26 Temmuz 2014 Cumartesi

DİN, DİNDAR, DİNCİ..


İnsanlığımızın tarihini dinlerin tarihinden ayrı düşünemeyiz.
Bütünüyle kültür tarihi, siyasi tarih, dinlerin tarihiyle iç içe süreçlerdir.
İnsanlığımız ve dinler, her hangi iki şeyden daha çok birbiriyle ilişkili sosyal, tarihsel, psikolojik, bütün anlamlarıyla kültürel oluşum süreçleridir.
Her hangi bir dinin mensubu olup olmamaktan bağımsız, nesnel bir olgudur bu.
Bu gerçeği bir yere yazalım…


***
Dinler nasıl ortaya çıktı?
Ateşe, güneşe, herhangi bir puta taparlıktan, tek tanrılı dinlere hangi süreçlerden geçerek gelindi?
Bu soruya herkesin yanıtı; bilgi, inanç vb. düzeylerine ve farklılıklarına göre farklı farklı olacaktır…
Benim düşünceme göre, bütün dinler, insan düşüncesinin ürünüdür…
Herhangi bir Tanrı kavramı da buna dahildir…
Fakat bu yazı çerçevesinde bunu tartışacak değilim…


***
İnsan kendi düşüncesinin ürününe nasıl böylesine insan üstü anlamlar yüklüyor?
Bu da hem bireysel hem toplumsal psikolojiyle ilgili bambaşka bir konu…
Elbette sayısız nedeni var…
Fakat kestirmeden bir şey söylemek gerekirse, büsbütün yok olup gitme korkusu diyebiliriz…
Başka korkular da bu çok anlaşılır korkuyu kışkırtıyor kuşkusuz…
Üzerinde sayısız düşünce üretilebilecek harika bir konu…
Fakat bu konuda düşünce üretmek de tek bir yazının çerçevesini çok aşar…


***


Bir dinin mensubu olmakla dindar olmak, ayrı şeylerdir.
Dinsel kimliklerimiz bizden bağımsız olarak doğumlarımızdan önce saptanıyor.
Bu aidiyeti sonradan benimser ya da benimsemeyiz….
Yaşanmakta olan gerçeklik, bütün çağlarda ve bütün dünyada (ulusal aidiyet gibi) bu aidiyetin de çok büyük çoğunlukla kabul edilmekte oluşudur.
Böyle olmakla birlikte, din olgusu bağlamında düşünmeyi sürdürerek söylersek, bir dine mensubiyetle dindar olmanın iki ayrı şey olduğu açıktır..
Bu nedenle, her hangi bir toplumun yüzde bilmem kaçının şu ya da bu dinden olduğunu ileri sürmek, sadece kâğıt üzerinde bir doğru, ondan da öte bir saptırmacadır.
Ülkemiz bakımından bunu ileri sürenler, toplumun şu kadarı Müslüman’dır derken aynı zamanda dindardır demeye getiriyor..
Kâğıt üzerinde bir dinden olanların acaba ne kadarı bu dine inançla bağlıdır ve gereklerini yerine getirmektedir?
Böyle bir genelleme gerçek anlamıyla dindarlara karşı da haksızlıktır…

***
Dindar,bir dinsel inanışı, aklıyla ya da duygusuyla, ya da ikisiyle birlikte benimsemiş kişidir.
Akıl ve inanç barış içinde bir arada yaşayabilir mi?
Ben böyle bir şeyin nasıl olabileceğini anlamakta zorlanıyorum…
Fakat sadece bizde değil bütün dünyada yaşanmakta olan gerçek, bunun pekâlâ olabileceğini gösteriyor…
Bu gerçeği anlamanın iki anahtarı olsa gerek: İlki, yüce bir yaratıcıya inanma gereksinimi,ikincisi herhangi bir dinin sosyo-kültürel bir olgu, kültürel bir aidiyet olarak görülüp tartışılmaksızın kabul edilmesi ve yüceltilmesi…
Bu sınırlar içinde bir dine bağlılığın, bu anlamda bir dindarlığın, o dinin fanatiği olmamak ve belki ondan da kötüsü dinci olmamak koşuluyla her halde kimseye bir zararı yoktur…
***
Fanatizmin her türünün en korkunçlarından biri olan dinsel fanatizmin insanlığa yaşattığı acıları günümüzde de görüyoruz…
Buna bir çeşit akıl hastalığı da denebilir…
Bir dinin fanatiği, her şeyin o dinin kurallarınca olmasını isteyen ve bunun için çalışan bir dincidir kuşkusuz…
Fakat bir de, herhangi bir dini kendi kişisel çıkarları için kullanan irili ufaklı dinciler gerçeği vardır…
İçtenlikle dindar olmaları olanaksız bu kişiler, fanatizmle arkadaş, kimi kez fanatikten bile daha tehlikeli olabilecek çıkarcı, iki yüzlü, aşağılık tiplerdir…
Bu nedenle de aralarında benzerlik değil taban tabana zıtlık bulunan dindarla dinciyi birbirinden kesinkes ayırmak yaşamsal önemdedir.…








Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/260714