28 Haziran 2019 Cuma

Kazananlar- kaybedenler


Böyle bir yazı başlığının ardından 31 Mart seçimi sonrasında söylenecekler pek de fazla olmayacaktı.
Devlet olanaklarının kullanılmasına karşı ölçülü bir tanıtım, kibre karşı alçakgönüllülük, yıpranmışlığa karşı gençlik enerjisi kazandı demek yeterli olabilecekti..
Fakat o seçimin galibinin uğradığı haksızlık ve bu iki seçim arasında yaşananlardan sonra ulaşılan sonuç, daha farklı ve daha çok şey söylemeyi gerektiriyor.
Ekrem İmamoğlu’nun Binali Yıldırım karşısında 23 Haziran seçiminde kazandığı ezici zafer, taraflardan birinin başarısı ile ötekinin yenilgisi ötesinde; ülkemizde siyasetin yakın, orta ve uzak geleceği bakımından önemli sonuçlara gebe ipuçları ve anlamlar taşıyor.

***

Türkiye’de siyaset hiçbir zaman bu kadar ayağa düşmemiş, bu kadar çirkefleşmemiş; bu kadar yalan, iftira, tehdit, ahlakdışılık ve haksızlığa, akıl ve vicdanla bağdaşması olanaksız bu ölçüde bir sapkınlığa bulaşmamıştı.
Öyleyse, iki seçim arasında yaşanmış olan bütün bu kirliliklerden sonra kazanılmış zaferin eziciliği, bütün bir toplumun bütün bunları reddettiği anlamına geliyor…
Bütün bir toplumun… çünkü İstanbul Türkiye’yi bütünüyle temsil eden, muazzam çeşitlilikte farklılıkları barındıran bir laboratuvardır.
23 Haziran seçiminde bu farklılıklar, yukarıda sayılan kötülükler karşısında birleşmiş; korkmayacağını, kabul etmeyeceğini, boyun eğmeyeceğini; coşkuyla, sabırla, iyilikle, akılla, enerjiyle, özveriyle ve kararlılıkla gösterip kanıtlamıştır…

***

Kaybeden tarafta bu yenilginin en ağır sonuçlarının iktidarın küçük ortağı içinde yaşanacağını tahmin ediyorum.
Günümüz koşullarında ideolojisi zaten belirsizleşmiş bu oluşumun uzak olmayan bir gelecekte dağılacağından, nereden aldığı belli olmayan bir güçle ve akıl almaz zikzaklar çizerek en yüksek perdeden atıp tutan, kraldan çok kralcı başkanlarının da siyaset sahnesinden çekilip gideceğinden kuşku duymuyorum. Bu sürecin hızlanmasında, tutarlı, dürüst ve etkili duruşuyla seçim sonuçlarında önemli katkı sahibi İYİ Parti’nin ve sayın genel başkanının uygulayacağı siyasetin belirleyici olacağını düşünüyorum.
HDP de, bütün yönetiminin ve haksız yere içerde tutulan yöneticilerinin tutarlı ve kararlı duruşuyla, temsil ettiği hakların ve çıkarların ancak demokrasi içinde geçekleşebileceği konusunda bilinçliliğini bir kez daha kanıtlamıştır.

***

Önümüzdeki süreçte iktidar partisi içindeki çalkantılar giderek şiddetlenecek ve ülkenin başına bela edilen saraycı-tek adamcı sistemin bu ülkenin ve bu çağın dokusuyla bağdaşamayacağı daha iyi görülüp anlaşılacaktır.
Parlamenter sisteme dönüş için gerekli anayasal değişikliğin bir an önce yapılması için adımlar atılması demokrasi ve özgürlüklerin gereği olduğu kadar güçsüzlük ve yetersizliğinin herkesten çok farkında olması gereken iktidarın da hayrına olacaktır.

***

CHP, Ekrem İmamoğlu kişiliğinde odaklanan genç, dürüst, içten, şeffaf, ülke gerçekleriyle barışık enerjiyle yeniden umut oluyor.
Bu partinin şimdi yapması gereken ise yine bir tek adam efsanesi yaratarak onu yorup yıpratmak değil, hem potansiyel olarak hem gerçekte var olan bu adamları ve belki daha da çok kadınları öne çıkararak, yenilerinin önünü açarak, bu partiye yepyeni, çağdaş, güncel bir çehre kazandırmaktır.
Sözcü gazetesinin 24 Haziran sabahı ilk sayfa manşeti müthişti: Geçmişi 1923 olmayanın hedefi 2023 olamaz.
Seçim öncesi ve sonrası gösterilerde Mustafa Kemal’in bir kez daha yol gösteren bir yıldız gibi ışıldaması sıradan bir olgu değildir.
İktidarın ve emperyalizmin 2023’te 1923’ün ölümünü ilan etme hedefi 23 Haziran seçimiyle kolayca çıkamayacağı derinliklere gömülmüştür.
Şimdi yapılması gereken, bütün vatansever güçlerin, 2023’te laik, aydınlık, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin ölümsüzlüğünü bütün dünyaya ilan etme hedefinde elbirliği ve güç birliği yapmasıdır.

19 Haziran 2019 Çarşamba

TAŞLAR VE KÖPEKLER


   Nasrettin Hoca  halk  zekâsının mizah alanında  eşsiz denebilecek örneğidir.
   Böyle bir zekâyı yaratabilen bir halkın bugün zekâ yoksunu bir konuma savrulmuş olması ise yürekler acısıdır.
       Halk insanlarının bulunduğu yerlerdeki konuşmalara kulak kabartın…
Oralarda da mizahın, zekânın yerini; korkunun, çekingenliğin, medyadan kapılmış ya da fısıltı gazeteciliğinin  ürünü ezberlerin almış olduğunu göreceksiniz.
      Bereket sosyal medya var. Özellikle gençlerin ürünü zeki ve cesur buluşlar,  toplumun üzerine kapatılmış olan zekâ durgunluğu örtüsünü  bir ucundan da olsa zaman zaman aralayabiliyor…

                                             ***
       Nasrettin Hoca fıkralarını şiirle söylemeyi deneyen pek çok şair olmuştur. Bunlar arasında bizim kuşağımızın ve toplumcu şiirimizin en değerli şairlerinden sevgili Metin Demirtaş’ınkiler özellikle özgün ve başarılıdır. Ben de bu sütunlarda  “Hoca ve Despot” başlığı ile Nasrettin Hoca’yı günümüz siyasetinin bazı tuhaflıkları konusunda şiir diliyle  konuşturmayı denemiştim. Kaçırmış olanlar bunları  “Ne Çok Hain” adlı kitabımdan okuyabilirler. Bugün ise kuşkusuz çoğunuzun bildiği  bir Hoca fıkrasını, “Taşlar ve Köpekler”i , şiir olarak değil  fıkra olarak sizlerle paylaşmak istedim…

                                             ***
       Hoca bir gün bir köyden geçerken  köpeklerin saldırısına uğruyor. Kendini savunacak sopa vb. bir silahı yok. Bunun üzerine taşa davranmak istiyor, fakat elini attığı her taş toprağa öylesine gömülü ki kımıldatmak olanaksız… O koşıllarda bile mizah duygusunu kaybetmeyen Hoca” Hay Allah!” diyor, “Nasıl bir memleket bu! Köpekleri salıp, taşları bağlamışlar!”

                                             **
     “Nereden geldi bu fıkra Behramoğlu’nun aklına “ diyenleriniz olacaktır. Gazetelere, haberlere göz gezdirirken geldi… Öyleyse onlardan aklımda en çok iz bırakanları yorumsuz sıralayalım. Yorum okura kalsın…
               “İşkenceyi Protesto Edince Yargılandı “ başlıklı haberde , şu anda halen Tekirdağ Cezaevi’nde tutuklu bulunan Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi avukat Engin Gökoğlu’nun(neyse ki beraat ettiği) bir başka davadan söz ediliyor. Habere göre 2017’de cezaevinde(eskiden gardiyan dediğimiz) infaz koruma memurlarının saldırısına uğrayıp kolu kırılan ve yerlerde sürüklenirken “İşkence yapmak şerefsizliktir.Bu yaptığınız işkencelerin hesabını bir gün vereceksiniz” diye “slogan atan” tutuklu avukat hakkında “kamu görevlisine hakaret” suçlamasıyla dava açılmış.  Mahkeme, “Gökoğlu’nun doğrudan ithamda bulunmadığı, sloganları hücrede bulunan kameraya bakarak söylediğine kanaat getirerek” beraat karar vermiş… Bu mahkemeyi içtenlikle kutluyorum. Fakat şu soruyu sormaktan da kendimi alamıyorum: Acaba bir tutukluya kolu kırılacak ölçüde şiddet uygulayan bu “kamu görelileri” ne karşı bir dava açılmış mıdır?

                                               ***
   Dikkatimi çeken bir başka haber İmamoğlu’nun Ordu Valisine “hakareti” konusunda iktidar partisi başkanının söyledikleri.   
       İmamoğlu validen ve milletten özür dilemedikçe İstanbul’a Belediye Başkanı olamazmış…
     Şu andaki ortağıyla birbirlerine  karşılıklı olarak en ağır hakaretler etmeyi   bulundukları mevki ve konumlarına aykırı bulmayanlar, söz konusu valiye(makamına değil, o makamda bulunan kişiye) yönelik olarak söylendiği iddia edilen bir sözcüğe can simidi gibi sarılmış, bir bardak suda fırtına koparmaktalar.
        Fakat valiye hakaret ettiği ileri sürülen kişiye karşı  iktidar partisinin her kademesinden ve medyasından gelen  alçakça hakaretler konusunda söz konusu genel başkandan tık yok.  Vali konusunda gösterdiğiniz hassasiyeti en büyük şehrimizin Belediye Başkanı adayına  yönelik hakaretler konusunda da gösterseniz ya, diyen de yok!
                                                                ***
                      Nasrettin Hoca’nın köpekli taşlı fıkrasıyla başladık, bu satırların yazarının  yine taşlardan ve köpeklerden söz eden “Satranç” başlıklı bir dörtlüğüyle sözümüzü tamamlayalım:

                                 Elinde ne piyon kaldı, ne vezir, ne kale
                                 Düştü birbiri ardına atlar, filler
                                 Ama şah hâlâ ayak diremekte
                                 Yeni taşlar bulundu çünkü:Köpekler

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/ 190619
 

12 Haziran 2019 Çarşamba

YALANCININ AMPULÜ(X)

  “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözünün tam olarak ne anlama geldiğini araştırdığınızda karşınıza pek çok yorum çıkıyor.
        Bunlardan kimileri akla yakın olsa da çoğunun zorlama ve
pek kişisel yorumlar olduğu hemen anlaşılıyor.
        Merak edenler internet üzerinden, ya da atasözlerini açıklayan
sözlüklerde bunlara kolayca ulaşabilir.
                                   
                                     ***
      Bana kalırsa konunun açıklaması yatsı sözcüğünün anlamında gizli.
      Yatsı, güneşin batışından bir buçuk saat sonraki vakittir.
       İki anlamı olduğu düşünülebilir.
        Bunlardan ilki, güneşin son ışıklarının da tamamen çekildiği,
karanlığın tam olarak çöktüğü vakit olmasıdır.
       İkinci anlam, günün son namazının kılındığı vakti niteler.
      En yoksul kişi ya da aile bile, o saatte ve sonrasında artık
ışıksız yapamaz, mumunu yakmak zorundadır...
      Mumu bile olmayan bir yoksul, eğer namaz kılan biri de
değilse, güneş batar batmaz uykuya çekilebilir...
      Fakat namaz kılan bir Müslüman’ın, yatsı namazı için de,
günün o saatinde büyük olasılıkla ışığa gereksinimi olacaktır.
      Buradan yola çıkarak yalancının mumunun yatsıya kadar
yanmasının anlamını çözmeye yaklaşabiliriz...
     Hava zaten aydınlıkken, yalancı, bu aydınlığın kendi mumunun
ışığı olduğunu söyleyerek insanları belki kandırabilir...
     Yani aslında, mumu filan yoktur...
Ama yatsı vakti gelip de karanlık çöktüğünde, yalanı ortaya
çıkacaktır...
       Bir süre belki yine göz boyamaya, insanları kandırmaya çalışsa
da, bir başka atasözümüzdeki gibi mızrak çuvala sığmayacak,yalancı yalanını daha fazla sürdüremeyeceğini görerek cezalandırılmaktan kurtulmak için büyük olasılıkla ortadan kaybolmayı deneyecektir...
                           
                                      ***
       Yalancılar, kendilerini olduğundan daha büyük, daha önemli göstermeye çalışan kişilerdir.
     Bunun için yüksekten atar; bakışlarıyla, seslerinin tonuyla,
seçtikleri sözcüklerle, davranış biçimleriyle insanlar üzerinde
egemenlik kurmaya çalışırlar.
     Sahteciliklerinin ölçüsüne göre, bunda başarılı da olurlar.
      Fakat yeri gelip de çıkarlarına öylesi uygun olduğunda, bu
kez de tam tersine, kurdun kuzu postuna bürünmüşü oluverirler...
     Kendilerini acındırmak için seslerin tonunu yumuşatır, boyunlarını
büker, bir zavallılık görüntüsü alırlar...
     Bunlar gerçekten çok tehlikeli, uzak durulması gereken kimselerdir.
       Giderek yalanlarına başkalarını olduğu gibi kendilerini de
inandırmayı başarır, büyüklük hastalığına tutulmuş akıl hastaları
gibi kendi paranoyalarının tutsağı olurlar.
       Dünyanın heryerinde akıl hastaneleri bu gibilerle dolup taşar.
      Fakat onlar, gözetim altında oldukları ve tedavi gördükleri
için insanlık bakımından tehlike oluşturmadıkları gibi, üzüntü,
yardım etme isteği, yerine göre sempati bile uyandırabilirler.
      İnsanlık için asıl tehlike, dışarıdaki paranoyaklardır...
 
                                      ***
 Zamanımıza uyması için atasözündeki mumu ampulle değiştirdim...
 Deniz feneri de denebilirdi...
 Zaten atasözlerinin en güzel yanlarından biri, her zamana,her duruma uygulanabilirlikleri değil midir?
    Öyleyse yine konumuza uygun bir başka atasözümüzle,“minareyi çalan kılıfını hazırlar”la sonlandıralım yazımızı.
    Fakat bu da çaldığın minareye bağlıdır...
     Eğer bu minare hiçbir ayakkabı kutusuna, hiçbir kasaya, hiçbir akraba evine, hatta hiçbir tıra sığmıyorsa, yatsı vakti geldiğinde gömüldüğün karanlıkta bağırıp çağırman boşunadır...
     Sahteliği anlaşılmış ampulünün de sana bir yararı olamayacaktır artık...

(*) 1 Mart 2014 tarihinde “Cumartesi Yazıları köşemde yayınlanan bu yazıyı  23 Haziran yaklaşırken güncelliği nedeniyle bir kez daha yayınlama gereğini duydum.AB

6 Haziran 2019 Perşembe

İSLAMBOL’MUŞ…


     Her şeyden önce Türkçesi kulağa hoş gelmiyor.
    “Bol” sıfatı,  o da bazı durumlarda, eşyalar ve kavramlar için kullanılır.
     Örneğin, yemek bol deriz.Fakat masada çatal bıçak bol denir denmesine de, yeterince var, çok vb. demek daha doğru olur.
      Mutluluk, sevinç sözcükleri için “bol” sıfatını “Ben İsterim ki” adlı şiirinde Azerbaycan’ın büyük şairlerinden Resul Rıza pek güzel kullanıyor.
                         
                            Ben isterim ki
                            Sevinç,mutluluk bol olsun
                            Yürekten yüreğe
                           Ülkeden ülkeye
                            Açık yol olsun
 
   Burada da “sevinç”, “mutluluk”  gibi olumlu kavramlar “bol” sözcüğüyle nitelenerek bu sıfatın işlevi eşyadan kavrama doğru olarak genişletilmiş oluyor.
Özetle yiyecek bol olur ama kıtlık bol olmaz, mutluluk bu şiirde dile getirildiği gibi bol olabilir ama mutsuzluk  bol olmaz.
          Bol sözcüğünün bir de dar’ın karşıtı olarak kullanışı var, “pantolon bol” gibi…
         Bunlar(her dilin  kendine özgü incelikleri  gibi) Türkçe’nin incelikleridir.
            Şimdi düşündüğümde, bu sözcüğün, canlılar için, bu arada insanlar için kullanılabildiğinin örnekleri de geliyor aklıma.
                    “Bu bahçede kedi köpek bol, kuş bol..”, “bu ailede çocuk bol”  gibi cümleler kurulabilir…
                    Bu gibi kullanılışlarda da, biraz düşününce, “istemediğin kadar”, “gereğinden çok” ironi  nüansları sezilebiliyor…
                  Bu nedenlerle   “İslam” kavram olarak da, “Müslüman kişi” olarak da bol sıfatıyla yan yana  iyi durmuyor.
        Nesneleşiyor, sıradanlaşıyor,basitleşiyor, azaltılıp çoğaltılabilecek bir şey durumuna indirgenmiş oluyor…
                       Bu söylediklerim   ses benzerliğinden yararlanarak “İstanbul”u  “İslambol” yapan bir zevk ve bilgi düzeysizliğinin dil bilgisi bakımından kısa eleştirisi.
                         Tabii anlayana.
                      Sözcük sokakta kalsa, konuşma dilinde ses benzerliklerine yakıştırılarak yapılmış herhangi bir sözcük olarak üzerinde durmazsınız.
                        Öyleydi nitekim de.
                             Fakat siyasal propaganda amacıyla kullanıldığında durum değişiyor.     
                    Türkçe’nin , İstanbul’un ve  din değerlerinin , zevksizlik , bilgisizlik ve ayrımcılığın   âleti  yapılmasına izin vermemek gerekiyor.

                                                   ***
     Paris’te benim yönetiminde yayınlanan Anka dergisinin İstanbul özel sayısının kapağında İstanbul’un uzun tarihi boyunca  çeşitli dillerde sahip olduğu adların bir listesi vardır. Bu özel sayıyı arşivimde bulamadım ne yazık ki. Bu adlardan internette bulduğum bir kaç tanesini sayayım:Vizantion,Bizantium,Antoninya Alma Roma, Constantinople,İstinpolin, Tsargrad,Vizant, Stimbol,Estambol,Eskomboli vb…  Bunlardan Constantinople Bizans  imparatorluğu süresince şehrin adı olarak kalmış.
        Kaynaklarda  Fetihten sonraki yüzyıllarda bu adın yanı sıra başta Dersaadet olmak üzere  Payitaht-ı Saltanat,Deraliyye, Südde-i Saadet vb. başkaca adların kullanıldığı belirtiliyor.
        Halk arasında söylenegelen İstanbul adının resmileşmesi ise 1929’dadır. Nitekim “3 Ocak 1929’da Türkiye Cumhuriyetinin posta telgraf ve telefon genel müdürü, merkezi İsviçrenin Bern şehrindeki Uluslar arası Posta,Telgraf ve Telefon kuruluşuna yazılı olarak bundan böyle Constantinople yerine İstanbul adını kullanılması gerektiğini “resmen  bildiriyor.
           Yani İstanbul’un İstanbul oluşu da, şehri düşman işgalinden  kurtaran, geleceğin Cumhuriyet’inin  aldığı kararın sonucudur.

                                                      ***
          Bu günlerin modasının, câmilerde yapılan ve belli ki  yapılacak olan  konuşmalarda,  İslambol/Constantinople gibi uydurma  ayrılıklar ve karşıtlıklar yaratarak  kaybettikleri İstanbul’u yeniden ele geçirmeye çalışmak çabası  olacağı  anlaşılıyor.
Türkçeyi, İstanbul’u ve halkın samimi inançlarını  bunlardan kurtarmak gerekiyor…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/050619