26 Aralık 2015 Cumartesi

SUÇA ORTAK OLMAK


Bütün yakın tarihimizin en kötü, en kirli, en karanlık döneminde yaşıyoruz.
Ahlâksızlığın, vicdansızlığın böylesine pervasızlaştığı, toplumun bu kadar vurdum duymazlaştığı bir başka dönem anımsamıyorum.
Örnek vermek için, işlenen suçların, yapılan kötülüklerin hangi birinden başlamam gerektiğini de bilmiyorum.
Haberleri tarafsız, duygusuz gözlemciler, ilgisiz tanıklar gibi okuyor ya da izliyor, sonra aynı duygusuzlukla bir başka sayfa ya da kanala geçiyoruz…
Oysa işlenen suça tepkisizlik o suça ortak olmanın bir başka adıdır…
***
İki gün önceki gazetelerde kan dondurucu bir haber vardı.
Haber, İstanbul Gaziosmanpaşa’daki bir “polis operasyonu”nda öldürülen iki genç kadınla ilgili olarak açıklanan otopsi raporuydu.
Rapora göre öldürülenlerden birinin kafasına yakın mesafeden 5, ötekinin ise vücuduna 10 el ateş açılmıştı.
Bu tertemiz yüzlü,aydınlık bakışlı iki genç insanın fotoğraflarının da bulunduğu haberlerden birindeki otopsi raporunu bizim gazeteden okuyalım:
Yeliz Erbay’da kafa bölgesinde sağ şakaktan yakın mesafeden beş mermi giriş çıkışı,buna bağlı olarak kafatasında kırıklar ve elmacık kemiklerinde parçalı kırık.
Şirin Öter’de kafa bölgesinde sol şakaktan ve yakın mesafeden bir adet mermi giriş –çıkışı,göğüs bölgesinde 6 adet mermi giriş çıkışı, karın bölgesinde 1 adet mermi giriş çıkışı, vajinada 2 adet mermi giriş-çıkışı”
Yanlış okumadınız, evet. İkinci kurbanın cinsel organına da iki kez ateş edilmiş…
Ezilenlerin Hukuk Bürosu avukatlarının açıklamalarından öğrendiklerimize göre ise,MLKP(herhalde Markist Leninist Komünist Partisi ?) üyesi olduğu söylenen bu iki genç kadın, bulundukları eve “kamu güvenliğini tehlikeye sokacak biçimde ateş açılarak başlayan polis saldırısına “ karşılık veriyorlar… Gerisini yukarıda özetlenen otopsi raporundan öğreniyoruz.Yine avukat açıklamalarında “vücutlarında çok sayıda darp izi ve morluklar bulunduğu gözlemlenen” polis kurbanlarının “çatışma sonrasında yaralı olduklarının, darp edildiklerinin ve yakın mesafeden ateşle infaz edildiklerinin” görüldüğü belirtiliyor…
***
Avukat açıklamaları olmaksızın da olayın aynen böyle gerçekleştiği yeterince açık.
Vajinaya ateş etmek… Böyle bir şeyi ilk kez okuyor, duyuyorum.
Ve bunu yapan ya da yapanlar, görevleri kamu güvenliğini sağlamak olan
polisler, devletin memurları.
Bütün yakın tarihimizin en kötü, en karanlık, en kirli döneminde yaşamakta olduğumuzu bunun için söylüyorum.
Devlet eliyle işlenen ve işlenmekte olan nice alçakça cinayeti örnek göstererek bu cinayetteki alçaklığın, vicdansızlığın, özellikle de kadına düşmanlığın bu ülkede, bu toplumda nasıl bir noktaya gelmiş olduğunu gözden kaçırmayalım.
Yaralı ve savunmasız kişileri darp etmek, ardından bir insana değil hiçbir canlıya karşı duyulmaması gereken bir acımasızlıkla yaşamlarına son vermek ve bir kadına yapılabilecek en büyük, en canavarca , en ahlâksızca, sözcüklerle nitelenmesi en güç bir cinayet suçu işlemek ve bütün bu suçları işleyenlerin “polis” kimliği taşıyan kişiler olmaları,ülkemizin nasıl bir irin, pislik, karanlık bataklığında sürüklenmekte olduğunun yeterli kanıtıdır.
***
Taliban sözünden esinlenerek ülkemizdeki polisi Tayyiban güçleri diye adlandırmıştım…
Tekrarlıyorum…
Türkiye’de polis suç örgütüne dönüşmüştür.
Tersini kanıtlamak bu polisin bağlı olduğu en üst kurumlara, devletin kendisine düşer…
Sarıyer’de Dilek Doğan’ı katleden polis için ne yapıldı, ne yapılacak?
Panzer arkasında ceset sürükleyen,sürükleten polisler için ne işlem yapıldı?
Tahir Elçi cinayetinde polisin rolü nedir?
Gaziosmanpaşa’daki alçaklığın failleri kimlerdir?
Sorularım başbakanından cumhurbaşkanına, devletin bütün sorumlularınadır.
Sormak, araştırmak,yanıt istemek vicdanını, ahlâkını, insanlığın yitirmemiş herkesin görevidir.
Sormayan , konuşmayan, yanıt istemeyen ve sorumlu konumda olup yanıtlamayan herkes suça ortak demektir…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/261215

19 Aralık 2015 Cumartesi

ARAPÇA TUTKUSU


İlkokullarda Arap alfabesi öğretme dayatmasıyla başlayan Araplaştırma programı, şimdi Arapça dayatmasına dönüştü.
İkinci sınıftan başlayarak ilkokullara Arapça dersi konulacakmış.
Neden?
Bu nedeni, dönemin başbakanı, atalarımızın mezar taşlarını okuyamayışımızla açıklamıştı.
O günlerdeki bir yazımda, öyleyse daha da eski atalarımızın ürünü olan Orhun yazıtlarını okuyabilmeleri için çocuklarımızın Göktürk alfabesini de öğrenmeleri gerekir diye yazdığımı anımsıyorum.
Bu liste böylece uzayıp gider…
Önce Arap alfabesini, ardından Arapçayı ilkokulların ders programlarına sokmak isteyen kafanın derdi mezar taşı filan değil, Türkçenin yerine Osmanlıcayı koymak, Türkiye’yi Araplaştırmak; Cumhuriyetin, çağdaşlığın kazanımlarını yok ederek ülkeyi yeniden Osmanlı ortaçağına götürmektir.
***

Bunları söylerken, Arapçaya, Araplığa karşı düşünce ve duygular mı dile getirmiş oluyorum?
Arapçanın çok sağlam, çok büyük, kültür birikimi çok zengin bir dil olduğunda kuşku yok.
İslam’ın kutsal kitabının dili olması da özellikle bu dininin egemen olduğu toplumlarda Arapçanın önemini kuşkusuz arttırıyor.
Özel kurslar açılır, isteyen bu dili öğrenir.
Fakat bunlar çocuklarımıza devlet eliyle Arap alfabesi ve Arapça dayatmasının yıkıcı sonuçları olacağı gerçeğini değiştirmez.
Çünkü Arapça, öncelikle bilim alanında, bugünden yarına geleceği olan bir dil değil.
Örneğin, neden İngilizcenin, başka Batı dillerinin öğrenilmesine karşı değilsiniz de Arapçaya karşısınız diyenlerin anlamadığı şey, bu basit gerçeklik.
Arap alfabesi ve Arapça, çocuklarımızı geleceğe hazırlamaz, hazırlayamaz.
Tersine geçmişe, gerçekten de mezar taşlarına, mezarlıklara yöneltir…
Kısa süre önce bir İmam Hatip Okulu öğrencilerine mezarlıkta ders verilmesi böyle bir çabanın tipik örneğidir.
Her hangi bir başka ülkede,din okulu öğrencilerine de olsa, mezarlıkta ders işlenmesi her halde akıl hastanesinde sonuçlanacak bir girişim olurdu.
Bugün ülkece getirilmiş olduğumuz yer, böyle bir akıl hastalığı ortamıdır.

****
Kimileri de, siz çocuklarımızın Kuranı öğrenmesine karşı mısınız diye soruyor…
Yani, ilkokul çağından başlayarak çocuklarımız, Türkçenin ses dizgesiyle ilgisi bulunmayan Arap alfabesini sökecek, ardından muazzam güçlükleri aşarak Arap dilini öğrenecek ve bu sayede de Kuran okuyup öğrenecekler…
Böyle düşünenler düşündüklerinde gerçekten samimiyseler, şöyle demelilerdi:
Biz çocuklarımızı din bilginleri, İslam dini uzmanları olarak yetiştirmeliyiz. Yapılması gereken,onlara Kuranı aslından okuyup yorumlayacak düzeyde Arapça ve din bilgisi eğitimi vermek, bunu bütün eğitimin başlıca hedefi yapmaktır…
Çünkü gerçekten de, orta okul döneminden başlayarak programlarda yer alan başka yabancı diller için olduğu gibi, ister istemez eksik buçuk, yalan yanlış bir Arapça ve din eğitimi, karışık kafaları daha da karıştıracak, sonuçta da , kimliksiz, şaşkın, bir çoğu ne istediğini nereye yöneleceğini bilemeyen, bir o kadarı da kindar ve dindar kadroları oluşturacak çocuk ve ergen sürüleri ortaya çıkacaktır…
Olacağı da budur…
***
Bizim için hem kültürel ortaklık hem komşuluk ilişkilerimiz bakımından özellikle önemli bir dil olan Arapça, bu dil ve kültür alanının uzmanı olacakların üniversite düzeyinde seçecekleri bir dildir…
Alfabesinin ve kendisinin ilkokul çağından başlayarak öğretiminin dayatılması ise, zaten o düzeylerde ve kapsamda başarılabilecek bir şey olmadığı gibi, sonuç olarak da, ısrarla tekrar ediyorum, yıkıcılıktır;bu ülkenin çocuklarına yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Bir ülkede eğitimin asıl ve temel amacı, o ülkenin çocuklarına ana dillerinde okuyup yazmanın, düşünmenin, konuşmanın tadını duyumsatmak, bilgisini kazandırmak, onları öncelikle kendi dillerinde derinleştirmektir.
Bizde bugün dayatılarak benimsetilemeye çalışılan Arap alfabesi ve Arapça tutkusunun ise , kendi ülkesine, kendi diline, Cumhuriyetin ve çağdaşlığın değerlerine düşmanlık ve sevgisizlik dışında bir anlamı yoktur.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/191215

12 Aralık 2015 Cumartesi

TÜRK-RUS DÜŞMANLIĞI HORTLATILABİLİR Mİ?


Moskova’ya ilk gidişimde , Kızıl Meydan yakınlarındaki bir parkta gördüğüm heykel beni şaşırtmış ve üzmüştü.
Heykelde , yaşmaklı bir kadın,diz çökmüş, kollarını uzatmış; kendisine süngüsünü saplamak üzere olan askerden aman dilemekteydi.
Kadın belli ki Müslüman Osmanlı kadını, asker Rus askeriydi.
Bu kente sonraki gidişlerimde de yolum oralardan geçtiğinde yerli yerinde durduğunu gördüğüm heykelin irkilticiliğini, Çarlık Rusya’sı döneminin bir ürünü olması bir ölçüde de olsa azaltıyordu…
Heykel ve resim yasağı olmasa, bizde de bu türden kim bilir ne heykeller, ne resimler yapılırdı…

***
Ruslarda Türklere karşı olumsuz duyguların tarihi çok eski zamanlarda başlamış olmalı…
Rus’u kazısan altından Tatar çıkar” sözü bir Rus deyimidir.
Çağrılmadık konuk Tatar’dan kötüdür” sözünün aslı da yine Rusçadır.
Çok zaman önce Rus kanallarından birinde izlediğim bir edebiyat programında, Puşkin’in “Çingeneler” manzumesi irdelenirken konuşmacılardan biri, yapıtın kıskançlık cinayeti işleyen kahramanını “turok”(Türk) sözüyle nitelemişti.
Hâlâ, en azından bazı çevrelerde, öyle midir bilemem, fakat bu sözcüğün Rusçada çağrışımları bizde bir zamanlar sövgü olarak kullanılan “Moskof”tan pek de farklı değildir.
Bir zamanlar diyorum, yerini bir ara Rus kadınını aşağılayan bir başka sözcük almış olsa da, “Moskof” sözü çoktandır günlük konuşma sözlüğünden çıkmış gibiydi…
***
Rusların Türklüğe karşı olumsuz duygularının tarihi, 10. Yüzyılda Türk kökenli Kıpçak ve Peçenek göçebe kavimleriyle Rus prenslikleri arasındaki savaşlar döneminde başlamış; 13-15. Yüzyıllarda, iki yüzyıl süren Moğol-Tatar egemenliği döneminde doğal olarak yerleşiklik kazanmıştır…
Sonraki yüzyıllarda, 20.yüzyıla kadar yan yana iki büyük İmparatorluk olarak varlıklarını sürdüren bu iki büyük devletin daha çok bir savaş tarihi olan ortak tarihi I. Dünya savaşının sonlarına doğru beklenmedik biçimde kesişmiş, Ekim Devrimi ve Türkiye Kurtuluş Savaşının emperyalist Batıya karşı ortak yazgısı iki ülke ve halkları arasında yakınlaşma ve dostluğun temellerini atmıştır.

***
20.yüzyılın sonraki süreçlerine baktığımızda, Ruslarda Türklere karşı olumsuz duyguların daha çok geçmişte kaldığını, Türkiye’de ise 2. Dünya savaşı sırasındaki Nazi yardakçılığı ve komünizm karşıtlığının, bir Rus ve Rusya düşmanlığına dönüştürüldüğünü görüyoruz. (Stalin’in taleplerinin bunda bir payı olsa da, asıl neden hiç kuşkusuz emperyalizmin ve güdümündeki işbirlikçi Türkiye burjuvasının komünizm düşmanlığı ve korkusudur.)
***
1960’lardan başlayarak Sovyetler Birliğinin çözülme dönemine kadar geçen yaklaşık otuz yıllık süreçte, her iki toplumdaki ve dünyadaki gelişmelere bağlı olarak iki ülke ve halkları arasında birbirini tanıma ve yakınlaşma gereksinimi giderek güçlendi.. Her alanda karşılıklı ilişkiler, gidiş gelişler arttı.
Sovyetler Birliğinin çözülmesi sonrasında ise Rusya ve Türkiye arasında özellikle ekonomi, turizm gibi alanlarda ve onların temelinde de bütün insan ilişkilerindeki gelişmeler, çok az iki ülke ve halkları arasında görülebilecek bir düzeye ulaştı… “Uçak krizi” denilen saçmalık ve Rus pilotun alçakça, canavarca katledilmesi tam böyle bir dönemde ortaya çıktı…
***
Bu bir kötü rastlantı mı, Rusya devlet başkanının sözleriyle “Tanrının Türkiye yöneticilerin gözlerini kör etmesi mi”, ABD emperyalizmi ve ortaklarının Rusya’nın Ortadoğu politikasından duydukları rahatsızlığa karşı Türkiye’yi piyon olarak satranç tahtasına sürmeleri mi?
Belki hepsi ve en çok sonuncusu…
Bu uğursuz süreçte Türk-Rus düşmanlığının hortlatılmaması için yapılması gereken, Türkiye’nin sağlam güçlerinin emperyalizm işbirlikçisi yöneticilere açıkça karşı çıkarak onları geri adım atmaya zorlaması, Rus yöneticilerin de
Rusya’da hortlamakta olan Türk düşmanlığına ödün vermemeleridir.
Her iki ülkenin, bulunduğumuz bölgenin ve bütün barışçı insanlığın yararına olan budur.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 12.12.15

5 Aralık 2015 Cumartesi

BASIN VE AHLÂKI / Ataol Behramoğlu


Basın ahlâk yasası “basın çalışanı gazetecilerin uymayı kabul ettikleri yasal dayanağı olmayan bir anlaşma metni” olarak tanımlanıyor…
Yasal dayanağı olmayan anlaşma” kavramını irdelemeyi sona bırakarak metnin kendisine göz atalım…
14 ülkeden 34 gazeteci dünyada basın özgürlüğünü savunmak üzere 1950 yılı Ekim ayında New York Colombia Üniversitesinde yaptıkları bir toplantıda “Uluslararası Basın Enstitüsü”nün(İnternational Press İnstitut/İPİ) kuruluşunu ve ilkelerini açıklıyorlar.
Bu toplantıda bir Türk gazeteci, Ahmet Emin Yalman da yer alıyor…
(Yalman, İkinci Dünya savaşı yıllarında Nazi karşıtı yazılar yazmış bir gazeteci. O yılların Türkiye’sinde Nazi karşıtı yazılar yazmak herhalde kolay bir şey değildi. 1952’de uğradığı ve ağır yaralandığı silahlı saldırının gerisinde de demokrat kişiliği olsa gerek…)
***
Basın ahlâk yasası diye adlandırılan gazetecilik ilkeleri New York’taki toplantıda açıklanışından iki yıl sonra, 14 Şubat 1952’de,Türkiye Gazeteciler Cemiyetince “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” adıyla ülkemizde de yayınlanıyor.
Fakat yaşama geçirilmesi için de Demokrat Parti yönetiminin sona ereceği 1960 yılına kadar beklemek gerekiyor…
Ancak 24 Temmuz 1960 tarihinde, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Türkiye Gazeteciler Sendikasının düzenlediği bir toplantıda gazeteciler ve yayın kuruluşları temsilcilerince imzalanıyor…

***

Söz konusu ilkelerin neler olduğunu metne bakmadan da sıralamak zor olmasa gerek.
Bunların en başta geleni her halde doğru ve nesnel habercilik yapmak olmalıdır.
Nitekim metinde bu ifade geçmiyor olsa da “gazetecilik mesleği kişisel yarar için ve kamu zararına kullanılamaz/haberler doğruluğuna emin olunmadan yazılamaz/taraf tutan fikirler haber metninde verilemez” gibi ilkelerle hedeflenen esas olarak budur.
Bunlardan birinin de “din istismar edilemez” ilkesi olduğunu belirtelim…
***
Yasal dayanağı olmayan” kavramını irdelemeye gelince…
Gerçi yine bu metinde yer alan “şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın/kişi ve kurumlara karşı iftira” gibi kavramlar ceza yasalarının hükümleri içindedir.
Buna karşılık,yalan haber vermemek, gerçeği saptırmamak; şu ya da bu kişi, çevre kurum yararına toplumu yanıltıcı gazetecilik yapmamak gibi ilkeler, yasalardan çok ahlâkla, insanın insan olarak sahip olması gereken değerlerle ilgilidir…
Günümüz Türkiye’sinde basına ve bütünüyle medyaya baktığımızda ise, basın ahlâk yasası ilkelerinin ötesinde en temel insanlık ilkelerinin;ahlâk, vicdan,insaf,doğruluk, dürüstlük değerlerinin çiğnenerek paspasa,paçavraya dönüştürülmüş olduğunu görüyoruz…
Böylece de “basın” kavramıyla birlikte düşünmeye alıştığımız “ahlâk” kavramı, yerini giderek daha da paçavralaşan, yerlerde sürünen, tiksindirici bir ahlâksızlığa bırakmış oluyor…



Ataol behramoğlu/Cumartesi Yazıları/051215

28 Kasım 2015 Cumartesi

FAŞİST


Faşistin öncelikli özellikleri despot, acımasız, kinci olmasıdır.
Bu gibi özellikler genellikle sonradan oluşmaz.
Erken yaşlarda yaşanmış travmalarla ilgilidir.
Sonraki yıllarda bu özellikler büsbütün yok olmasa da törpülenebilir.
Ya da terine, kişiliğin değişmez özellikleri olarak daha da güçlenip kronikleşir.
Kişisel yaşamda, aile ortamında, faşist kişiliğin zararı kendi yakınlarına, yakın çevresinedir.
Toplumsal yaşamda bu zararlar, etkili olduğu alanın genişliğiyle orantılı olarak, az ya da çok ve kimi kez ölçülemez ölçüde yıkıcı olabilir.
Uzak ve yakın tarihten tanıdığımız, yaşamakta olduğumuz süreçlerde de kişiliklerine ve etkinliklerine tanık olduğumuz faşist kimlikli diktatörlerin, ya da taslaklarının sundukları örnekler yeterince göz önündedir.
***
Faşizmin bir ideoloji olup olmadığı tartışılabilir.
İnsana, insanlığa düşman; nefretle bilenmiş, yıkıcı, yok edici, acımasız bir yaşam algısına ideoloji denebilir mi?
Nasıl bir görüşe bürünürse bürünsün(dinci, ırk ayrımcı, şoven milliyetçi vb..) faşizm bir dünya görüşü değil, bir hastalık, ruhsal sakatlık, kimlik bozukluğudur.
Faşist, bir ideolojiyi, bir dünya görüşünü savunur görünebilir.
Fakat onu yöneten asıl itkiler şu ya da bu görüş değil, kişiliğindeki yukarıda bazılarını sıraladığım dürtülerdir.
Faşist kişilik, sakatlanmış, hasta bir kişiliktir.
***
Bu kişiliğin başkaca özelliklerini sıralayacak olursak, yine uzak ve yakın tarihin ve yaşamakta olduğumuz süreçlerin verdiği örneklerden yararlanarak,
bunların, korkaklık, sinsilik, yalancılık gibi başkaca aşağılık, irkiltici kimlik özellikleri oldukları söylenebilir..
Soyut bir kimlik çözümlemesi yapmak amacında değilim.
Faşizmin sınıfsal çıkarlarla ilişkisini de biliyorum kuşkusuz.
İstediğim, somut örneklerden yola çıkarak faşist kişiliğin özelliklerini sergilemek…
Acımasızlık ve korkaklık tek bir şeyin iki yüzü gibidir.
En acımasız faşist diktatörlerin iktidarlarını yitirdiklerinde nasıl korkaklaşıp sürüngenleştikleri bilinen bir şeydir.
İktidarda oldukları sürece acımasızlık dozunun giderek şiddetlenmesinin nedeni de aslında bu korkudur.
Kötü kişi kötü olduğunu içten içe bilir, duyumsar,
Fakat bir kez lanetlendiği, suça battığı için, istese de kötülük bataklığından çıkamaz, bu pisliğe, bataklığa daha çok gömülür…
***
Burada kilit kavram sanıyorum hümanizmdir.
İnsan sevgisi, insana saygı, insanın değerliliği demek olan hümanizm.
İnsana ve insanlığa düşman hiçbir faşist yönetimin varlığı çok uzun sürmez, süremez.
Faşistin sonu ise, şaşaası ne kadar parıltılı, yıkılmazlık görüntüsü ne kadar ürkütücü, acımasızlığı ne kadar sınır tanımaz oldu ise, yıkılışı da o kadar çabuklaşacak, geride kirli ve karanlık bir iz bırakarak yok olup gitmesi de o kadar kaçınılmazlaşacaktır…


Ataol Behramoğlu/28 Kasım 2015/Cumartesi Yazıları


Bu satırlar gazeteci arkadaşlarımızın tutuklanışını protesto etmek için İstanbul büromuzun çevresinde toplanan büyük bir kalabalığın bir ağızdan haykırdıkları “faşizme karşı omuz omuza” sloganları eşliğinde yazıldı…  

21 Kasım 2015 Cumartesi

İŞİD VE FELSEFE


Ülkemizdeki katliamların ardından Rus yolcu uçağına karşı gerçekleştiren canavarlık ve hemen arkasından felsefenin anayurtlarından Fransa'da yaşanan vahşet, tam da dünya felsefe gününün kutlandığı bir döneme rastladı.
İnsan böylece ister istemez felsefenin ne olduğu ve katliamların uygulayıcısı İŞİD canilerinin felsefeyle nasıl bir ilişkileri olabileceği konusunda düşünmekten kendini alamıyor...
Felsefe sözcüğü Yunanca düşünmek ve sevmek sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuş.
Yani, düşünce sevgisi, düşünmeyi sevmek.
Beyin yetileri dumura uğramamış birinin düşünmemesi olası değil.
Sevse de sevmese de bir şeyler düşünecektir...
Fakat sorun burada biraz karmaşıklaşıyor...
Düşünmek, fakat neyi, nasıl?
Bilgi sahibi olmadığınız bir alanda istediğiniz kadar düşünün, düşündüğünüzü sanın. Sonuç havanda su dövmek olacaktır...
Demek ki felsefe sözcüğünün dilbilgisel bakımdan anlamının ötesine geçmek, bu düşünme olgusunun bilgiyle ilişkisini irdelemek zorundayız...
Daha açık bir deyişle, düşünmek için bilmek gerekiyor...
Fakat bunu saptamakla da iş bitmiyor...
Bilmek... Bilgi sahibi olmak...
Fakat neyin bilgisi, nasıl bir bilgi?
Bu noktada da karşımızda bütün görkemiyle insana ve evrene ilişkin tüm bilgi alanları yükseliyor...
Buradan çıkarılacak sonuç ise ne kadar çok bilgi sahibi isek, o kadar çok ve derinliğine düşünme yetisine sahip olunacağıdır....
Fakat tam bu noktada da kendini duyumsatan başka soruları yanıtlamak gerekiyor...


***
Bunlardan ilki, her şeyi bilemeyeceğimize göre, neleri öncelikle öğrenmeli, doğru düşünmek için hangi temel bilgilere öncelikle sahip olmalıyız sorusudur.
Bilgiye karşı inancı, bilmeye karşı inanmayı üstün tutanların en sevmedikleri soru budur.
Bunlar hangi türde inançlar olurlarsa olsunlar, düşünmeyi, bu demektir ki felsefeyi reddetme bakımından aralarında fark yoktur.
Bilimsel düşüncenin kendisi de bilinenle yetinmeyi değil, onun ötesine geçmeyi öngörür...
Bu sonsuz bir düşünme sürecidir...
Bilimle sınanıp kanıtlanamamış düşünceler ise varsayımlar ve inançlardır.
Varsayım bilimsel araştırmanın bir evresi; inanç ise bilimle, bilgiyle ilgisi bulunmayan, öznel, kişisel bir kabulleniştir.
Dünya görüşlerinin temellerini bilimsel bilginin değil inanışların oluşturduğu kişiler, bazı bakımlardan en alt basamaklardaki canlılardan da daha geridedirler…


***


Bu kadarla kalsa, bu kendi sorunlarıdır denilip geçilebilir...
Fakat düşünmeyenin düşünene karşı uyguladığı vahşet, kıyım, canavarlık, bütün insanlık tarihinde zaman zaman yaşanan ,şimdi de örneklerini görmekte olduğumuz en büyük yıkımdır..
Çünkü bu insanlığın bütün birikimlerinin yıkımı, insanın bütünüyle yok oluşu demektir.
“Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü tersine çevrilerek, şöyle de söylenebilirdi:
Düşünmüyorsun, öyleyse yoksun..
Ve biraz daha ileri giderek şöyle demek gerekir: Düşünmüyorsun ve düşünmemekle kalmayıp düşüneni yok etmek istiyorsun. Öyleyse, yok edilerek de olsa durdurulman gerekiyor. Çünkü senin kazanman aklın yenilgisi, bu demektir ki insanın, insanlığın yok olması demektir...


***
Bilimsel düşünce, teknolojinin, uzmanlık alanlarının, günlük yaşamsal gereksinimlerin zorunlu kıldığı bilgileri edinmenin ötesinde, varoluşumuzun ve insanlığın geleceğinin akılda, insanın kendisinde, onun yaratıcı yeteneklerinde olduğunu kavramış bilimsel dünya görüşüdür…
Böyleyken, ülkemizde ve belli ölçülerde her yerde, teknoloji olağanüstü denebilecek bir hızla ilerlemekteyken, akılların bilimsel bilgi yerine doğaötesi inanışlarla saptırıldığını görüyoruz…
Böylece, dünyada felsefenin kutlandığı şu günlerde , felsefenin sorunlarıyla değil akıl dışı sapkınlıkların yol açtığı sorunlarla uğraşıyoruz.
Marks, filozofların dünyayı sadece yorumladıklarını, oysa asıl sorunun onu değiştirmek olduğunu söylemişti…
Bu gün tam olarak böyle bir noktadayız.
Felsefenin ve yanı sıra insan aklının ürünü her şeyin,İŞİD canavarlığına ve onu yaratan her türlü akıl dışılığa karşı sadece yorumlamakla kalmaması, bütün alanlarda ve bütün olanaklarıyla savaşması gerekiyor…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/211115

14 Kasım 2015 Cumartesi

CHP’li ve genç olmak

Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu liseli yıllarımda yakınlık duyduğum parti Cumhuriyet Halk Partisi’ydi. 
Daha doğrusu bu yakınlık partiden çok lideri İsmet İnönü içindi. 
Babasının kitaplığında “Nutuk” bulup yutarcasına okumuş bir delikanlı için doğaldı bu sevgi. 
Atatürk’e karşı duyduğum hayranlık azalmak şurada dursun giderek daha da artarken, 1960’lardaki üniversitelilik dönemimde İsmet İnönü’ye ilişkin duygularım inişli çıkışlı oldu… 
1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldum… 
Bu parti olmasa, o yılların Cumhuriyet Halk Partisi’ne üye olur ya da o parti için çalışır mıydım?
Sanmıyorum… 
Yazıda, o yılların ve günümüzün Cumhuriyet Halk Partisi’ne ilişkin olarak işlemek istediğim konu da tam olarak budur…
***
Bir siyasal hareketin genç bir insanda ilgi ve yakınlık uyandıracak özellikleri neler olabilir? 
Sözünü ettiğim üniversiteli yıllarıma döneyim… 
Menderes yönetimine karşı bir gösteride yaşamını yitirmiş Turan Emeksiz, bizler için örnek bir kahramandı.
Fakat 60’lı yılların Cumhuriyet Halk Partisi’nde bu başkaldırı ruhundan eser yoktu. 
Dahası, dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün ’60 başlarındaki üniversite gençliğinin eylemlerine ilişkin olumsuz sözlerini anımsıyorum…. 
Benim gibi militan bir ruha sahip, yurtsever ve sola yatkın gençler için Türkiye İşçi Partisi ideolojisi biçilmiş kaftandı. 
Tam bu noktada da “ideoloji” kavramını vurgulamış oluyorum… 
Karşımızdaki gençlik “ülkücüler” adı altında MHP ideolojisi çevresinde toplanmaya başlamıştı. Sonuçta bu da bir ideolojiydi… 
Peki, dönemin CHP kadrolarında nasıl bir gençlik yer almaktaydı? 
Bugün ben yaşlarda olup o günlerin CHP üyesi ya da sempatizanı olan gençler bu soruyu daha iyi yanıtlayabileceklerdir… 
Benim o döneme ilişkin yaşantılarımdan anımsadıklarım ise TİP üyesi olalım ya da olmayalım, kendini solcu ve yurtsever olarak tanımlayan bizler, emperyalizm ve faşizm karşıtı, emekten ve emekçiden yana sloganlarla Kızılay Bulvarı’nda “Dönüşüm” dergisini dağıttığımız sırada ve “ülkücü”lerin fiziksel saldırına uğradığımızda, gözaltına alınıp yargı önüne çıkarıldığımızda, yanımızda tek bir CHP’li gencin bulunmayışıydı… 
Başka bir deyişle Turan Emeksiz’in adıyla özdeşleşen başkaldırı ruhu CHP’yi terk etmiş ya da daha doğrusu CHP o ruhu terk etmiş, bayrağı daha gençlere devretmek üzere bizler almıştık… 
Ecevit’in dönemsel başarısının başlıca bir nedeni, partideki bu sıkıntıyı görerek ona gençlik ve yenilenmiş bir ideoloji kazandırma çabası olmalıdır…
***
Günümüz CHP’si ideolojisiz bir parti mi? 
Evet. 
Bu partinin yerinde saymakta oluşunun başlıca nedeni de bence budur. 
İdeolojisi olmayan bir parti gençliği etkileyip kendine çekemez… 
Gençliği etkileyemeyen bir partinin ise bizimki gibi genç bir ülkede başarı şansı yoktur…
***
Şimdi, CHP ve ideoloji derken düşündüklerimi özetlemeye çalışayım… 
İdeoloji her şeyden önce bir yaşama kültürü, bir yaşam anlayışı demektir… 
Cumhuriyetin ve kurucu önderinin ideolojisi, her şeyden önce, aydınlanma ve bağımsızlıktır. 
Kemalizm”in(ekonomi vb. alanlarda) pragmatik uygulamalarından her biri, dönemin koşullarına göre yeniden irdelenip değerlendirilebilir. 
Fakat aydınlanma ve bağımsızlık ilkeleri ve değerleri dışında… 
Çağdaş insan olmanın bu temel değerlerine, kuşkusuz başkaları da eklenecektir. 
Fakat aydınlanma kültüründen ve bağımsızlık ruhundan yoksun olan hiçbir değer tek başına anlam taşıyamaz. 
Ülkemizde her yere savrulmuş olan gençliğin gereksinim duyduğu asıl değerler de bunlardır… 
Özgür insan demek olan aydınlanma bilincini ve antiemperyalizm demek olan bağımsızlık ruhunu cesaretle ve kararlılıkla öne çıkaramayan bir CHP, kitle partisi olma adına ne kadar çabalayıp didinse ve Cumhuriyetin kuruluş ideolojisinden bu yönde ne kadar ödünler de verse en iyi olasılıkla yerinde saymaya devam edecektir...

7 Kasım 2015 Cumartesi

Sahi, ne ülkesiyiz?

O sırada başbakan olan Erdoğan’ın yanağından makas almakla ünlü bir gazeteci, Ankara’daki canlı bomba katliamının ardından, “Şaşacak bir şey yok, Ortadoğuülkesiyiz” demişti… 
Yarı resmi sayılabilecek bir ağızdan, sanırım ilk kez böyle bir şey söylenmekteydi. 
Bu söz, duygusuz, acımasız, irkiltici üslubu bir yana, beni düşündürmüştü: 
Sahi, ne ülkesiyiz? 
Biz oldum olası ülkemizin Doğu’yla Batı, Asya’yla Avrupa arasında bir geçit, bu anlamda da bulunduğumuz coğrafyada (Küçük Asya’da, Balkanlar’da) ve komşu coğrafyalardaki (Büyük Asya, Ortadoğu, Balkan, Kafkasya…) kültürlerin özgün bir sentezi olduğunu düşünürdük… 
Demek ki sonunda gele gele Ortadoğu’ya tıkılıp kalmışız…
***
Mirasçısı olduğumuz Osmanlı ve öncesindeki Selçuklu imparatorlukları Ortadoğu devletleri miydiler? 
Sorunun yanıtını tarihçiler kuşkusuz daha doğru ve ayrıntılı vereceklerdir… 
Fakat ne Selçuklu’nun ne de özellikle Osmanlı’nın Ortadoğu’ya sıkıştırılamayacağı çok açık… 
Anadolu Selçuklu Devleti, adı üstünde, bir Küçük Asya ülkesiydi. 
Siyasal, kültürel bağlantıları Ortadoğu’dan çok Anadoluluk kimliğiyle, Büyük Asya’yla ve Bizans üzerinden Avrupa’yla ilişkiliydi… 
Osmanlı İmparatorluğu ise, kuşkusuz ki, döneminin hiçbir coğrafya ya da kültürüyle özetlenemeyecek bir dünya devletiydi.. 
Öyleyse, bu Ortadoğu ülkesi sözü nereden çıktı? 
Osmanlı küçüle küçüle Türkiye Cumhuriyeti’ne, o da bir Ortadoğu ülkesine mi dönüştü denilmek isteniyor? 
Üzerinde durup düşünelim…
***
Birkaç yıl önceki bir Suriye gezisinde, aklımda yanlış kalmadıysa Şam yakınlarındaki bir üniversitedeki toplantıda, grubumuzda bulunan sağcı bir gazeteci, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’yı yıkarak büyük bir devleti küçülttüğü yönünde sözler söylemişti… 
Bunun üzerine ben de söz alarak, öyle olmadığını, ortaçağı aşamamış bir imparatorluğun kaçınılmaz yıkılışı sonrasında kurulması başarılan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir küçülme değil dirilme, yenilenme, çağdaşlığa yönelme başarısı olduğunu anlatmıştım… 
Makasçı gazetecinin sözü bana bu olayı anımsattı... 
Bir anlamda o da aynı şeyi söylemiş oluyor… 
Yani, artık bir Ortadoğu ülkesiyiz, böyle şeyler olur, olacak…
Fakat o bunu hiç de yakınılacak bir şey olarak değil, kabul edilmesi gereken bir gerçek olarak vurguluyor… 
Ülkesini ve böylelikle de kendisini Ortadoğulu olarak tanımlamış oluyor…
***
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın birkaç yüzyıllık geriliğini bir çırpıda aşarak 
Batılı, çağdaş bir ülke olmaya yönelmişti… 
Çağdaşlığın kazanımları son birkaç yılda birer birer geri alındı ve alınmakta… 
Herhangi bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşmeye denebilir ki birkaç adımlık yol kaldı… 
Bu bakımdan da “Erdoğan sever” gazeteci haklıdır, bir Ortadoğu ülkesiyiz… 
Canlı bombalara, kitlesel katliamlara, keyfi ve kitlesel tutuklamalara, ortaçağ yasaklarına hazır olalım… 
1 Kasım seçimlerinin sonuçlarıyla toplum olarak bunu zaten hak etmiş durumdayız…
                                             
Not: Yazımı yazmaktayken, bir telefonla, bu köşedeki yazılarımdan birindenötürü “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla hakkımda dava açıldığı ya da suç duyurusunda bulunulduğunu öğrendim… Yazıyı yetiştirmek zorunda olduğum için arada kesip gazeteyi arayamadım… Şimdi arayacağım, bakalım neymiş…

31 Ekim 2015 Cumartesi

Seçim öncesi son yazı / Ataol Behramoğlu

Bir zamanların Yeşilçam filmlerinde yoksul ve deneyimsiz genç kızlarımızın aldatılıp kötü yola düşürülmesi gibi bazı aydınlarımızın aldatılıp tuzağa düşürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz... 
Her nasılsa böyle bir tuzağa düşmemeyi başarmış biri olarak, seçim öncesindeki bu son yazıda, “Sivil Darbe” ve “Yalancının Ampulü” adlı kitaplarımda topladığım, hepsi bu sütunda yayımlanmış yazılarımdan “zaman dizimsel” sıralamayla küçük bir seçmeler yapmak istedim... 
“AKP liderinin İstanbul Belediye Başkanlığı adaylığı sırasında yaptığı televizyon konuşmalarını izlerken tarifsiz bir sıkıntı duymuştum. ... Şaşılası bir kendini beğenmişlik. Düşüncelerinin doğruluğu konusunda asla kuşku duymamak. Ancak dinsel fanatiklerde, düşünceyle değil inançla hareket edenlerde görülebilecek bir özgüven. Ama bu özgüvende, yine inanmışlara özgü ‘alçakgönüllülük’ten eser yoktu... Tersine, fanatizm kibirle birleşmişti ve asıl iç daraltıcı, sıkıntı verici olan buydu...” (AKP ve Lideri Hakkında / 30 Ekim 2002) 
“Bugün ülkemiz, temel eğitimini din adamı yetiştirmek amacıyla kurulan bir eğitim kurumunda almış bir başbakanın partisinin iktidarınca yönetiliyor... Bu başbakanın kimliği, dünya görüşü yeterince açıktır. Sıradan bir din görevlisi tarafından bile söylenmiş olsa toplumda sıkıntı yaratacak sözlerin sahibi bu kişi, bugün karşımızda başbakan olarak bulunmakta...” (Sığ Sularda Derin Dalışlar / 31 Mayıs 2003) 
“AKP’nin yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ancak ve sadece ‘sivil darbe’ sözcükleriyle nitelenebilir. Tabii, henüz girişim sürecinde bir sivil darbe...” (Sivil Darbe / 4 Ekim 2003) 
“AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslam cumhuriyetine dönüştürülmesi yolunda, bu iktidar sahiplerinin yakın tarihimizde elde ettiği en büyük kazanımdır.” (“Ilımlı İslam” ve AKP / 7 Aralık 2003) 
“AKP yönetimi ülkeyi bir parçalanma, yok olma uçurumuna sürüklüyor. Bu sürüklenişe karşı çıkmak sadece yurttaş olma görevi değil, sözcüğün gerçek anlamıyla insan olma sorumluluğudur.” (Bağımsızlık Ahlâkı / 8 Mayıs 2004) 
“AKP iktidarının ne yapmak istediği ve gücü yettiğince de yaptığı gün gibi ortada. İdeolojisi din olan bir siyasal hareket demokrat olamaz. Bunun olabileceğine inanan, inanmak isteyen, öyle görünen, korkak, çıkarcı ya da safdilleri İran’da Humeyni sonrasındaki akıbetin beklediğinden kimse kuşku duymamalı.” (Cumhuriyetin Yasal Savunu Hakkı / 22 Mayıs 2004) 
“...ABD önderliğinde günümüzün emperyalist devletleri, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adı altında, İngiliz emperyalizminin geçen yüzyıllardaki ‘Uygarlaştırma Görevi’ başlıklı sömürgeleştirme politikasını daha geniş bir alanda ve çok daha vahşi yöntemlerle uygulamaya koymuşken, Türkiye bu emperyalizmin destekçisi ve yardakçısı olarak sahneye çıkıyor. Ve ülke böylece, El Kaide’nin ve her türlü karanlık terörün belki ABD ve herhangi bir Avrupa ülkesinden çok daha fazla hedefi durumuna getiriliyor...” (Zordayız / 12 Haziran 2004) 
“Türkiye insanı, etnik kökeni ve sınıfsal konumu ne olursa olsun, ülkesinin geleceği konusunda derin kaygı içindedir. Kaygı duymayanlar, bir avuç omurgasız aydın,‘ense karartmama’ konusunda pişkinleşmiş teslimiyetçi çevreler, halkla ve ülkeyle somut bir bağı bulunmayan bazı ‘sol’ hayalcilerle dinci ve parçalanmış bir ülkeye doğru gidişi ‘ulusal devletten demokratik devlete geçiş’ olarak tanımlama çabasındaki kimselerdir.” (Federal İslam Cumhuriyetine Doğru / 25 Mart 2006) 
“Cumhurbaşkanı olan bir Tayyip Erdoğan’ın siyasetin dışında kalacağını ve böylece AKP ile daha kolay baş edebileceklerini düşünenler varsa, bu olasılık gerçekleşir de AKP lideri Çankaya’ya çıkarsa, ne kadar yanılmış olduklarını acı biçimde göreceklerdir.” (Erdoğan Ülkeyi İç Savaşa Götürür / 15 Temmuz 2006) 
Köşemin sınırına dayandığım gibi, yoruldum ve sıkıldım... Fakat seçim öncesindeki bu son yazıda yine de son bir alıntı: 
“Yalanın bu ölçüde gerçekliğin yerini aldığı bir başka dönem anımsamıyorum... Bu büyük bir can sıkıntısıdır... Ama sıkılmaya hakkımız yok... Sıkılmaya hakkımız olmadığı kadar, kaybetme hakkına da sahip değiliz...” (Sıkılmaya Hakkımız Yok / 22 Mart 2008) 

24 Ekim 2015 Cumartesi

DİKTATÖRE DİKTATÖR DEMEK

Tayyip Erdoğan ,Saddam’dan Evren’e diktatör adları sayarak,” onlara diktatör denilebilir miydi, bana dediğinize göre demek ki değilim “ anlamında sözlerini her fırsatta tekrarlıyor.
Düz mantıkla bakıldığında, doğru.
Örnekleri daha da şiddetlendirerek çoğaltabiliriz:
Hitler kendisine diktatör diyeni herhalde yaşatmazdı.
Stalin de öyle.
Pinoşe, Mussolini, Çavuşesku, Salazar, Franko, vb… uzak ve yakın tarihten sürüsüne bereket diktatör adı sayarak aynı soruyu sorabiliriz.
Bu diktatörlere diktatör diyenler canlarından olmasa bile hayatları sönerdi. Hapiste, sürgünde sürünüp can verirlerdi… Nitekim öyle de olmuştur…
Şimdi Tayyip Erdoğan, bakın ben kimseyi asmıyor,kurşuna dizmiyor, öldürtmüyorum, öyleyse diktatör değilim diyor…
Gerçi başbakanlık döneminde ve şimdi cumhurbaşkanlığında açılmış ve açılmakta olan hakaret davalarında, suçlanan kişilere para ve hapis cezaları yağmakta…
Eh…bu kadar kusur…….”diye başlayıp ünlü deyimi azıcık değiştirerek sürdürebilirsiniz: “………en ileri demokrasilerde de bulunur…”
Hiç öyle değil…
İleri demokrasiler şurada dursun,yakın ve uzak tarihimizin hiçbir döneminde, Erdoğan’ın tanımıyla “cennetmekan Abdülhamit” zamanında bile, eleştiriye bu kadar tahammülsüz olunmamış, bu kadar çok ceza yağdırılmamıştır.
Başbakanlığı döneminde kendisine ve partisine hakaret ettiği iddiasıyla hakkında dava açılmış olanlardan biri de benim…
Bir TV programında, “bunlar seçimde kaybetseler de iktidarı bırakmayacaklardır”… dediğim için…
Neyse ki aklanmıştım…
Diktatör henüz oraya kadar uzanamamıştı demek ki…

***
Şimdi girişteki “düz mantık” kavramını biraz açayım…
Düz mantık, bir şey, bir nesne hakkında,, ne ise hep odur, o kalacaktır diye düşünmektir..
O şey ya da nesneyi, çevreden, durumdan, zamandan yalıtlayarak ele almaktır.
Tayyip Erdoğan’ın başka(irdeleyici, diyalektik) bir mantıkla düşünmesi beklenemeyeceği için, ben diktatör değilim demeye çalışırken sözlerinin altında yatan anlam şu ya da bu diktatöre benzemediğidir.
Doğrudur, adını saydığı, sayabileceğimiz diktatörlerden hiçbiri değil…
O diktatörlerin her birini yaratan kişisel ,toplumsal, öznel koşullar, başka başka dönemler, farklı süreçler var…
Tayyip Erdoğan kendi diktatörlüğüne İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bu günlere, adım adım, sabırla, kararlılıkla ilerliyor…
Sivil ve askersel bürokrasiyi sindirmeyi başardı. Yargı erkini parçaladı. Kendi polis gücünü oluşturdu. Eğitim alanında istediklerinin çoğunu, belki hepsini gerçekleştirdi. Geriye bir tek parlamentonun etkisini yok ederek diktatörlüğünün “yasal” dayanaklarını oluşturmak kalmıştı. Bir önceki seçimde istediğini elde edebilse bunu da yapacaktı… Şimdi şansını bir kez daha deneyecek…
***
Tayyip Erdoğan tipolojisi bir Ortadoğu diktatörlüğüdür.
Kaçak güreşen, bir adım ileri bir adım geri oynayan, çeşitli kılıklara girebilen, hısım akraba kayıran, geri kalmış,ikinci sınıf bir diktatörlük…
Bu diktatörlüğün önündeki başlıca engel, hakkında“cennetmekan” değil “mekânı cehennemin dibi olsun” diye düşündüğünden kuşku duyulamayacak Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinin evrensel değerleridir.
Bu engeli aşabilecek mi?..
Doğrusunu isterseniz, sanmıyorum…
Fakat ola ki aşabilirse nasıl bir diktatör olacağını hep birlikte görecek, yanı sıra kimlerin diktatör diyip ya da demeye devam edip, kimlerin bunu bile söylemeyi göze alamayacağını yine birlikte izleyeceğiz….





Ataol Behramoğlu/CumartesiYazıları/241015

10 Ekim 2015 Cumartesi

MASAYA BİR TABAK DAHA…


Ölüm haberi geldiği andan beri Sennur Sezer’i düşünürken aklımdan hep aynı dize geçiyor: “Masaya Bir Tabak Daha Koyuyorum…”
Bir şiirinin son dizesi olduğunu biliyorum. Fakat hangi şiirdi, şu anda elimin altında kitapları olmadığı için arayıp bulma şansım yok.
Fakat bu şiirin, içlerinde benim de olduğum kaçak arkadaşlar için yazıldığını anımsıyorum.
1980’lerde, kendi ülkemizde, hapisteyken, ya da sürek avında izlenircesine kaçak yaşamaktayken yazılmış bir şiir.
Masaya Bir Tabak Daha…”
Sennur Sezer’in anneliğini, kardeşliğini, yoldaşlığını, sadeliğini, özverisini, insanlığını en iyi anlatabilecek bir dize…

***
Tanışıklığımız 1960’ların en başlarında, Bursa’dan İstanbul’a gelip Varlık Dergisine uğradığımda başlamış olabilir.
Sennur olsa, bu tanışıklığın ne zaman, nerede, nasıl olduğunu şıp diye anımsar, söylerdi.
Son görüşmemiz olduğunu bilemeyeceğimiz görüşmemizde onu Merter’deki evlerinden alıp Dağlarca Şiir Ödülü değerlendirme toplantısına birlikte gitmekteyken, ortak yaşantılarımıza, anılarımıza ilişkin anlattıklarından anımsayamadıklarım oldu. Kimi sorularını yanıtlamakta zorluk çektim. Ve henüz atlatamadığı ağır hastalığa karşın belleğinin aydınlığına, hayatla ilgisine bir kez daha hayran kaldım. Sennur Sezer’deki bellek gücü sıradan bir anımsayış değil; yaşamla, ülkeyle, dostluklarla, her şeyle ilgisinin sonucuydu. Kıpır kıpır bir yaşama heyecanı… Soran, sorgulayan, irdeleyen, yapıcı bir merak... Şaşılası bir açık sözlülük ve dobralık… Bütün bunlar kişiliğinin olduğu kadar şiirlerinin de özellikleridir…

***
Kuşağımızın kendini geliştire geliştire sonuna kadar direnip ayakta kalmayı başaran sanırım tek kadın şairidir.
O yıllarda şair ve yazar kadın sayısı günümüzdekinden çok farklı olarak birkaç kişiyle sınırlı olduğu gibi,olanlar da pek ortada görünmezdi.
Sennur Sezer bu anlamda da bir istisnadır.
Kadın olmayı, arkadaş olmayı, yoldaş olmayı başararak kuşağının erkek şairleriyle omuz omuza yürümeyi bildi.
Şiirini durmaksızın geliştirerek sadece 1960 yıllar toplumcu şairler kuşağının değil, bütün edebiyatımızın en seçkin, en özgün şairleri arasında yer aldı…
Yoksunluklar içinde yaşanmış bir çocukluk ve genç kızlığın, anne ve eş olmanın, yazı emekçisi bir kadın olmanın güçlüklerini, sorunlarını şiire dönüştürmeyi başararak başta kadınlık olmak üzere baskı altındaki emekçi insanın sesi oldu.
***
Tekrar yukarıya, “masaya bir tabak daha koyuyorum” dizesine dönüyorum…
O tabak sıradan bir yemek tabağı olmanın ötesinde, dünyanın masası üzerine konulmuş bir şair yüreğidir…
Kadın, anne, arkadaş, kardeş, yoldaş, sevgili, akraba bir yürek…
Canım Sennur…
Alçakgönüllü, azıcık mahzun, sımsıcak gülümseyişini görüyor gibiyim…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/10.10.15

7 Ekim 2015 Çarşamba

Sennur Sezer‏

SENNUR SEZER  İÇİN

 KARDEŞİM,ARKADAŞIM,KUŞAKDAŞIM, HEPSİNDEN DAHA ÖNEMLİSİ DE VİCDANDAŞIM SENNUR SEZER’İ APANSIZ YİTİRMİŞ OLMANIN SARSINTISI İÇİNDEYİM.
        ÜLKEMİZDE ÇOKTANDIR UNUTULMUŞ OLAN “VİCDAN” SÖZCÜĞÜ SENNUR’UMUZA EN ÇOK YAKIŞANDIR.
      AÇIK SÖZLÜ, AÇIK YÜREKLİ; VİCDAN, DÜRÜSTLÜK, ARKADAŞLIK SİMGESİ, SEVGİLİ, CANIM SENNUR, SONSUZ UYKUNDA ÜLKENİN KALBİNDE OLACAKSIN.


ATAOL BEHRAMOĞLU

7 Ekim 2015

3 Ekim 2015 Cumartesi

ZİHİN BULANIKLIĞI MI?


Sanatçılar Girişiminin “Baş Sorumlu Sorumsuz Cumhurbaşkanıdır” başlığı ile yayınladığı benim de imzam olan bildiri Vatan Partisi Başkanı Doğu Perinçek’in kırıcı, sert eleştirisiyle karşılaştı.
Okumamış, gözden kaçırmış olanlar, bu bildiriyi, Perinçek’in yazısını, Ümit Zileli’nin de Perinçek’i eleştiren oldukça sert karşı yazısı başta olmak üzere konuyla ilgili başkaca yazıları ve sonrasında da bir bardak suda fırtınaya benzeyen okur yorumları ve tartışmalarını Oda TV internet sayfalarında bulup okuyabilirler.
Öncelikle, 7 Haziran sonrasındaki ortamın “kanlı, karanlık” bir ortam olarak nitelenmesini yanlış bulan, eleştiren, neredeyse yarım yüzyıllık arkadaşıma sormak isterim: Bunca ölümü, bunca kırımı, başka nasıl niteleyelim? Söz konusu bildirinin buna ilişkin cümlelerinde, kırıcı eleştiride öne sürüldüğü gibi, “vatan savunması”na karşı çıkan tek bir cümle, tek bir sözcük var mı? Ve zaten bildirideki imzalar içinde böyle bir düşünce sahibi olabilecek tek bir kişi gösterilebilir mi?
Teskere” konusuna gelelim… Şu andaki düşüncem de bildiride dile getirildiği gibidir. Bu gün cumhurbaşkanı, dolayısıyla “başkomutan” sıfatını taşıyan kişiye sağlanacak her yetkinin ülkemize yarar değil zarar getireceği kanısındayım. Bu kişinin 7 Hazirandan sonra değişen tavrının nedeni ise yeterince açık değil mi? Nasıl oldu da birdenbire “vatan savunucusu” oluverdi? Açıkça söylenmiyor olsa da, üstü kapalı olarak söylenen bu değilse nedir? Denebilir ki, bu gün siyaset böyle demeyi gerektiriyor… O zaman biz de şöyle yanıt veririz: Bizler siyasetçi değil sanatçıyız… Günün, durumun koşullarına göre değil;hiçbir kişin ya da örgütün buyruğuna göre değil; evrensel ahlâkın,vicdanın, aklın buyruğu ne ise ona göre konuşuruz… Bu gün gözle görülmekte olan apaçık gerçek Tayyip Erdoğan’ın kendini ve ailesini kurtarmak için çırpınmakta olduğu, bu uğurda ülkeyi ateşe atmaktan bir an bile çekince duymayacağıdır… “Baş Sorumlu Sorumsuz Cumhurbaşkanıdır” başlıklı bildirinin ana mesajı budur ve bu mesajı başka yerlerde aramaya çalışmak onu saptırmaya çalışmaktan başka anlam taşıyamaz…
Bir başka köşe yazarının konuyla ilgili yazısında , Sanatçılar Girişimi bildirisinde “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birinci derecede sorumlu olduğu sürecin son beş ayla sınırlandığı” gibi bir cümle okuyunca, bu şaşılası çıkarsama karşısında insanın ağzı gerçekten açık kalıyor!... Bir kez daha özetleyeyim: “Baş Sorumlu Sorumsuz Cumhurbaşkanı”dır başlıklı bildirimizin amacı yaşanmakta olan sürecin dünden bugüne dökümünü yaparak sorumlularını sıralamak değil, başkaca da bir şey değil, 7 Haziran sonrasındaki sürecin baş sorumlusunun söz konusu “sorumsuz” kişi olduğunu vurgulamak; bununla amaçlanan da, bu kişinin yaklaşan seçimlere yönelik göz boyama çabasının, “vatan savunuculuğu” görüntüsü yaratma gayretindeki sahteliğin altını kuvvetlice çizmektir… Bunu anlamayıp ya da anlamazdan gelerek lafı “vatan savunması” gibi üzerinde tartışma bile yapılamayacak konulara getirip özellikle böyle bir dönemde gereksiz ve karşılıklı suçlamalara yol açmak zihin bulanıklığı değilse bilmem ki nedir!
Ve son olarak, en azından kendi adıma, şu bir çift sözü etmekten kendimi alamam: Hiç biri olamayacağımız söylenen Namık Kemal’e, Fikret’e, Nazım Hikmet’e ve kuşkusuz Mehmet Akif’e büyük saygım herkesçe bilinir.
(Mehmet Akif’in bazı hataları aşağılanan Cenabınkinden daha az değildir, ayrı konu.) Fakat asıl söylemek istediğim bunlar değil sadece şudur: Ben hiç kimse olmak değil, adım ve kimliğim ne ise sadece o olmak ve öylece kalmak isterim…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/03.10.15


Dilek Türker - Tiyatro Ayna, bugün saat 20.00’de Ortaköy Kültür Merkezi Afife Jale Sahnesi'nde Ataol Behramoğlu'nun, Vera Tulyakova'nın anılarından oyunlaştırdığı "Mutlu Ol Nazım" ile Sezon açılışı yapıyor. 

26 Eylül 2015 Cumartesi

KURBAN VE BAYRAM


       Bayramlarda genellikle bu kavramın çağrıştırdığı olumlu, güzel şeyler üstüne yazılır.
      Barıştan, kardeşlikten söz edilir.
     Kurban bayramlarında bunu yapmak içimden hiç gelmemiştir.
     Şu andaki duygum da budur.
    Hele, bayramdan bir gün önce, tanık olduğum bir görünüm gözlerimin önünde bütün canlılığıyla durmaktayken…
    Bir aracın bagajından ya da arkasından indirilmiş irice bir koyun  aracın park edildiği depo gibi bir yerin karanlık geri bölümüne  doğru iki kişinin kucağında götürülüyordu…
       Bir başka deyişle iki canlı bir başka canlıyı teslim almış ölümüne götürmekteydi…
       Ölüme götürülmekte olan canlının çaresizliği, mazlumluğu, onun için hiçbir şey yapılamayacak oluşun acısı içimi yaraladı…
         Ölüme götüren canlılarla götürülen canlının arasında, canlı olmak duygusu, yaşama isteği ve istenci, var oluşa duyulan bağlılık bakımından hiçbir fark yoktu…
          Tek fark, birilerinin ötekileri kesip pişirip yemek hakkını kendilerinde görmeleriydi.
          Burada çok büyük bir adaletsizlik olduğundan en ufak bir kuşku duymuyorum…

                                                               ***
       Bir yerde, kesime götürülen bu hayvancıkların “adrenalin” salgıladıklarını okumuştum…
       Konuşamadıkları için yaşadıkları stresi, kaygıyı, korkuyu  dile getirebilme olanakları yok…
      Güçleri yetebildiğince çırpınarak karşı koyuyorlar…
     Her kurban bayramı”nda kasap elinden kaçan boğaların öyküsünü dizi film izler gibi okuyoruz…
     Bir an kendimizi o kaçaklardan birinin yerine koyalım ve hiçbir kurtuluş umudu olmadığını da bilelim.
     Ne yapardık?
    Karşı koymaya gücü yetmeyen ya da  güçleri tükenenler ise, tanık olduğum görüntüdeki gibi, insanın(insan olanın) içini yaralayan bir teslimiyetle kafaları kesilerek öldürülmeye götürülmekteler…
                                                               ***
      “Kurban” sözcüğünün aslı İbranicede “yakınlaşma” anlamına gelen “Korban” sözcüğü imiş.
    Sadece İslam’da değil genel olarak bütün dinlerde “kurban”, söz konusu inanışın tapındığı Tanrı her ne ise ona olan bağlılığın bir simgesidir.
       Tek tanrı inanışından çok önce, en eski puta taparlık dönemlerinde “kurban” geleneğinin etkinliği ve yaygınlığı biliniyor….
          M.Ö. yüzüncü yılda yaşamış  Latin şairi Vergilius’un “Aeneis” destanının   sayfalarının kurban kanlarının lekeleriyle dolup taştığını bu konudaki yazılarımda daha önce de defalarca yazmıştım…
         Yani kurban hiç bir dinin tekelinde ve bu anlamda da kanımca hiç birinin olmazsa olmazı değildir.
        Kimse kusura bakmasın, ya da isteyen kusura bakabilir, fakat ben masum ve mazlum hayvanları herhangi bir dinsel inanış adına kesip şölen yapmayı bugün artık çoktan geride kalmış olması gereken  ilkel bir töre olarak görüyorum…
                                                                  ***
          Okurlarım bunları yazan kişinin bir etyemez (vegetaryen) olup olmadığını haklı olarak soracaklardır.
             Sebze ve meyveye daha çok tutkun olsam da çoğumuz gibi ben de  ne yazık ki  etobur olarak yetiştirildim ve öyleyim…
            Fakat bir canlının, aklı, beyni, yüreği, kendince duyguları olan bir başka canlıyı öldürüp yemesinin insanlığın büyük çoğunluğunca ilkellik olarak görülüp reddedileceği günlerin de er geç geleceğine inanıyorum…


Ataol Behramoğlu/ Cumartesi Yazıları/26.09.15

12 Eylül 2015 Cumartesi

OYUN AÇIK OYNANIYOR



İlk bakışta karışık gibi görünse de azıcık düşünüp bağlantılar kurulduğunda oyunun gözler önünde, sakınmasızca, apaçık oynandığını görmek güç değil.
7 Haziran seçimleri sonrasında bir süre koalisyon masalıyla oyalanan toplum 21Temmuz’da Suruç’taki katliamla derinden sarsıldı.
Bunu, şimdilik sonuncusu Dağlıca’da askere, Iğdır’da polise yönelik katliamlar izledi.
Burada yanıtlanması gereken ilk soru, Suruç’t a otuzdan çok genç insanın yaşamını yitirmesine yol açan canavarlığın kimler tarafından planlanıp gerçekleştirildiği, kimlerin işine yaradığı, yarayabileceğidir.
Asıl korkunç olan belki de, bu katliamın sorumlularının, benzerlerinde olduğu gibi, ortaya çıkarılmamış, nedenlerinin aydınlatılmamış olması; birbirini izleyen cinayetler ve katliamlar sonrasında da yine tıpkı öncekiler gibi toplumun belliğinden silinip unutulmaya yüz tutmasıdır…
***
7 Haziran seçimlerinin kazananı HDP, kaybedeni AKP’dir.
AKP’nin(AKP derken kastımızın öncelikle saraydaki kişi ve yakın çevresi olduğu biliniyor) bu yenilgiyi içine sindiremediği, kabullenemediği açıktır.
Kirli, kanlı,karanlık oyunların çıkış noktası da bu kabullenemeyiştir.
Soruyu tersinden alalım:
Seçim sonrasında ilgili yasa ve uygulamaların gerekleri her ne ise yerine getirilmiş olsa, bugünkü belirsizlik, kaotik ortam yaşanır mıydı?
Ardından sorulması gereken, bu kaotik ortamın kimin işine yarayacağıdır.
Herhalde seçimden başarıyla çıkan siyasal örgütün değil.
Öyleyse?
Olanlar, 7 Haziran seçiminin sonuçlarından hoşnut kalmayanlar arasında,açık ya da gizli, bilinçli ya da bilinçsiz bir işbirliğini akla getirmiyor mu?
Olası işbirliğinin taraflarından biri AKP ise, seçim sonuçlarından rahatsızlık duyarak demokratik ortamın yeniden kanlı bir çatışma ortamına dönüştürülmesinden,başka bir deyişle de silahlı çatışmadan başka kimin, kimlerin çıkarı olabilir?

***
Bir başka soru,1 Kasım tarihindeki zoraki, zorlama seçimin sonuçlarının 7 Hazirandakinden farklı olup olmayacağıdır.
AKP’nin(saraydakinin) beklentisi, hesabı, toplumda PKK ve HDP’nin aynı şey olduğuna ilişkin imajı alabildiğine abartıp güçlendirerek, öte yandan da şoven milliyetçilik sahteciliğini yeniden pazarlayarak HDP seçmenini kendine yöneltmek ya da seçim sandığına gitmemesini sağlamak, bu da olmazsa seçimi yaptırmamaktır…
Bu kirli, kanlı,karanlık hesap tutar mı?
Tutmaması toplumun sağ duyusuna, yanı sıra da HDP ile PKK arasında (görmezden gelinemeyecek, gelinmemesi gereken)farklılaşmanın daha açıklık ve belirginlik kazanmasına bağlı.

***
AKP’den(saraydakinden) ve PKK’dan kurtulmanın yolu:
  1. CHP’nin önümüzdeki seçime sosyal demokrat-yurtsever , özellikle de barışçı-birleştirici kimliğinin gereklerini yerine getirerek girmesinden;
  2. HDP’nin PKK ile arasındaki ayrıma daha açıklık,inandırıcılık kazandırmasından;
  3. MHP’nin uzlaşmasız HDP karşıtlığını(meclisteki son oylamada görüldüğü gibi) yumuşatmasından geçiyor…

7 Haziran seçimi üzerinden çok zaman geçmeden başlatılıp hızla tırmandırılan kirli, kanlı, karanlık oyun nasıl gözler önünde, apaçık bir gerçeklik olarak oynanmaktaysa; yaklaşan yeni seçim öncesinde yapılması gerektiğini düşündüklerim de bana aynı açıklıkta gerçeklikler olarak görünüyor…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/12.09.15

5 Eylül 2015 Cumartesi

MERHAMET



Arapça “rahm” sözcüğünden türetilmiş “merhamet”, acımak, korumak, esirgemek, şefkat göstermek anlamlarının tümünü içeriyor.
Türkçede onu, yerine göre küçümseme anlamı da taşıyabilecek “acımak” sözcüğü tam olarak karşılayamıyor….
Doğa merhamet duygusundan yoksundur.
Yavrusunu seven, koruyan hayvan, bunu içgüdü dürtüsüyle yapar.
Duyguların pek çoğu gibi merhamet duygusu da insana özgüdür.
Daha açıklayıcı bir deyişle, insan olmada bir aşamadır.
Merhamet duygusundan yoksun insan, bir çok başka erdeme(cesaret, kararlılık, çalışkanlık, yardım severlik vb…) sahip olsa bile, bu duygudan yoksunsa, insanlığı eksiktir.
Böyle bakıldığında, merhamet duygusunun insanı insan yapan en temel duygu olduğu bile söylenebilir …

***
Kendi adıma konuşacak olursam, böyle bir duyguyla çok erken bir yaşta tanıştığımı biliyorum…
Sokakta tesadüfen tanık olduğum bir olayda, resmi giyimli birilerince tartaklanıp sürüklenerek götürülürken onlara kendisini ağır biçimde aşağılayıcı sözlerle yalvaran biri için yüreğimde derin bir acı duyduğumda, çok küçük bir çocuktum…
Bu duygu sonraki yıllarda edebiyatla karşıma çıktı…
Tek tek örnekler uzun bir liste oluşturur…
Merhamet duygusunu öne çıkaran edebiyata hümanist edebiyat diyoruz…
Şimdilerde izine pek de rastlanmayan bir edebiyat türü yani…

***
Merhamet duygusunun edebiyattan kovulması onun toplumsal yaşamdan, tek tek yaşamlarımızdan dışlanmasının sonuçlarından biri olsa gerek….
Merhametsiz bir dünyada yaşamaktayız.
İnsanların birbirine karşı acımasız, sevgisiz olduğu bir dünya bu.
Her zaman böyle miydi bilemem…
Fakat bilimin, teknolojinin akıl almaz bir hızla ilerlediği son bir iki yüzyılda, başta merhamet olmak üzere insanı insan yapan duyguların aynı hızla ilerlemek şurada dursun, gerilediği, yine başta merhamet olmak üzere yok olmaya yüz tuttuğu gözle görülür bir olgu…
Bu insanlık, vahşi ve üstelik bilimle donanmış bir hayvan dünyasından giderek farksızlaşıyor…
Abartmıyorum. Topluca yok oluşa doğru bir gidiştir bu…

***
Bu acı ve acıtıcı sözleri, ülkemizin ve dünyanın eğlence merkezlerinden Bodrum’da sahile vuran, bebeklikten henüz çıkmış ölü çocuğun gözlerimde ve yüreğimdeki görüntüsüyle yazmakta olduğumu tahmin edersiniz…
O çocuğun, çocuklarımızın, çocukluğumuzun, insanlığımızın katilleri, merhamet duygusundan yoksun bir çıkar ve sömürü düzeninin ülkemizdeki ve dünyadaki her türden, her çeşit temsilcileriyle, yine her türden ve her çeşit, suskun ve tepkisiz insan sürüleridir…






Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/05.09.2015

31 Ağustos 2015 Pazartesi

ATAOL BEHRAMOĞLU ROMENCE’DE




Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinden geniş bir seçmeler şair ve akademisyen Ion Deaconescu’nun Romence çevirileriyle Romanya’da yayınlandı.
Dünyaca ünlü şairlerin yayınlandığı “Edıtura Europa” yayınları arasında yer alan kitap “Melancolıa Tımpuluı”(Zamanın Melankolisi) adını taşıyor.
Kitap Romanya’nın Craiova çehrinde 17-21 Eylül tarihlerinde düzenlenecek uluslarararsı şiiri festivali sırasında, Behramoğlu’nun da katılımıyla basına tanıtılacak.

Ataol Behramoğlu’na ayrıca, Romanya’nın önde gelen sanat-kültür dergilerinden “Litterature et Art Chisinau” dergisince, yayın yönetmeni akademisyen Nicolae Dabija imzasıyla, “Sözcüğü Evrensel bir Ruhla değiştiren bir şair” olarak “Şiir Ödülü” ne layık görüldü.

29 Ağustos 2015 Cumartesi

İRLANDALI BOKSÖR-TURİST OLAYI


         Aksaray’da bir grup “esnaf”ı dayaktan geçiren İrlanda’lı boksör- turist olayı sanırım pek çoğumuz gibi beni de bir hayli güldürmekle birlikte bir dizi sosyal, kişisel, psikolojik sorunla da karşı karşıya bıraktı…
            Ülkemizin en yakıcı sorunlarının başında gelen “etnisite” konusundan başlayalım.
        Bu genç adam Kuveyt asıllı imiş, buna göre demek ki Arap’mış.
       İrlandalılığı belki bu ülkede doğup büyüdüğünden, sonuç olarak da İrlanda yurttaşı olmasından geliyor olmalı. Bundan da daha doğal bir şey olamaz…
       Aksaray esnafımıza gelelim…  Etnik kökenleri sorulduğunda acaba kendilerini nasıl adlandıracaklardır? Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap vb…
       Abarttığımı düşünmeyin… Ülkemizde pek çok insanın aklına artık,, tıpkı Osmanlı dönemindeki gibi, kim oldukları sorulduğunda öncelikle  etnik aidiyetleri, nereli oldukları, dinsel inançları filan geliyor…
       Fakat olaydan söz eden yabancı basın Aksaray’da “İrlandalı”dan dayak yiyen esnafı herhalde etnik aidiyetlerine göre değil Türk olarak adlandırmıştır…
      Diyebilirsiniz ki bundan ne çıkar? Şu çıkar: Topluca bakıldığında, bütün dünyada,Türkiye yurttaşları etnik kökenlerine bakılmaksızın “Türk” olarak adlandırılıyor…
       Demek ki bu tanım bir etnik aidiyetten çok, ulusal, kültürel, toplumsal bir aidiyetin adıdır…
        Fakat dışarıda olduğu gibi içerde de, konu değişti mi, bir anda kırk parçaya bölünüyoruz ve etnik aidiyetler öne çıkarılıyor…
       Burada bir “çifte standart”, bir ikiyüzlülük yok mu?
        Konumuz olan olaya dönelim: İstanbul’da  etnik kökenleri ne olursa olsun bir grup Türk esnaf, etnik kökeni ne olursa olsun İrlandalı bir turistten dayak yiyerek rezil olmuştur…
        İçerde de dışarıda da olayın adı budur…

                                              ***
     Rezil olma konusuna gelelim…
    Kavga kötü bir şey, ama sonuç olarak da bir gerçekliktir… 
    Bir kavgada rakibe dayak atılabileceği gibi dayak da yenebilir…
    Fakat burada kameralara yansıyan şey kavga değil, adeta bir çakal, köpek, ya da kurt sürüsünün tek bir kişiye topluca saldırmasının tıpa tıp benzeridir…
     Bu nasıl bir şey, nasıl bir ahlâk, nasıl bir anlayış?
     Bu sürü psikolojisinin Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da toplu cinayetleri işleyenlerin, Eskişehir’de Ali İhsan Korkmaz’ı linç eden alçaklığın  psikolojisinden bir farkı var mı?
       Aksaray’da üzerine sopalarla, sandalyelerle saldırılan kişi boks eğitimi almış güçlü kuvvetli biri değil,  sıradan bir kişi de  olabilir, saldırı ağır yaralanmayla, ölümle de sonuçlanabilirdi.
     Aynı şey, yaşanan bu olayda da olabilirdi…
     İrlandalı turistin sonraki fotoğraflarında kollarından biri alçıda ve askıda görünüyor…
        Bu sürü saldırısından bu kadarla kurtulmuş olmasına bence şükretmeli….

                                                 ***
   Saldırının nedeni, kamera  görüntülerinde de görüldüğü gibi, dükkânın önündeki dolaptan su alırken şişelerin yere dökülmüş olması.
    Bir iddiaya göre de marketten içki istiyor, olmadığı söylenince sövüp sayıyor, falan filan…
      Bu iddianın hiçbir inandırıcı yanı yok…
      O gündüz saatinde adam niye içki istesin? İstedi diyelim, olmadığı söylenince niye sövüp saysın?  Kamera görüntülerinde görülebileceği gibi, sinirlerine egemen, sakin biri bu… Sürünün saldırılarını sakince karşılıyor ve yine sakince karşılık veriyor…. Sinirlerine egemen olamayan, sopayı yiyince de çil yavrusu gibi dağılanlar ötekiler, yani bizimkiler…
      Market sahibi, ya da her kimse, dükkânından sopayla çıkıyor…
      Sopanın dükkânda ne işi var?
       Dağ başında mısın, cangılda mısın, sopayla işin ne?
        Dağ başında ya da cangılda isen, bir kenti bu duruma getirenin sen kendin olduğunun farkında değil misin?
         Değilsin kuşkusuz… Çünkü her durumda haklı olan sensin…
         Böylece de sopayı yiyip duracak, utanma duygusundan bile yoksun,  zavallı, bilinçsiz bir  sürü olarak yaşamaya  devam edeceksin…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/290815