23 Şubat 2013 Cumartesi

TÜRK, TÜRKİYE, TÜRKÇE




    Tayyip Erdoğan çoğu kez yaptığı gibi son günlerde milliyetçilik üzerine söyledikleriyle de toplumun karşısına bir laf bulamacıyla çıkmış oldu.
     Bu laf kalabalığı içinde  ne söylemeye çalıştığını  elden geldiğince iyi niyetle anlamaya çalışırsak, özetle,  etnik milliyetçiliğe(ırkçlığa) karşı  olduğu sonucunu çıkarıyoruz.
     Ulus devletler döneminde  özellikle doğru  doğal bir şeydir bu.
     Fakat  başbakan burada durmayarak ; “kimse karşıma Kürt olarak da  Türk olarak  da çıkmasın” diye devam ediyor.
      Yine iyi niyetle yorumlarsak, bununla da, kimse  kendini öncelikle etnik aidiyetiyle tanımlamasın demek istiyor.
       İlk bakışta pek hoş görünmekle birlikte, tam da burada, birkaç noktada açıklık getirmemiz gerekiyor…

           ***                                   ***                        ***
      Bunlardan biri , Tayyip Erdoğan ve benzerlerinin, etnik aidiyet kavramına karşı çıkarken  dinsel(ve mezhepsel) aidiyet olgusunu öne çıkarmalarıdır.
       Mezhep savaşlarının  mezbahasına dönmüş  Ortadoğu’da ve genel olarak İslam coğrafyasında, laik bir ulus devlet olma yönünde çok önemli yol almış  ülkemizde, ırk ayrımcılığının reddedilip    dinciliğin(ve mezhepçiliğin) baş tacı edilmesi, en az  onun  kadar geri, bilim dışı, en az onun kadar büyük  yıkımlara yol açmış , açmakta ve açacak olan bir başka  felaketin kapısını çalmaktır.
               
   ***                                  ***                       ***
        İkinci nokta, Türkiye ulus devleti içinde  Kürt etnik aidiyetçiliğinin  giderek daha yüksek sesle  dile getirilmekte oluşudur. Türkiye’de bir Kürdistan oluşturma ve onun da ötesinde birleşik bir Kürdistan yaratma hedefinin öncelikli  düşünsel temeli etnik aidiyet kavramı değilse nedir?
   Kürt ya da Türk  ya da başka uluslardan Kürdistan ideolog, politikacı ve yandaşlarının, , ulus devlet olmanın ulusal ekonomi ve dil başta olmak üzere temel koşulları   üzerinde kafa yormaktan çok, bilinen dış desteklere de  güvenerek   işi oldu bittiye getirmek eğiliminde olduklarını düşünüyorum

         ***                      ***                          ***
  Bu yazıda altını çizmek istediğim ve açıklık kazanmasını istediğim  asıl sorun ise, Türkiye başbakanının, daha öncelerde de  dile getirmiş olduğu  gibi “Türk” sözünü etnik bir aidiyetin adı olarak ve sadece bu anlamıyla görmekte oluşudur.
         “Türk” sözcüğü  ulusal bir aidiyetin değil de sadece  etnik bir aidiyetin adıysa ve  bu iddiada bulunan kişi  herhangi biri değil de ülkenin başbakanıysa, ona  kendini bu etnik aidiyetten sayıp saymadığını sorma  hakkımız olacaktır..
         Erdoğan bu soruyu dürüstçe, açıkça yanıtlamalıdır.
         Türk’üm diyorsa, tartışmamızı daha ileri  bir alana, “Türk” kavramının Türkiye gerçekliğinde  neden daha çok ulusal aidiyetin adı  olduğu konusuna doğru geliştiririz…
      Değilim diyorsa, bunu kuşkusuz ki saygıyla karşılar, fakat o zaman da  kendisine şu soruları yöneltiriz:
        “Öyleyse, sadece bir etnik aidiyetin adı neden bütün bir ülkenin adı olsun? Siz ülkemize Türkiye denilmesini gerçekten benimsiyor musunuz? Benimsiyorsanız, bu bir tutarsızlık değil mi? Benimsemiyorsanız, neden dile getirmiyorsunuz? Henüz zamanı gelmediğini düşündüğünüzden mi..?”
      Tayyip Erdoğan’ın kendini hangi etnik aidiyetten sayıp saymadığı umurumda değil. Fakat ülkemizin adı konusundaki düşüncesini dürüstçe açıklamalıdır…

                ***                             ***                             ***
Ve son olarak, Türkçe… 
    Türklük sadece bir etnik aidiyetin adıysa,  Türkçe de bu aidiyetin sınırları  gerisine çekilmek zorunda değil midir?
     Buna bağlı olarak da  bu ülkede ne  kadar etnik aidiyet varsa ya da olduğu düşünülüyorsa o kadar sayıda ana dilde eğitim hakkı olmalı,, böylece de  Anadolu ve Trakya coğrafyasında ayrı ulus devletler oluşturmanın yolu açılmalıdır…
      Bu son söylediklerim bu gün belki kuruntu gibi görünebilir…
       Fakat teslimiyetçi akılla değil de ileriye dönük irdeleyici akılla düşünülürse, pek de öyle olmadığı görülecektir…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/230213

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

16 Şubat 2013 Cumartesi

İKİ OYUN




Testosteron  

      Gülmeyi, hatta gülümsemeyi unuttuğumuz ülkemizde, bir oyun izlerken  neredeyse kasıklarımı tutmak zorunda kalarak güleceğim aklıma gelmezdi…
       Polonyalı oyun yazarı, senarist ve yönetmen Andrzej Saramanowic’in “Oyun Atölyesi”nde  sahnelenen “Testosteron”unda aynen böyle oldu.
       Gülmenin de çeşitleri olsa gerek…
        Siyasal içerikli bir güldürüde, biraz da acı acı gülersiniz. Hatta bu türlü gülmeye “güleriz ağlanacak halimize” deyişi bile denk düşebilir.
         Hiçbir toplumsal ya da psikolojik vb. içeriği olmayan güldürüler de vardır.
         Burada güldüren şey, dil oyunları, beklenmedik rastlantılar, başkaca tuhaflıklardır…
 Siyasal niteliği olmasa da, herkesi az çok ilgilendirebilecek  konuyu, bir sorunu,mizahın penceresinden, güldürünün bütün olanaklarını
 kullanarak göstermeyi başaran oyunlar da vardır.
     Polonyalı Saramanowic’in “Testosteron”u bu tanıma tam olarak uyan bir sahne yapıtı.
      Öyküyü özetlememin gereği yok.
      Şu kadarını söyleyeyim:
       Sadece erkeklerin, yedi erkek oyuncunun rol aldığı bu güldürü, gülünçlüğün tepe noktasına ulaştığı noktalarda, bir erkeklik trajedisine, bir başka deyişle de erkeklik hormonu demek olan  “testosteron” trajedisine dönüşebiliyor…
     Sanıyorum ki yazarın amaçladığı ve izlediğim uyarlamanın yönetmeni Kemal Aydoğan’la yedi oyuncunun(Orhan Aydın, Ruhi Sarı, Emre Altuğ, Gürkan Uygun, Bülent Şakrak, Gökçer Genç, Gökhan Yıkılkan) başarıyla gerçekleştirdikleri de  tam olarak bu…
      Tiyatro aynı zamanda bir sahne tasarımı ve bir dil olgusu olduğuna göre, oyunun sahne tasarımını gerçekleştiren Bengi Günay başta olmak üzere bu alanda emeği geçen herkesi ve çevirmen Neşe Taluy Yüce’yi de ayrıca kutlamak gerekir.
          Asık yüzlülüğümüzden bir an için olsun kurtulmak ve  kahkahalarla gülerken “erkeklik” denilen çapraşık ve çok çelişkili olgu üstüne,  buna bağlı olarak da kadın erkek ilişkileri konusunda  bir nebze kafa yormak isteyen herkes, Moda  Haluk Bilginer Tiyatrosunda sahnelenen “Testosteron”u kaçırmamalıdır…





Bernarda Alba’nın Evi

     Yazıya başlarken oyunun tanıtma broşüründe 7 Şubat’ın(bu oyunu izlediğim tarihin) son gösteri tarihi olduğu gözüme çarptı ve üzüldüm.Bu güzel ve başarılı  Lorca  uyarlamasının sahnede daha uzun süre kalmasını dilerdim. 
      Federico Garcia Lorca, sadece İspanyol dilinin değil, hiç kuşkusuz bütün 20. yüzyıl dünya şiirinin en büyük şairlerindendir.
      Türk okuru onun olağanüstü güzellikte bazı şiirlerini Ülkü Tamer, Cemal Süreya, Sait Maden gibi seçkin şair ve  çevirmenlerin  çevirilerinden okumak şansına sahiptir..
      Lorca oyun yazarı olarak da önde gelen bir  bir yaratıcıdır.
       Oyunlarından en bilineni “Bernarda Alba’nın Evi”ni “Kumbaracı50”nin minik sahnesinde izledim.
       Bu “kara” oyunu unutulmaz kılan etkenlerden biri de,kuşkusuz, oyuncularla izleyicinin  neredeyse yüz yüze oluşuydu…
      “Bernarda Alba’nın Evi” “kara” bir oyundur gerçekten de… Baskıcı bir toplumda, boğucu bir toplumsal ortamda kadının kara yazgısı dile getirildiği için…
        Oyununu izlerken,  şiirleri yaşama sevinci ve ışıkla dolup taşan sevgili şairin kara yazgısını düşünmemek de elde değil.
     Bernarda Alba’nın evinde hüküm süren o kapkara baskı ortamı, faşistlerin alçakça katlettiği eşsiz şair, seçkin müzisyen ve oyun yazarının trajedisinin ipuçlarını da veriyor gibidir…
      “Oyunbaz” topluluğundan Çehov’un Martı’sını hayranlıkla izlemiştim…,,
       Diyebilirim ki sadece bizim sahnelerimizde değil başta Rusya olmak üzere başka ülkelerin profesyonel sahnelerinde izlediğim Çehov uyarlamalarının  en unutulmazıydı…
      Bernarda Alba’nın Evi’ni de Martı’nın  başarılı yönetmeni Abdullah Cabaluz sahneye koymuş…
       Oyun metni  birkaç çevirmenin(A.Turan Oflazoğlu, Hale Toledo,Caridad Svich) ürünlerinden yararlanarak oluşturulmuş.
    Yönetmen Cabaluz’u ve  “Oyunbaz”ın hepsi kadın olan bütün oyuncularını(N.Arol,E.Şahintürk,D.Kılıç,A.Azeri,S.Bilgil,B.Halacaoğlu,P.Akkuzu, B. Sakarya, F.Engin, G.Ünlü,N.Yılmaz) ayrı ayrı kutluyorum.
   
       
Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 170213

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

NE KADAR DİNDARMIŞIZ




       Yukarıdaki cümlenin sonuna soru ya da ünlem imi(işareti) koymamıza göre anlam değişecek…
     Soruyla başlayalım…
    Salı günkü gazetemizde Fırat Kozok arkadaşımızın haberinden Diyanet İşleri Başkanlığının “Vatandaş Memnuniyet Anketi” başlıklı bir sormaca yaptırdığını, bu sormacada yurttaşların dindarlık düzeylerinin de ölçüldüğünü öğrendik…
     (Dil Derneği sözlüğünde anket için soruşturma ve sormaca karşılıkları veriliyor. Soruşturma bence daha çok hukuksal, polisiye bir terim olarak yerleşti. Sormaca daha uygun görünüyor. Fakat bu bir başka konu.)
      Diyanet İşleri Başkanlığının “Vatandaş Memnuiyet Anketi”nde başka hangi alanlarda sorular olduğunu bilmiyorum.
      Dindarlık konusundaki anket, gerçekten de sormacadan çok soruşturmayı çağrıştırıyor…

            ***                                 ***                         ***

  Ne kadar dindarmışız sorusunu izlemeyi sürdürelim.
   Zaten gazetedeki haber de “Ne kadar dindarsın” başlığıyla, soru tonlamasıyla verilmiş.
     Soruların  kimlere, hangi çevrelere yöneltildiğinin bilgisi haberde yer almıyor.
     Yanıtlar oldukça ilginç, ama pek de şaşırtıcı değil…
       Katılımcılardan yüzde 9’u “Çok dindarım”, yüzde 63’ü “Dindarım” demiş…Bu yüzde 9, yüzde 63’ün içinde mi dışında mı? Sanırım dışında… Buna göre Türkiye toplumunun yüzde 72’sinin dindar olduğu sonucu çıkıyor… Nitekim yüzde 21.6 oranında “Ne dindarım ne değilim diyen(ne demekse bu!) kararsız bir kitle var…
       Yüzde 4.7 oranında yurttaş “Dindar değilim” demiş… “Hiç dindar değilim” diyen 1.1 oranında bir yurttaş topluluğu var… “Herhangi bir dine inanmıyorum” diyenlerin oranı ise yüzde 0.5’te kalmış…
      Şimdi yazının başlığını oluşturan cümlenin sonuna ünlem imini gönül rahatlığıyla koyabiliriz:
        Meğer ne kadar dindarmışız!

      ***                                         ***                               ***
  Gerçekten öyle mi?
   Bu gibi sormaca sonuçları, soran kişilere ve kurumlara, soruların yöneltildiği kişilere, oluşturulma biçimlerine göre belli ölçülerde de olsa değişir.
     Türkiye’de herhangi bir dinsel inancı olmayanların genel nüfusa göre oranının yüzde 0.5 gibi neredeyse yüzde 0’a yakın bir sayı olduğunu hiç sanmam.
    Buna karşılık, Diyanet İşleri Başkanlığının kurumsal dergisinde yayınlandığını öğrendiğimiz sormaca sonuçlarında başka ilginç olgular da var:
       “Çok dindar” olduklarını söyleyenlerin yüzde 61’ı erkek yurttaşlarımız iken,
kadınlarda bu oran yüzde 39… “Dindarlık” seçeneğinde de erkekler kadınlara fark atmış…  Kendi payıma bu sonuca hiç şaşırmadım… Eşlerini  öldürmeyi sıradan bir alışkanlık durumuna getiren erkek yurttaşlarımız arasında benzer bir sormaca yapılsa, nasıl bir sonuç çıkar dersiniz? Büyük olasılıkla hemen hepsi dindar olduğunu, küçümsenemeyecek oranda erkek yurttaşımız ise çok dindar olduğunu söyleyecektir… Bu da üzerinde yine ayrıca durulmasını gerektirecek bir başka konu….

         ***                                   ***                          ***

   İlginç sormacanın dikkate değer başkaca birkaç sonucuna daha göz atalım…
    Evliler bekârlardan, gençler yaşlılardan, liseliler üniversitelilerden daha dindarmış…
      Buna göre yaş sınırı aşağılara doğru indikçe, dindarlık oranının da yükseleceğinden kuşku duymamak gerek…
      Böylece, bebekler çocuklardan, çocuklar ergenlerden, ergenler gençlerden…daha dindar olabilecektir…
     Şaka yaptığımı düşünenler varsa, herhalde çok uzak olmayan bir  gelecekte dedelerini ninelerini dinsizlikle suçlayan, Osmanlıca konuşan, eski harflerle okuyup yazmayı savunan ve dahası sadece bu türden okuyup yazabilen torunlarla karşılaşmaya hazır olsunlar…

          ***                     ***                                ***

Diyanet İşleri Başkanlığının sormacasından yola çıkarak dinsel inançlar, onun da ötesinde Tanrı inancı konusunda yazmayı ve belki şu ara okuduğum kitaplar arasında çok önemli ve ilginç bir tanesinden, Richard Dawkins’in “Tanrı Yanılgısı”ndan söz etmeyi tasarlıyordum…
     Başka yazılara…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/160213

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

9 Şubat 2013 Cumartesi

YİNE “TÜRKİYE TÜRKLÜĞÜ” ÜZERİNE…




       Bu sütunda 2006 yılının 8-15-22 Nisan tarihlerinde, demek ki yaklaşık yedi yıl önce, “Türkiye Türklüğünü Parçalamak” ortak başlığı ile üç yazım yayınlandı…
     İnternet dosyamı taradım…  Aynı konuda “Türkiyeli Kürtlerin Çıkmazı”(08.01.05), “Türklük Konusunda”(17.07.10) başlıklı iki yazı daha yayınlamışım…
     “Cumartesi Yazıları”mı yayınladığım kitaplarıma göz attım…”Kimliğim:İnsan” da  ikisi de 1995 tarihli “”Kürtler ve Türkler”,”Grekler ve Kürtler” başlıklı yazılarımı, daha sonraki kitaplarımdan “Gerçeklik Duygusunun Kaybolması”nda, ikisi de 1999 tarihli “Milliyetçilik Üzerine” ve  “Yine Milliyetçilik Üzerine” adlı yazılarımı gördüm…
      “Yeni Ortaçağın Saldırısı” adlı kitabımın “Omurgasız” başlıklı bölümünde yer alan “Yurtseverlik Duygusu Nedir?”, “Ulusal Gurur ve Sömürge Aydını” vb. adlı yazılarım da  yine aynı konuyla, yani ulus, ulusçuluk,uluslaşma,  etnik aidiyet vb.. konularıyla ilişkili…
     Karşımıza bu gün de olanca güncelliğiyle çıkan, zaten hep karşımızda olan bu konular üzerinde demek ki epeyce kafa yormuşum, şu anda da yormakta olduğum gibi…
        Bu gün yeni bir yazı yazmak yerine, yukarıdaki yazılardan birini, özellikle de “Türkiye Türklüğünü Parçalamak” başlıklı üç yazıdan ilkini yayınlamayı düşünüyordum.  Fakat merak eden okur nasıl olsa arayıp bulacaktır. Bunu yapmaktansa, son günlerdeki hararetli tartışmalar ortamında düşündüklerimin kısa bir özetini yapmanın daha doğru olacağına karar verdim…

                 ***                                   ***                        ***
  Öncelikle, bir konu, bir söz, bir olgu bu kadar mı saptırılarak neredeyse karşıtına dönüştürülmek istenir…
    Bir iki gün önce, gazetesinin de kendisinin de adını anmaya değer görmediğim bir köşe yazarı, aklınca hem nalına hem mıhına vuruyor görünerek sayın Birgül Ayman’ı da,  Türkiye’nin yerlisi olma iddiasıyla kendisi gibi olmadığını düşündüklerine “haddinizi bilin” tehdidini savuran BDP milletvekilini de  aynı kefeye koyarak eleştiriyordu…
    Söz konusu BDP milletvekili, sonradan özür dilemiş olsa da, yaptığı şey ırkçılığın, uluslaşma olgusundan ve Türkiye gerçekliğinden habersizliğin dik alâsıdır…  Sayın Ayman’ın söylediği ise,- insan bu açıklamayı bininci kez yapıyor olmaktan neredeyse  utanç duyuyor-  uluslaşma öncesi bir toplumsal kimlikle, ulusun, ulusal kimliğin aynı şey olamayacağıdır…
      İçlerinde arkadaşlarım da olan bazı başkalarına göre , sayın Ayman Meclis’te böyle konuşmamalıymış? Neden? Bir ülkenin parlamentosu, farklı ve karşıt görüşlerden de olsa, belli kavrayış düzeyine sahip insanların bulunduğu yer değil midir? Fakat başbakan düzeyinden daha  aşağılara  doğru görüp tanık olduklarımız, bu eleştiriyi yapanları ne yazık ki haklı çıkarıyor…

                   ***                                ***                             ***
“Türkiye Türklüğü” konusuna dönüyorum… Etnik kimliklerin bir sentezi ve  ırksal çağrışımlarının önünü kesen  bir kavram olarak, bu söz bana daha birleştirici görünmeye devam ediyor… Şöyle de söyleyebilirdim: “Türk” sözünü “Türkiye Türklüğü” olarak anlamalıyız…  “Türkçe” ise, zaten Türkiye Türkçesidir…  Bu kavramların çevresinde birleşmek, Türkçenin kökenlerini, Türkiye Türklüğünün soydaş akrabalıklarını yadsımak değildir. Ama biz bir ulussak; bu ulusun bütün bileşenlerinin, tarihsel, kültürel, coğrafi, ekonomik vb… ortaklıklarının bütünü demek olan ulusal kimlik, elbette etnik kimliklerin, soydaş vb. akrabalıkların üstünde olmalıdır ve öyledir de…  Türkiye  Türkçesi ise, sözünü ettiğim yazılarımda ve katıldığım söyleşi ve konferanslarda yeri geldikçe dile getirdiğim gibi,ulusun ortak dili olmayı her hangi bir zorlamayla değil, yüzlerce yıllık gelişimiyle ve bu gün ulaşmış olduğu evrensel düzeyle kanıtlamış, hak etmiştir…

                      ***                                       ***                        ***

Sayın Birgül Ayman Güler’in bir cümlesi, sağ sol Türk Kürt ayrımı gözetmeksizin söylüyorum, bir turnusol kâğıdı gibi, parlamento içi ve parlamento dışı entelektüel düzeyimizi, aydın  kalitemizi açığa çıkardı… Ne yazık ki çok iyimser değilim..Ama kötümser de değilim…  

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/090213

ataolb@cumhuriyet.com.tr

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

2 Şubat 2013 Cumartesi

FAHRİ DOKTOR




     
 Fahri doktor,  cübbesini giydikten sonra şöyle konuştu:
     “Parlamentoda bir milletvekili , sanıyorum kariyeri de var.Ama ulus ile millet kavramını birbirine karıştırıyor.Ülkemizdeki Türk için kalkıyor millet, diğeri için ulus diyor. İçerikten haberi yok. Birisi öz Türkçe, diğeri Arapça”.
      Fahri doktorun bu sözlerini  oradaki esas doktorlar, cübbeyi giydiren rektör başta olmak üzere, şiddetle alkışlamış olmalılar.. Ben ise, bu birkaç cümleyi acaba neresinden tutarsak ne anlama geldiğini anlayabiliriz diye düşünüyorum.. Şimdi bu anlama çabasına girişelim…

                                        ***                      
İlk cümleyi bir daha okuyalım: “Parlamentoda bir milletvekili, sanıyorum kariyeri de var …”  Cümledeki  özne  fiilsiz olmakla birlikte, burada bir sorun yok diyebiliriz… Asıl söylenmek istenen ise, herhalde anlamlı bir  “es”ten sonraki  ikinci cümleyle söyleniyor:    “Ama millet ile ulus kavramını birbirine karıştırıyor…” Meram anlaşılmakla birlikte, dilbilgisi bakımından doğrusu şöyle olmalıydı: “Ama millet kavramı ile ulus kavramını birbirine karıştırıyor…” ya da “Millet ve ulus kavramlarını birbirine karıştırıyor..”
        Böyle olmayınca, cümledeki “millet”in de  aynı cümledeki “ulus” gibi bir “kavram” olarak mı,  yoksa milletin kendisi olarak mı kullanıldığı  anlaşılamıyor… Diyeceksiniz ki, adamın ne dediği ortada,  söz konusu parlamenterin bu iki kavramı karıştırdığını söylüyor, işi neden yokuşa sürüyorsunuz…. Böyle bir eleştiriyi haklı bulabilirdim, bu cümleyi kuran kişi sırtında yakaları yaldızlı cübbesiyle konuşan bir fahri doktor değil de , sokaktan geçen rasgele biri olsaydı…

                                               ***                       
      Yukarıdaki  cümlenin içerdiği   tek bir alt anlam olabilir: Millet ve ulus sözcüklerinin iki ayrı kavramı karşıladığı....  Asıl anlam ise, söz edilen  milletvekilinin bu farklı iki kavramı birbirine karıştırdığı, birinin yerine ötekini kullandığı… Derken üçüncü bir  cümle sökün ediyor… “Ülkemizdeki Türk için kalkıyor millet, diğeri için ulus diyor…”
         Dilimizde “tut kelin perçeminden” diye bir deyim vardır.  Fahri doktorun bu cümlesinin acaba neresinden tutmalı…Bir kere, parlamentoda söylenmiş olan söz biçim olarak da içerik olarak bu değil. O cümle, sonrasında da  medyada bin kez tekrarlandığı üzere, aynen şöyledir: “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir.”Fahri doktorun belli ki kafası çok karışmış. Cümleyi öncelikle, “Türk ulusu ile Kürt milleti eşit değildir ” diye, yani “milliyet” kavramını da “millet” olarak anlamış. Derken bu kafa karışıklığıyla kimin için millet kimin için ulus denildiğini  de karıştırarak, Türk için millet öteki için ulus dendiğini sanmış, ya da aklında öyle kalmış… Ve ortaya “Ülkemizdeki Türk için kalkıyor millet,diğeri için ulus diyor” gibi bir cümle ucubesi çıkmış… 
      Burada belki tek doğru olan, kurduğu bu cümlede, “fahri doktor”un, dilimizdeki bir başka ünlü deyimdeki gibi  “yiğitlik taslarken hırsızlığının ortaya çıkması”… Belli ki  bu kişi   “ülkemizdeki Türk”ü  bir ulusun adı, bir ulusu birleştiren ortak kimlik değil, etnisitelerden biri olarak görüyor… ve olasıdır ki  kendisini etnik aidiyet olarak Türk  saymıyor...  Ulus olarak da Türk  olgusunu  kabul etmediğine göre, acaba hangi ulusun mensubudur? Söz gelimi, Anadolu ve Rumeli İslam Cumhuriyesi desek?..

                                               ***                                     
        Sonraki iki cümle ise  her şeyi bir kez daha tepe taklak ediyor. ..Meğer sorun kavram karışıklığı da değil, sözcük karışıklığı imiş…Sözü edilen parlamenterin bilmeyip karıştırdığı şey, bu iki sözcüğün aynı anlama geldiği ve  birinin öz Türkçe ötekinin Arapça olması imiş…
      İnsanın birkaç cümlede böylesine bir dil ve mantık bulamacı yapmayı başarması için herhalde fahri doktor olması gerekiyor…
       Yoksa esas doktor mu demeliydim?

Cumartesi Yazıları/020213

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

BABALAR VE KIZLAR




     İvan Turgenyev’in dilimize “Babalar ve Oğullar” diye çevrilen  ünlü romanının adının doğru çevirisi “Babalar ve Çocuklar”dır.
     Fakat herhalde romandaki “çocuk” kahramanlar “oğul” olduğu için, İngilizce ve Fransızcaya da   bizdeki gibi “Babalar ve Oğullar” diye çevrilmiş…
   Turgenyev gibi bir yazar, romanını adlandırırken Rusça “sınovya” (oğullar)  değil de “deti” ( çocuklar) demeyi neden yeğlemiş olabilir?
     Bunun  dilden  önce sosyal bir olgu olduğunu düşünüyorum.
            Kız çocukları ikinci plandadır. Çocuklar denildiğinde de akla öncelikle oğullar gelecektir…
               ***                                      ***                          ***
   Yukarıdaki yorumumda bir yanılgı payı olabilir.
    Fakat bir gerçeklik payı olduğundan da kuşku duymuyorum.
     Bizde bugün de kimi yörelerde kaç kardeşsiniz sorusunun, şu kadar kardeşiz  dendikten sonra şu kadar da kız kardeşimiz var diye yanıtlandığına tanık olmuşuzdur…
    Babalar ya da anneler de  çocuklarını sayarken,neredeyse hemen her zaman erkek çocuklarına(oğullara) öncelik tanıyarak yaparlar bunu… Örneğin, bir oğlumuz bir kızımız var gibi…
    Oğullar her zaman ayrıcalıklıdır…

               ***                         ***                        ***
  Fakat bu ayrıcalık feodal törelerin hâlâ belli ölçüde geçerli olduğu bizimki gibi bir ülkede bile giderek etkisini yitiriyor.
    Sadece orta tabaka aydın çevrelerinde değil en sıradan halk insanları arasında bile kızlarından öncelikli bir sevgi ve dahası saygıyla söz eden babalara sıklıkla rastlıyorum.
     Bu olgu hiç kuşkusuz, kızların da artık günü gelince kocaya vararak ana baba ocağından uçacak bir evlilik metaı olarak değil, erkek evlat gibi  bir meslek sahibi olacak, bunun  için eğitim gören, bağımsız bir kişilik olarak algılanmalarıyla ilgili…
  
                   ***                               ***                                ***
          Bir kız babası olmanın nasıl değerli, ayrıcalıklı, incelikli bir duygu olduğunu, bir kızım olduğunda ve bu eşsiz duyguyu yaşadıkça  anlayacaktım.
         Oğlum olmadığı için karşılaştırma yapamam, zaten buna gerek de görmem.
        Hiç kuşkusuz o da aynı ölçüde değerli bir duygudur.
         Fakat babamla ilişkilerimi, onu gerçekten anlayıp yakınlık duyabilmem, onunla gerçek anlamıyla dost olabilmem için ancak kendi kırklı yaşlarıma ulaşmam gerektiğini düşündüğümde, baba kız ilişkilerindeki incelik ve duygululuk farkını daha iyi anlıyorum…

               ***                     ***                        ***
  Bu yazı başlığını bana, sevgili arkadaşım, kardeşim, kuşağımızın ve çağdaş şiirimizin büyük bir ozanının, Metin Altıok’un; biricik sevgili kızına, “ömrünün çiçeği”ne, Zeynep’ine yazdığı mektuplar esinledi…
      “Metin Altıok’tan Zeynep’e Mektuplar” şu günlerde “Kırmızı Kedi” yayınları arasında okuyucuyla buluştu…
     Kitabı   tutarken, sayfalarını çevirirken, ellerimin arasında sanki bir babanın  örselemekten korkarcasına tuttuğum; okşamak, korumak istediğim yüreği var…
      Mektuplar 1979’da İzmir’den,  daha sonra 1979-81 yıllarında Metin’in felsefe öğretmeni olarak gittiği Bingöl’den gönderilmiş. Kitap 1982 tarihli iki mektup ve uzun bir aradan sonra 1986’da yine Bingöl’den gönderilen bir mektupla sonlanıyor…
       Fakat bu kadar değil… Tekrar başa dönüyor, Zeynep’in kitaba önsözünü ve  önsözün bir devamı olarak Silivri zindanındaki Tuncay Özkan’a seslenişini bir kez daha okuyorsunuz.
       Tuncay Özkan, Zeynep’e bir küçük kız kardeş yakınlığındaki 
Nazlıcan’ın babası…
         İkisi de babalarına hasretler…
          Bu ortak hasret bir yazgı yoldaşlığına; onu da aşarak adaletsizlik, zalimlik, kötülük, duyarsızlık karşısında bir omuzdaşlığa, direniş ve dayanışma arkadaşlığına dönüşüyor…
       Bu arkadaşlık ve babalar ve kızlar arasındaki bu sevgi bağı, bana “Babalar ve Oğullar”da işlenen konudan da daha çağdaş ve bir destan yüceliğinde görünüyor…

Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/030213

ataolb@cumhuriyet.com.tr
http://behramogluataol.blogspot.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..