din devletine dönüştürülmesi süreçlerini anlatıyor.
Yaşanmakta olan bu uğursuz süreçlere belgesel bir tanıklık kitabı bu…
Kitabın, Sivas’taki şeriatçı katliamı içinde yaşayıp görmüş bir canlı tanığın yapıtı olması onu ayrıca önemli kılıyor.
Özgür düşünce tarihimizin unutulmaz şehidi Turan Dursun’un ilk basımı 2003’te yapılan “Evren Bir Şaka mı?” başlıklı çok ilginç ve özgün “fantastik gerçekçi incelemesi”in 3. basımı ise yine geçtiğimiz yıl Berfin yanlarınca yapılmış…


***


Hangi türden olursa olsun fanatizmin en nefret ettiği, başlıca düşman saydığı şey, akıl ve zekâ, özetle de düşünmektir…
İslam dinini, onu lekeleyen, bir cinayet dinine dönüştüren katiller, hırsızlar sürüsünden arındırmanın en etkili yöntemi, ezberciliği bırakarak, bu dinin yapısı, özellikleri, ilkeleri, dünü bu günü üzerinde kafa yormaktır.
Bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da ezbercilik, sadece sıradan yurttaş için değil, pek çok aydınımız için de geçerlidir.
Bu nedenle, yukarıda anılan türden yapıtların daha da çoğalmasını ve okunup üzerlerinde düşünülmesini diliyor,yazarlarını ve yayınevlerini kutlutyorum…





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/090115  

4 Ocak 2015 Pazar

2014’TEN ŞİİR KİTAPLARI


Bütün olumsuz koşulların inadına şairler geride bıraktığımız yılda da kozalarını örmeyi sürdürdüler…
Kıraç topraklarda açan çiçekler gibi, şiir kitapları, reklamsız, tantanasız, gürültüsüz patırtısız birbirini izledi…
2014’te yayınlanan şiir kitaplarının en başına hiç kuşkusuz Özdemir İnce’nin ”Karadelikte Bir Yolculuk ve Tersine Ya da Sapkın Ayetler”ini koyarım…
Sadece “kıdem” bakımından değil, Özdemir İnce geçen zamanla birlikte kendi şiirinin ve Türk şiirinin çıtasını sürekli olarak yükselttiğinden.
Günümüz dünya edebiyatının aramızda nefes alıp veren en önemli bir şair, yazar ve düşünürüdür söz ettiğim…
İmgenin, bilgeliğin, bütün tatlarıyla dilin, bir arada eşitçe yarattıkları doyumsuz bir şiir dünyası….

Rüzgârın olacak ki,sırtına bineceksin, yelesini tutacaksın,
Cenge gideceksin! Bir kor ateşin olacak ki üzerinde
yürümeyi öğreneceksin. Bir değirmenin olacak ki
buğday gibi ezileceksin,un ya da bulgur. Ne çıkarsa bahtına!”


Yine geride bıraktığımız yıl, ilk kez yarım yüz yıl önce yayınlanan “Kargı”nın da yeni bir basımı çıktı…


***
Ergin Yıldızoğlu 2004 yılında yayınlanan “Gece’yle ‘Gece’ Arasında” adlı şiir kitabıyla toplumcu şiirimizi yeni ve çok özgün tema, sözcük ve anlatım özellikleriyle genişletip zenginleştirmişti. “Anabasis”te de günlük siyasetin içinden çekilip alınmış sözcükler ve kavramlarla bir şiir dünyası oluşturma başarısını izliyoruz… Yaşamın bütün olgularının, sözcüklerinin, kavramlarının şiire dönüştürülebileceğini kanıtlayan şiirler… Tadına varmak için usul usul, defalarca okunması gereken, böylece de vazgeçilmezleşen bir şiir dünyası…


***
Tuğrul Keskin “Zitoi Epanastasis”te Kurtuluş Savaşımız sırasında mazlum bir halka kurşun sıkmayı reddettikleri için işgalci Yunan ordusunca kurşuna dizilerek katledilen aynı ordudan iki yüz Yunan komünistinin öyküsünü unutulmuşluktan gün ışığına çıkarıyor… Son bir kaç yılın ürünü başkaca şiirlerinin de yer aldığı kitabında, şairin, günlük konuşma dilini örste dövercesine nasıl çelik sağlamlığı ve ışıltısında bir şiir dili yaratmayı başardığını görüyoruz…
***
İki sevgili arkadaşım, Haluk Şahin ve Abdullah Nefes, 2014’te yeni şiir kitaplarını yayınladılar. Adı giderek Bozcaada’yle özdeşleşen Haluk Şahin’in “Büyüyor Üzümler Bağlarda”sı, bu güzel adamız ve bütünüyle de doğa üzerine,
hayku” tadında şiirlerle örülmüş bir destan diye adlandırılmalı. Şu üç dizeciği, Orhan Veli’ye bir selam diye de okuyabiliriz:


Dalgaların tek işi
Onunla sek sek oynamak
Sanırdı kum kuşu”

Abdullah Nefes 2012’deki “Bahar Kışkırtması”nden sonra geçtiğimiz yılın son aylarında “DörtX100”ü yayınladı… Kitap, tek tek saymadım ama, belli ki yüz tane dörtlükten oluşuyor… İşte, acılardan derlenmiş,dört göz yaşı damlası gibi, ama umudu bileyen bir dört dize:,


Bırakın kokusunu artık ekmeğin
Dağlandı alev, buğday kirlendi
Adı unutmamak oldu geleceğin
Çocukların gülüşü artık Berkin


***

Yücel Kayıran’ın, “baba” sözcüğüyle çok sık karşılaşılan şiirlerinde, Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”taki dünyasını çağrıştıran bir şiirler toplamı buluyoruz. Biraz karışık, gölgeli, sıkıntılı bir dünya, şiirlerle hem tanımlanıyor, hem aşılmak isteniyor gibi…
Salih Bolat’ın yeni kitabı “Atların Uykusu” ,her kitabında kendini yenileyen bir şairin, içindeki alevi dışa vurmada temkinli, düşünce ağırlıklı şiirlerinden oluşuyor.… “Belirsizlikler başlıklı bölümde, “nesir” görünümünde yazı parçalarının nasıl yoğun bir şiir yoğunluğu taşıyabileceği görülüyor…
İbrahim Baştuğ’un “Git”inde, bence baştan sona bütün şiir birikimimizin en güzel, en etkileyici “aşkın bitimi”temalı şiirlerinden biri, kitaba adını veren “Git” şiiri de yer alıyor… Birkaç dize olsun almak isterim:


Git. Biliyorum her aşk uzadıkça boğucudur
…………………
Peşinen kayalara oturacak biliyorsun teknen gitsen
Gitmesen ölü bir balık olarak kıyıya vuracaksın.



İki hafta sonraki yazıyla devam edeceğim…

3 Ocak 2015 Cumartesi

UMUT YILI


Yeni bir yıla genellikle umutlu bir başlangıç yapılır…
Daha iyi bir yaşam için önceden alınmış kararların uygulamasına geçilir…
Gelecek günlerin ne getireceği bilinemese de, umut için nedenler vardır ya da bize öyle gelir…
Yaradılıştan kötümserleri, ya da kötümser olmak için ciddi nedenleri bulunanları bu genellemenin dışında tutuyorum…


***
Bireysel yaşamlar için geçerli olabilecek bu gibi genellemeler, konu toplumsal sorunlar olduğunda zora girer…
Çünkü burada güvenilir değerlendirme ölçütü, kişisel yaşamlar için olması gerekenden çok daha fazla, bu şorunları irdeleyip anlamaya çalışırken ne ölçüde bilgisel donanıma sahip olduğumuzdur…
Bizimki gibi temel eğitimde ciddi açıkları bulunan ve “enformasyon kirlenmesi”nin son sınırlarda olduğu ülkelerde, büyük çoğunluk bu alanda da sağlam bilgilerden çok dedikodularla, duygularıyla, mizaç özellikleriyle hareket eder…
Gelelim yazının başlığının da çağrıştırabileceği asıl konuya…


***

İlk günleri yaşanmakta olan 2015 nasıl bir yıl olacak?
Ben bu “yeni” yılın, bir umut yılı olacağını, olması gerektiğini düşünüyorum…
Bunu söylerken hem duygularıma ve sezgilerime, hem bilgilerime dayanıyorum… 2015 sadece bir umut yılı da değil, özgüven, silkiniş ve ayağa kalkış dönemi olacak…
Bunu içimin derinlerinde hissediyorum…
Neden mi?
Aksaray denilen mekânda birkaç gün önce yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından bir görüntü, demek istediğimi yalın biçimde anlatıyor…


***

Toplantı masasının başında, göstermelik olarak sarkıtıldığı besbelli iki bayrak arasında, cumhurbaşkanı sıfatı taşıyan asık yüzlü kişi oturmakta
Sağında, oldukça uzağında başbakan sıfatı taşıyan kişi…
Masa başındakinin zorlama olduğu besbelli kaskatı duruşunun tersine, bu ikincinin, her an kaçacakmış gibi eğreti, tedirgin bir oturuşu var…
Sanki oraya zorla oturtulmuş, ilk uygun zamanda tüymeyi bekliyor…
Solda, cumhurbaşkanı sıfatını taşıyanının yine epeyce uzağında, en yüksek rütbelinin oturmakta olduğu görülüyor.
Oturuşundan ve yüzündeki anlamdan, ne düşündüğünü kestirmek kolay değil.
Fakat sanki hem orada, hem o toplantının dışında. Duruşundan ve yüzdeki anlatımdan, tedirginlik ve sıkıntı okunuyor…
Başbakan kadar kıpırdak olmasa da, o da sanki tası tarağı toplayıp bu sıkıntılı ortamdan kurtulmak için gün sayıyor, ya da içinden yâ sabır çekiyor….
Masa başındakinin arkasında, esas duruşta sopa gibi dikilmekte olan bir başka üniformalı…
Onun arkasında da ortamın kasvetine uygun olarak griye ya da benzer bir renge boyanmış bom boş bir duvar…
Bu duvarda, bu gibi toplantılarda, Cumhuriyetin kurucusu ve simgesi güzel insanın ışıl ışıl bir portresi olurdu….
Şimdi yok. İyi ki de yok. Çünkü bu kasvete hiç mi hiç yakışmazdı…
Bu kasvetli ortamın kendisinin de güzelim ülkemize yakışmadığı gibi…

***
İçimin derinlerinde hissettiğimi söylediğim şeye geliyorum…
Ülkemizin dinamizmini,, yaratıcı enerjisini, büyük ve derin kültürünü, çağdaşlığa ulaşma yolunda verilen nice özverili çabayı hiç mi hiç yansıtmayan bu iç karartıcı fotoğrafın parça parça edilip layık olduğu yere atılacağından en ufak bir kuşkum yok…
Kim mi yapacak bunu?
Duygularımdan ya da sezgilerimden çok, bilgilerimin sonucu olan yanıtım şöyle:
Emekleri yağmalanan, yaşamları karartılan milyonlarca işçi….
Doğayla birlikte kimlikleri de yok edilmekte olan milyonlarca köylü…
Ezilen, horlanan milyonlarca kadın…
İşsiz, umutsuz milyonlarca genç…
Yerli, daha da çok yabancı sermayeye kurban edilen milyonlarca esnaf….
Her toplumsal tabakadan, her yaştan, laik yaşamı, aydınlanma değerlerini
benimseyip içselleştirmiş milyonlarca insan….
Yalana, hırsızlığa, arsızlığa karşı giderek yükselmekte olan toplumsal nefret….

***
Söz konusu kasvetin dağılması an meselesidir….
İnanın…
Toplum bilim emrediyor bunu…








Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/010315