26 Mart 2020 Perşembe

ŞU KÖTÜ GÜNLER


Yazılarıma uzunca bir süre ara verdim. Aslında bu sütunu bütünüyle kapatmak niyetindeydim. Fakat bu arada yazdığım iki şiir gazetede yine “Kültür ve Siyaset” başlığı altında konunca iş değişti… Demek ki gazete bu sütun kapansın istemiyor… Okurlarımdan da sitemler geldi, gelmeye devam ediyor… Elimden gediğince yine her hafta, bunu başaramazsam arada bir (Pazar ekimizde olduğu gibi hiç değilse iki haftada bir) bu sütunda da yazmayı sürdürmem gerektiğini anlıyorum…
Pazar eki yazılarımı bu sütunun okurları ne ölçüde izliyor bilmem. Hilal Köse ve ekibinin yönetiminde bu ekimiz farklı bir canlılık ve renklilik kazandı. Orada “Okuduklarım İzlediklerim Düşündüklerim” başlığı altında bir kaç yazım yayınlandı. Onlar genellikle sanat, edebiyat, kültür vb. konularında… Öyle de devam edecekler… Bu sütunda ise ister istemez sıklıkla güncel siyasetten söz etmek gerekiyor … İster istemez diyorum, çünkü güncel siyaset dediğimiz şeyin,
genel olarak toplumsal yaşamın bu kadar değersizleştiği ve bu değer düşüklüğünün sürekli olarak inatla yinelendiği bir başka dönem olmamıştı. Zaten yazmaya son verme isteğimin başlıca nedeni de buydu. Aynı şeyleri durmaksızın tekrar etmek zorunda olmanın sıkıcılığı, daraltıcılığı, bunları yazan
kişinin de giderek o düzeye çekilmesi…
Öyleyse ne yapmalı, ne ve nasıl yazmalıyım?
Öncelikle şiir…
Şiirin olanaklarıyla dile getirilebilecek konuyu, şiir olarak yoğrulabilecek duyarlığı köşe yazısı malzemesi olarak kullanmamak…
Gazetemizin, kendilerinden çok şey öğrendiğim mükemmel köşe yazarları olduğunu sevgiyle ve minnetle belirtmeliyim…
Bildiğim kadarıyla Batıda olduğu gibi bizde de, en azından bizim gazetemizde, uzmanlık alanları belirginleşiyor.
Her köşe yazarının aklına estiği her konuda yazdığı dönem sanki artık kapanıyor…
Demek ki ben de, yazmayı sürdüreceksem eğer, uzmanlık gerektiren konulardan çok, edebiyatçı-şair kimliğimden fazla uzaklaşmadan, hem daha başarılı olabileceğim hem de herkesi ilgilendirecek daha genel konularda yazmalıyım…
Aslında 10-15 yıl öncelere kadar yaptığım da buydu… “Cumartesi Yazıları” köşemde, okuduğum kitaplardan, yaşamlarımıza ilişkin daha genel konulardan da sıklıkla söz ederdim. Fakat çok zamandır bu artık mümkün değil. Siyasal ve buna bağlı olarak toplumsal ortamda yaşanan gerginlik başkar şey düşünüp yazmaya neredeyse olanak tanımıyor.
Birkaç gün arayla yayınlanan son iki şiirimden ilki, “Suçlusunuz”, görebildiğim kadarıyla epeyce etkili oldu…
Bu şiiri ben, Tevfik Fikret’e “Hân-1 Yağma”yı yazdıran duygu ne idiyse, öyle bir duyguyla yazdım…
Şehit Evinden Yükselen Çığlık” ise göz yaşları içinde yazdığım bir kaç şiirimden biridir…
Yayınlanışı “ Çanakkale Zafer”nin yıldönümüne rastladı... Kuşkusuz Çanakkale’deki şehitlerimizi de kapsayan bir ağıttır… Fakat onu ben, İdlib’den gelen bir şehit haberi üzerine ,internette tanık olduğum, bir şehit evinden yükselen çığlıklar üzerine yazdım…
Çok kötü, olağan dışı kötü günler yaşıyoruz…
Sanki önceki her şey şu günlerde yaşanmakta olan felâketin gerisinde, arka planlarında kaldı. Fakat bir şehit evinden yükselen o çığlık benim kulaklarımdan hiç silinmeyecek ve sorumluları er geç hesap vermekten kurtulamayacaklardır.


1 Mart 2020 Pazar

KURBAN VE PEYGAMBER

        20. yüzyıl şiirimizin çok sayıda büyük ustası vardır. Ben bazen birkaç şiiriyle, hatta tek bir şiiriyle bile bir şaire büyük şair denilebileceğini düşünürüm. Fakat bir de mucize şairler vardır. Onlarsız bir ülke şiirinin düşünülmesi olanaksızdır. 20.yüzyıl şiirimizde bu şairlerin ilki bence Yahya Kemal’dir. “Kendi Gök Kubbemiz” bu şiir için olabilecek en sağlam bir temeldir. Ardından gelen mucize şairin, Nâzım Hikmet şiirinin dili bile o sağlam temel üzerinde yükselir. O dilsel temel,  İstanbul Türkçesi dediğimiz şeydir.
        Nâzım Hikmet’in ardından iki mucize şairimiz, bence, ikisi de 1914 doğumlu Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Orhan Veli Kanık’tır. Dağlarca, 2008’de yaşamdan ayrıldığına göre, yüz yıldan altı yıl daha az yaşamış. Son saatlerinde başucunda olan okurlarından, hayranlarından, genç arkadaşlarından biriyim… Genel geçer ölçülere göre uzun ve tanık olabildiğim kadarıyla da bir  ölçüde kendi seçimi olan  yalnızlığına karşın iyi bir yaşam. Orhan Veli ise  günümüzün ölçülerine görse daha da genç bir yaşta, 36 yaşında, talihsiz bir kaza sonucunda yaşamını yitirmiş. Bu yıl 1950’deki ölümünün 70. Yılındayız.
              Ankara’da  Belediyenin açıp üzerini örtmediği bir çukura düşerek beyin kanamasından ölmek kaza mı, yoksa  ülkemizde alışık olunan ihmallerin sonucu cinayet gibi bir ölüm mü ayrı konu.. Fakat her iki durumda da bir kurban. 1950 yılı Ankara’sı. Büyük olasılıkla ıssız bir gece vakti yine büyük olasılıkla içkili ve yalnız bir genç adam. Yahya Kemal’in şiir üzerine genel olarak söylediği sözlerle tekrar edersek, kısa ömründe bir dilin “yalnız kendine mahsus, süssüz, tabii, samimi, yalın ifade özellikleri “ni kendi ana dili Türkçe bakımından duyumsayarak şiirleştirmeyi başarmış, bir çağdaş Yunus Emre, çarmıhı sırtında yaşamış, öylece de yaşamdan ayrılmış  bir şiir peygamberi…
             Orhan Veli’ye sevgimde; onu bir mucize şair, bir şiir peygamberi olarak görüşümde erken ve talihsiz ölümünün kuşkusuz ki  etkisi var. Fotoğraflarındaki içe dönük görüntü de  çoğaltıyor bu etkiyi. Fakat hiç kuşkusuz, öncelikle şiirleridir bende bu duyguyu yaratan. Hem de  1936 yılı Haziran ayında, demek ki 22 yaşında Ankara’da yazıp Varlık Dergisinde yayınladığı “Oaristys” başta olmak üzere,  Mehmet Ali Sel takma adıyla yazdığı ölçülü uyaklı ilk şiirlerinden başlayarak…
               Orhan Veli şiirleriyle olduğu kadar Fransız şiirinden çevirileriyle de şiirimize büyük katkısı olmuş bir şairimiz. Ben ana dilinden başka da bir dilen şairin o dilden çeviriler yapmasını görev olarak görürüm. Çünkü şairi ancak, ya da en iyi şair bir başka dilde yeniden yaşatabilir. Bu, çeviren şairi küçültmez, büyütür; azaltmaz, çoğaltır. Orhan Veli’ye şiir çevirleri içinde büyük gönül borcumuz vardır.
             Ölümünün 70 yılında ona gönül dolusu sevgimle.


Ataol Behramoğlu/10 Şubat 2020
Bostancı-İstanbul