28 Ekim 2017 Cumartesi

EY!...


Yüksek tonda yazıp konuşmayı seviyoruz.
Sesimizi ne kadar yükseltirsek o kadar etkili olacağımızı düşünüyoruz.
Araya hakaretimsi sözler, ya da düpedüz hakaretler yerleştirdik mi, taşı tam gediğine oturttuğumuzu sanıyoruz.
Siyaset dilimiz hemen hemen bütünüyle böyle.
Bu yüksek sesle, hakaretler savurarak konuşma merakı Tayyip Erdoğan’la zirveye ulaştı.
Ağzını açtı mı biliyorsunuz ki bağıracak.
Arada bir yumuşak perdeye geçti mi bunun da yüksek tonlara hazırlık olduğunu anlıyorsunuz.
Ey!..” retoriği kahramanlık edebiyatımızla başladı:
Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü!..”
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!”
Bu “ey”lerden günümüz siyasetinin ey bilmem kimlerine geldik…
Ve bu arada, Ey Amerika, ey Fransa, Ey Almanya vb…
Hadi bir ey de benden olsun, Mehmet Akif’e nazire olarak:

Ey bu topraklar için toprağa düşen!..
Bir karış toprağın var mıydı yaşarken?”

Tabii burada ironi yapmış oluyoruz.
Günümüzde siyasetinin de, edebiyatının da , günlük yaşam kültürünün de epeyce uzak düştüğü bir zekâ ve üslup özelliği olarak…

***
Son birkaç haftadır dar bir çevrede de olsa alevlenmiş görünen Batı mı-Avrasya mı tartışmaları da bu üsluptan nasibini alıyor.
Bazı yazılarda yazılarımdan alıntı yapılarak ve adım anılarak, bazılarında ima edilerek tartışma taraflarından biri gibi gösterildiğim den, bir şeyler söylemem kaçınılmaz oldu.
Sadece ima edildiğim, ya da öyle sandığım yazılardan, ben de izninizle yazar adı vermeksizin söz edeceğim….

***
Çok değer verdiğim, öğretim üyesi bir yazar arkadaşım, “Medeni Dünya Yanılsaması” başlıklı yazısında , özetle, benim aydınlanma değerleri dediğim Batı değerlerini savunanların “ Dünyaya bir önceki yüzyılı, yani ulusal kurtuluş ve sosyalizm çağını pas geçerek baktıklarını” söylüyor.
Varlığı, yaşamın anlamını” bu değerlerde bulduklarını ileri sürüyor.
Bunların “anavatanda”(yani bu ülkelerin kendilerinde de) terk edildiğini, aslolanın Batılı gibi yaşamak değil haysiyet ve şerefi ile yaşamak olduğunu söyleyerek kendisi gibi düşünmeyenleri dolaylı yoldan da olsa haysiyetsiz ve şerefsiz olmakla suçluyor.
Türkiyeci olmak bu kadar mı zor diye soruyor…
Aynı yazar, üstelik sahibin sesi medyada övgüyle söz edilen “Batıcı Olmak” başlıklı bir başka yazısında, böylelerini “Erdoğan diktatörlüğü ve iktidara muhalefet” mazereti arkasında “emperyalizm gönüllüsü” diye adlandırıyor.
Entelektüel birikiminden kuşku duyulamayacak bir başka yazar ve siyasetçi arkadaş, Türkiye’nin Batı Asya ve Avrasya’daki konumuna yerleştiğini… bu gün icatların,ufukları aydınlatan kültür ve sanatın, özgürlüklerin Asya’da” olduğunu ileri sürerek farklı düşünenleri “….tek dişi kalmış medeniyetin kapı kulları” diye adlandırıyor…
Yüksek dozda heyecan ve ağır suçlamaların bence doğrularını da gölgelediği bu görüşler üzerine düşündüklerim özetle şöyle:
Ulusal kurtuluş ve sosyalizm değerlerinin temellerinde de aydınlanma değerleri vardır. Bu değerler AB’ye, hele NATO’ya hiç indirgenemez..Anavatanlarında terk edilmiş olmaları değerlerini eksiltmez, önemlerini azaltmaz. . Kaldı ki insan hakları evrensel bildirgesinde sıralanan bu temel ilkelerin en örgütlü olduğu,içselleştirildiği toplumlar yine de Batı toplumlarıdır. Mustafa Kemal’in , dolayısıyla cumhuriyetimizin ,ideolojisi (tıpkı ulusal kurtuluş, anti emperyalizm, bilimsel sosyalizm gibi evrensel nitelikteki) bu değerlerle yoğrulmuştur. Onlardan sapış, onları küçümseyiş, yok oluş demektir.. Türkiye Batı’dan kopmaksızın bütün dünya ile iyi ilişki içinde olabilecek yetenektedir. Gerçek Türkiyecilik bunu bilmek, bunun için çalışmaktır..
***
Diktaya ve iktidara muhalefet mazereti”ne gelince…
Bu bir mazeret değil,en yakıcı sorunumuzdur.
Bu günkü iktidarın siyaseti Türkiye koşullarındaki Humeyniciliktir…
Koşullar oluştuğunda daha da kötü olacaktır…
Küçümsemeye kalkmak ölüme çağrı çıkarmaktır.
Bu tartışmayı sürdürelim…
Fakat lütfen hakaretsiz, suçlamasız…





Ataol Behramoğlu/281017

21 Ekim 2017 Cumartesi

KÖR DÖĞÜŞÜ SAĞIR DİYALOGU


Görme ya da işitme özürlü okurlarım beni bağışlasın. Sözüm onlara değil kuşkusuz. Fakat şimdi yazacaklarıma daha iyi başlık olabilecek başka bir deyim bulamadım.
Bu köşede yayınlanan “Meral Akşener Gerçeği” ve “Meral Akşener’i Desteklemek” başlıklı yazılarıma gelen tepkilerden söz edeceğimi anlamışsınızdır.
***
Tepkiler birkaç koldan, farklı , kimi kez karşıt çevrelerden geldi, gelmekte ve sanırım gelmeye de devam edecektir.
Çünkü konu ilginç, güncel, önemli…
Sosyal medya üzerinden gelen olumsuz tepkilerin çoğu hakaret ve sövgüydü.
Kimisine üzüldüm, kimisine güldüm geçtim, kimisini ise ne yazık ki onların sözcükleriyle yanıtlamak zorunda kaldım. Örneğin, yüzüme tükürmek gerektiğini söyleyen birini, yüz binlerce okurum onun yüzüne tükürmek için kuyruğa girerlerse güç durumda kalacağı konusunda uyardım.
Bir başkası, bana sayın Akşener’in yardımcılığını yakıştırdı. Bir sürü başkası bu zırvayı papağan gibi tekrarlayıp durdu. Kurulacak partinin kurucuları arasında yer alacağım gibi hayal ürünü bile olamayacak söylentiler yayıldı.Buna benzer zekâ geriliği ve kara yüreklilik örnekleri üzerinde durmaya pek de gerek yok.
Bu türden tepkilerin genellikle kendini “sol”da sayan , HDP sempatizanı, bir zamanların “yetmez ama evet”ci takımından geldiğini tahmin ediyorum.
HDP konusundaki yazılarımı anlamamışlardı. Aynı dar görüşlülüğü bu sefer de gösterdiler. Ağzını bozmadan konuşanlara diyeceğim olamaz. Her zaman tartışabiliriz. Sövüp sayanların ise ne solculuklarına, ne bilmem neciliklerine saygı duymam herhalde söz konusu olamaz.
***
Derken sahibinin sesi medyanın kaptan köşkünden sesler yükseldi. Okumuş bir cahil bana şiir çevirisi dersi vermeye kalktı. Zahmet eder ve derslerimden birini izlemeye gelirse hem nasıl zırvaladığını anlar, hem de bir şeyler öğrenir.Sözünü ettiği şiirin orijinalinde geçen (day bog)” deyiminin anlamı “İnşallah”tır. Çeviride inşallah yerine dilerim demenin, Allah sözcüğünü kullanmak istemeyişle uzak yakın ilgisi yoktur
Bir başka sahibinin sesi, “Ataol Behramoğlu’nu elimizden Erdoğan bile kurtaramaz” diye yazdı… Ne demek istediğini anlayan varsa beri gelsin…
Şimdi bunları yazarken, bütün bu ve benzer saçmalıklar üzerinde durmanın pek de gereği ve anlamı olmadığını görüyorum…
Kötü niyetle beslenmiş dar kafalılık ya yine bildiğini okuyacak,ya da sahibine yaranmak için bile bile yalan söyleyecek, ucuz kahramanlık taslayacaktır.
***
Düzeyli eleştirilere ya da tartışma konularından bazılarına gelince…
Sadık Albayrak arkadaşım haklı olarak kurutuluşun sağda değil solda olduğunu söylüyor. Aydınların bir arada olacağı yeni oluşumlardan söz ediyor. Bu dileklere kimse hayır demez. Fakat günümüz gerçekliğinde, hadi ütopya demeyeyim, bir dilek olarak kalıyor bu. Yapılması gereken ise, elde olanların en büyük birlikteliğiyle önümüzdeki seçimlere hazırlanmak.
Bu arada sevgili okurlarımdan da ölçü dışına çıkmayan eleştiriler geldi. Hepsinin başımın üstünde yeri vardır. Fakat korkarım genellikle düşülen hata, ülkenin nasıl bir tehlike karşısında bulunduğunun yeterince açıklıkla görülemeyişinden ve yapılması gerekenin tam olarak bilinemeyişinden geliyor.
***
Bir kez daha, altını çizerek ve daha da açarak tekrar ediyorum. Akşener hareketinin şu andaki siyasal iktidardan farklı olarak dışarıda planlanmış bir oluşum değil, tam tersine, ülkemizin iç dinamiğinin sonucu olarak doğmuş ve gelişmekte olduğunu düşünüyorum. Solda, sağda, ortada, despotizme tam olarak gidişi durdurmak isteyen herkesi bu konuda düşünmeye, gerekeni yapmaya çağırıyorum.
Erdal Atabek, başkaca yazar arkadaşlarım ve okurlarım, düşünsel destekleriyle konunun önemini vurguladılar.
Söz konusu yazılarımla dolaylı ya da dolaysız ilgili, özellikle de Batıcılık konusunda yazı ve görüşlere ilişkin düşüncelerimi önümüzdeki haftaya bırakıyorum…



Saat 01.00’de HALK TV’de H.Çetin’in programındayım…

14 Ekim 2017 Cumartesi

ADALET


Bir gün arayla iki önemli toplantıya katıldım.
İlki, dünya kız çocukları günü olarak kabul edilen 11 Ekimde Taksim Hill’deki toplantıydı.
Sayın Önay Alpago başkanlığında İstanbul Dayanışma Platformunca düzenlenen buluşmada, ülkemizde kız çocuklarının sorunlarını konuştuk.
Kızlarına “adalet” adı vermekle bu kavramın özellikle onlar için öneminin vurgulandığını düşünebileceğimiz ülkemizin , özellikle son dönemlerde kızlara-kadınlara yönelik adaletsizliklerde İslam ülkelerinin de gerisine düşmüş olduğunu rakamlar ve olgularla bir kez daha gördük.
Geniş ve seçkin bir katılımla gerçekleşen bu buluşmada, eğitim konusunda uzman bir arkadaşın yeni ders kitapları konusunda yaptığı açıklamalar ise dehşet vericiydi.
Özetle , Türkiye’de çağdaş ulusal eğitim hızla dinsel eğitim dönüştürülmektedir.
Örneğin laiklik kavramı, konuyla ilgili ders kitabında işlenirken, “öteki dünya”yı göz ardı eden, sadece “bu dünya”yla ilgili bir kavram olmakla eleştiriliyor…
Görünen, çok yakın gelecekte, anaokullarından başlayarak eğitim kurumlarımızda eğitimin odağını ve eksenini “bu dünya” gerçeğinden daha çok “öteki dünya” kavramının oluşturacak olmasıdır….
***
Katıldığım ikinci toplantı, Çağlayan Adliye Sarayı’ndaki“Adalet Nöbeti” buluşmasıydı.
Dışarıdaki basın açıklaması öncesinde içerdeki giriş salonunda yapılması gereken tören, iki temizlik görevlisinin burada birden bire başladıkları yer silme operasyonu nedeniyle gerçekleşemedi…
Geleneksel olarak bir araya gelinip toplu fotoğraf çekilen alanın çevresi
şerit çekilerek kapatılmıştı.
Görünüm, gerçekten de Brecht’ci tiyatrodan bir sahneyi andırıyordu…
Günün bu en yoğun iş saatinde çok geniş bir alanın zeminini kaplayan deterjan köpüğünü yine bir tiyatro sahnesinde ya da filmdeki gibi yavaşlatılmış bir tempoyla güya temizlemekte olan iki temizlik görevlisi ve şeritlerin arkasında cübbelerini giymiş olarak bekleşmekte olan avukat arkadaşlarla aralarında benim de bulunduğum başkaca katılımcılar…
Gülmek, ağlamak,kızmak, şaşırmak arasında bir duyguyla bir zaman bekleştikten sonra, bu temizliğin bitmemek üzerine kurgulandığı zaten en başta belli olduğundan, salondaki merdivenlerde çekilen toplu fotoğraftan vazgeçilerek basın açıklaması ve benim yapacağım konuşma için dışarıdaki merdivenlere çıkıldı…

***
Basın açıklamasını sunan avukat arkadaşın ardından “adalet” konusunda yaptığım kısa konuşmanın daha da özetini okurlarımla da paylaşmak istedim.
Adalet, vicdanla ilgili bir kavram.
Vicdanlı insan adaletli olur.
Fakat kimseyi kişisel çabanızla vicdanlı olmaya zorlayamazsınız.
Zorlayıcı olan, yasalardır.
İnsanın insanlaşma sürecinde geçirdiği evrimlerde, bütün kavramlar gibi adalet kavramı da evrimleşmiştir.
Günümüzde adalet kavramının en geniş ve belirleyici çerçevesi Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 10 Aralık 1948’de kabul edilen, ülkemizde de 6 Nisan 1949’da resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 30 maddelik İnsan Hakları Evrensel Bildirgesidir.
Bu bildirgenin özeti, adalet kavramının kişisel bir vicdan konusu değil, insan oluşumuzun temeli, varoluşumuzun güvencesi olduğudur…
Fakat burada da karşımıza, ülkemizce de kabul edilen evrensel yasalara uymanın bu kez siyasal yönetimlerin vicdanlarına bırakılıp bırakılamayacağı, uymayanlara ne gibi yaptırımlar uygulanabileceğidir…
***
Adalet Nöbeti”nde konuşma yapmaya davet edilerek onurlandırıldığım bu önemli buluşmada hukukçu arkadaşlarımın karşısında hukukun incelikleri üstüne söz söylemeye kalkışacak değildim kuşkusuz……
Düşüncelerimi ülkemizin bugünkü durumuna, aydın ve yurttaş olarak sorumluluğumuza bağlayarak tamamladım…
Olmayan şeyin nöbeti tutulamayacağına göre, bugün yapılması gereken ve zaten yaptığımız adalet nöbeti tutmak değil adalet için savaşımdır…
Bunda başarılı olmak içinse,adaleti yok eden, yasaları pranga olarak gören, kaldıramadığında da onların arkasından dolanarak bildiğini okuyan despotlara ve despotik yönetimlere karşı, her alanda akılcı, kararlı, gerçekçi, planlı ve cesur savaşımlar vermek gerekir..
Günümüzde adaletin ve bütün sorunların çözümü buradadır…


7 Ekim 2017 Cumartesi

MERAL AKŞENER’İ DESTEKLEMEK


Geçen haftaki yazım özellikle “sosyal medya”da olumlu ve olumsuz pek çok yankı uyandırdı.
Bu medyayı daha yakından izleyen arkadaşlarım olmasa bunların çoğundan haberim olmazdı.
Olumsuz dediklerimin kimilerindeki hakaret ve sövgü düzeysizliği nedeniyle bunları hiç görmemiş olmayı dilerdim.
Çünkü kötülükle karşılaşmak insanda ister istemez kirlenmişlik duygusu uyandırıyor.. Yanı sıra da, “ülkemin insanı bu mu” sorusuyla üzülüyorsunuz.
***
Olumlu tepkiler genellikle, yazımın amacının bir insanı ve bir hareketi övmek değil, demokrasiyi savunmak, despotik yönetime karşı muhalif güçleri birlikteliğe çağırmak olduğu noktasında birleşiyor.
Doğrusu da budur.
Beni bu gün ilgilendiren, kaygılandıran, ne geçmiş, ne uzak ve belirsiz bir gelecek, fakat ülkemizin bu günü, şu anda yaşanmakta olanlar ve doğuracağı sonuçlardır.
***
Despotik yönetimin “ABD karşıtı”, “anti emperyalist” bir “vatan savaşı” vermekte olduğunu düşünenlere göre, Akşener’i desteklerken aslında ABD’yi savunuyormuşum.
Ben herhangi bir ülkeyi , devleti değil, bütünüyle Batı’yı, aydınlanma düşüncesini savunuyorum.
Ülkemizin Batı bloğundan koparılarak belirsiz bir Avrasya’ya sürüklenmesini, dağılıp yok olmasına gidecek yolun başlangıcı olarak görüyorum.
Cumhuriyet devrimlerinin temelini Batıcı, aydınlanmacı değerler oluşturur. Bu günkü despotik yönetim içinse bu değerler hiçbir önem taşımıyor. Avrasyacılık da onlar için, hedeflerindeki(bu yönde de çok adım attıkları ve atmakta oldukları) karanlıkçı yönetim için bir araç, amaçlarına ulaştıklarında kaldırıp atacakları bir koltuk değneğidir.
***
Meral Akşener hareketinin bir ABD projesi olduğunu düşünmüyorum.
Bu hareket, Türkiye’nin normalleşme gereksinimin sonuçlarından biri olarak doğdu ve bu nedenle de güçlenmektedir.
Ve yine bu nedenle despotik yönetimin sayısız engeliyle karşılaşmaktadır .
Bunları görmemek, anlamamak, “reel politika”dan hiçbir şey anlamamak demektir.
ABD projesi ise şu anda iktidardadır.
Bu iktidar, yaklaşan yerel seçimleri ve sonrasındaki kader seçimlerini kaybetmemek için şimdiden hamle üstüne hamle yaparken; muhalefet güçlerinin birlikteliğini sağlamak ve “hayır” cephesini koruyup güçlendirmek için düşünce üretip çaba harcamak yerine geçmişe takılıp kalındığını; ağız dalaşıyla, , hakaretleşmeyle vakit geçirilip tatmin olunduğunu görmek, ülkenin geleceği adına insanı ister istemez bir an için de olsa karamsarlaştırıyor…
***

Sayın Akşener’in geçmişi beni bu gün ilgilendirmiyor.
Yerinin ve zamanının geldiğini düşündüğünde bu konuda savunmasını ve gerekiyorsa özeleştirisini yapabilecek birikimde ve açıklıkta bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüyorum.
Ve ısrarla, önemle tekrar ediyorum:
Despotik yönetimden kurtuluş ancak güçlü, kararlı bir muhalefet cephesiyle gerçekleşebilir.
Akşener hareketi, referandum oylamasında da görüldüğü gibi, bu cephenin önemli bir unsuru olmaya adaydır.
Bu nedenle de despotik yönetime karşı olan herkesçe desteklenmesi gerekir.
Söylemek istediğim esas olarak budur.
***
Bana yönelik hakaretlere, sövgülere, suçlamalara gelince; dostlarım, yakınlarım bunlara üzülse de ben kişisel olarak fazla dert etmiyorum.
Çünkü, örneğin, Nâzım Hikmet’e, kendi düşündaş çevresinden, yaşamını adadığı partisinden gelen hakaretleri, suçlamaları biliyorum.
Yıllarca omuz omuza çalıştığımız Aziz Nesin’in yine bu benzer çevrelerden gelen nice hakaretlere uğradığının yakın tanığıyım.
Disk’in bir grev kararını eleştirdiği “Büyük Grev” adlı kitabının yayını sonrasında Spor ve Sergi Sarayındaki bir toplantıya girişinde tribünlerden koro halinde “Aziz Nesin sen nesin!” sloganı yükseldiğinde, Spor ve Sergi Sarayının stadyum büyüklüğündeki salonunda daha da minicik kalan bu büyük yazar ve aydınlanma savaşçısının nasıl irkilip sarsıldığı şu anda da gözlerimin önündedir…
Bu nedenle de hakaret ve iftira yağdıranlardan özellikle birini, bana sayın Akşener’in başkan yardımcılığını yakıştıranı, babasına birazcık olsun layık olabilmek için kafasını azıcık da olsa çalıştırıp çaba harcamaya çağırıyorum…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/071017