30 Aralık 2017 Cumartesi

İKİ YILDÖNÜMÜ


Salı günü iki yıldönümü toplantısına katıldım.
İlki yüzüncü yıl dönümünde Ekim Devrimi konusunda Bedri Baykam’ın Piramit Sanat’ında düzenlenen toplantıydı.
Bedri Baykam, dakikasını boşa harcamayan, tanıdığım en çalışkan dostlarımın başında gelir.
Resimler, kitaplar, sergiler, yazılar, seyahatler, kimi kez bir kaç tanesi bir arada sanatsal ve toplumsal etkinler, baş döndürücü bir yaratıcı çalışma temposu…
Konuşmacılardan biri olarak girdiğim toplantı salonunda, gözüme ilk çarpan, doğum yıldönümünde İsmet İnönü için düzenlenen resim sergisiydi…
Salon ise, tamamen doluydu…
1917 Ekim Devrimi, yüzüncü yılında da,içinde ülkemizin de bulunduğu bütün dünyada insanlığın ilgi odağında olmayı sürdürüyor.
Emek sömürüsü, eşitsizlik, adaletsizlik olduğu sürece de bu ilgi devam edecektir.
1789 Fransız Devriminin sona erdiği nasıl söylenemezse, Ekim Devrimi için de bu fazlasıyla böyledir…
Konuşmacılar( Paneli yöneten Bedri Baykam, felsefe profesörü Örsan Öymen, tiyatro sanatçısı ve Sanatçılar Girişimi sözcülerinden Orhan Aydın, benim değerli öğrencilerimden Dr.Barış Zeren ve ben) farklı sözcükler ve farklı yönlerden de olsa özetle bunları söyledik.

***

İkinci toplantı Roboski Katliamının 6. Yıldönümü için Şişli Kent Kültür Merkezinde düzenlenen anma toplantısıydı….
Ekim Devrimi panelinde konuşmalar bittikten sonra tartışma bölümüne kalamayıp Roboski anmasına katılabilmek için hızla hareket etmem gerekti…
HDP İstanbul örgütünün çağrısıyla katıldığım anma toplantısı ben oraya ulaştığımda başlamıştı ve sürmekteydi.
Az sonra Roboski belgeseli gösterileceği için gelir gelmez çıkarıldığım sahneden, yarı karanlık salondaki topluluk içinde gözüme ilk çarpan beyaz başörtülü kadın topluluğu oldu.
Bunlar belli ki, katliamın 6. Yılında sorumluları hâlâ ortaya çıkarılıp yargılanmayan katliamın 19’u çocuk olan 34 kurbanının anneleri, kardeşleri,eşleri, başkaca yakınlarıydı…
Yarı karanlıkta yüzleri tek tek seçemediğim için ön sırada HDP Milletvekillerinin olduğunu sonradan öğrendim.
İki şiirimi okuma öncesindeki kısa konuşmamda, bir ülkede tek bir insan, hele tek bir çocuk, tek bir bebek acı çekmekteyse, bunun bütün bir ülkenin acısı olduğunu, böyle olması gerektiğini söyledim.
Ardından, “Kan Dökücülüğün Tarihi Yazıldığında” ve “Erdem ve Erdemsizlik Üzerine” adlı şiirlerimi okudum.
Orada, yarı karanlıkta, beyaz başörtülerini seçebildiğim annelere, eşlere, kardeşlere, kurbanların çocuklarına buradan da sevgilerimi göndererek, “Kan Dökücülüğün Tarihi Yazıldığında” başlıklı şiirimden bir bölümünü buraya da almak istedim:
Kan dökücülüğün tarihi yazıldığında 
Kendileri gibi düşünmeyenlerin 
Kanına susayanlar 
Yerlerini alacaklar ilk sırada
Vicdansızlığın tarihi yazıldığında 
Gözyaşı üstüne kurulu saraylarda 
Güvende olduklarını sananlar 
Bir başka dünyada değil bu dünyada 
Vicdanlardan yükselen alevlerin 
Cehenneminde yanmaktan kurtulamayacaklar
(“””)
Yalanın tarihi yazıldığında 
İnanç ticaretinde ustalaşanlar 
Gerçeğin ışığı köreltince gözlerini 
Karanlıkta beslenen yaratıklar gibi 
Çırpınıp kaçmaya çalışsalar da 
Aklın aydınlığında yok olacaklar 
(….)
Bütün bu tarihler yazılacak bir gün 
Ve zaten yazıldı, yazılmakta da 
Fakat sadece cinayet tasarımcıları 
Ve kapı kulları değil 
Korkak suskunluklarının lanetli rahatlığında 
Cinayete seyirci kalanlar da 
Sıralanacaklar kanlı sayfalarda 



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/301217
________________________________________________________________
Bu Cumartesiyi Pazara bağlayan, gece yarısı saat 1’de, HALK TV’de, Haluk Çetin’in Şiir İçi Şarkılar programında olacağım.


23 Aralık 2017 Cumartesi

CHP’Yİ KORUMAK


Hamburg
Cumhuriyet Halk Partisi Hamburg Birlik Başkanı, yakın dostum Coşkun Coştur’un davetiyle birkaç gündür Hamburg’dayım.
Eşimle birlikte bu gelişimiz daha çok bir kaç gün gezip dinlenmek içindi.
Nitekim Kiel’de, Günter Grass müze evini de gezdiğimiz Lubec’de ve dünya masalları içinde en sevdiklerimden biri olan o sevgili Bremen Mızıkacıları’nın kenti olan Bremen’de, kısa süre içinde de olsa güzel zamanlar geçirdik…
Fakat, Giresun’un bir köyünden çocuk denebilecek bir yaşta geldiği Hamburg’da fabrika işçiliği ve uzun süre işçi temsilciği yapan, aldığı eğitimle ve yetenekleriyle kendini seçkin bir aydın olarak yetiştirmeyi başaran Coşkun Coştur’un Hamburg’a kazandırdığı “Hamam Hafen”in restoran bölümünde çoğunluğu CHP’li ya da CHP’ye yakın arkadaşlarla yaptığımız söyleşi olmasa bu güzel gezi eksik kalırdı…
Bu yazının asıl konusu bu buluşmada konuştuklarımız olacak…

***
İyi Parti adı altında, ülkemiz siyasetinde merkezdeki boşluğu doldurmaya aday bir partinin kurulması, son yıllar siyasal yaşamımızın kuşkusuz en önemli olaylarından biri, belki en önemlisidir.
Çünkü AKP büyük ölçüde bu boşluktan yararlanarak iktidar olmayı başardı ve yine bu boşluk sayesinde iktidar olmayı sürdürebildi…
. İyi Parti merkezdeki boşluğu doldurabilecek mi? Kuşkusuz haklı bir sorudur bu. Ben iyimserliğimi sürdürüyor ve öyle olmasını diliyorum. Geçmişe dönük kuşku ve eleştirilerin bu gün için iktidarın ve yardakçılarının işine yaramaktan başka bir anlam taşımadığını düşünmeye devam ediyorum. Hayat geriye doğru değil, ileriye doğru akıyor. Şu anda muhalefet partileri arasında yaklaşan seçimlere ilişkin ortak hareket konusundaki olumlu söylemler ve sinyaller de bu görüşümü doğruluyor.
Hamburg’da konuşulanların odaklandığı sorunlardan biri buydu.
Fakat CHP’li arkadaşları kaygılandıran asıl konu, CHP’den İyi Parti’ye yönelik bir oy kayması yaşanıp yaşanmayacağı sorunuydu… Bu soru doğal olarak Türkiye’de de sorulmakta. Şimdi, bu konuda, Hamburgda ve daha önce başka toplantılarda ve yazılarımda dile getirdiğim görüşlerimi bir kez daha özetlemek istiyorum…
***
Cumhuriyet Halk Partisi sınıf partisi değil, kitle partisidir.
Fakat onun asıl ve daha temeldeki niteliği bir ideoloji partisi olmasıdır.
Bu ideolojinin adı, büyük harflerle yazıyorum, AYDINLANMA’dır.
Aydınlanma, Atatürk adıyla özdeşleşen Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ilkeleridir.
İnsan merkezli dünya, laiklik, akıl ve bilim öncülüğü demektir.
Cumhuriyet Halk Partisi bu ilkelerin ve bu demektir ki Türkiye Cumhuriyetinin varlığının biricik, başta gelen güvencesidir.
Cumhuriyet tarihimiz bunu böyle kodlamıştır ve bu gün bu her zamankinden daha çok böyle olmak zorundadır ve böyledir.
Aydınlanma ideolojisinin güvencede olmasının koşulu ise, Cumhuriyet Halk Partisinin emekten, sosyal devlet anlayışından yana, sola dönük bir parti olma zorunluluğudur.
Yeni kurulan parti, gerçekten merkezde bir parti olacaksa, iktidardaki gerici kliğe karşı toparlayıcı bir seçenek oluşturmak amacındaysa, bunu ancak Cumhuriyetin temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla yapabilir. Fakat savunacağı ekonomi politikası, kaçınılmaz olarak, liberalizm, Pazar ekonomisi politikaları olacaktır… Söylemlerinde ve etkinliklerinde de, aydınlanma ideolojisinden ödünler verecek olması kaçınılmazdır…
CHP ve böyle bir merkez parti arasında, Batı’da ve zaman zaman bizde de görüldüğü gibi ittifaklar yapılabilir, yapılmalıdır.
Bu gün bu bizim için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Fakat bu ittifak, CHP tabanından merkeze kaymalar olacağı anlamına gelemez, gelmemelidir.
Tersine, asıl şimdi, CHP bütün üyeleri ve seçmeniyle aydınlanma ideolojisinde daha da çelikleşmek, sola açılan ekonomi politikalarında da daha açık, kararlı ve etkin olmak zorundadır ve şimdi bunu başarmada daha fazla şansa ve olanağa sahiptir.



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/231217

16 Aralık 2017 Cumartesi

Aydınlanma ve Atatürk Devrimleri Çalıştayı’nda


Bu haftaki yazımı CHP Bilim Yönetim Kültür Platformu Başkanlığı’nın Kadıköy Belediyesi Kozyatağı Kültür Merkezi’nde düzenlediği aydınlanma konulu çalıştayından yazıyorum.
Çalıştay bugün (Cuma), platform başkanı Prof. Dr. Onur Bilge Kula’nın mükemmel açılış konuşmasıyla başladı. Onur Bilge Kula, Almanca ve Felsefe profesörü; bilim insanı olduğu kadar da seçkin bir edebiyat düşünürüdür. Konuşmasında aydınlanma kavramının Doğu’da ve Batı’daki düşünsel temellerini ve gelişimini edebiyat alanından örneklerle de anlatıp açıkladı. Örneğin ben büyük İslam düşünürü İbn-i Sina’nın ilk felsefi romanın yazarı olduğunu da bu konuşmadan öğrendim. Fransız aydınlanmacı düşünür ve yazarı Denis Diderot’un “Kaderci Jacques ve Uşağı” romanından Hegel’den geçerek Brecht’in “Puntila ve Efendisi” oyununa ulaşan bağlantıyı da bu konuşmadan öğrenmiş oldum.
Çalıştayın ilk oturumunda Prof. Dr. Taner Timur, Prof. Dr. Betül Çotuksöken ve sevgili Ali Sirmen konuştular. Taner Timur aydınlanma felsefesinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi konusunda önemli bir analiz yaptı. 18.yüzyılda başladığı varsayılabilecek Osmanlı aydınlanmasının 19.yüzyıl süreçlerinden geçerek Atatürk’ün aydın ve devlet adamı kişiliğinde nasıl bir zirveye ulaştığını anlattı.
Burada, Onur Bilge Kula’nın yine Atatürk’ün aydın kişiliğiyle ilgili saptamasını paylaşman isterim. Kula’nın çok haklı olarak belirttiği gibi büyük önderi sadece asker ve hatta devlet adamı kişiliğine indirgemek yanlıştır. O aynı zamanda büyük bir aydın, ender yetişen bir aydınlanma düşünürüdür. Onur Bile Kula, Atatürk’ün Anıtkabir’deki kitaplığında yaptığı araştırmada büyük önderin aydınlanma konusunda altlarını çizerek okuduğu 57 kitap saptamış. Toplam olarak üç binin üzerinde kitap okuduğunu biliyoruz. Günümüz siyasetinde şu anda iktidarda olanlarla ne hazin bir karşıtlık.
Prof. Dr. Betül Çotuksöken’in konuşmasında altını önemle çizdiğim kavramlardan biri “kişisel onur” kavramının aydınlanma düşüncesindeki temel önemi ve bunun dünyanın değer kazanmasıyla ilişkisi oldu. Altını çizdiğim bir başka kavram Kant’tan hareketle ele aldığı “aklın özel bir kamusal kullanımı” oldu.
Gerek Onur Bilge Kula’nın, gerekse Taner Timur ve Betül Çotuksöken hocaların konuşmaları mutlaka yayınlanmalıdır ve sanırım yayınlanacaktır.
Aynı oturumda konuşan Ali Sirmen’in Batı’nın Türkiye Cumhuriyeti devrimini yeterince anlayıp değerlendiremediğini söylerken çok haklıydı.
Bir sonraki oturumun konuşmacıları Prof. Dr. Ayşe Erzan, Prof. Dr. Burhan Şenatalar, Batuhan Aydagül, Atatürk dönemi aydınlanma düşüncesi ve eğitim alanındaki uygulamaları konusunda saptamalar yaptılar.
Ben öğleden sonraki oturumda, Gülriz Sururi ve Suna Kan’dan sonra konuştum. Konumuz Atatürk devrimleri, aydınlanma ve sanattı. Değerli sanatçılarımızın konuşmalarından sonra yaptığım konuşmada ben de aydınlanma düşüncesi ve var olma duygusu; bu kavramla insan oluşumuzun özdeşliğine ilişkin düşüncelerimi anlattım. Bu varoluş, insan oluş olgusunda (süreçlerinde) sanatın, bilime özgü kavramsalı da kapsayan imaj yaratma özelliği ve bu sentezin insan varoluşundaki öneminden söz ettim.
Şu anda bunları yazarken yanı başımdaki arkadaşım Elif Akkaya el yazılarımı aynı anda gazeteye göndermek üzere bilgisayara geçiriyor ve ben bir yandan da şu andaki oturumun konuşmacıları Orhan Bursalı, Alper Akçam’ı dinleme sonrasında Merdan Yanardağ’ın konuşmasına kulak veriyorum. Az önce CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu da girdi salona. Birazdan da Doç.Dr. Barış Doster konuşacak.
Önemli bir çalıştaydı. Sonraki iki oturumda da yine değerli aydınlarımız konuşacaklar. Fakat yazımı gazeteye yetiştirmek için burada durmak zorundayım. Aydınlanma düşüncesini, bilimsel düşünme yöntemi ve bilgi birikimini bütün topluma ulaştırmalıyız. Burada Cumhuriyet Halk Partisi’ne öncü ve çok önemli bir görev düşüyor.
İlk adım olarak bu çalıştayın ve benzerlerinin başka şehirlerimizde de tekrarı gerekiyor.



15.12.2017

9 Aralık 2017 Cumartesi

AH İSTANBUL!..


Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunda kuşku yok.
Belki de en güzelidir.
Nereden geliyor bu güzellik?
Coğrafyadan öncelikle.
İçinden deniz geçen bir başka şehir olduğunu görüp işitmedim.
Bir tek Sydney’de, Okyanusla şehrin buluşmasında İstanbul’dakine benzer bir şey duyumsamıştım.
Benzersiz çekiciliğinin bir başka büyük nedeni sahip olduğu kültür sentezi olmalı.
Hıristiyan ve İslam kültürü ve sanatı bu şehirde hiçbir yerde olmadığı kadar yüzyıllarca birlikte yaşamayı sürdürdü…
Kuşkusuz Ermeni, Musevi dinsel inançları ve yaşama kültürleriyle bir arada…
Günümüzde de bu birlikteliğin izleri hâlâ görülebiliyor…
Fakat artık sadece iz olarak…
İstanbul Boğazı(Bosfor) çok şükür yerli yerinde…
Fakat onu çevreleyen tepelerin ve kıyıların da, değil geleneksel İstanbul’la, 1900’lerin ikinci yarısına kadar yaşamını sürdüren İstanbul’un görünümü ve kültürüyle de hemen hemen ilgisi kalmadı…
İster modernleşme, ister yozlaşma denilsin…
Bu gün yaşadığımız İstanbul, bu şehirden birkaç günlüğüne gelip geçen yerli ve yabancı konukları büyülemeyi sürdürse de, hangi sınıftan ve gelir tabakasından olursa olsun yerleşik sakinlerini mutlu etmeyen, onların her birine olanakları ve hayal güçleri ölçüsünde onu terk etme planları yaptıran bir şehirdir.
Melisa Gürpınar’ın “Tiyatro Ayna” topluluğundan izlediğimiz “İstanbul’un Gözleri Mahmur” adlı oyunu bu acıtıcı gerçeği tam da başladığı süreçlerden yakalayıp anlatıyor…
***
Sevgili Melisa’nın oyununda sıklıkla tekrarlanan bir cümle, oyunda işlenen konunun özlü bir özeti gibidir:
İstanbul’da önce yollar açıldı, sonra Anadolu’ya açıldı bu yollar…”
1950’lerden söz ediliyor böylece.
Denebilir ki gelişmenin, modernleşmenin, kaçınılmaz olduğu kadar gerekli de bir evresiydi bu.
Böyle bir açıklama kabul edilebilir de olsa, sözü edilen modernleşme süreci denetlenemez miydi sorusuna engel oluşturamaz.
Nasıl mı engellenirdi?
Anadolu’da tarımı modernleştirerek, fabrikalar açarak, iş olanakları sağlanarak.
Ulusal ekonomiyi var olan zenginliklerin yağmalanması üzerine değil yeni zenginlikler yaratma üzerine kurarak.
Böylece de İstanbul’a Anadolu’dan göç kapılarını sınırlamış olarak…
Yapılanlar ise yapılması gerekenin tam tersi oldu…
***
Bu gün gelinen nokta en vahim olanıdır.
İstanbul İstanbul olalı…” böylesine hoyratça bozulup yağmalanmadı...
Açılan ve açılması planlanan yollar, köprüler, kanallar vb. yaşamı bir ölçüde kolaylaştırıyor gibi görünse de doğayı daha da tahrip ederek , İstanbul ve İstanbullu kimliğini yok ederek bu sevgili şehre bütün tarihinde görülmedik ölçüde kötülük yapıyor…
Boğaz artık İstanbul’a ait değilmiş gibi, yabancıymışız gibi , sevinçsiz, amaçsız akıp gidiyor…
Ah İstanbul…” kayıp gidiyor ellerimizden…
Dilek Türker ve arkadaşları; Melisa Gürpınar’ın duygulu, bilinçli aracılığı ve Hakan Altıner’in deneyimli,etkileyici yorumuyla bu gerçeğe “ayna” tutuyor…
Fakat yine de umutsuz olmadan…
Dirençle, meydan okuyarak…
Oyunun sonunda sevgili Dilek’in, sadece en uzak aile kökenlerinden İstanbullu olarak değil kendisi İstanbul olarak izleyiciye seslenirken, bir direniş anıtı gibi dile getirdiği final cümlelerindeki gibi:
Ben hep buradayım.
Herkes gitse de mi?
Evet.
Nefes almak bile zorlaşsa da mı ?
Evet.
Peki ama neden ?
Çünkü ben İstanbul’um….”


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/091217

2 Aralık 2017 Cumartesi

KİTAP FUARLARI


Ülkemizin neredeyse her yöresinde kitap fuarları açılıyor. Öylesine bir yoğunluk ki yetişmek neredeyse olanaksız ve yorucu. Fakat öte yandan çok önemli bir kültür hizmeti , muazzam ve sanırım bu biçimiyle bize özgü bir olay.
Kitap Fuarları TÜYAP’la başladı. İlki 1982’de Tepebaşında açıldı ve Beylikdüzü’ne taşınıncaya kadar da her yıl orada devam etti. Tepebaşı günlerini nostaljiyle ve o günleri birlikte yaşadığımız pek çok yazarımızın bu gün yaşamda olmayışının hüznüyle anımsıyoruz.
Daha öncelerde de yazmış olmalıyım. 1983 yılı Aralık ayında açılan Tüyap İstanbul Kitap Fuarına ilişkin bir anımı bir kez daha paylaşmak istedim.. . O yılın Kasım ayında 8 yıl hapis cezasına mahkûm edilen bir kaçak olarak gizlendiğim bir evde Cumhuriyet’in kitap fuarına ilişkin ekinde gördüğüm karikatür şu andaymışçasına gözlerimin önündedir.
Boş bir masa önündeki kuyrukta şen şakrak bekleyen insanlar. Masanın arkasında iki fuar görevlisi konuşuyor:
-Yazar sekiz yıla mahkûm oldu gelemiyor demediniz mi?
-Dedik, ziyanı yok,bekleriz diyorlar…
***
Bu yıl ajandamda görebildiğim kadarıyla Ocak ayında Ankara Kitap Fuarı ve Tüyap Adana Kitap Fuarına; Şubatta Tüyap Samsun ,Mart ayında Isparta Belediyesi Kitap Fuarı ile Tüyap Bursa ve İzmir Konak Belediyesi Kitap Fuarlarına katılmışım. Bunları Nisanda Konya ve Merzifon Belediyelerinin kitap fuarları , Tüyap İzmir Kitap Fuarı ve Susurlukta bir kitap fuarı izlemiş… Mayısta Kadıköy Belediyesinin Haydarpaşa Garındaki muazzam Kitap Fuarı… Ağustos’taki Edremit Belediyesi Kitap Fuarını Ekim’de Edirne, Eskişehir, Van, Kayseri kitap fuarları izliyor…Kasım’da Tokat, Çorlu Kitap Fuarları ve son olarak da Antalya Konyaaltı Belediyesinin bu yıl gerçek bir zirve yapan kitap fuarı…
Bunlar benim katıldığım fuarlar…. Katılamadıklarım da olmuştur… Sadece yukarıdaki liste bile, kitap fuarı olgusunun nasıl büyük bir kültür olayına dönüşmekte olduğunun göstergesidir.
Hemen her birindeki çok büyük okur ilgisi ise, insanımızın kültüre, bilgiye, kitaba susamışlığını gösteriyor…
***
İlk kez gördüğüm Tokat’a biraz da gecikerek ulaşıp fuar alanına girdiğimizde, stendin önünde uzayıp giden okur kuyruğunun beni şaşırttığını gizleyemem… Belki yarısından da çoğu başı örtülü,fakat bakışları ışık dolu kızlarımızla şiir, aşk ve her şey üzerine söyleşilerimiz ise unutulmazdı… Oradaki söyleşimde Tokat’lılara sevgili şairleri Külebi’den de dizeler okudum…
Isparta Kitap Fuarı içindeki özel bir alanda belki bin kişi izledi konuşmamı….
Nuriye ve Semih için bir günlük sembolik açlık grevim Malatya Kitap Fuarına rastladı…
Konya’da konuşma yapmama çıkarılmak istenen engeli aşarak yaptığım konuşmada Mevlana üzerine söylediklerim fuar yöneticileri için sanırım beklenmedik bir şeydi… Hele Türkçesiyle birlikte bana hediye olarak vermek için getirttikleri Rusça Mesnevi’den bölümler okuyarak karşılaştırmalar yapışıma bir hayli şaşırmış olmalılar….
Kayseri Kitap Fuarını İhsan Eliaçık’a yapılan saldırı ve Prof.İbrahim Kaboğlu’na engelleme üzerine protesto ettik. Sonrasında yine Kayseri’de gerçekleştirdiğimiz toplantı ise muhteşemdi. Bu yazarlarımız 2018 Kayseri Kitap Fuarının onur konuğu olmalıdır.
***
Kitap Fuarlarının yanı sıra Üniversitelerin, başta TED’inkiler olmak üzere kolejlerin,başkaca okulların ve derneklerin toplantılarında , bütün ülkede,her yaştan okurla karşılaşıp söyleşmek, onlara kitap imzalamak, onların sevgi sözlerini işitmek bir yazarın alabileceği en büyük ödül, tadabileceği en eşsiz mutluluk olmalı… “Yurdu Teninde Duymak” derken de düşündüğüm böyle bir şeydir…
Sekiz yıla mahkûm olmuş yazarına kitap imzalatmak için sekiz yıl beklemeye hazır olan bir okur kitlesini hiçbir karanlık güç teslim alamaz…
__________________________________________________________________________
Haluk Çetin’in yeni albümü yayınlandı.”Yürüdüm sana Doğru”/Ada Müzik