25 Ekim 2018 Perşembe

NÂZIM HİKMET’İN OĞLU



Onu babası Nâzım Hikmet’in şiirleriyle tanıdık.
Daha doğrusu Nâzım’ın Memet adında bir oğlu olduğunu bu şiirlerden öğrendik.
Çünkü şiirleri “kendi dilinde kendi ülkesinde” yeniden yayınlanmaya başlayıncaya kadar yaşamı konusunda bildiklerimiz de söylentilerden ibaretti.
Sonra şiirlerin ve başkaca yapıtların yanı sıra yaşamına ilişkin bilgiler ve belgeler birbirini izledi.
Bu arada birkaç fotoğrafında Memet’in, o yaşlardaki babasına benzeyen , sarışın, aydınlık yüzlü bir çocuk olduğunu gördük.
Sonra öyküsünü de öğrendik.
Nâzım Hikmet 1950’de ülkesinden ayrıldıktan birkaç yıl sonra eşi Münevver Hanımla Memet’in de ülkeden gizlice ayrılabilmelerini ve Polonya’ya yerleşmelerini sağlamıştı.
***
Memet’i sayılı görüşlerimden ilki 1971-72 yıllarında Paris’tedir.
1951 doğumlu olduğuna göre 21-22 yaşlarındaydı.
Dino’ların evinde karşılaştık.
Herhangi bir şey konuştuğumuzu anımsamıyorum ve sanmıyorum.
Bir ara telefonla, herhalde Polonya’da bir arkadaşıyla Lehçe konuşması şu anda gibi gözlerimin önündedir.
Öyle candan, akıcı bir konuşmaydı ki; kendini ait hissettiği dilin o dil olduğunda kuşku yoktu.

****
1980’lerdeki ikinci Paris yıllarımdan tek ve çok iyi anımsadığım konuşmamız ise ne yazık ki üzücü bir konudadır.
Üzerinde “Türkiye dışında bütün ülkelerde geçerlidir” yazılı mülteci pasaportuyla yaşadığım Paris’teki o hüzün dolu günlerin birinde, o sırada ailece yaşamakta olduğumuz Montreuil’deki evimizin telefonu çaldı.
Arayanlar Sovyet Yazarları Birliği Türkiye bölümünün her şeyi,sevgili arkadaşım Vera Feonova ve “Saman Sarısı”nın kahramanı, henüz tanışmadığımız Vera Tulyakova’ydı….
Benden eşi Nâzım Hikmet hakkında , Tulyakova’nın Rusya’da da henüz basılmamış çalışmasını Türkçeye çevirmem isteniyordu.
Bir süre sonra daktiloyla yazılmış metin geldi.Bir solukta okudum ve elbette çevireceğimi söyledim. Artık arkadaş olduğumuz(daha sonra Paris’te konuğumuz olan) Tulyakova’nın , Nâzım’ın son yıllarına ilişkin anılarını kâh kahkahalarla kâh gözlerimde yaşlarla çevirdim.
***

Anıların önce Hürriyet gazetesinde yayınlanması için Paris’e gelen arkadaşım Koray Düzgören’le bir çalışma yaptık ve ondan kitaba sadık kalınacağının, asla sansasyonel bir yayın yapılmayacağının sözünü aldım. Nitekim öyle de oldu…
Fakat bir gün Gare du Nord’da aldığım gazetede, o gün yayınlanan bölümde üst başlık olarak “Münevver Memet’e hapishanede hamile kalıyor” cümlesini okuduğumda çok canım sıkıldı.
Bu sözler yazarın dip notu olarak kitapta yer alıyor olsa da başlığa çıkarılması densizlikti. Korktuğum başıma gelmekte gecikmedi. Memet beni düelloya çağırır gibi, telefonla,şimdi neresi olduğunu anımsamadığım bir yerde ertesi gün görüşmeye çağırıyordu…
Olabilecekleri tahmin ettiğim için herkesin güven duyduğu arkadaşımız Babür Kuzucu’dan, bir düello tanığı çağırır gibi, oraya gelmesini rica ettim…

***
Söylenen gün ve saatte üçümüz de oradaydık…
Memet’in ilk cümlesi neredeyse tam tamına ” Kadavraların seks hayatıyla uğraştığımız için utanmamız gerektiği”ydi….,Ardından özetle,beni iyi bir şair bildiğini, yapılan şeyin yakışmadığını, annesini üzecek bir şey daha olursa hesabını soracağını çok sert bir tonda sıraladı...
Onu, o sıralarda arada bir ağız dalaşı yaptığımız kardeşim Nihat’ı dinler gibi dinledim… Fiziksel bir davranışta bulunsa ister istemez karşılık verirdim, fakat böyle bir şey çok şükür olmadı… Yanıtım ise sadece, Nâzım Hikmetin bizim için kadavra olmadığı ve Nâzım’ın oğlu olmanın kimsenin tekelinde olmayıp bizlerin de onun oğulları olduğumuzdu…
***
Sonraki yıllarda Memet’le seyrek olarak Büyük Adadaki karşılaşmalarımızda ne selamlaştık, ne konuştuk. Fakat ona karşı bir zerre olumsuz bir duygum ya da düşüncem olmadı. Tersine, babasız büyümesinin üzüntüsünü hep duydum ve onun da babası gibi gurbet eldeki erken ölümüne çok, ama çok üzüldüm…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/241018

18 Ekim 2018 Perşembe

AVUKAT



-İstanbul Barosunun unutulmaz başkanı, büyük hukukçu, hapishane arkadaşım sevgili Orhan Apaydın ağabeyimin anısına-
Fransızcadan aldığımız “avukat” sözcüğünün kökeni Latince ”ad vocare” imiş…
Çağırmak, ses etmek anlamlarına gelen “vocare” fiilinin avukatlıkla ilişkisinin ise iki farklı yorumuyla karşılaştım.
İlki, mahkemeye çağırmak.
Bu yorumu pek anlamlı bulmadım.
İkincisi ,yardıma çağırmak.
Bu yorum avukatlık olgusuna (mesleğine) daha çok yakışıyor…

***
Kardeşim Namık Kemal Behramoğlu’nun tanık olduğum meslek yaşamında, avukatlığın nasıl güç, çileli bir iş olduğunu yakından gördüm.
Ayrıntılara girmeye gerek yok.
Özetle söyleyebileceğim; hukuk alanındaki meslekler içinde en güç, en çetrefil ve her bakımdan en güvencesiz mesleğin avukatlık olduğudur.
Tıp alanıyla, doktorluk mesleğiyle de bir benzerliği vardır.
Doktordan hastayı mutlaka iyileştirmesi beklendiği gibi, avukatın da üstlendiği davayı ille de kazanması beklenir…
Bu ise her iki durumda da her zaman olanaklı değildir…
Aradaki fark ise, doktorun başarısızlığının nedenleri her şeye karşın ve istisnalar dışında anlayışla karşılanırken ve çabası değerli bulunurken, üstlendiği davanın niteliği ne olursa olsun başarılı olamayan avukatın çabaları bir anda hiçlenir, aldığı avukatlık ücretini sanki hak etmemiş gibi olur…
Bu ise, bu meslekle ilgili önemli bir algı sorunu, toplumda ciddi bir bilgi ve anlayış eksikliği olması demektir…

***
Özlük hakları bakımımdan da avukatların en güç ve güvencesiz konumdaki hukukçular olduğunu yine yakın gözlemlerimle biliyorum.
Sözü edilmeye değer bir emeklilik güvencesi olmadığı için neredeyse son nefesinize kadar çalışmak, dosya açmak ve izlemek zorundasınızdır…
Müvekkile dert anlatmak,bürokrasi sorunlarıyla boğuşmak, adliye koridorlarında koşuşturup duruşma salonlarında nefes tüketmek bu mesleğin olmazsa olmazlarıdır.
Bütün bu çırpınışlar ve çoğu kez gereksiz zaman israfı içinde, avukat kendini geliştirmek, mesleğinin inceliklerinde daha ayrıntılara inmek, kişisel ve toplumsal yaşamın bütün alanlarıyla ilgili hukuk biliminin derinliklerine ulaşabilmek için gereken enerji ve zamanı nasıl bulacak?
***
Günümüz Türkiye’sinde avukatlık mesleği siyasal iktidarın da hedefinde, saldırısı altındadır.
Son birkaç ayda gazetedeki posta kutum, aralarında azımsanamayacak sayıda avukatların da bulunduğu tutuklu mektuplarıyla dolup taştı.
Demokrasinin geçerli olduğu hiçbir ülkede bu kadar çok sayıda avukat hapiste olamaz.
1 yıl süren tutukluluk sonrasında 14 Eylüldeki duruşmada tahliye edilen 17 avukattan 12’si hakkında , savcılığın itirazı üzerine ertesi gün yeniden tutuklama kararı verildi.
Bu itirazı yapan ve bu kararları verenlerin de hukukçu olmaları nasıl büyük, can acıtıcı bir çelişki!
***
Burhaniye T Tipi hapishanesinden gönderdiği 23 Temmuz tarihli mektubunda,2006’daki ölüm orucu sırasında toplumun yakından tanıdığı avukat arkadaşım Behiç Aşçı, SEGBİS adlı bir uygulamadan söz ediyor.
OHAL kalkmış olsa da ona dayanarak yapılmakta olan bu uygulamaya göre;mahkeme heyeti isterse ,tutuklu salona getirtilmeden, duruşma ona bir ekrandan izlettirilerek de yargılama yapılabiliyor…,.
Engizisyon mahkemelerinde bile, savunmanın özgürce yapılması demek olan yüz yüze savunma hakkına uygun davranıldığını belirten avukat arkadaşım özetle, SEGBİS denilen bu uygulama ile “yargılanan kişinin küçük bir TV ekranına sıkıştırılmaya çalışıldığını…” söylüyor…
Yani F Tipi zulmünün mantıksal devamı, ölmeden mezara konulmak gibi bir şey…
***
Bu yazı önümüzdeki hafta sonu yapılacak İstanbul Barosu seçimleri öncesinde ve bu seçim düşünülerek yazılıyor.
(Kökeni yine Latince olan) Fransızca “barreau”dan dönüştürdüğümüz “baro”, savunmayı yargıdan ayıran parmaklık anlamına geliyormuş…
Avukatlar bu gün sadece mahkeme salonunda değil, her anlamıyla (demir) parmaklıklar arkasında…
Öyleyse ayrışmanın, bölünmenin, parçalanmanın değil, güçleri en akıllıca birleştirmenin zamanındayız…
Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/171018

11 Ekim 2018 Perşembe

KİŞİLİK YİTİMİ



George Orwell’in 1949’da yayınlanan “1984”ünü, Türkçede yayınlanışının üzerinden de uzun süre geçmesine karşın ancak şu günlerde okuyabildim.
Kitabı 1960’larda okumuş olsam, hakkında ne düşünürdüm, bilmiyorum.
O günlerin devrimci-romantik coşku ortamında belki de sıkılır,
sonuna kadar okuma gereği duymazdım.
Gerçi bu gün de beğeniyle okuduğumu söyleyemem.
Fakat bugünkü az beğenirliğimin nedeni içerikten çok romanın yapısı, kurgusuyla ilgili.
Didaktik bir yapıt bu.
Kahramanlar yaşayan kişilikler değil, yazarın düşüncelerini dile getirme araçları.
Onlara roman kahramanı bile denemez.
Fakat yine de hiç kuşkusuz önemli bir kitap bu.
Önemi ise, bana kalırsa pek de üstün nitelikli sayılamayacak yazınsal değerinden çok, cesaretle dile getirdiği düşünceleriyle ilgili…

***
Orwell’in “1984”ten birkaç yıl önce yayınlanan ve ona büyük ün kazandıran “Hayvan Çiftliği” adlı yapıtını da henüz okumamış olmama karşın, hakkında yazılanlardan bu kitabın açıkça Stalin Rusya’sına yönelik bir “grotesk” anlatı örneği olduğunu biliyorum.
1984” ise, ağırlıkla yine bu yönetimi çağrıştırmasına karşın, genel olarak totaliter yönetimlerin eleştirisi sayılabilir.
Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş, fakat sonlara doğru giderek yoğunlaşan bir düşüncenin, “kişilik yitimi” diye adlandırılabilecek bir kavramın, bu kitabında yazarı en çok ilgilendiren(ve kaygılandıran) konu olduğu sanırım söylenebilir.
Anlatının ortalarında bir yerde, iki sevgili Julia ve Winston arasındaki bir konuşmada, bu sorun ilk kez tartışma konusu yapılmaktadır.
Julia’ya göre, işkence gören kişi her şeyi itiraf eder.
Winston’un yanıtı, önemli olanın itiraf değil, duygular olduğudur.
Cümlesini şöyle tamamlar: “Beni seni sevmekten caydırırlarsa, işte asıl o zaman ihanet etmiş olurum.”
Julia bir zaman düşündükten sonra ona hak vererek, “Bunu asla yapamazlar” der; “Sana her şeyi, ama her şeyi söyletebilirler, ama seni beni sevmediğine inandıramazlar.İçine giremezler”
İçine giremezler” romanın kilit cümlesidir…
Zor karşısında her şeyin, (düşünce ve inançlarından ötürü işkence gören kişiye ilgisi bulunmayan konularda yöneltilen suçlamaların bile) işkenceye son verilmesi için kabul edildiği bilinen bir şeydir…
Fakat bundan daha kötüsü, işkence gören kişinin itirafa zorlanmasından çok, işkencenin onun kişiliğini bozup değiştirmeye, düşünüp inandıklarının tersini düşündürüp inandırmaya yönelik ve bunda da başarılı olunmasıdır…
Kişilik yitimi diye adlandırdığım da tam olarak budur.
***
Orwell kitabında, totaliter yönetimlerin kitleleri nasıl sürüleştirip yönlendirdiğini gösteriyor.
Fakat milyonlarca kişiye tek tek maddi işkence yapılamayacağına göre bunun yolu eldeki bütün olanakları kullanarak beyinleri yıkamak, bir yalan ve korku imparatorluğu kurarak tek tek her bireyin kişilik yitimine uğramasının yolunu açmaktır.
Günümüzde bu olanaklar, “1984” yazarının tasavvur sınırlarını da ötesindedir.
***
Kitapta bu kitleler için söylenip geçilen, fakat çok ilgimi çeken bir cümle de şu oldu:
Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler..”
Üzerinde ne kadar düşünülse azdır...

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/101018