31 Aralık 2016 Cumartesi

VİCDAN VE VİCDANSIZLIK ÜZERİNE



Bu sütunda Vicdan kavramı üzerine daha öncelerde de yazmıştım.
İnternete baktığımda üç yazımla karşılaştım:
Vicdan( 14.05.5), Vicdan Tutulması(tarih koymamışım), Hukuk ve Vicdan Üzerine(07.01.11)
Yine internetteki dökümde, eksikliğini çok sık duymuş olmalıyım ki pek çok yazımda bu sözcüğün geçmiş olduğunu gördüm…
Hukuk ve Vicdan Üzerine başlıklı yazıda, adından da tahmin edilebileceği gibi,bu iki kavram arasındaki ilişkiyi irdeliyor,vicdana aykırı olan şeyin hukuka uygun olamayacağı sonucuna varıyordum…
Ülkemizde hukukun epey zamandır içinde bulunduğu süreç, bu kavramın vicdandan çok neredeyse tam karşıtına, vicdansızlığa eşdeğer bir anlam taşımaya başladığını gösteriyor…
***
Vicdan kavramı Osmanlıca-Türkçe sözlükte inanç ve şuur sözcükleriyle de karşılanıyor. (Günümüz Türkçesinde şuur yerine bizim için çok daha açık ve kavranılması kolay olan “bilinç”i kullanıyoruz.)
Vicdan kavramı bence, onlardan da önce ahlâk kavramını içeren daha geniş bir anlam alanıdır.
İnançlarımız, zorlayıcı olmadıkları, kimseye zarar vermedikleri ölçüde kişisel özgürlük alanı içindedir.
Fakat toplumu yönlendirme konumundaki kurum ya da kişilerin bilgiye, bilime, bilince aykırı konularda, zorlayıcı, dayatmacı olmaları, o topluma karşı işlenmekte olan bir suçtur.,

***

Ülkemize bugün dayatılmış olan yeni anayasa ve başkanlık sistemi konuları, tam olarak böyledir.
Hangi amaç ya da inanç adına olursa olsun, bilimsel açıklamaları hiçe sayarak parlamenter sistemi yıkıp bir çeşit padişahlık kurumuna dönüş dayatması, bilinçsizlikten de öte bu toplumun geleceğini, kendi çocuklarının da içlerinde olduğu çocuklarımızın geleceğini karartacak vicdansızca bir ısrardır.
Toplumu medyanın yaydığı yalanlarla kuşatarak ülke içinde ve dışında savaş dayatması, çoğu genç ve yoksul halk çocuklarının yok edilmesini kutsal kavramları istismar ederek örtme çabası, evrensel hukukun temel ilkelerini hiçe sayarak insanların düşünceleri nedeniyle cezaevlerinde tutulmaları, hukukla, bilinçle, inançla bağdaşması olanaksız bir vicdansızlıktır.

***


Yeni bir yıl öncesinde bunları yazıyor olmaktan ötürü üzgünüm.
Fakat ne yapalım ki bunlar, yaşamaya, kabul etmeye zorlandığımız , fakat asla kabul etmeyeceğimiz gerçeklerdir.
İstanbul dışında(Perşembe, akşam üstü) bu satırları yazmakta olduğum sırada, sonucunu diken üstünde beklediğim uzun süren duruşma sonrasında Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan’ın tutukluklarının sona erdiği haberi yüreklere bir nebze de olsa su serpti…
Sıra şimdi , içlerinde gazetemizin sempatik ve yurtsever kantin işletmecisi Şenol’un da olduğu cezaevindeki Cumhuriyet yazar ve yöneticileriyle bütün düşünce tutuklularında….
Adı ve nedeni ister vicdansızlık, ister hukuksuzluk ister bilinçsizlik olsun; bütün bu toplumsal suçları işleyen ve işlemekte olanların evrensel hukuk ilkeleri, insanlık vicdanı ve bilinci önünde yenilgileri kaçınılmazdır.
2017’de hukukun, vicdanın, toplumsal bilincin ağır basması dileği ve umudumuzu ancak mücadele içinde diri tutabileceğimiz bilinci ve çağrısıyla….



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/311216

24 Aralık 2016 Cumartesi

RUSYA’YLA İKİNCİ TRAVMA


 Canını kurtarmak için savaş tutsağı olmayı göze alarak paraşütle inmekte olan  Rus  pilotun havada eli kolu bağlıyken  vurulup  öldürülmesinden sonra bu kez Rusya’nın Türkiye Büyük Elçisi bir resim sergisinin açılışında konuşmasını yapmaktayken bir sivil polisin kurşunlarıyla sırtından vurularak katledildi.
        Öldürülenler Rus, öldürenler Türk.
        Cinayetlerin işlenme biçimleri alçakça. 
        Her ikisinde de öldürülen kişiler kendilerini savunma şansına sahip değil.
      Bir an kendimizi sıradan bir Rusya yurttaşı yerine koyup düşünelim:
      Türk savaş pilotu, öldürülen  Rus pilot  gibi,savunma şansına sahip değilken, kullanmayı pek sevdiğimiz bir deyimle, “kahpece” vurulup öldürülmüş olsun.
       Türkiye’nin Rusya’daki Büyükelçisi de,  bir sanat sergisinde barışçıl olduğu tahmin edilebilecek  konuşmasını yapmaktayken ve her şeyden habersizken bir Rus sivil polisi tarafından sırtından kurşunlanarak öldürülsün.
       Üstelik katil, babası yaşındaki kurbanı yerde belki henüz son nefesini vermeden  yatmadayken ona üst üste kurşun sıkmayı sürdürsün.
      Ne düşünürdük ve ne yapardık?
     Kuşkusuz Rusya elçiliğini, konsolosluklarını basar, Ruslara ait ne varsa yakıp yıkar, temsili cenaze törenleri düzenler; meydanları,cami avlularını intikam sloganlarıyla, hakaretlerle inletirdik…
    Görebildiğimiz  kadarıyla Rusya’da böyle şeyler yapılmadı.
     Buna karşılık, sıradan olsun ya da olmasın, bir Rus’un aklından geçebilecek düşüncelerle  konuşmalarda geçebilecek sözleri tahmin edebiliriz:
       Türkler Türklüklerini gösterdiler.
       Acımasız ve güvenilmez bir millet.
      Akdenizlerine de Kapalı Çarşılarına da, Topkapı Saraylarına da   lanet olsun vb..
     Somuttaki sonuç ise,  hiç kuşkum yok ki ve ne yazık ki zaten ölümcül yara almış turizmdeki tükenişin daha da dibe vurması ve  düzelir gibi olan Rusya-Türkiye ilişkilerinin  bir kez daha kırılganlaşması olacaktır…

                                                                   ***
        Bir insanın yaşamına bir başka insan tarafından son verilmesi olabilecek en kötü şeydir.
       Kurban, deneyimli, önemli bir diplomat. Türkiye gibi sorunlu bir ülkede komşu büyük ülkeyi temsil ediyor.
       Türkiye’ye, Türklere yakınlık duyduğu, rütbeli bir asker olan pilotun öldürülmesinden  sonra baş aşağı giden Türkiye-Rusya ilişkilerini düzeltmek için çok çaba harcadığı biliniyor.
       Koruma istemeyişi de Türkiye’ye,Türklere duyduğu güvenle ilgili olmalı.
         Fakat o istemiyor olsa da Türkiye’nin, üstelik Rusya karşıtı gösterilerin yapıldığı bir dönemde Büyükelçiyi korunmasız bırakması aklın alabileceği, kabul edilebilecek bir şey değil.
        Katilin canlı değil “ölü ele geçirilmesi” ise bir başka büyük soru işareti.
       Bu  ve benzer soruların bu günkü siyasal yönetimce  yanıtlanabileceğini ise kuşkusuz hiç kimse beklemiyor…
                                                       ***
   Katilin giyimiyle kuşamıyla, dış görünümüyle , bilinen “İslamcı” katil tiplerine benzemediği dünyanın da dikkatini çekmiş, çok kişiyi şaşırtmıştır da…
      Fakat biz şaşırmıyoruz…
      O dış görünüm, Cumhuriyet devrimiyle gerçekleşen çağdaşlaşmanın o günlerden bu günlere süregelen,  gericiliğin bütün çabalarına karşın ortadan kaldırılamayan bir sonucudur…
    Fakat bir dış görünüm olarak…
    Cinayet sırasında ve sonrasında attığı sloganlar ve nefretle kasılıp çirkinleşen yüz ifadesi ise, karanlık iç yüzün dışa vurumudur…
      Nedir bu çelişki,nereden kaynaklanıyor?
      “Bir Gün” gazetesinin çok başarılı ilk sayfa manşetindeki soruyla, AKP iktidara geldiğinde sekiz yaşındaki bir çocuk, bu iktidarın on dördüncü yılında, yirmi iki yaşında, nasıl “ cihatçı” bir katile dönüştü?..
        Sorunun yanıtını,  “dindar ve kindar nesiller yetiştirmek” hedefinden başka yerde aramak,  ya bilinçsizlik, ya korkaklıktır…

                                                               ***
   Rusya’yla bu ikinci travmanın, Türkiye-Rusya ilişkilerinde ne yazık ki çok uzun süreli, onarılması çok güç sonuçları olacak.
      Sıkıntımı azaltan tek olgu, CHP Genel Başkanının Rus devlet başkanına mektup göndermekle Türkiye’nin bugünkü siyasal iktidardan ibaret olmadığını göstermiş olmasıdır…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/241216

18 Aralık 2016 Pazar

Einstein’ın Hitler değerlendirmesi

Albert Einstein’ın yazılarından alıntılar ve özdeyişlerinden oluşan (geçen yıl Moskova’da aldığım) 2014 basımlı bir kitabı karıştırırken, Hitler üzerine bir değerlendirmesini gördüm…. 
1935 tarihinde alınmış el yazması bir not olduğu belirtilen değerlendirmenin Rusçadan dilimize yaptığım çevirisi şöyle: 
“Entelektüel yetenekleri sınırlı, hiçbir yararlı işe yeteneği bulunmayan, koşulların ve doğanın daha cömert ödüllendirdiği kimselere karşı kıskançlık ve nefretle içi içini yiyen biri… Sokaklardan ve birahanelerden insan döküntülerini topladı ve o döküntülerle kendi örgütünü yarattı…” 
İnsanlık tarihinin en büyük bilim insanlarından biri, bu tarihin gelmiş geçmiş en lanetli kişiliklerinden birini bu sözlerle değerlendiriyor…
***
Yazıya başlamadan önce Hitler’in yaşamöyküsüne, özellikle de çocukluk ve öğrencilik dönemlerine daha yakından bakmak istedim. 
Orta halli memur ailesi çocuğu. 
Babası onun da kendisi gibi memur olmasını istiyor. O ise resim sanatına eni konu meraklı. Ressam olmak istiyor. Siyasete atılmadan önce iki bin kadar çizimi olduğu söyleniyor. (İnternette gördüğüm bir Meryem tablosu, doğrusunu söylemek gerekirse hiç fena değil.) Fakat akademiye başvurusu, lise eğitimini tamamlamadığı ve ressamlığa yeteneği olmadığı gerekçesiyle iki kez reddedilmiş. (İnsanın, keşke reddedilmeseydi diyesi geliyor…) 
Bir çocukluk fotoğrafında, arkadaşları arasında soğuk, sevimsiz, kendini öne çıkaran görünümüyle dikkat çekiyor… 
Gönüllü olarak katıldığı 1. Dünya Savaşı sırasında çekilmiş onbaşı üniformalı fotoğrafında da yüzü ceset gibi soğuk… Gerçekten de birilerine hınç duyan, fakat bunu dile getiremeyen, nefretini şimdilik içinde tutan birinin irkiltici yüzü…
Daha çok sevimsiz bir gardiyana benzeyen kişinin bütün bir Alman ordusunun ve dahası devletinin başına geçeceğini düşünmek, tahmin etmek mümkün değil…
***
Toplumsal olguları kişisel (öznel) etkenlerle değerlendirme yanlısı değilim… 
O dönemin Alman toplumunun böyle birine gereksinimi olmasa, ya da daha doğrusu bu koşullar böyle birini hazırlamasa; (hiç evlenmediği, çocuğu olmadığı bilinen) bu soğuk suratlı onbaşının hükmü zavallı ailesine, çocuklarına geçmekle kalırdı… Fakat öyle olmadı. Bu kişinin öznel varlığı sadece Alman toplumuna değil, bütün dünyaya tarihin en büyük yıkımlarından birini yaşattı… Böyle baktığımızda, kendisine karşı düzenlenen kırk iki suikast girişiminin hiçbirinin başarılı olmaması ne yazık! Bu öznel, kişisel etken yok edilmiş olsa, tarihin akışı başka türlü de olabilirdi…
***
Sokaklardaki, birahanelerdeki insan döküntüleri (çöpleri, tortuları) etkileyici bir tanım… 
Savaş sonrasının yıkılmış, çökmüş, Almanya’sını da anlatıyor… 
Bu döküntüler, onbaşı eskisinde kendi benzerlerini buldular… 
Onunla özdeş olduklarını hissettiler… 
Yüceltilmeye, övgüye gereksinimleri vardı…
Hitler nefret kusan söylemiyle her türlü “öteki”yi aşağılarken kendi benzerlerini yüceltiyor, onların hırs, öfke, haset, kıskançlık, öç alma duygularını körüklüyor, kışkırtıyordu… 
19 Ağustos 1934 tarihli halkoylamasında yüzde doksana yakın (89.93) bir oyla Cumhurbaşkanı seçilmesi böyle oldu…
Dünya kültürüne, sanatına, bilimine dâhiler kazandırmış bir milletin, böyle birini böylesine ezici bir çoğunlukla kendine “führer” (reis, başkan) seçmesi, bütün bir insanlık tarihinin herhalde en şaşırtıcı, en talihsiz olgusudur…
***
Einstein, Hitler’in adamlarını (ve kadınlarını) çöpler, döküntüler olarak tanımlıyor… 
Ne yazık ki Hitler’in yandaşları sadece onlar değildi… 
Hiçbir toplumun yüzde doksanı döküntü olamaz… 
Bu yandaşlar arasında Martin Heidegger gibi büyük düşünürler, GottfriedBenn gibi büyük şairler, Marlene Dietrich gibi efsane aktristler, Almanya dışında da seçkin yazarlar, önemli kişilikler vardı… 
Bu ise iyiliğin gücü kadar kötülüğün de bulaşıcı olabileceğini gösteriyor… 
Hitler’in yükselişi ve hem kendisi hem kendi ulusu ve bütün bir dünya için neden olduğu felaketler, bütün uluslar ve bütün zamanlar için çok öğretici olmalı…

10 Aralık 2016 Cumartesi

GECEYARISI YAZISI


  Telefon-saati 07.00’ye kurmuştum.
   Uyumaya çekildiğimde saat 1’e geliyordu…
   Bir zaman sonra uyandığımda ise 04.44’tü.
  Şimdi kahvemi yudumlayarak bilgisayar başındayım ve saat 5’i birkaç dakika geçiyor…
  Bu gün Cuma.
 Cumartesi yazımı yetiştirmek için öğleden sonra üçe,dörde, hatta az daha sonraya kadar vaktim var…
  Fakat ne olur ne olmaz… Çünkü 10’de Ankara’ya uçuyorum… TED üniversitesi öğrencilerine sözüm var… Onlarla buluşup söyleşeceğiz…
    Hemen ardından   kardeşim Tevfik Kızgınkaya  ile ADD Batıkent Şubesinin düzenlediği toplantıda  Cumhuriyet ve Şiir konusunda bir söyleşimiz olacak…
   Yani gün içinde bir yazı için vakit bulmam güç.
   Erkenden uyanışımın ve kendimi çok da yorgun hissetmeyişimin nedeni bu olmalı…Sorumluluk dürtüsü… Zaten uyandığımda düşle gerçek arasında yazımın adı da zihnimde belirmişti: “Geceyarısı Yazısı”…   Ardı ardına   iki “sı” kulağa pek hoş gelmese de isim belirlendi artık… Yapacak bir şey yok…
                                                     ***
     Kendilerinden çok şey öğrendiğim iki yazar ağabeyimden ilki Aziz Nesin’se öteki İlhan Selçuk’tur…
     Her ikisinin de yakından tanık olduğum  özelliklerinin başında çalışkanlık ve sorumluluk duygusu geliyor…
    Aziz Nesin hep çalışırdı…
   İlhan Selçuk’un bir yurt içi seyahatimizde yazısını gece yarısı kalkıp yetiştireceğini söylediğini anımsıyorum…
    Zaten uyandığımda ,yine düşle gerçek arasında, bir Anadolu kentinde davetlisi olduğumuz bir kurumun konuk evinin bir salonunda  ondan bu sözleri duyduğum an canlanmıştı belleğimde..
   Ne kadarı düş, ne kadarı gerçek? Düşler, gerçekler karışıyor zamanla….
                                                               ***
  Dün(Perşembe) İzmir’den geldim…
 İzmir’e Nâzım Hikmet’in ve benim şiirlerimden müzisyen Ayser Vançin ve büyük komedyen Mathieu Chardet’nin, kurguladıkları “Barış Güvercinini Beklerken” adlı oyunu  görmeye gitmiştim.
İzmir Tiyatro Festivali kapsamında Karşıyaka Hikmet Şimşek sahnesinde sahnelenen   Fransızca-Türkçe müzikli gösteride Ayser’in müziğine, Mathieu’nin kompozisyonlarına ve genel olarak da gösterinin sahne düzenine, salon dolusu izleyiciyle birlikte hayran kaldım…
    Fransa’da , İsviçre’de beğeniyle izlendiğini  bildiğim bu gösteriyi bizde de sanatseverler mutlaka izlemelidir…
     Başta Nazım Hikmet’in şiirleri olmak üzere edebiyatımıza yıllardır özveriyle katkıda bulunan bu ikiliye ülkemiz adına teşekkür borçluyuz…
                                                                     ***
       İzmir Havalimanından İstanbul Atatürk’e 55 dakikada gelip oradan Beşiktaş’a bir saat kırk dakikada ulaşmayı başardıktan sonra bir yarım saat kadar da arabaya park edecek bir yer bulmak için evin çevresinde yarım saat kadar dolandım…
       Tam yedide ise Beşiktaş Balıkpazarı karşısında açılan Mephisto Kitapevinin sempatik “cafe”sinde arkadaşlarla Türkiye Slavistler Birliği’ni kurma konusunda görüşmek üzere toplandık…
     Bu konuda yakında medyaya açıklamada bulunacağız…
    Şimdilik kısaca söyleyebileceğim, dil ve edebiyat konuları başta olmak  üzere  Slav  kökenli diller alanında çalışmalar yapan akademisyen, yazar ve çevirmenlerin bu ad bir çok ülkede birlikleri var.
Biz ise, hiçbir ülkedekinden aşağı kalmayan  bilimsel çalışmalara  ve Rusça başta olmak üzere yazınsal çeviri yoğunluğuna karşın böyle bir birliktelikten yoksunuz…
     İlk adım olarak bir internet sitesi açmayı kararlaştırdık… Arkası gelecektir…
                                                               ***
     İzmir’de bir gece telefonundan, sevgili Eren Aysan’ın bir kararname ile Ankara Devlet Tiyatrosundaki dramaturgluk görevinden alındığını öğrendim…
     Grup Yorum’un müzisyen ve yöneticileri; bizim gazetemizden yazar, çizer ve yöneticilerimiz; başta Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay olma üzere seçkin aydın, yazar ve gazetecilerimiz  içerdeler…
    F Tipi zindanlardan gelen mektuplar masamda yine yığıldı…
   Ne yapmalı, ne yapmalıyız?
    Ülkemizin ve insanımızın mutluluğu için,dışarıda ya da içerde, elimizden geleni bıkıp usanmaksızın yapmaya çalışmaktan başka çaremiz yok….
     Cumartesi,  bu kez Konya-Ereğli TED Koleji'nde yine bunları konuşacağız…
    Saat 06.15…
   Yeni bir güne merhaba diyelim…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi/101216

3 Aralık 2016 Cumartesi

İNSANLAR VE HAYVANLAR

İnsan ve hayvan arasındaki farklılıklar konusunda pek çok şey söylenmiştir.
Bunların, düşünme, zekâ ve duygu yetilerine ilişkin olanlarını bugün tartışmasız kabul etmek güçtür.
İnsan bu gibi yetilerin ortalamasında hayvandan daha üstün olabilir.
Fakat kimi hayvanların kimi durumlarda pek çok insandan daha akılı, daha zeki, daha olgun, daha anlayışlı, daha duygulu davranışlar sergilediklerini de pek çoğumuz gözlemlerimizle biliriz…
İnsan dünyasıyla hayvan dünyası arasında başta gelen ilk fark ise,hayvanların çeşitli türlerde oluşu, insanlarınsa türdeş olmalarıdır.
Pek çok hayvan grubu kendi aralarında da türlere ayrılıyor.
İnsan ise etnik aidiyet vb. farklılıklarına karşın tek ve biriciktir.
***
Son zamanlarda zihnime sıkça takılan ve şimdi sizlerle paylaşacağım konu ise insanlar ve her türden hayvan arasında her şeyden daha önemli olduğunu düşündüğüm bir farklılıkla ilgili…
Hayvan türünün mensupları, hangisi olursa olsun ve kendi içlerinde de hangi türlere ayrılmış olurlarsa olsunlar, ortak “kişilik” özelliklerine sahiptirler….
Bir kedi, köpek, kuzu, kaplumbağa vb. ile karşılaştığımızda, karşılaştığımızın o şey olduğunda kuşku yoktur…
Çok becerikli bir kedi, daha hassas bir köpek, daha hızlı bir kaplumbağa , daha cins bir at vb. vardır kuşkusuz…
Fakat sonuçta her hayvan türü kendi türdeşleriyle ortak özelliklere sahiptir.
Peki ya insan?..

***
Düşünme yetisine sahip olduğu için kendisini herhangi bir hayvandan farklı ve daha üstün gören insan türünün bireyleri, özellikle de bu yeti nedeniyle farklılaşıyor, birbirlerinden ayrılıyorlar.
Bir topluluk içinde tek tek hepimiz, sınıfsal, toplumsal aidiyet farklılıklarımız ne olursa olsun,, insan ve türdeş olduğumuzu haklı olarak düşünürüz.
Fakat dünya görüşlerindeki, yaşam algılayışlarındaki, duygusal dünyalardaki farklılıklar, bir insanı ötekiden uçurumlarca ayırabiliyor…
Denebilir ki herkesin tornadan çıkmış gibi aynı olmasını mı istiyorsun…
Kuşkusuz ,hayır. İstediğim bu değil.
Düşünsel, duygusal dünya farklılıkları, tıpkı fiziksel farklılıklar gibi, doğal , kaçınılmaz, yaşamı daha renkli ve canlı kılıcıdır da…
Fakat görünüşte türdeş olmakla birlikte, en iyi kalpli insanların en cani ruhlularla ortak yaşam alanlarını paylaştığı, mert ve yiğit kimselerle sinik ve kaypak kişilerin birbirlerinin yanından bedenleri birbirine değerek geçtikleri, kıskanç ve pinti biriyle cömert ve yüce gönüllü bir başkasının bir otobüste yan yana iki koltukta seyahat ettikleri de bir başka gerçektir…
Böyle baktığımızda, hangisi olursa olsun hayvanların dünyası, biz insanların dünyasının yanında çok daha temiz, daha dürüst ve daha güven verici kalıyor…
***
Dünya görüşü farklılıkları , bu görüşler birbirinin zıddı olduğunda , sadece tek tek kişileri değil kitleleri de düşmanca duygularla karşı karşıya getirebiliyor.
Ülkemizde bugün durum tam alarak böyledir.
Bilimsel akılla düşünmeye çalışan kimselerle bir inancın fanatikçe tutsağı olmuş kişilikler arasındaki uçurum giderek daha da aşılmaz olmakta…
Bir iç boğazlaşma felaketine dönüşmesine bir kıvılcımın yeteceği bu uçurumsal ayrımlaşmayı durdurmanın biricik yolu ise bilimsel ve hümanist eğitimdir.
Çünkü bilim aklımızı kullanmayı, hümanist eğitim ise sevgiyi ve hoşgörüyü öğretir.
Ortalama değerlerde buluşmanın, ortak bir insanlık kültürü yaratmanın, inançları kişisel dünyalara çekerek bilimsel aklı öne çıkarmanın yolu budur.
Dindar ve kindar nesiller” zehrinin panzehiri de böyle bir eğitimden başka bir şey değildir……
Günümüz Türkiye’sinde siyasal iktidarı ele geçirmiş olanların yapmakta oldukları ise bunun tam tersidir.
Bu yolun götürmekte olduğu yer insan doğasının bozulması, insanın hayvan diye aşağıladığımız masum yaratıklardan çok daha aşağı bir düzeyde hayvanlaşarak kendi kendini yok etmesidir.

Ataol Behramoğlu/Cumartesi/031216




26 Kasım 2016 Cumartesi

BİTMEZ TÜKENMEZ CAN SIKINTISI


        Daha öncelerde de bu başlık altında yazmış olmalıyım. Zaten yazmadıysam şaşarım. Ahmet Muhip Dranas’ın iki kıtalık bir şiirinin adıdır. İlk dört dize şöyledir:
        Bir bıçak saplı durur göğsünde,/Hangi su tasına uzansan boş;
         Hangi pencereye koşarsan koş/Aynı siyah güneş gökyüzünde.
   Dranas bu dizeleri  hangi duyguların etkisi altında yazmış olursa olsun;ş  günümüze, ülkemize, çok yerinde bir deyişle cuk oturuyor…
      Sıkıntılar tek tek değil, kafileler halinde gezermiş.   Çin bilgeliğinin ürünü bu deyim de ,Çin’i bilmem ama bir sıkıntı bitmeden üstümüze ötekinin çullandığı ülkemize pek yakışıyor.
      Çarşamba akşamı Aslı Erdoğan’la Necmiye Alpay’ın serbest bırakıldıkları haberiyle içimizde dolaşan sevinç ışıltısı, çok geçmeden, tutukluluğun bir başka dava nedeniyle sürmekte olduğu haberiyle yerini yine karanlığa bıraktı.
       Suçlamaların, yargılamanın mantık dışılığı, hukukla bağdaşmazlığı zaten gözler önünde.
      Birkaç gündür canımızı sıkan, içimizi daraltan bir başka haber, Grup Yorumun çalışmalarını yürüttüğü  İdil Kültür Merkezine polisin bir düşman birliğini basarcasına yaptığı baskın; döverek, yaralayarak,kemik kırarak gerçekleştirdiği göz altılar.
            Bunu  göz altına alınanlardan sekizinin tutuklandığı haberi izledi.
           Bir müzik grubuna bu bitip tükenmek bilmez hınç nedendir?
           Daha insanca, daha doğru dürüst  davranılamaz mı?
           Baskın sırasında kendilerine silahla mı karşılık verildi?
           Polis adı verilen, şimdilerde saçı sakalı birbirine karışmış sivil giyimli kişilerin de aralarında çokça bulunduğu bu topluluklar, devletin güvenlik güçleri mi; milis birlikleri, cezalandırma timleri midir?
         Menderesin atlı  polisleri, bizim “fruko” diye alaya aldığımız 60’lı 70’li yılların “toplum polisleri”, bu şimdikilerin yanında zemzemle yıkanmış kalıyor…
                                                         ***
      Cumhuriyet’ten arkadaşlarımız neden içerdeler?
      Yargıç karşısına çıkarılmaları neden geciktiriliyor?
     Karanlık kapılar arkasında Cumhuriyet’in başına hangi çorapların örülmesi  hesapları yapılıyor?
    2023 deyip durdukları şey nedir?
   O tarih ülkemizin aydınlanma tarihinin, çağdaşlığın yüzüncü yılıdır.
  Gerisinde de, bugünkü iktidarın başındakiler tarafından adları bir kez bile ağza alınmamış olsa da, Namık Kemal’lerin, Mithat Paşaların, Fikret’lerin, Gökalp’lerin adlarıyla özdeşleşen, şanlı bir yüzyıl daha vardır.
    Bugün iktidar gücünü elinde tutanlar bu tarihi tersinden okuyor olsalar da onu tersine çevirmeye güçleri yetmez, yetmeyecek.
     Çünkü 1923, onların kavrayabileceklerinin çok üstünde, olsa olsa karşısında olabilecekleri bir devrimin adıdır. Zaten 2023’le üstü kapalı söylemeye çalıştıkları de bir karşı devrim rövanşının tamamlanmasından başka bir şey olmasa gerek…
                                                                    ***
  Tecavüzü kollayıp tecavüze uğrayan çocuğu cezalandırma yasa tasarısı  iktidar partisinin etkinlikler kitabında kirli bir utanç sayfası olarak şimdilik kapanmış görünüyor.
   Şehit haberlerine ise, hep söylediğimiz ve uyardığımız gibi, içerdeki haberlerle yarışırcasına sınır dışı şehit haberleri ekleniyor ve çok belli ki çoğalarak eklenecek…
      Tayyip Erdoğan Avrupa Parlamentosunun Türkiye konusundaki oylaması için “Bizim için kıymeti yok” diyor…
      Sınırlar kalksa nüfusunun yarısından çoğunun iş ve güvenilir bir yaşam bulmak umuduyla söz konusu ülkelere akın edeceği kuşkusuz bir ülkenin başındaki kişinin, ülkesi adına böylesine  ölçü dışı konuşması  ne büyük bir  pervasızlık.
     Ülkemiz böylece Dranas’ın şiirinin ikici kıtasını anımsatırcasına bitmez tükenmez bir can sıkıntısına giderek daha hızla sürükleniyor:
                    Aynı siyah güneş, aynı siyah,/Aynı susayış, aynı koşuş, aynı,
                    Of…hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,/Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı…
     Okurlarım ve beni iyi tanıyan arkadaşlarım, yazımı bu karamsar dizelerle sonlandırmayacağımı tahmin edeceklerdir…
   Evet, karamsar değilim… Kötülükler, olumsuzluklar nasıl kafileler haklinde geziyorlarsa, iyilikler de bir araya gelerek ortak bir güç oluşturabildikleri ölçüde, aşılamayacak kötülük, geriletilemeyecek karanlık yoktur….

Ataol Behramoğlu/Cumartesi  26.11.16

     

19 Kasım 2016 Cumartesi

LAYIK MIYIZ ÇOCUKLARIMIZA?

“Bir Çocuğa Layık Olmak” başlıklı şiirim beni en çok uğraştıran şiirlerimden biri oldu.
  Topu topu dörder dizelik iki kıtadan oluşan bu şiirin adı, ilk üç ve son üç dizesi  zaten hazır gibi gelmiş, ama aradaki iki dize gelmek bilmemişti…
    Yine de, içime tam sinmese de, yapabildiğim kadarıyla iki dize daha yazarak şiiri tamamlamış,  öylece de kitaplarımdan birinde yayınlamıştım…
     Fakat şiir beni kurcalamayı sürdürüyordu…
     Derken aklıma bu şiirin adıyla çocuklar için kendi şiirlerimden ve çevirilerimden bir seçki yapmak düşüncesi düştü ve şiiri tekrar ele aldım…
   Geçtiğimiz yaz yine bir hayli uğraştıktan sonra sanırım o iki dizeyi de bulabildim ve kitap yayınlandı.
  Bu sonuçta yayıncım ve arkadaşım Elif Akkaya’nın heyecanıma benden de çok katılmasının  büyük etkisi olduğunu da belirtmeliyim…
    Kitap yayınlandı ve çok geçmeden kendimi bir şölenin içinde buldum…
    Bir süredir bir çocuk denizinin içinde yüzmenin sevincini yaşıyorum…
    Bu sevinci ülkemizin her yöresindeki buluşmalara birlikte katıldığımız Elif ve Haluk Çetin de yaşıyor…
                                                          ***
        TED Koleji öğrencileriyle Hatay ve ardından Karabük’teki buluşmalarımızdan bundan önceki yazılarımdasöz etmiştim…
  Bu hafta ise İzmir(Güzelbahçe), Aydın (İncirliova), Denizli ve Afyon kolejlerindeki buluşmalarımız gerçekleşti.
   Önce ortaokullularla söyleşiyorum…
   Bunu liselilerle söyleşimiz izliyor…
  Kimi yerlerde akşamları da  öğrenci velileriyle şiir müzik dinletimizde buluşuyoruz…
  Çocuklarımızla, özellikle de ortaokullularla bu buluşmalar, üst üste seyahatlerin , söyleşilerin, ve ardından gelen kitap imzalarının yorgunluğuna kat kat fazlasıyla değiyor…
                                                           ***
        Söyleşilerimiz sırasında sorularıma gelen yanıtların, yine  söyleşilerde ve imzalar sırasında bu sevgili çocukların bana söylediklerinin acaba hangi birinden söz etsem…
      Onları dinlerken dikkatle tek tek yüzlerine bakıyor, sözleriyle birlikte görüntülerini de sanki belleğime ve yüreğime yerleştirmek istiyorum…
     Kimi duygulu, kimi bilge, kimi utangaç, kimi henüz çokçocuk, ama istisnasız hepsi özgüvenli  ve gerçek anlamıylayarının büyüğü olmayı şimdiden ve çoktan hak etmişler…
    Bu sonuçta kuşkusuz başlıca etken TED kolejlerindeki  bilimsel, çağdaş, çocuğa ve insana saygılı eğitimdir…
                                                            ***
         
      
        İzmir’de lise hazırlık sınıfından bir delikanlının, “Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz…” konusunda öğretmenlerinin verdiği  ödeve ilişkin tek cümlelik unutulmaz yanıtı aynen şöyleydi:
           “Bilgiyle ölüm arasındaki süreç, bilgeliktir…”
             İrdelediğimize,birlikte vardığımız sonuç ise, bilgeliğe ulaşmakla  ölüm duygusunun  bile aşılabileceği, ürkütücü olmaktan çıkabileceğidir…
          Aydın’da, bu kez salon dolusu ortaokullulara “büyüklerimiz çocuklara layık mı?” diye sorduğumda,sankiböyle bir soru bekleniyormuşçasına bir ağızdan yükselen “Hayır!” beni de öğretmenler de şaşırtmıştı…
          Nedenini sorduğumda  gelen yanıtların bir çoğu çocukça ve kimileri çelişkiliydi de… Fakat bir tanesi var ki, unutulmaz:
           “Değiller, çünkü işleri güçleri savaş, kavga, çekişme…”
        Üzerinde düşünmeye değmez mi?..
      Sonraki söyleşilerden birinde ise, yine aynı konuda bir ortaokul öğrencisi,  büyüklerle çocuklar arasındaki sorunlarının nedenini “empati” kavramıyla açıkladı… 
      Yanıt aynen şöyleydi:
              “Büyüklerimizi  bizimle empati kurmalılar… Fakat bunu yapmıyorlar…”
                                                                    ***
     Bu söyleşilerde konularımızın başında şiir geliyor…
     Aydın'da ortaokullulara  Orhan Veli”nin “Gün Olur” başlıklı şiirindeki “çiçekler gürültüyle açar”dizesinden ne anladıklarını sorduğumda , pek çok ilginç yanıtın yanı sıra ön sırada oturan bir delikanlınınki çarpıcıydı:
     “Uzun bir kışın yorgunluğunun ardından gelen tabiatın sesi…”
     Bu cümlesini bir yerde kullanabilir miyim diye sorduğumda ise, ne önemi var dercesine bir el hareketiyle “kullan” demesi görülmeye değerdi…

                                                                              ***
“Bebeklerin Ulusu Yok”u Denizli'de teklemeksizin okuyan  Derya Çapar, beni Afyon'da, sahnede “Ataol Behramoğlu Mutluluğu” başlıklı şiiriyle karşılayan Duru Özer… Unutulmaz, mucize çocuklar…
   Onları anlatmayı sürdüreceğim…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/191116

12 Kasım 2016 Cumartesi

ÖĞRENMEK SEVİNCİ

Bu kavramı  TED Ankara Koleji’nde iki ya da üç yıl kadar önce İngilizce odaklı yabancı dil  eğitimiyle ilgili, başka ülkelerden uzmanların da  katılımıyla yapılan bir toplantıda konuşmamda kullanmıştım.

   Bu seçkin eğitim kurumumuzun değerli genel müdürü  Sevinç Atabay’ın beni  onurlandıran çağrısıyla bu eğitim yılının açılışında ülkemizin her yöresinden gelmiş yüzlerce öğretmen arkadaşıma yaptığım konuşmamın  başlığı da yine “Öğrenmek Sevinci”ydi…

    Şu anda bu satırları Karabük TED Koleji’nin bir odasında,kolejin önce ilkokul öğrencileriyle,ardından ortaokul ve liselilerle  yaptığım söyleşi şiir dinletisi sonrasında yazıyorum…

    ‘Dünya Halk Masalları”nı imzaladığım  ilk okullulara masal  olgusu üzerine düşündüklerimi anlattım..

     İnsanın bilmek gereksinimi ve  hayal etme yetisiyle masallar arasındaki bağıntıdan söz ettim…

      Sonrasındaki sorularıma ilk okul çağındaki bu çocuklarımızdan hiç de çocukça olmayan yanıtlar aldığım…

       Kitap imzası sırasında, beni çok sevdiğini söyleyen bir minik kızımızı yanıma çağırarak sevgisinin nedenini sorduğumda, “çünkü çok güzel anlatıyorsunuz” diye yanıtladı beni…

     Bir çocuktan aldığım bu övgü, yaşamımca aldığım en onur verici, beni en çok mutlu eden bir övgüdür…

                                                          ***

    Ortaokul ve liselilere yaptığım konuşmanın konu omurgası da  “öğrenmek  sevinci”ydi…

    Bir edebiyatçı olarak asıl merak konumun edebiyat olduğunu, fakat örneğin  fizik ya da matematiğin; biyoloji, kimya, yada bir başka bilimsel disiplinin de beni aynı ölçüde ilgilendirip heyecanlandırdığın anlattım…

     “Öğrenmek sevinci”nin yanı sıra “daha çok insan olmak”  gibi en azından  “formülasyon”unun  bana  ait  olduğunu düşündüğüm bir başka kavramdan söz ettim…

     İnsanlık nasıl yerinde saymıyorsa  tek  tek insanların da yerlerinde saymadığını, saymaması gerektiğini, öğrenilen her yeni şeyin daha çok insan olma yönünde bir adım  olduğunu anlattım…

       Konu böylece kendiliğinden “değişme” kavramına geldi…

       Değişmeye karşı koyma konusunu anlatırken dünyada Galileo’nun buluşlarına kilisenin karşı çıkmasını, bizde de basımevinin üç yüz  yıl gecikmesi ve ilk rasathanenin top atışlarıyla yıktırılması örneklerini verdim…

        “Değişime kimler karşı olur” soruma verilen yanıtlar ise tek sözcükle muhteşemdi…

         Bir öğrenci, “tembeller” diye yanıtladı… Hemen arkasından bir başkası “düşünme tembelleri” diye bu yanıtı geliştirdi…Bir üçüncü öğrenci ise “işi tıkırında olanlar” diye veciz bir yanıt verdi…

                                                        ***

    Şiir okuma öncesinde bu sevgili çocuklara Atatürk’ten söz ettim.

   Onun büyük bir asker, büyük bir devlet  adamı  olduğu kadar, içi nasıl öğrenme sevinciyle dolup taşan bir büyük aydın, büyük bir düşünür olduğunu örneklerle anlattım…

    Atatürk’ü anmanın artık klişeleşmiş ağıtlardan değil, onu anlamaya, ona layık olmaya çalışmaktan geçtiğini söyledim…

    Konuşmamada en büyük alkışları da bu sözler aldı…

                                                                   ***

      Şu anda, ülkemizde bilimsel eğitimin, aydınlanma düşüncesinin bu sarsılmaz kalesinin, TED Kolejlerinin birinin bir odasında bu satırları yazmaktayken  gözlerimin önünden, yüreğimden bütün bu evlatlarımızın görüntüleri, kulaklarımdan sesleri geçiyor ve böyle bir ortamda bulunuyor olmamın onurunu ve mutluluğunu yaşıyorum…

        Sizlerle  az önce aldığım bir haberin sevincini de paylaşmak isterim…

      İki hafta önceki  yazımda Hatay TED Kolejinde tanıştığım ve bulunduğu yerin kilidini açarak çocukların arasına karışmayı başaran, bu nedenle de adı “Özgür”olsun dediğim bir keçi arkadaşımdan söz etmiştim…

        Karabük TED’in değerli müdürü Kerim Barçın’ı telefonla arayan Hatay TED’in değerli müdürü Serdar Aydın beni telefona istedi ve oradayken  konuştuğumuz bir konunun gerçekleştiğini, Özgür’e bir eş bulunarak yalnızlığının sona erdirildiği  müjdesini verdi.

         Demek ki çok geçmeden Hatay’da keçi torunlarımı da sevebileceğim…

       Bu arada, hayvanat bahçesi de “Hayvan Dostlarımız Bahçesi” olmuş… Bütün hayvanat bahçelerinin adları böyle olmalı…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/121216

 

7 Kasım 2016 Pazartesi

HALKI CİNAYETE ORTAK ETMEK..

Dünyanın her hangi bir yerinde, herhangi bir zamanda, idam cezası olsun mu ya da geri gelsin mi diye bir halk oylaması yapıldığını işitmedim ve böyle bir şey olacağını da sanmıyorum.
 Ülkemizde bu gerçekleşirse eğer, şerefi  sayın Erdoğan’a ve yakın işbirlikçisi sayın Bahçeli’ye ait olacak.
   Bir de meclisten geçer ve halk oylamasında kabul edilirse, aynı şerefe meclisimizin ve halkımızın çoğunluğu da ortak olacak.
   Kişilerin şeref hanesi eninde sonunda kişiseldir.
   Meclisler için de aynı şey aşağı yukarı söylenebilir.
  Fakat halklar şereflerini koruyamazlarsa, örneğin  Almanya’da Hitler’e boyun eğerek onun işbirlikçisi olan büyük kitleler için olduğu gibi, üstelik bütün bir milleti lekeleyerek  temizlenmesi çok güç bir kirliliğe bulaşmış olurlar. 
     Bugün ülkemizde konuşulmakta olan idam cezası için halk oylaması yapılması konusu aynen böyle bir şeydir ve sonuçları da aynen böyle olur.
      Amaçlanan şey halkın suç ortağı yapılması, cinayete ortak edilmesidir.
                                                                         ***
  İdamın bir ceza değil devlet eliyle işlenen bir cinayet olduğu sayısız kez yazılıp anlatıldığı için tekrara gerek yok.
    Kişilerdeki intikam duygusu olumlanamazsa  da  bir ölçüde anlaşılabilir.
    Sonuçta kişisel, duygusal bir olgudur.
    Eğitimle, kişisel olgunlaşmayla, toplumsal ya da kişiye göre “ilahi” adalete güvenle törpülenip aşılabilir…
   Devlet ise intikam alma erki değil toplumun kimliğini, niteliğini koruyup yükseltmekle yükümlü olması gereken bir kurumdur.
    Bunu söylemekle devlet kurumunun anlamını  yüceltmişolduğumu sanmıyorum.
   Günümüz gerçekliğinde toplumlar devletleriyle var.
   Eğer onu ortadan kaldıramıyorsak düzeltmeye, uyarmaya, sapmalarını önlemeye çalışmamız gerektiği açıktır.
   Devletin suça bulaştığı, hükümetler eliyle bir suç örgütüne dönüştürüldüğü durumlarda ise, bu devletle ister  istemezçatışılacak, gerçekler topluma anlatılmaya çalışılacaktır…
     Bugün ülkemizde durum ne yapalım ki ve ne yazık ki bu yönde ilerliyor görünmektedir…
                                           ***
                   Halkın devlet eliyle cinayete ortak edilmesi, bir halka yapabileceği en büyük kötülüktür.
                  İdam cezasının halk oylamasına sunulması bile, sonuç cezanın getirilmesinin reddi de olsa, dünya kamu oyunun gözünde Türkiye’yi bir cellatlar ülkesi, en azından büyük bir bölümüyle kan içmeye susamış insanlar ülkesi konumuna sokacaktır.
                 Ülkenize bu kötülüğü olsun yapmayın.
                 İdam çığlıkları atan zavallı, bilinçsiz kitleleri daha da kışkırtacak yerde onları insan olma erdemi yönünde uyarıp bilinçlendirmeye çalışın.
                 Bu gün bu çığlıkları atanlar, istedikleri idam cezasının, yarın toplumsal adaletsizliğe karşı çıkacak olan  kendi öz evlatları için de nasıl bir tehdit oluşturacağını bilmiyor olabilirler…
    Fakat hiç olmazsa siz, kendi geleceğiniz  için bile olsa, halkı cellada, halk oylaması kavramanı bir cellat hukuku hükmüne dönüştürecek böyle bir adımı atmaktan geri durun.
     Son olarak eklemek istediğim, bu gün idam cezasını getirerek kendi açmak istediğiniz yolda ,ya da hangi biçimde olursa olsun yarın böyle bir tehditle karşılaştığınızda, en temel hakkınız olan yaşama hakkınızı  savunacak olanların, büyük çoğunluğuyla, bu gün idam cezasının getirilmesine karşı çıkan bizlerin  olacağıdır.


Ataol Behramoğlu/071116

Sevgili Okurlarıma: Pazartesi için yazmaya alışamadım. Lütfen bağışlayın beni. Yine Cumartesi köşeme, değişmez 6. Sayfaya dönmek istiyorum. Şu anda yurt dışında, Tunus’ta bir şiir festivalindeyim. Döndüğümde gazetede  sayfa sorumlusu arkadaşlarla konuşacak, gelecek hafta büyük olasılıkla cumartesi köşemde olacağım…
     
      
                

                   
                   
       



     
    

     
   

   

31 Ekim 2016 Pazartesi

ÖZGÜR


Son birkaç hafta bir dinleti-söyleşi maratonu olarak geçti ve devam etmekte... .
Fakat yüz metre hızıyla yapılan bir maraton...
İki hafta önceden, 14 Ekim’den başlayalım:
Edirne Bahçeşehir ve Beykent kolejlerinde salonlar dolusu öğrencilerle ve öğretmenleriyle şiir ve yaşam üzerine söyleşiler.
Özellikle ortaokul öğrencilerinin soruları ve benim sorularıma yanıtlarını çok ilginç ve zekice buldum.
Liseliler ise nedense çekingendi biraz. Bu nedenle onlara arada bir takılmaktan, ortaokullularla yarışa kışkırtmaktan geri kalmadım...
15 Ekim Cumartesi Edirne Kitap Fuarı’nda Onur’la birlikte Cumhıuritet ve Şiir konusunda konuştuk.
21 Ekim’de Ankara’da, Ankara Tabip Odasından arkadaşlarla buluştuk. Tutuklu yazarların özgürlüğe kavuşması için en öndesavaşım veren sevgili Dr.Ayşegül Tözeren ve Ankara Tabip Odası genel sekreteri değerli Dr.Mine Önal başta olmak üzere bütün hekim arkadaşlarıma buradan selamlarımı gönderiyorum.
Aynı gün Ankara’dan Eskişehir’e geçtim ve bu örnek kentimizde Lyons’un beni onurlandıran Cuymhuriyet sözcüsü madalyasını aldım.
Çok sevgili Yılmaz Büyükerşen ve Odun Pazarı’nın belediye başkanı,değerli dostum Kâzım Kurt’la gönendirici saohbetlerimiz oldu.
Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir’i yeniden yarattığını biliyoruz. K^zım Kurt’un her mahalleye yaptırdığı kültürmerkezlerine ise hayran kaldım.
Büyükerşen, Kâzım Kurt ve Tepebaşının değerli belediye başkanı Ahmet Ataç, bu kentimizin tarihine efsane isimler olarak yazıldılar çoktan...
24 Pazartesi Hatay’da bu kez Ted Koleji öğrencileriyle söyleştik. Gece ise Haluk’la öğrenci velilerinebir dinleti sunduk...
Hepsi çok güzeldi... Fakat hepsinden en güzeli Ted’in “Hayvan Dostlarımız Bahçesi”nde Özgür’letanışmamızdı...
Bu tanışmanınöyküsünü sona bıreakıp maratonu tamamlayayım...
27 Perşembe İstanbul-AydınÜniversitesinde çok değerli öğretim üyesi arkadaşlarla, değerli Prof.Dr.Necat Birinci’nin moderatörlüğünde yine cumhuriyetve şiir konulu bir oturumakatıldıktanhemnen sonra Ankara Sanat Tiyatrosunda gitarınefsane ismi Ahmet Kanneci ‘yle vebirgenç gitarist arkadaşımızla şiir-müzik dinletisi için Ankara’ya uçtum.Büyük çoğunluğunu Ankara CUMOK’un oluşturduğu izleyici topluluğu müthişti...Unutulmaz bir buluşma yaşadık...Hepsine teşekkürler...
Ertesi sabah Köyceğiz’de, ilk kez gördüğümbu büyüleyici ilçemizdebu kez Haluk’la izleyici karşısındaydık...
Ertesi gün kitap fuarı içinAntalya-Konyaaltında sevgili okurlarınmla buluştum ve şu anda Antalya-İstanbul üzerinden aktarmalı uçuşla Düsseldorf’a giderek ertesi akşam Köln’de Tarık Akan’ımızıı anmak üzere, Ataürk Hava Limanında, tanımdaığım bir lanet bilgisayarda, tuşlara çekiçle çivi çakarcasına basarak bu satırları yazıyorum...
Gelelim Özgür’le tanışmamızın öyküsüne...
Sözünü ettiğim bahçede tek başına yaşamakta olan bu kara keçinin, bir gün kapının kişlidini her nasılsa açarak öğrencilerin arasına karıştığını öğrenince, onu mutlaka görmek istedim..
Daha giderken ve bir adı olmadığını öğrendiğimde , adı ÖZGÜR olsun dedim...
Karşılaştık ve arka ayakları üzerine kalktığında neredeyse aynı boyda olarak, kırk yıllık dostmuşuz gibi ön ayklarını omuzlarıma koydu...
Göz göze bakıştık...
Alnının iki köşesindeki grimsi gözlerini orada öpmek o sırada aklıma gelmedi ama, ona şimdi buradan en çtyen sevgilerimi, selamlarımı gönderiyorum..
Z.incirini kırmayı başaran bu sevgili “hayvan”ın, biz “insan”lara örnek olmasını dileyerek...

29 Ekim 2016 Cumartesi

ASLI ERDOĞAN VE NECMİYE ALPAY NEDEN HAPİSTE?


Roman yazarı Aslı Erdoğan 16 Ağustos 2016, dilbilimci, edebiyat eleştirmeni ve çevirmen Necmiye Alpay 1 Eylül 2016 tarihinden itibaren hapisteler.
Neden?
Ne yazık ki(ya da belki iyi ki) hukukçu değilim. Fakat bu iki yazar arkadaşımıza karşı açılan davaların dosyalarında yer alan suçlama gerekçesiyle söz konusu yazar arkadaşlarımızın kişilikleri arasında herhangi bir ilişki olamayacağını görmek için hukukçu olmak değil, sağduyu ve vicdan sahibi olmak yeterlidir.
Kaldı ki hukuk kavramının sağduyu ve vicdan kavramlarıyla ilişkisi yeterince açık değil mi?
Oysa bizdeki uygulamada yanlış en baştan yapılıyor.
Açılan davalarda kullanılan dil, kendisine bir suç isnadı yapılan kişiyi en baştan suçlu ilan ediyor
Suçlanan kişi dava dosyalarında “suçlu” olarak tanımlanıyor.
Ülkemizde hukuk kavramı ve uygulamalarının evrensel değerlerle bağdaştırılması için, işe en baştan, hukuk dilinden başlanması gerektiği anlaşılıyor.
***
İşlendiği iddia edilen suçun içeriğini dava dosyasından okuyoruz:
Terör örgütü propagandası yapmak. Terör örgütlerinin yayınlarını basmak veya yayınlamak.
Fakat bu nasıl olmuş, belli değil.
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay Özgür Gündem gazetesine karşı açılan dava kapsamında tutuklandılar.
Yine dava dosyasından ve konuya ilişkin haberlerden okuyup öğrendiğimize göre söz konusu gazetenin yayın kurulu danışmanlarından olmakla suçlanmaktalar.
Böyleyken bile, tutukluluğa itirazlarının reddedildiği mahkeme kararlarında şöyle bir ifade kullanılmasında hukuka uygunsuzluk görülmüyor:
Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozma, Silahlı Terör Örgütüne Üye Olma suçundan tutuklu bulunan…” vb.
Yani sanırsınız ki, söz konusu tutuklular, ellerinde silahlarla bir çatışma sırasında ele geçirilmişler…
Bunun adına hukuk, adalet, Türk Milleti adına mahkeme kararı filan deniyor…
Baştan aşağı düzeltilmesi; hukuka, vicdana, adalet kavramına uygunlaştırılması gereken bir hukuk dili ve düzeni karşısındayız…
***
Bu yazıda ben, son olarak, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı, Kültür Bakanı titri taşıyan siyasetçilere seslenmek istiyorum:
Ülkemizin, dilimizin, biri ulusal ve uluslar arası ödüller almış iki değerli yaratıcısı, iki seçkin kadın yazarımız aylardır hapisteler.
Şimdi üstelik, şu anda bulundukları Bakırköy Kadın Hapishanesinden de alınarak Kandıra Cezaevindeki hücrelere konulacakları yönünde söylentiler var.
Ne oluyoruz? Orta çağlarda mıyız? Türkiye’ye engizisyon hukuku mu dayatılmak isteniyor? Yapılan bir yanlıştan geri adım atılması, söz konusu yargılamaya yazarlarımız serbest bırakılarak devam edilmesi bu kadar mı güç? Seçkin ve barışçı kişilikleri apaçık Necmiye Alpay’a ve Aslı Erdoğan’a zulmedilerek ülkemiz terörden, terör örgütlerinin baskısından ve cinayetlerinden kurtulmuş olacak?
Yapılmakta olan şey hukuk adına işlenmekte olan bir cinayet, bir hukuk terörü, terörün en kötüsü, en acımasızı, en iki yüzlüsü değil mi?..




Ataol Behramoğlu/Pazartesi Notları/24102016

19 Ekim 2016 Çarşamba

SİLAH ÖLDÜRÜR-ŞİİR YAŞATIR


         2001 yılında Colombia’nın Medellin kentinde, bir çok ülkeden, aralarında  ülkemizden Ataol Behramoğlu’nun da bulunduğu  37 şair tarafından kurulan Dünya Şiir Hareketi(World Poetry Movement) , dünya şairlerini 2016 yılı Ekim ayında düzenlenecek şiir okuma programlarıyla  nükleer silahlanmaya, nükleer savaş tehdidine karşı  seslerini yükseltmeye çağırdı.
       Hareketin  http://www.wpm2011.org/ internet sitesinde tamamı  bulunan bu  çağrının bir yerinde şöyle denilmekte.
            “Dünyanın ekonomik, siyasal, sosyal ve çevresel durumunun ciddiyeti karşısında;açgözlü ve karanlıkçı düşünce insanlık tarihi boyunca uygarlığın yaratmış olduğu yaşam, kültür ve güzelliği barbarlık ve yokoluşa sürüklerken; Dünya Şiir Hareketi dünyanın bütün şairlerini, yazarlarını, sanatçılarını ve iyi niyet sahibi bütün dünya yurttaşlarını,  nükleer savaşa karşı, barış için, Dünya Şiir Etkinliğine ÇAĞIRIYOR”

         Amerika Birleşik Devletleri'nden Özbekistan’a ,Afrika ülkelerinden Bulgaristan'a dünya ölçeğinde yanıt bulan bu barış çağrısına Türkiye’den şairler de şiir dinletileri ve programlarıyla katkıda bulunuyor.
       İlk dinleti Türkiye Yazarlar Sendikası İzmir temsilciliğince 20 Aralık Perşembe Günü  saat 15.00-17.00 arasında Güzelbahçe Kültür Merkezinde gerçekleşiyor. TYS İzmir Bölge temsilcisi Hülya  Deniz Ünal ve  Güzelbahçe Belediyesi Kültür Dairesi'nce hazırlanan programda şiirleriyle yaklaşık onbeş şair, Oğuzhan Özkaya Temel Lisesi öğrencileri  Rock topluluğu ve İlker Kılıç’ın  savaş karşıtı  pandomim gösterisi yer alıyor.
      Türkiye Yazarlar Sendikası'nca düzenlenen ve 22 Ekim Cumartesi günü  saat 18.00’de, Nazım Hikmet Kültür Merkezinde (Bahariye Caddesi, Ali Suavi Sokak No 7,Kadıköy)  TYS başkanı Mustafa Köz’ün açış konuşması ve WPM bildirisinin okunmasıyla başlayacak programda yine on kadar şairin şiir dinletilerinin yanı sıra Ömer Özgeç’in barış temalı müzik gösterisi yer alıyor.
      21 Ekim Cuma günü saat 19.00’da Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezinde, TYS Ankara Temsilcisi Zerrin Taşpınar’ın konuşmasıyla başlayacak olan programda ise şairler savaş karşıtı şiirlerini okuyacaklar.