27 Aralık 2014 Cumartesi

DEMOKRASİYE DARBE


Ülkemizi ilgilendiren başlıca konularda temel görüş ayrılığımız olan, onun da ötesinde yazılarımda ağır biçimde eleştirdiğim bazı kişilerle birlikte “demokrasiye darbe” başlıklı bir bildiride imzamın bulunması, bazı yakın dostlarımı, düşündaşlarımı, arkadaşlarımı ve okurlarımı yadırgattı.
Twiter hesabıma bu yönde mesajlar geldi.
Bu yadırgamayı ve görebildiğim kadarıyla belli ölçülerin dışına çıkmayan eleştiri dozundaki yaklaşımları anlıyorum ve saygıyla karşılıyorum.
Fakat söz konusu bildiri şu anda da aynı imzalarla karşıma gelse, imzalamakta yine de tereddüt etmezdim.
Neden böyle düşündüğümü, kuşkusuz tartışmaya açık olarak, açıklamaya çalışacağım…

***

Bir anımla başlayayım…
Ülkemizin 1980’e doğru hızla ilerlediği yıllardı..
Neredeyse her gün bir yazar, bir bilim insanı, bir arkadaşımız katlediliyordu…
Genel yazmanı olduğum Türkiye Yazarlar Sendikasının Sultanahmet’teki bir iş hanının genel merkezimiz olarak sığındığımız birkaç metre karelik odasında haftada bir yönetim kurulu toplantılarımızı yapıyorduk.
Sıklıkla yaptığımız şeylerden biri de bu alçakça cinayetleri lanetleyen basın bildirileri hazırlamaktı.
Günün birinde,yazılarında bizlere ve inandığımız değerlere acımasızca saldıran bir yazar katledildi.
Adını da söyleyeyim, İlhan Darendelioğlu.
O bizlerden nasıl nefret ediyorsa, biz de ondan ve onun gibilerden aynı biçimde nefret ediyorduk.
Fakat sonuç olarak öldürülen kişi bir gazeteci, bir yazardı.
Ne yapmalı, nasıl bir tavır almalıydık?
Bu soru, yönetim kurulunda bir tartışmaya yol açtı.
Benin tavrım açık ve kesindi: Elbette suskun kalmamalı, öteki cinayetler gibi bu cinayeti de düşünce özgürlüğüne karşı işlenmiş bir cürüm olarak lanetlemeliydik.
Tartışmada kimin hangi düşünceyi savunduğunu net olarak anımsamadığım için yanlış bir şey söylemek istemem.
Fakat çoğunluğun suskun kalmaktan yana olduğunu, kınamaktan yana olan başkan Aziz Nesin’le yalnız kaldığımızı anımsıyorum…
Yönetim kurulunun en geç üyesi bir sevgili arkadaşım, yakın zamanlarda bana bu olayı anımsattı ve “o zaman senin sözlerini içimden sana öfke duyarak izliyordum” dedi…
Şimdi ise benim haklı olduğumu düşünüyordu…
Bir bildiri yayınladık mı, yayınlamadık mı, ne yazık ki anımsayamıyorum…

***
Demokrasiye Darbe” bildirisinde Ahmet İsvan, Cüneyt Ülsever gibi birkaç çok saygın isim ve Mario Levi, Pelin Batu , Herkül Milas, Yavuz Baydar gibi değer verdiğim yazar ve gazeteci arkadaşlarımın imzaları da var.
Fakat herhangi bir bildirinin altında imzalarımızın yan yana olacağını düşünemeyeceğim kişilerin çoğunluğu oluşturduğu da gerçek…
Bu nasıl oluyor?

***
Yukarıdaki anı benim kişisel tutumumu açıklar.
Kim olursa, hangi görüşten yana olursa olsun, sadece bir yazar ya da gazetecinin değil,sıradan bir yurttaşın, düşüncesini şu ya da bu biçimde dile getirdiği için yargı önüne çıkarılmasını, tutuklanmasını, üstelik de deli saçması suçlamalarla karşı karşıya bırakılmasını kabul edemem.
Böyle bir uygulamayı kınayan(kuşkusuz kendim yazacak olsam daha farklı bir üslup ve yaklaşımla kaleme alacak olduğum) bir bildiriyi, başka imzacılar kim olursa olsun imzalamakta tereddüt etmem, edemem…

***
Yakın zamanlara kadar siyasal iktidarın yardakçılığı yapmış, bu siyasal kliğin en temel insan haklarına karşı işlediği suçlar karşısında ya destek olup ya suskun kalmış, kimileri şu ya da bu ölçüde bugün belki hâlâ aynı konumdaki kimselerin böyle bir bildiri hazırlamış ya da imzalamış olmaları ise, kendi sorunlarıdır…
Sonuçta, “Demokrasiye Darbe” başlığı altındaki imzalar toplamının, bu iktidarın demokrasi karşıtı kimliğinin özellikle Türkiye dışındaki ülkelerde daha iyi görülüp anlaşılmasında, “sivil darbe”ye en başından beri tutarlılıkla karşı çıkmış ve çıkmakta olanların tepkisinden daha da etkili olabileceğini düşünmek ise sanırım yanlış olmaz…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/271214

20 Aralık 2014 Cumartesi

BAZI YENİ KİTAPLAR(1)


Okunmak üzere bekleyen kitaplardan söz etmek için tümüyle okunmalarını beklemek bana haksızlık gibi geliyor…
Kaldı ki hızla ilerleyen zaman içinde bu türden ertelemeler anlamlı da değil.
Bu ve önümüzdeki belki birkaç haftanın Cumartesi yazılarını, genellikle toplumsal konularda ,yeni ya da yakın zamanlarda yayınlanan kitaplara ayırıyorum.
***
Bu yazıda öncelikle sayın Doğan Kuban’ın kitaplarından söz edeceğim. Fakat daha da önce, yine onun, gazetemizin Bilim hekinde geç hafta yayınlanan “Bir Toplumsal Varlık ve Kimlik Sorunu:Türk Olmak” başlıklı yazısından söz etmeliyim …
Günümüzün en yakıcı bir konusunda, seçkin bir bilim insanının, bilgiyle, sağduyuyla, nesnel ve serinkanlı bir akılla yazdığı bu yazı herkesçe, ama herkesçe defalarca okunmalı ve üzerinde düşünülmelidir...
Bu haftanın Bilim ekindeki yazısında da Osmanlıca safsatasını konu edinerek cehaletin elinde ülkemizde eğitimin nasıl yok olmaya gittiğini aynı bilimsel nesnellik ve acıtıcı bir anlatımla vurgulayan sayın Kuban, gerçekten de her yazısıyla en önemli toplumsal-kültürel sorunlarımızı irdeleyip bilimsel çözümler öneriyor ya da duyumsatıyor…
***
Değerli bilim adamının sözünü etmek istediğim kitaplarına gelince…
Çağdaşlaşma Sancıları” başlığını taşıyan ilkinin yayın tarihi pek de yeni değil, 2009.
Fakat konular hiç eskimemiş olduğu gibi, kitabın adından da anlaşılabileceği gibi, toplumsal tarihimizin iki yüzyıl ve belki daha da önceki
sorunlarına kadar uzanıyor…
Şu günlerde de ısıtılıp servis edilen bir konu olduğu için, kitaptaki yazılardan “Biz Osmanlı’nın Nesiyiz?” başlıklı olanına yeniden göz attım ve sayın Kuban’ın bu yazıya çıkış noktası olarak benim Pazar dergimizde o günlerde yayınlanan “Osmanlı’nın Torunu Olmak” başlıklı bir yazımı aldığını görüp anımsadım…
İtiraf ederim ki biraz da korkarak o yazımı arayıp buldum ve bu günün bu yapay gündem üzerine düşüncelerimi beş yıl önce de tıpatıp dile getirmiş olduğumu görüp ferahladım…
Yapay gündemi oluşturan ise, o günün başbakanı, bugün cumhurbaşkanı olarak konuyu ısıtıp yeniden servis ettiren kişiden başkası değildi kuşkusuz…

***
Çağdaşlaşma Sancıları”ndaki yazı başlıklarının aşağıda sıralayacağım bir kaçına göz atmak bile, sayın Kuban’ın bu kitabının, toplumumuzu, aydınımızı birkaç yüz yıldır derinden etkileyen sorunlar üzerine bir baş yapıt olduğunu göstermeye yereli olsa gerek:
Batılılaşma mı, Çağdaşlaşma mı?”, “Çağdaş Olmayan Sömürge Olacaktır”, “Biz Hangi Uygarlıktanız?”,”Uygarlığa Direnen Toplum”, “Ulusal Kimlik ve Ulusal Dil”,”Türk Dili ve Osmanlı Mirasının Doğası”,”İngilizce Üniversite Eğitimi Sömürgeleşmeye Davetiyedir”, “Türkiyenin Sorunu İslamın Sorunudur”, “İslam ve Demokrasi”, “Kadının Çağdaş Konumu”,”Atatürkçülük Üzerine Yorumlar ve Çağdaş Uygarlığa Katılma Sorunu” vb…

***

İkinci kitap Eylül 2011 tarihli ve “Gelecek” başlığını taşıyor… Kapaktaki alt başlık ise şöyle: “Geleceği Sorgulamayan Toplumların Geleceği”.
Her biri özgün değer taşıyan yazılardan iki tanesi üzerinde duralım. “Kendi Dilimizle Düşünce Üretemezsek?” başlıklı olanında sayın Kuban, “bilim sözcüğü ve kavram açısından bazı gelişmemiş yanları olmasına karşın Türkçenin İngilizce’den daha eski, mantıklı ve kesinlikle güzel bir dil” olduğunu belirterek(aynen ve sevgiyle katılıyorum!) “yabancı dille eğitimin bir kölelik çanı” olduğunu anlatıp açıklıyor… Onun sözleriyle “ Bir ülke tümüyle bezirgân olursa kuracağı şey sadece Pazar olur. Bilim üretemez.”
Osmanlı’nın Dünya İmgesi”başlıklı yazıda ise, herhangi bir Batı ülkesinde resim-heykel müzelerini gezerken duyduğumuz acının nedeni, tarihimizin görsellikten yoksunluğu dile getiriliyor….
Üçüncü kitaptan,, bu yıl Kasım ayında, önceki iki kitap gibi “Cumhuriyet Kitapları” arasında yayınlanan “Yarını Baştan Tanımlamak”tan ise belki daha da ayrıntılı söz etmeyi gelecek haftaya bırakıyorum…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 201214

13 Aralık 2014 Cumartesi

OSMANLI


Namık Kemal’in “Vatan Şarkısı” adlı şiirinin kim bilir ne zamandan anımsadığım iki dizesi son günlerde belleğimde sıklıkla yineleniyor:


Gavgaada şahadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz can alırız biz

Oynandığı dönemde büyük ses getiren ve yasaklanan ,kimilerinin dalga geçmek için adını “Vatan yahut Sakarya” biçiminde de deyimleştirip geveledikleri ünlü “Vatan Yahut Silistre”de geçen bir şiirdir bu…
Beşer dizelik her kıtanın son iki dizesi olarak yinelenen yukarıdaki dizelerden başka, “Osmanlı” sözü bir yerde daha geçiyor:

Osmanlı adı her duyana lerze-resândır
Ecdadımızın heybeti ma’rüf-i cihândır” vb..


İtiraf ederim ki bu iki dizeden ilkinde söyleneni anlamak için, benim de Osmanlıca-Türkçe bir sözlüğe bakmam gerekti…
Farsça bir sözcük olan “lerze”“titreme” demekmiş…(Sonradan C.Şahabettin’in “Elhan-ı Şita”sından anımsadım… ). Bende hiçbir çağrışımı bulunmayan ve yine bir Farsça sözcük olan “resan” ise, “getiren” anlamında bir tamamlayıcı sözcükmüş. ..
Müjderesan/müjde getiren”/”şerefresan/şeref getiren” gibi… Böylece Namık Kemal’in dizeleri de anlaşılmış oluyor. Acele bir çeviriyle: “Osmanlı adı her duyana titreme getirir /Atalarımızın heybeti(gücü, büyüklüğü, yüceliği) dünyaca bilinir”… gibi…


***
Şimdi dürüstçe, açık yüreklilikle, yalansız dolansız soralım: Çocuklarımızın bu şiiri ve (Farsça ve Arapçayla çok daha ağırlaşmış) başkalarını okuyup anlamaları için (ciddi bir Farsça ve Arapça bilgisi gerektiren) Osmanlıcayı ve Arap alfabesini öğrenmeleri mi gerekiyor?
Yoksa lise edebiyat derslerinde, en iyi örneklerinden yola çıkarak ve sözlük yardımıyla, en önemli birkaç şairi ve şiirini inceleyip öğrenmek yeterli değil mi?
Ya da bu çocuklar, edindikleri bilgilerle, söz gelimi Ali Kuşçu’nun XVI. Yüzyılda yazdığı Arapça bir geometri kitabı olan “Tazif’ul-Mezbah”ı; yine söz gelimi Tokatlı Lütfi’nin Mevzuatul’-ulum ve l’-metalibu’l-İlahiye”(Bilimlerin Konuları ve Allahın İstedikleri” )adlı kitabını mı okuyup inceleyecekler?(Bunlar ve başkaları için bkz. Prof.Ş.Turan, Türk Kültür Tarihi).
Can sıkıcı konuyu başkaca sorularla daha da ağırlaştırmadan sonuca gelelim: Neredeyse ana okullarından başlayarak çocuklarımıza Osmanlıca ve Arap dili alfabesi dayatılması, onların kişiliklerinin gelişmesine, geleceklerine hiçbir olumlu katkıda bulunmayacağı gibi, kafalarını karıştıracak, zihinlerini bulandıracak, öğrenme heveslerini bütünüyle yok edecek, zaten çok büyük değer yitimi yaşamakta olan eğitim sistemini daha da içinden çıkılmaz duruma getirecektir.
Bunlar uzmanlık, uzmanlaşma konularıdır ve kuşkusuz her alanın olduğu gibi bu alanların da uzmanları vardır ve olacaktır.
İsteyen herkes istediği dili ve alfabeyi, uzmanlık alanları bu olan eğitim kurumlarında, ya da resmi eğitim kurumları dışındaki olanaklarla öğrenir ve zaten öğrenmektedir de…
Çocuklarımızdan elimizi çekelim… Onları “mezar taşı” okumaya değil,
bilime, felsefeye, sanata, yaşam bilgisi ve yaşama sevinci öğrenmeye yöneltelim…
Osmanlıcadan önce Türkçeyi doğru okuyup yazmalarını, güzel konuşabilmelerini, dilde ve her alanda çağdaşlık bilincine ulaşmalarını sağlayalım.
İçimizdeki, beynimizdeki karanlıkla, geleceğimizin ışıklarını karartma çabasından vazgeçelim…
***


Osmanlı aydınlanmacısı Namık Kemal ve kuşadaşları kendilerine “Osmanlı” deseler de dış dünya onları “Genç Türkler” diye tanıdı…
Osmanlıyı kurtaramadılar fakat Türkiye Cumhuriyetinin temellerine çelikten ve çimentodan bir harç oluşturdular.
Günümüz Osmanlıcılarının, gülünç ve zavallı “yeni saray”lılarının onların adlarını anmamaları, andıklarında da “jakoben” diye karalamaya çalışmaları bundandır…
Çünkü dertleri Osmanlıyla değil, Türkiye Cumhuriyetiyledir.
Osmanlıyı geri getiremeyeceklerini, bunun olamayacağını herhalde
bilmektedirler.
Amaçları, hedefleri, Osmanlının diriltilmesi değil, bu yöndeki çabalar, yalanlar, tehditler, akıl karıştırmalar ve zihin bulandırmalarla, aslında Namık Kemal’ler gibi ilerici, yurtsever Osmanlı aydınlarının da harcında emeği, alın teri bulunan Türkiye Cumhuriyetini yıkıp yok etmektir....








Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/131214

7 Aralık 2014 Pazar

SATILIK VATAN


Bu siyasal iktidarın her hangi bir fabrika, iş yeri, üretim sağlayacak bir kurum açtığını duydunuz mu?
Sadece bir mirasyedi gibi, ülkenin elinde avucunda ne varsa; kamuya, halka ait ne varsa satıyor ve ekonomiyi onunla döndürüyor, ya da döndürdüğünü sanıyor.
Mirasyedinin sonu iflastır.
Soyguncu, talancı, satıcı iktidarın sonunun iflas olduğundan da kuşku duymamak gerekir.
Fakat bu arada olan oluyor; günümüz iktidar sahiplerinin kasaları, cepleri mideleri şişip genişledikçe ülke günden güne kan kaybediyor, güçsüzleşiyor.
Nasıl bir talan programıyla iktidarı ele geçirdiklerini görmek tüyler ürpertici.
Bunu gizlemeye de gerek duymuyorlar.
İlk maliye bakanlarının “babalar gibi satarım” sözü kulaklardadır.
Zamanın başbakanının, farklı sözcüklerle de olsa aynı anlama gelen “ben bir pazarlamacıyım” deyişi de…


***
Şehirler kültür mekânlarıyla, sanat kurumlarıyla, mimarlık değeri taşıyan yapılarıyla, sanatsal değer taşıyan heykelleriyle anlam ve değer kazanır.
Sayısız ülkeden sayısız örnek vermeye gerek görmüyorum.
Şehirlerin de insanlar gibi ruhu, kimliği vardır.
O kimlik, o şehirde yaşanların kimlikleriyle buluşur, birleşir, bir bütün oluşturur.
Bir kentin insanı olmak, orada nefes alıp vermekten, yiyip içmekten çok daha fazla bir şeydir.
Bu iktidar döneminde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, rant konusu olan her kentimizin, kendi tarihsel süreçlerinde kazandıkları kimliklerinin yok edilmesine, ruhlarının kirletilip sakatlanmasına tanık olduk.
Onlarla birlikte o kentin insanlarının da kimlikleri bozuluyor, ruhları sakatlanıp kirletilip sakatlanıyor demektir.
Ne için, ne karşılığında?
Gözü doymaz bir para hırsı, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak gözü dönmüşlüğü, hepsinden önce de kimliksizlik. Çağdaş bir insan olma kimliğinden yoksunluk. Bırakın çağdaşlığı, bütün bir inanlık tarihinden, bilimden, sanattan, kültürden ürkütücü bir habersizlik., amansız düşmanlık…

***
Bu yazının yayınlanacağı 7 Aralık Pazar günü Ankaralı sanat severler, kim bilir ne yapılmak için (cami mi, AVM’mi, “rezidans” mı, banka ya da ülke yararına ne yapacağı belirsiz iş merkezi gökdelenler mi,;ama herhalde bir sanat ya da kültür merkezi, bilimsel araştırma kurumu, hastane ya da eğitim kurumu değil) satılacak(ya da zaten satılmış olan) Şinasi ve Akün sahnelerini, para, kâr, talan, soygun ve kültürsüzlük canavarından, sanat düşmanlarından kurtarmak için 11.00-16.00 arasında Kuğulu Parkta toplanacaklar.
Hırsızların koruyucuları da orada copları, plastik ve gerçek mermileri, zehirli gazları, panzerleriyle önlem almakta kuşkusuz gecikmeyecekler.
Bu korku, başkentin yaşamında, kimliğinde önemli yerleri olan sanat kurumlarını bir an önce elden çıkarabilmek telaşından çok, vatan satıcılığının korkusudur…
Çünkü bir ülkenin kültürel değerlerini satıp yok etmek, o ülkeyi satıp yok etmekten hiç de farklı değildir.
Öyleyse yurttaşlar, yurtseverler, tıpkı ulusal bayramlarda bir araya gelir gibi, Anıtkabirde buluşur gibi, Akün ve Şinasi sahnelerine sahip çıkmak için Kuğulu Parka akmalıdır…
Gerçek yurtseverliğin, yurttaş olmanın sınanacağı günler bunlardır…





Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/071214

6 Aralık 2014 Cumartesi

DESPOT VE AYDINLARI


Yavuz Bingöl’ün hiçbir açıklamaya sığmayacak, hiçbir özürle giderilemeyecek saçmalamalarından sonra Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülleri töreninde Alev Alatlı’nın söyledikleri “oligark ve aydınları” konusunu bir kez daha gündeme getirdi.(Bir grubun toplum üzerinde erki anlamına gelen “oligarşi” sözcüğünden türetilmiş “oligark” yerine, izninizle ben bizdeki duruma daha çok uyduğunu düşündüğüm “despot” sözcüğünü kullanacağım.)
Yavuz Bingöl’ün Ahmet Hakan’la söyleşideki sözlerini neresinden tutsanız elinizde kalır. Gülünç, acınası, saçma, talihsiz, tutarsız, anlamsız, mantıksız vb… sözlerini ve daha da ağırlarını artarda sıralamak da yeterli olmaz.
En iyisi, epeyce bir zamandır despotun gözüne girmek için çırpındığını izlediğim(birkaç yıl önce birlikte katıldığımız bir TV programında yapmıştım bu gözlemi) bu (artık ne yazık ki eski) arkadaşı çırpınmalarıyla baş başa bırakmak,
yürüdüğü yolun onu daha nerelere götüreceğini izlemek olmalı…
Despot dik duranları severmiş… Despot dik duranları sevmez, onlardan korkar, nefret eder. Despotlar aslında kendilerinden başka kimseyi sevmez. Karşılarında dik duranları değil yerlerde sürünenleri seviyormuş gibi görünse de
bu sevgi acımasız bir efendinin uşağına karşı duyduğu acıma ve tiksinti karışımı bir duygudur…
Sözünü ettiğimiz sanatçının bir başka sanatçının omzunun üzerinden despota uzanmaya çalıştığını gösteren fotoğraftaki yıvışıklık, gözlerden ve zihinlerden herhalde hiç silinmeyecek….


***


Aydın kişiliğinden ve birikimlerinden kuşku duyulamayacak Alev Alatlı’nın söz konusu toplantıda söyledikleri üzerinde daha ciddi durmak gerekir.
Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir kültür ve sanat ödülü uygulaması olduğunu bilmiyordum, ya da unutmuşum ve anımsamıyorum.
Demek ki yeniden canlandırılmasına karar verilmiş…
Alev Alatlı böyle bir ödülü nasıl, neden kabul eder, anlamaya çalışıyorum…
Konuşmasında geçen “Cemil Meriç “adı ip ucu olabilir mi?
İtiraf ederim ki çok iyi tanımadığım, fakat yazılarından okuduğum bölümlerle ilgi ve saygı duyduğum, yaşam öyküsünden de Türkiye’de aydın olma çabasının nice ağır sıkıntılarıyla karşılaştığını bildiğim Cemil Meriç, inanıyorum ki bu gün hayatta olsa o “saray”a adım atmaz, verilen ödülü de elinin tersiyle geri çevirirdi…
Alev Alatlı’nın yanılgısı sanıyorum ki tam bu noktada…
Huzurunda Cemil Meriç adını anmakla despota entelektüel kimlik yakıştırıyor…
Büyük ve hazin bir yanılgı…


***
Despotların da entelektüel kimlikleri, bilgi birikimleri, hatta sanatsal yetenekleri olabilir mi?
Olabileceğinin toplumsal yaşamın en üst aşamalarında da, kişisel yaşam alanlarında da sayısız örneği var…
Bu bambaşka bir konu…,
Fakat bizdeki despot ne yapalım ki böyle biri değil…
Zorlamayla da, itip kakmayla da olmaz, olamaz…
Eninde sonunda bu da bir kişilik, eğitim, bilgi ve ilgi sorunudur…
Dünya 5’ten büyük”müş….
Burada bile bir Türkçe yanlışı, bilgisizliği var…
Duyduğumda anlamakta güçlük çekmiştim …
5’lerden”demek istiyor…
Ama Akdeniz’e “White Sea” diyen kişiye bunu nasıl anlatırsınız?
Zorlayacak olsanız, belki de, biz böyle diyoruz, onlar değiştirsinler bile diyebilecektir…


***
Mantık, akıl, duygu tutarsızlığı içinde bocalayan “sanatçı”lar, ya da bu ödülü sizin elinizden almak onurdur” diyebilen süs bebek(bkz.H.Koçyiğit) kişilikler, Ersoy’lar, Gencebay’lar, kendilerine despotun sanatçısı olmayı yakıştırabilir…
Fakat Alev Alatlı, karşısında entelektüel birikimi olan sağcı bir lider görmek istiyorsa yanlış adreste, dahası yanlış ülkededir…
Emine hanımcığı kim bilir nasıl bir duyguyla ağlatan Orwell’leri Defoe’ları bol keseden harcamasın…
Orwell bizdeki despotu belki gerçekten de ayakta alkışlardı…
Fakat şöyle düşünerek:
Böylesini ben bile hayal edemezdim…”











Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/061214

29 Kasım 2014 Cumartesi

MERSİN’DEN İZLENİMLER…


Meksika Uluslar arası Şiir Festivali, Hollanda-Eindhoven’de şiir-müzik-tiyatro buluşmaları derken, bu kez Atatürkçü Düşünce Derneği’nin konuğu olarak Mersin’deyim…
Yazıya, Öğretmenler Evi Otelinin, penceresi genç palmiye ağaçlarının ötesindeki sonsuz Akdeniz’e açılan bir odasında başlamıştım…
Atatürkçü Düşünce Derneği Mersin Şubesi’nin bir odasında sürdürüyorum…
Dün akşam “Kongre Merkezi”nin bin kişilik olduğu söylenen salonu, beni ve Haluk Çetin’in dinlemeye gelen seçkin bir izleyici topluluğuyla hemen hemen dolmuştu…
Haluk’la dinletiler serüvenimizin tam yirminci yılındayız ve öyle sanıyorum ki böylesine uzun soluklu bir sanat maratonunun bir benzeri bizde de başka yerlerde de pek fazla değildir…
Atatürkçü Düşünce Derneği Mersin Şubesi Başkanı, bende çelikten iradeli bir kadın izlenimi bırakan, değerli eğitimci Saadet Bilir’in kısa ve özlü konuşmasının ardından, dinleti öncesinde ben de bir konuşma yaptım…
Kasım ayının ilk gününde Sarıyer ADD şubesinin düzenlediği toplantıdaki konuşmamda da söylediğim gibi, Atatürkçü düşüncenin her şeyden önce bir yaşam felsefesi, bir aydınlanma düşüncesi olduğunu anlatarak, bu yaşam felsefesini, aydınlanma düşüncesini savunmanın hepimiz için yaşamsal bir ödev, bir namus borcu olduğunu söyledim…
Güncel olaylara değinerek, polis ordusunun yanı sıra jandarmayı da siyasal erke bağlamanın, ülkemizin hiç de uzak olmayan geleceği bakımından nasıl ölümcül bir tehlike oluşturduğunu anlattım…
Yargıtay Başkanının birkaç gün önceki Anayasa uyarısını anımsatarak, bütün bu konularda herkesin sesini yükseltmesi gerektiğini, bunun bir yurtseverlik , bir insanlık, bir aydın olma görevi,yaşamsal bir sorumluluk olduğunu dile getirdim…
Söz elbette son günlerde gündeme düşen “kadının fıtratı” konusuna da gelecekti…
Yüzlerce dinletimizin neredeyse hepsinde olduğu gibi bu kez de
salonun yarısından çoğu kadın izleyicilerimizdi…
Kadının doğasında erkekten çok daha fazla cesaret, dayanıklılık ve umut olduğunu, sadece insan dünyasından değil, başkaca canlıların dünyasından da örneklerle anlattım…
Erkek izleyicilerimizden özür dileyerek, kadınların biz erkeklerden daha üstün olduklarını düşündüğümü ve GEZİ direnişi örneğini vererek, ülkemizin kurtuluşunun kadınların öncülüğünde gerçekleşeceğine inancımı belirttim…
Cennet kadınların ayağının altındaymış… Bunun için, kadıncağız ayağını çekmeye çalışsa da bu ayağın altını öpmeye çalışıyormuş…
Bir yanda, 1934 yılında, daha Fransa’da,İsviçre’de kadınların seçme ve seçilme hakkı yokken onlara bu hakları tanıyan bir uygarlık, aydınlanma düşüncesi; öte yanda kadını ayak altına indirgeyen, aslında onu ayaklar altına alan, yaşamın dışına iten, zavallı, ilkel, kaba, erkek egemen anlayış…
Ne demezsiniz…


***
Dinleti ve uzun süren kitap imzası sonrasında dostlarla ülkemizi, gazetemizi, CHP’yi konuştuk…
Mersin gibi bir kentin yönetiminin nasıl olup da kaybedildiğini
anlamaya çalıştık…
Sabahleyin, sözleştiğimiz gibi, Mersin-Mezitli Belediye Başkanı Neşet Tarhan bizi kahvaltıya götürdü…
Neşet Tarhan, benim cezaevi koğuşu ve yurt dışı sürgün arkadaşım, kardeşim, sevgili Nedim Tarhan’ın küçük kardeşidir…
Geçtiğimiz, gezdiğimiz yerlerde, seçimi yüzde elliye yakın
oy oranıyla kazanan Neşet Tarhan’a, karşılaştığımız insanların, Mezitli sakinlerinin gösterdiği sevgiye, candan ilgiye tanık olduk…
Her alanda ve her anlamda başarının, halkın kalbine giden yollardan geçtiğini bir kez daha gördük…


***
Mersin’den izlenimler derken, bir ADD, kadın, siyaset yazısı oldu bu…
Olsun…
Bütün bunlar da şiirin, doğanın, yaşamın dışında değil…
Ama siz yine de , “genç palmiye ağaçlarının ötesindeki sonsuz Akdeniz’e açılan” cümlesinin altını çizmeyi ihmal etmeyin…
Ölümünden bu yana, her dinletimize onu anarak başladığımız Metin Demirtaş yaşıyor olsa bunu mutlaka yapar, bana da telefonla söylerdi…








Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/291114

23 Kasım 2014 Pazar

TÜRKLERİN AMERİKAYI KEŞFİ


Türkiye Cumhurbaşkanı dünyayı sarsan “one minute”(van minit diye okunacak) çıkışının ardından asıl büyük çıkışını Amerika’nın Kristof Kolomb adlı kefere denizci tarafından değil Müslümanlarca keşfedildiğini ortaya koyarak insanlık tarihine büyük bir katkıda bulunmuş oldu.
Bu büyük buluşundan ötürü kendisine ne kadar teşekkür edilse azdır.
Kefere dünyasının yalanlarından biri olan Kolomb sahteciliği böylece çürütülüp çöpe atılmış olmakla birlikte ben yine bu konuda küçük bir kuşkumu dile getirmekten kendimi alamayacağım.
Kuşkumun ilk nedeni Brezilya’lı yazar Amado’nun “Amerika’nın Türkler Tarafından Keşfi” adlı romanıdır.
Amado bu kitabında, Türkler diye, her ne kadar,(anımsadığım kadarınca) yirminci yüzyıl başlarında bu ülkeye göç eden Ortadoğulu topluluklardan söz etmekteyse de, Türklerin Amerika’yı Keşfi demekle, belki de bilinç altındaki bir gerçeği ortaya koymuş olamaz mı?
Şimdi sıralayacağım bazı bilimsel kanıtlar Amerika’nın Müslüman Araplar tarafından da değil biz Türkler tarafından keşfedilmiş olabileceğini ciddi olarak düşündürüyor…


***
Bu konuda başvurabileceğimiz en önemli kaynak, üst üste konulduğunda bir insanın ortalama boyunu aşan sayıda kitap sahibi olmasına karşın, asıl ününü Türklerin yüzde şu kadar aptaldır özdeyişiyle yakalayan Aziz Nesin’in bazı savlarıdır…
Kendisinden mi duydum, bir yerde mi okudum, şimdi tam anımsamıyor olsam da, bu savlardan ilki Niyagara şelalesiyle ilgilidir.
Yazarımız, Amerika kıtasına ayak basan akıncılarımızın bu büyük doğa olayıyla karşılaştıklarında birbirlerine hayretle bakarak
Ne yaygara!” dediklerini yazıyor.
Böylece Niyagara adının nereden türemiş olduğu da yadsınamaz biçimde ortaya konmuş oluyor.
Aziz Nesin ustanın aynı konuda ikinci büyük buluşu “Amazon Nehri”yle ilgili olanıdır.
Akıncılarımız atlarının sırtında bu nehrin kıyısına ulaştıklarında,
hayretlerini bu kez de “amma uzun!..” diye belirtmişler…
Bu durumda şimdi, Müslümanların kelle kesmeyi ve birbirini boğazlamayı bir yana bırakarak, Amerika’nın Türkler tarafından mı Araplar tarafından mı keşfedildiği sorusu üzerinde düşünmeleri gerekmiyor mu?
Böyle bir soruya Aziz Nesin ustanın yanıtı ne olurdu, bilemiyorum.
Fakat, şu günlerde 100. doğum yılı kutlanmakta olan büyük usta yaşıyor olsa, Türkiye cumhurbaşkanının dünyayı sarsan iddiası karşısında belki de hayranlıkla “bir yaşıma daha girdim” diye mırıldanacak, aptallık oranımızı yükseltip yükseltmemek konusunu yeniden değerlendirecekti…


***


Kendi payıma ben Amerika’nın Müslüman Araplar tarafından değil, her ne kadar pek çoğu keferelikten devşirme olsa da dünyada İslamın bayrağını dalgalandıran Müslüman Türk akıncılar tarafından keşfedildiği iddiasını akla daha yakın buluyor, bu konuda büyük ustanın hoş görüsüne sığınarak onun buluşlarına yenilerini eklemek istiyorum…
Örneğin Meksika sözünün “eksik ha!..” sözünden türemiş olduğunu iddia edemez miyiz?
Kuzeyden güneye inerken bu ülkenin topraklarından geçtiklerinde , vahşilerle alışverişleri sırasında verdikleri paranın üstünün eksik olduğunu görerek hiddetlenen akıncılarımızın ağzından bu sözcükler dökülmüş olamaz mı?
Ya da diyelim ki Küba’nın vahşi halkını çok “kaba” bulup dile getirmeleri, neden Küba adının doğuş nedeni olmasın?
Hele Brezilya’da bir akıncımızın, tepesini attıran bir Brezilya’lıya “Bre rezil!” diye hitap ettiğinden ve Brezilya sözcüğünün de bu sözden türemiş olduğundan en ufak bir kuşku duymak için neden göremiyorum…


***
Amerika’nın keşfi sorunu çözümlendikten sonra sıra şimdi dünyanın dönüp dönmediği, su üzerindeki cisimlerin Allah tarafından mı yoksa başka nedenlerle mi batıp batmadıkları ve ardından kuantum fiziği, uzayın keşfi gibi daha önemsiz sorunların çözümüne, Batı dünyasının bu konuklardaki yalan ve saptırmalarının ortaya konulmasına geliyor….
Müslüman dünyası evelallah bunun üstesinden de gelecektir!..




Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/231114


22 Kasım 2014 Cumartesi

TARİHLE OYNAMAK


Öncelikle, nesnel bir tarih var mıdır sorusunu yanıtlamak gerekiyor.
Kendi uzak ya da yakın geçmişimize, başka bir deyişle de kişisel tarihlerimize baktığımızda, bu soruya olumlu yanıt vermek kolay değil.
Bu geçmişi değerlendirirken ne kadar nesnel olabiliriz?
Olayların akışını ne ölçüde nesnel bir akılla yorumlayıp yerli yerine koyabiliriz?
Anımsadıklarımız ne ölçüde gerçekleri yansıtıyor?
Kişisel yaşamlarımızın kendimizce ya da başkalarınca yorumlarına ilişkin soruları dilediğimizce uzatabiliriz...
Fakat hepsine kestirmeden verilebilecek yanıt, kişisel yaşamların da rakamlarla, mekânlarla ifade edilen somut, nesnel bir tarihi olduğudur.
Ne zaman, nerede doğduğumuz, yaşamlarımızdaki belli başlı başkaca olayların yerleri, zamanları vb…
Bu nesnel, somut olgularla oynamak, onları değiştirmek mümkün müdür?
Neden olmasın!
Fakat bunun adı ister sahtecilik, ister psikolojik bir rahatsızlık, ister bir oyun ya da fantezi olsun, sonuçta hiçbir şey değişmeyecek; biz onları öznel olarak nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, geçmiş zamanların nesnel olgular nasıl idiyseler öylece kalacaklardır…

***


Nesnel, toplumsal tarih bakımından da aynı şey geçerlidir.
Her insan bu tarihi kendi aklına, bilgi birikimine, dünya görüşüne göre yorumlayıp değerlendirme özgürlüğüne sahiptir.
Fakat bu özgürlük, nesnel tarihi değiştirebilir mi?
Eğer yeni bilgiler, yeni bulgular söz konusu değilse, elbette hayır.
Buna karşılık, somut, nesnel olguların yorumlarına bambaşka görüş açıları getirerek tarihi baştan sona yeniden görüp değerlendirmek mümkündür…
Örneğin, farklı alanlarda, Marks’ın, Darwin’in,
Freud ya da Einstein’ın buluşları bu yönde düşünsel kazanımlardır…
Somut, nesnel olgular değişmemiş olsa da, bilimin çeşitli alanlarındaki buluşlar, tarih anlayışlarında değişimlere yol açar…


***


Bir de diktatörlerin, fanatik düşünce sahiplerinin, tarihle oynama, onu kendi kafalarına uydurma çabaları vardır.
İnsanlığın ve ulusların bütün tarihi, bu gibi saptırmalarla dolup taşar ve bu günümüzde de ne yazık ki böyledir.
Bu çabalar, toplumların bilgi birikimlerine, düşünce düzeylerine göre az ya da çok başarılı da olur…
Tarihle oynamak, toplumu gerçeklikten uzaklaştırmak denmektir.
Bu anlamda da onun bu günüyle ve geleceğiyle oynamaktır..
Tanık olduğumuz son cehalet ve cüret örneğinin asıl anlamı budur.
Üzerinde asıl düşünülmesi gereken ise , içerde ve dışarıda haklı olarak alay konusu olan sözler ve söyleyen kişiden çok, böyle birinin bulunduğu yere kadar nasıl çıkabilmiş olduğudur…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/221114

15 Kasım 2014 Cumartesi

OKYANUSU GEÇERKEN


Uluslar arası şiir şölenine katılmak üzere Meksika’nın başkenti Mexico City’ye uçuyorum…
İstanbul-Paris arasında üç saatlik uçuştan ve Paris’te De Gaulle’ün adını taşıyan hava alanında birkaç saatlik bekleyişten sonra yaklaşık altı saattir havadayız.
Fransız hava yollarının neredeyse bir stadyum dolusu yolcu taşıyan iki katlı muazzam uçağının üst katına bir ara göz attığımda, bu oldukça küçük bölümde pek çok boş koltuk olduğunu görüp pılımı pırtımı toplayarak yukarıda bir pencere kenarına yerleştim…
Gerçekten de bir yerleşme oldu bu, çünkü yanımdaki koltuklar da boş olduğu gibi, yanıma okumak üzere aldığım birkaç kitap, dünden birkaç gazete ve Paris’te uçak girişinde yolcular için ayrılmış gazetelerden bir kaçıyla, pencereyle koltuk arasındaki iç pervazda küçük bir kitaplık oluşturmayı bile başardım…
Bu derme çatma kitaplık bana, Maltepe, sonrasında da Sağmalcılar tutsak evlerinde ranzamın kıyısında oluşturduğum kitaplıkları anımsattı…
Yazıya okyanusu geçerken diye başladım ama, Okyanus bir süre önce geride kaldı.
Önümdeki ekranda yolun yarısından çoğunun aşıldığı,uçağın burnunun Şikago’ya doğru kıvrıldığı görülüyor…

***
Mexico City’deki şiir şöleni 14 Kasım’da(yarın) başlayıp üç gün sürecek.
Benim gibi uzaktan gelenler için, zaman farkına alışmak bakımından kısa bir süre bu.
Bizimle Meksika arsında zaman farkı sekiz saat. Bizde sabah sekiz saat önce başlıyor…
Kolombiya’nın Medellin kentindekinden sonra katılacağım ikinci Güney Amerika şiir şöleni olacak bu.
Güney Amerika ülkelerindeki şiir tutkusuyla sanırım hiçbir ülke yarışamaz.
Venezella’da,Şili’de, Küba’da, Arjantin’de uluslararası büyük şiir buluşmaları olduğunu biliyorum.
Şiirin öldüğünü düşünenler(Batı Avrupa’da gerçekten var böyle bir şey), bu Güney Amerika gerçeği üzerinde de düşünmeliler…


***
Seyrek de olsa duyumsanan hafif hava sarsıntıları yukarı katta belki daha etkili de olsa, buradaki sere serpe yolculuk hoşuma gitti…
İnsan aklının olağanüstü zaferlerinin herhalde başta gelenlerinden biri olan uçmak olgusuna her seferinde bir kez daha hayranlık duymamak mümkün değil!
On bin metrede, evimde, çalışma masamın başında gibiyim…
Bu yazdıklarım uluslar arası uzun mesafe uçak yolculuklarını kanıksamış olanlara komik bile gelebilir.
Ama ne yapayım ki ben, bunca yolculuğa, şimdilik Afrika dışında gezegenimizin pek çok yerini görmüş olmama karşın, yarım yüzyıl önce “Bir Gün Mutlaka”da “ dünyayı görmek istiyorum” diyen delikanlının merak duygusunu,heyecanını yitirmiş değilim…


***
Yazıya son noktayı koymadan az önce sözünü ettiğim gazetelerden birinde okuyup etkilendiğim bir haberi, daha doğrusu ayrıntılarını paylaşmak isterim…
Bizim göremediğim bu günkü(Perşembe) gazetelerinde de yayınlanmış olması gereken Almanya-Darmstdat kaynaklı haberde, Rosetta adını taşıyan insansız uzay aracının Philae adı verilen modülünün, 6,4 milyar kilometrelik uzaktaki bir “kuyruklu yıldız”a ulaştığı, oradan gelecek haberlerin yaşamın başlangıcı konusunda önemli bilgiler sağlayacağı bildiriliyor…
Haberde beni asıl duygulandıran, izleme merkezindeki bilim insanlarının, bu sonucu sevinçle kutlayışlarını gösteren bir fotoğraf ve modülün inişi henüz tam olarak gerçekleşmemiş olduğu için kuyruklu yıldızın yer çekimi özelliğine ilişkin olarak içlerinden birinin şu cümlesi oldu:
Şimdi yönetim koltuğunda Isaac Newton oturuyor…”

***


On bin metrede uçarken ve özellikle de böyle bir ortamda , bilimsel aklın ve bu akılla düşünen insanın düzeyini, ülkemizde yaşanmakta olanlarla bir arada düşünerek hissettiklerimi anlayacağınızı ve paylaşacağınızı biliyorum…




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 151114




9 Kasım 2014 Pazar

DANS ETMEK


Sözlüklerde dans, dans etmek,genellikle bir müzik ritmine uygunlukla bedenin hareket etmesi olarak açıklanıyor.
İnsan soyunun insanlaşma süreçlerinin daha en başlarında dans etmek duygusuna ve pratiğine yabancı olmadığından kuşku duymuyorum.
Kaldı ki ritmik devinimlere başkaca canlıların dünyalarında da tanık oluyoruz.
Bir televizyon programında su yılanlarının sevişmesini izlemiştim.
Birbirlerine dolanıp ayrılmalarında ve bu hareketin uyumlu tekrarında,ancak yüksek bir sanat eserinde görülebilecek estetik bir uyum ve bütünsel güzellik vardı…




***
Bütün sanatların esası, özü, alt yapısı, uyumlu bir devingenliktir.
Bilinen uyumları bozarak yeni uyumlar yaratmak, ya da uyumsuzlukta sanatsal etki arayışları da, sanat kuramının başlıca bir konusudur. Fakat hangisi olursa olsun, sonuçta amaçlanan yine de bir uyum duygusu yaratmaktır. Sanatsal yaratının her alanında gözlemlenen bu çeşitliliği, bedenin uyumlu devingenliği demek olan dans sanatında da görüyoruz… .


***
Dansla ilk ilişkim, çocukluk yıllarımda başlar. Nerede gördüysem, yemek bıçaklarını birbirine çarparak sözüm ona bir çeşit “kazaska” yapmaya çalıştığımı anımsıyorum. Biz Azeri kökenlilerin “Şeyh Şamil” dediğimiz bu olağanüstü devingenlikteki Kafkas dansını her izleyişimde, içimde hep çocukluğumdaki o özlem kabarır…. Fakat geçmiş olsun… Özellikle bacakların o kıvrak hareketliliği, ancak çok erken yaşlarda çalışıp öğrenilerek kazanılabilirdi… Bildiğimiz aklın dışında, bedenin, kasların, sinirlerin,bütün organların bir aklı vardır ve dans etmek, bedensel aklın sanatsal anlatımı olarak, kuşkusuz onun en incelmiş, en yüksek biçimidir…


***
Liseli ve üniversiteli yıllarımda herhangi bir dans öğrenmeye fırsatım da, hevesim de olmamıştı. Üniversitenin yakınlarındaki bir dans kursunun önünden geçerken, zaman zaman bir özlem duymadım değil. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse, devrimci gençler olarak dans etmeyi bir çeşit burjuvalık olarak görüyorduk. Sadece biz erkeklerde değil, anımsadığımca kız arkadaşlarımızda da dans etmek konusunda bir istek ya da heves yoktu… Yöresel halk oyunlarını ise, en azından kendim için söyleyeyim, en çok bir folklor gösterisi olarak görüyordum . Bu gün hangi türde olursa olsun, bütün danslar için çok farklı düşünüyorum ve onlardan birini ya da bir kaçını çocukluğunda, gençliğinde öğrenip bu gün başarıyla yapmakta olanlara imreniyorum…
***
Açığımı kırklı yaşlarımda kapatmaya çalışıp yurt dışında bulunduğum yıllarda bir Fransız hanım arkadaş sayesinde biraz vals öğrendim… Uçarcasına hareketliliğiyle en sevdiğim dans türü olduğunu söyleyebilirim… Daha sonra İstanbul’da bir arkadaş grubuyla topluca sirtaki çalıştık… Öğrendiğim birkaç temel figürü sabahları yaptığım beden hareketlerine arada bir ekleyerek unutmamayı başardım…Şimdi nerede, ne zaman bir sirtaki ezgisi işitsem, ortamına göre açıkça ya da bir köşede kendi kendime bu birkaç hareketi tekrarlamaktan kendimi alamam… Daha yakın zamanlarda ise, yaşımdan başımdan biraz sıkılarak da olsa tango kurslarına katıldım… Az çok öğrendimse de, tekrarlama şansı pek olmadığından hemen hemen bütün figürler bedenimin aklından silinip gitti…Kadın ve erkek arasında hem bir sevginin dile gelişi, hem karşılıklı bir meydan okuma olan bu dansın yiğit edasına hayranım!
Derken geçtiğimiz yaz harman dalı oynamayı öğrendim…Çok istediğim bir şeydi ve öğrenmiş olmakla mutluyum…


***
Dans düşmanları yaşama sevinci düşmanıdırlar.
Bunlar ruhları ölü, bedenleri de akıldan yoksun olduğu için, yaşıyor görünürken de cesetten farksız kimselerdir..







Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 091114

8 Kasım 2014 Cumartesi

KİTAP FUARINDA BULUŞALIM


33. İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı 8 Kasım Cumartesi(bu gün) TÜYAP’ın Beylikdüzü’ndeki salonlarında açılıyor.
Fuar özel sayısı olarak yayınlanan Cumhuriyet Kitap Dergisi bu yıl sanki önceki fuar sayılarından daha kalın.
Dergi sayfalarında fuar etkinliklerine göz attığınızda bunun nedenini anlıyorsunuz.
8-16 Kasım arasındaki sekiz günde saymakla tükenmeyecek kadar çok panel, konferans, bir o kadar kitap imzası, yazar-okur buluşmaları, söyleşiler, sergiler, başkaca sanat etkinlikleri..
İstanbul ve çevresindeki kitap severler unutulmayacak bir kitap şöleni daha yaşayacaklar.
***
33 yıl koca bir ömür demek. Yurt dışında olduğum zamanlar dışında İstanbul Kitap Fuarlarının hepsine katılmış olmalıyım.
Geçmiş zamanları özlemle anımsamamak olanaksız.
Bende en çok iz bırakanlar, Tepebaşındaki fuarlar olmuş.
Yazarlar kendi aramızda ve okurlarımızla bir aile ortamının sıcaklığında buluşurduk.
Dışarıda kestaneciler ve bazen çiseleyen kar ya da güz yağmurları bu fuarlara ayrı bir çekicilik kazandırırdı.
Buna Pera’nın, Asmalı Mesçit’in,Çiçek Pasajının Beyoğlu’nun büyüsünü de katmalı…
Şimdi kitap fuarı çok büyüdü ve oralara sığamadığı için uzaklara gitti…
Bütün geniş ve kalabalık ortamlarda olduğu gibi ilişkilerdeki sıcaklık da kaçınılmaz olarak eksildi…
Buna karşılık başta İstanbul Kitap Fuarı olmak üzere Tüyap Kitap Fuarları gerçek anlamıyla uluslararası nitelik kazanarak ülkemizin bu alanda ve anlamda belki de en önemli kültürel etkinliği oldu.
Bu yılın onur konuğu ülkesi olan Macaristan’dan on beş konuk edebiyatçı var. Bir o kadar da başka ülkelerden konuk yazar, şair ve edebiyatçılarla bu sayı otuza ulaşıyor.
Sadece bu sayı bile, İstanbul Kitap Fuarının uluslararası bir kültür etkinliği olarak önemini göstermeye yeterli bir veridir.
Otuz yabancı konuğun ağırlanması karşılanması ne kadar güç bir yük olsa da, edebiyatımızın, kültürümüzün, insanımızın,bütünüyle ülkemizin tanıtımı bakımından paha biçilmez önemdedir.
***


Bu yılın kitap fuarının kişisel olarak benim için özel bir önemi de var.
İlk şiir kitabım 1965 yılında yayınlandığı için, bu yıldan başlayarak 50. sanat yılımı kutluyoruz…
Yayınevim(Tekin Yayınları) bunun için (önsözünü Doğan Hızlan’ın yazdığı) “Yarım Yüzyıldan Şiirler” başlığı ile özel bir kitap hazırladı. Bu yarım yüzyıldan, çok sayıda fotoğrafın da yer alacağı kitabı o gün göreceğim ve doğrusunu söylemek gerekirse ilk kitabı yayınlanacak bir genç şair gibi heyecanlıyım…
Bu kitabı, yine bu yıl ve önümüzdeki yıl başkaca kitaplarım, yine bu yılı ve gelecek yılı kapsayacak etkinlikler izleyecek…
Bu gün Fuarın İnterexpo Salonunda 17.00-18.00 arasında kuşakdaşlarım(Afşar Timuçin,Sennur Sezer, Refik Durbaş,Hüseyin Yurttaş, Nihat Behram) şiirlerim üzerine konuşacaklar. Oturumu Feridun Andaç yönetecek. Yarın(Pazar) 19.15-20.00 arasında Marmara Salonunda ise her birini ayrı ayrı sevdiğim daha sonraki kuşaklardan Onur Caymaz,Haydar Ergülen,İbrahim Baştuğ,Tuğrul Keskin, Turgay Fişekçi,Küçük İskender ve Tuna Kiremitçi okurlara beni anlatacaklar…


***
Tüyap Kitap Fuarlarının onur yazarlığı, bence ülkemizin en önemli ve saygın edebiyat ödülü oldu. Bu yılın onur yazarı olan Atilla Dorsay’ı sevgiyle kutluyorum. Sözünü ettiğim dergide onunla yapılmış kapsamlı bir söyleşi ve sayıları yaklaşık elliyi bulan yapıtlarının bir dökümü yer alıyor.
İstanbul Kitap Fuarıyla aynı tarihte düzenlenen Sanat Fuarının bu yılki Sanatçı Onur Ödülü ise çok sevgili arkadaşım Nevhiz Tanyeli’ne verildi. Onu da(sanatın başkaca alanlarındaki değerli ödül sahipleriyle birlikte) sevgiyle kutluyorum.
Yaşamakta olduğumuz sıkıntılı zamanların karamsarlığından ve yorgunluğundan bir ölçüde de olsa kurtulup umudumuzu ve yaşama sevincimizi tazelemek için 33.İstanbul Uluslar arası Kitap Fuarı’nda buluşmak üzere…




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/081114


1 Kasım 2014 Cumartesi

BULUTLAR GEÇERKEN


Büyük Ada’daki çalışma odamda, bilgisayar karşısında, Cumartesi yazım için konu düşünmekteyken, bir an başımı kaldırdığımda Batı yönünde geçmekte olan bulutları gördüm…
Onlarla birlikte, hemen sağımda, üst kattaki odamın penceresini açıp kolumu uzatsam neredeyse dokunabileceğim yakınlıkta, eflatun renkli çiçeklerinin parıltısı henüz solmamış begonvil dallarına; onların hemen arkasında gepgeniş açılan doyumsuz Büyük Ada görünümüne; usul usul salınan ağaçlara, solumda kalan koruluğun kopkoyu ve sımsıkı yeşilliğine, en yükseği üç katı geçmeyen çoğu beyaz badanalı evlere, büyük kentlerde görülmesi artık bir düş olan pembe kiremitli damlarına ve daha da ötedeki durgun denize, onun da ötesindeki belli belirsiz İstanbul siluetine bir zaman dalıp gittim…
Bunları yazmaktayken yaklaşan akşamla birlikte gökyüzü biraz daha kararmış, bulutlar az daha puslanmış, devinimleri daha az seçilir olmuştu…
Masa lambamı açtım.
Cumartesi yazım için konu düşünmeyi sürdürdüm…


***
Acaba ne hakkında yazmalı; ülkemizin, insanımızın hangi sorunundan söz etmeliydim…
Karaman’ın Ermenek ilçesindeki maden faciası ülke gündeminin şimdilik ön sırasında yer alıyor…
Şimdilik, çünkü Perşembe günü yazmakta olduğum bu yazı yayınlandığında ülke gündemi de büyük olasılıkla değişmiş olacaktır…
Söz gelimi, gökdelen inşaatının tepesinden yere çakılan asansörde canlarını yitirenler kaç kişiydiler, kaçımız anımsıyor?
İnşaat sahipleri için soruşturmaya yer olmadığı kararı verildiğini
belli belirsiz anımsıyorum.
Tıpkı Ermenek’teki madenin işletmecileri gibi, AKP yöneticilerinin yakınlarıydı bu kişiler.
Yaptıkları açıklamada madeni su basmasını doğal afet olarak açıklayan bu kişiler hakkında da, soruşturmaya yer olmadığı kararı verileceğinden kuşku duymamak gerekir.
Tıpkı Soma’daki cinayetin sorumlularından da herhangi bir hesap sorulmadığı, sorulamadığı gibi…
Ülkenin bir afetle boğuşmakta olduğu çok açık.
Fakat doğal değil, toplumsal bir afet, insan eliyle yaratılan bir felaketler zinciri bu.
Doğal afetler gelir geçer. Bunlar ise tekrarlayan, hiç geçmeyen, kalıcı felaketler. Nedeni de sorumlularının doğa değil, insan oluşu…


***
Ak Saray denilen kaçak inşaatı Cumhurbaşkanlığı konutu, içinde oturan kişiyi Cumhurbaşkanı olarak halkımızın yüzde kaçı içine sindirebiliyor?
Bir anket yapılmalı, fakat şöyle sorulmak kaydıyla:
Devletin ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanlarının konutu olan, bu anlamda da tarihsel, simgesel bir değer taşıyan Çankaya yerine, bu günkü cumhurbaşkanının, karşılığında çok sayıda okul ya da hastane ya da fabrika açılabilecek çok büyük harcamalarla, üstelik yargının durdurma karırını hiçe sayarak kendisine bir saray yaptırmasını içinize sindirebiliyor musunuz?
Bu kaçak sarayın Mustafa Kemal Atatürk’ün örnek bir çiftlik ve halkın dinlenme alanı olarak bir bataklıktan yaratıp halka armağan ettiği bir alanda yaptırılmasını ve Atatürk Orman Çiftliği olarak kuşaklar boyunca benimsenmiş adının da değiştirilmekte oluşunu nasıl karşılıyorsunuz?
Dürüst, gölgesiz bir anket sonucu, bence, bu kişiye oy verenlerin çoğunluğunun da oylarıyla olumsuz çıkacak; savurganlığın ve Cumhuriyet değerlerine saygısızlığın benimsenemediği görülecektir…
Benzer bir anket, akıl almaz boyutta çalıp çırpmaların kısa süre önce yine akıl almazca ört bas edilmesi konusunda da neden yapılmasın…

***


Bulutların geçişinden buralara geldim…
Pencere camlarının gerisinde kapkara bir gece var şimdi…
Fakat biz onları görmüyor olsak da, bulutlar bildikleri yolda geçmeyi hep sürdürecekler…
Tıpkı yaşam gibi…
Hiçbir karanlığın büsbütün örtemeyeceği ;iyilikler gibi kötülükleri, yücelikler gibi alçaklıkları, hakikatler gibi yalanları bir yere kaydeden ve günü geldiğinde hepsinin dökümünü gözler önüne serip hükmünü veren sonsuz ve ölümsüz yaşamın kendisi gibi….




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/011114        

25 Ekim 2014 Cumartesi

İŞİD, KOBANİ, CUMARTESİ ANNELERİ



Karışık ve yüklü gündemi tek bir konu başlığı altında toplamak
mümkün değil.
Yukarıdaki sözcüklere şunlar da eklenebilirdi: Cumhuriyet düşmanlığı, emperyalizm uşaklığı, rüşvet, hırsızlık, yalan, yerlerde sürünen adalet vb..
Ülkemiz ve bulunduğumuz coğrafya bütün tarihinde belki hiçbir zaman bu kadar karışık ve karanlık dönemden geçmemişti.
Geçmemişti derken, durup düşünmemek de elde değil: Geçecek mi gerçekten? Nasıl geçecek? Geçmesi için neler yapılabilir, neler yapılmalı?
***
İŞİD caniliğinden başlayacak olursak, bu katiller sürüsünün emperyalizmin hem doğrudan hem dolaylı sonucu olduğu yeterince açık değil mi?
Öyleyse neden, aynı emperyalizm, Kobani direnişini destekler gibi görünüyor?
Neden çok açık: Suriye’nin parçalanmasını tamamlayıp Esat yönetimini ortadan kaldırmak. Türkiye de aralarında olmak üzere ayrı ayrı ülkeler içindeki Kürt yoğunluklu bölgeleri birleştirerek kendisine bağlı bir Kürdistan oluşturmak. Böylece de bir taşla birden çok kuş vurmak.
Bu hesap tutar mı? Tutacak gibi görünüyorsa da başkaca sayısız etkenin varlığını düşünerek bunu şimdiden kestirebilmek kolay değil. Bu etkenlerin başında, Rusya’nın konumu ve bölgedeki etkisi, Esat yönetiminin direnme gücü, Kobani’nin düşüp düşmeyeceği gibi sorular ve belirsizlikler yer alıyor.


***
Kobani’deki direnişe kendi adıma iki yönden bakıyorum.
İlki insanca olandır. Ve hem insan, hem sanatçı olarak duyumsadığım, kendime yakıştırdığım da budur.
Yüreğim, Kobani’de İŞİD denen alçaklar sürüsüne karşı çarpışanların yanında atıyor.
Bu duygumda hiçbir siyasal hesap, en küçük kuşku ya da gölge yoktur.
Bu nedenle de , direnişe destek olmak için bölgeye ya da yakınlarına giden şair, yazar arkadaşlarımı destekliyorum.
En yakın bir ağabeyim olan sevgili Niyazi Ağırnaslı’nın torunu Suphi Nejat Ağırnaslı’yı bir devrim şehidi olarak saygıyla sevgiyle, gıpta ederek alkışlıyorum.
Şili’deki darbe sırasında bulunduğum Fransa’da, oradaki olası bir direnişe katılmak için bazı arkadaşlarımızla çırpınışlarımızın,
Fransız Komünist Partisi yoluyla çareler arayışımızın benzer duygularını yaşıyorum…
Sonucu siyasal bakımından ne olursa olsun, İŞİD’in paramparça olup dağılmasını istiyorum.
İkinci bakış açım, konunun siyasal yönüdür. İŞİD yenilgiye uğramalı, fakat Suriye parçalanmamalı, laik yönetim düşmemeli, bölge şu andakinden de daha büyük yıkımlara sürüklenmemelidir.
Bunlar olabilir mi?
Akıl, sağduyu ve cesaretle başarılamayacak hiçbir şey olamayacağını düşünüyorum…


***
Konunun ucu ister istemez ülkemizdeki siyasal yönetime dokunuyor.
Aslında bu bir yönetim değil, yönetim gaspıdır.
Türkiye kesin olarak bir çetenin elindedir.
Bu çetenin kalbi İŞİD’le birlikte çarpıyor.
Türkiye Cumhuriyetini bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırarak İŞİD’ci bir Cumhuriyet oluşturmak biricik ve tek amaçlarıdır.
Bu yolda ve yönde, ayakta kalabilmek için emperyalizme veremeyecekleri hiçbir ödün yoktur.
Yaşanmakta olanlar da zaten bunu gösteriyor.
Öyleyse, ne yapılmalı, ne yapılabilir sorusuna gelmiş oluyoruz.

***
Yapılması gereken ve Türkiye’nin birikimleriyle yapılabilecek olan, emperyalizm karşıtı, laik, demokrat, Cumhuriyetçi güçlerin; etnik ve sosyal aidiyet, siyasal ideoloji farkı gözetmeksizin ortak bir barış ve yurtseverlik birlikteliğinde buluşmasıdır.
Bugün beş yüzüncü haftalarında bir araya gelen sevgili Cumartesi annelerinin öpülesi elleri de bu bir araya gelip kenetlenişin en güçlü ve saygın bir parçası olacaktır.









Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/251014

20 Ekim 2014 Pazartesi

FEVZİ KAVUK'a saygı gecesi



FEVZİ KAVUK  1931'de İznik-Müşküle köyünde doğdu .1960 yılında muhtar oldu, uzun yıllar muhtarlık yaptı. Türkiye İşçi Partisinin yönetiminde görev aldı.   TİP. Bursa milletvekili adayı oldu..  Marmara Köy-Der kuruluşunda ve yönetiminde çalıştı. Nazım'ın ölümünden sonra onun için diktikleri çınar gibi, hükümetin hedefi oldu. 1980 de tutuklandı. Daha sonra da çeşitli sosyalist partilere üye oldu ve mücadelesine devam etti.. 
Halen Müşküle'de yaşamaktadır.
 
           
SOSYALİST KÖY ÖNDERİ, HALK ÖNDERİ..ÇINARLI KÖYÜN MUHTARI..MÜŞKÜLE'li FEVZİ KAVUK SAYGI GECESİ 
 
 
         DOSTLARI
                    

         Ataol BEHRAMOĞLU
          Aytekin GÜRLER
          Ekin DURU
          Hacı TONAK
          Moris GABAY
          Münir DERÇİN
          Necdet FİLİZOĞLU
          Ömer TUNCER
          Saygı YAĞMURDERELİ
          Turgut KAZAN
          Ümit HÜRCAN
          Vahit TULİS
           ..................
 
25 ekimde Uğur Mumcu sahnesinde Fevzi Kavuk ile birlikte olacaklar..
 
(gece ATAOL BEHRAMOĞLU-HALUK ÇETİN Şiir dinletisiyle sonlanacak.)

25 Ekim 2014 Cumartesi Saat 19:30
Nilüfer Belediyesi
Uğur Mumcu Sahnesi / Bursa
Bilgi için: 452 3200
 

Uzunköprü' de yayınlanan Hür Gazetenin Ataol Behramoğlu ile yapmış olduğu söyleşi..

HÜRGAZETE UZUNKÖPRÜ BASININI TEMSİLEN EDİRNE BELEDİYESİ 2.KİTAP FUARINDAYDI

Edirne Belediyesinin 17-26 Ekim tarihleri arasında düzenlediği II.Kitap Fuarına katılan genel yayın yönetmenimiz Selim Bekar; Hıfzı Topuz, Mustafa Işık, Aziz Nesin’in oğlu Ahmet Nesin, Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz-kızı Defne Ilgaz gibi Türk edebiyatının önde gelen yazarlarıyla çeşitli konularda görüş alışverişinde bulundu ve 50.sanat yılını kutlayan yaşayan efsane Ataol Behramoğlu ile özel bir röportaj yaptı. Bu özel röportajdan satırbaşları şöyle:

SB: 50.sanat yılınızda en unutamadığınız anınız nedir?
AB: 1979 yılında kızımın doğduğu gündür………..

SB: Yazarlığa yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz nelerdir?
AB: Her insanın bir konuda kabiliyeti vardır. Bu kabiliyetini değerlendirmek için de okumak ve sevmek gerekir………….

SB: Türkiye nereye gidiyor?
AB: Türkiye dediğimiz bu ülke 1.000 yıllık Anadolu geleneklerinden oluşmuştur. Bu 1.000 yıl içinde Anadolu kültürü ve çeşitli unsurlarıyla karışarak büyük imparatorluklar kurulmuştur. Bunda Türkçe ve orta Asya’dan gelenlerin kültürü en önemli etkendi. TC ise insanlık tarihinde çok büyük bir devrim temeli üzerine kuruldu. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği bu devrim bir aydınlık dönemidir. Yani insan merkezlidir; hayatın esasının insanın yeteneği, bilgisi, bilim olduğudur. Bunun öncesinde de da 200 yıllık bir ilerleme tarihimiz vardır. 2.Mahmutlardan, 3.Selimlerden gelen ve Namık Kemal’lerin kuşağıyla yıldızlaşan bir aydınlanma devridir bu. Mustafa Kemal devrimi bütün bu aydınlanma çabalarının üzerinde yükselmiştir ve 20.yüzyıl Türkiye’si, işte bu imza gününde de görüyoruz; genç kızlarımızın çoğunlukta olduğu pırıl pırıl bir gençliğe sahiptir.. Gittiğim her yerde bunu görüyorum. Bundan 2 gün önce Trabzon’da bir etkinlikteydim; ardı kesilmeyen bir kuyruk vardı, orda da üniversiteli genç kızlarımız çoğunluktaydı. Cumhuriyet devrimi kadınlarımıza bu özgürlük yolunu açmıştır. Ama bugün çok iyimser olamıyorum; çünkü sanki her iyi şey silinerek geriye dönülmek isteniyor. Mustafa Kemal’in adı silinmek isteniyor. Atatürk Devrimleri sanki bir yanlışlıkmış gibi bir algı oluşturulmak isteniyor. Anadolu’nun çökmüş olduğu, işgalin olduğu unutulmuş gibi sanki. Ama karamsar değilim. Çünkü ben bu gençliğe güveniyorum. Birde Türk ulusuna, milletimize güveniyorum. Çünkü bizim milletimiz, Anadolu halkı sakin görünür ama içten içe de kaynar. Beklenmwdik zamanlarda da büyük tepkiler gösterir.

SB: Ortadoğu ateşi bizi sarar mı?
AB: Sarmış bile. TC Cumhuriyet tarihi boyunca komşularıyla dostça geçinmiş. Yunanistan’la olan Kıbrıs çatışması bile bir uzlaşma çizgisine kavuşturulmuştur. Her türlü provokasyona rağmen Türkiye sağduyulu davranmıştır. Ama son yıllarda komşularımızın neredeyse hepsiyle, özellikle Ortadoğu ülkeleriyle düşmanlık çizgisinin son noktasına geldik. Bu emperyalizmin bu coğrafyadaki oyunudur. Bütün mesele de petrole el koymaktır. Suriye’yi ele geçirmek, İran’ı ortadan kaldırmak. Yani her yerde etnik çatışmalar yaratarak o bölgelerde emperyalizmin 100 yıl 200 yıl öteye planlarını gerçekleştirmeye çalışmalarıdır. Bunun temeli de petrol. Dolayısıyla Türkiye’nin bu oyuna gelmemesi gerek. Türkiye’nin yöneticileri, bir şekilde iktidara gelmiş bu insanlar, bu oyuna düşebilir, bu oyunun aleti olabilir ama insanımızın bunu algılaması ve buna geçit vermemesi gerekiyor. Zaten istedikleri ölçüde ileri gidememelerinin sebebi de halkın tepkilerinden çekinmeleridir. Dolayısıyla ben insanımıza, gençliğimize güveniyorum. Bir aydın olarak bizim görevimiz, siz gazetecilerin görevi, öğretim üyeleri olarak hepimizin görevi insanlarımıza aydınlığı taşımak için elden geleni ve fazlasını yapmaktır

SB: Gezi olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB: Gezi olayları bir gençlik patlamasıdır. Bakınız burada genç arkadaşlarımız var. Onlara görüşlerini sorsam, farklılıklar da olabilir. Başı örtülü arkadaşlarım var olmayanlar var, bunların arasında da çeşitli görüşler söz konusu, ama hepsi ortak bir çizgide buluşuyor. Hepsi özgür ve insan gibi yaşamak istiyor. Baskı görmemek istiyorlar. Gençliklerini yaşamak istiyorlar. Olay budur. Bunun patlamasıdır. Sen böyle davranacaksın, bunu yapıp bunu yapamayacaksın, böyle , böyle giyinmeyeceksin, böyle ; böyle olmaz. Gençliğin önünü açmak gerekir. Geleceğimiz çünkü bu gençliktir. Dolayısıyla Gezi bir gençlik patlamasıdır, ben böyle görüyorum.

SB: Ülke bölünüyor mu?
AB: Ülke zaten maalesef bölünmüş. Burada, bir kahvede oturmuş dinlenirken Edirne’ye şöyle bir baktım sonrada yakın zamanlarda gittiğim, örneğin Bitlis’i düşündüm. Güzeller güzeli bir kentimiz. Ama maalesef başı açık bir genç kız yada kadın göremezsiniz., Buradaysa başı kapalılar parmakla gösterilecek kadar az. Bu şu demek; ülke zaten ikiye ayrılmış. Böyle olmaz. Bir ülkede bu kadar büyük ayrışmalar olmaz. İsteyen başını açar isteyen kapar bu ayrı bir konu. Ama belli ki bir zorlama var bu işte. Geriye doğru bir zorlama var. Ülke zaten 2’ye, 3’e, 5’e bölünmüş. Türkiye’de etnik bir ayrışma yok, olması da gerekmiyor. Bu coğrafyada muazzam bir sentez gerçekleşmiş. Bu sentezin omurgasını Türk dili oluşturuyor. Türkçe 1000 yıl içinde hiçbir baskı olmaksızın birleştirici dil olmuş. Dolayısıyla Türkçede buluşmalıyız ve zaten buluşmuşuz.. Ama ülkedeki her etnik kültüre de saygı duymalıyız. Herkes birbirine saygı duymalıdır. Her bölgenin, her etnik kültürün elbette bir değeri var.Ama bunun bir bölücülük çizgisinde düşünülmesi çok yanlıştır. Bu tehlikeler hep söz konusu.

SB: Az önce ülke3’e, 5’e bölündü dediniz. Bunun sonu Anadolu İslam Devletine gider mi?
AB: Daha bile beter olur. Ülke bölündü zaten. Adı ne olursa olsun. Zaten Sevr dediğimiz de ülkenin etnisitelere bölünmesiydi. Yani ulus devletin oluşmasına engel olmaktı. Ama bugün bir ulus devletiz. Fransa gibi, İngiltere gibi, Almanya gibi, Rusya gibi aklımıza gelen tüm gelişmiş ülkeler gibi.istiyorlar. Örneğin henüz döndüğüm Çin’de sayısız etnik grup söz konusu., sayısız dil var resmi dil bir tane, tek. Çince..

SB: Peki son yargı paketi hakkında ne düşünüyorsunuz?
AB: Cumhuriyet’te bir manşet vardı “ Utan Yargı” diye. Bunu aynen tekrarlıyorum “Utan Yargı”..

SB: Peki bizim Hür gazete okurlarına son olarak ne söylemek istersiniz?
AB: Arkadaşlar biricik yurdumuzu, seveceğiz, koruyacağız, her türlü yalancılığa, ahlaksızlığa karşı dimdik ayakta duracağız. Çok büyük bir gücümüz var. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurup önderlik ettiği cumhuriyet aydınlanma değerleridir, yani en yüce değerin insan olduğu bilinci Bu bilinçten bir milim bile geri adım atmayacağız.Tersine İleriye doğru hep birlikte hareket edeceğiz.

SB: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
AB: Asıl ben teşekkür ederim, çok güzel sorular yönelttiğiniz içinde. Umarım bu söyleşiyi bana ve Cumhuriyet gazetesine’ de yollarsınız.

Üstad’la söyleşimizin tüm detaylarını gazetenizin sosyal medya hesaplarında izleyebilirsiniz.