25 Mart 2017 Cumartesi

ERDOĞAN ÜLKEYİ İÇ SAVAŞA GÖTÜRÜR


  Temmuz 2006’da, yaklaşık  11 yıl önce  bu köşede yayınlanan aşağıdaki yazıyı, ne yazık ki güncelliğinden ötürü bazı bölümleriyl e  bir kez daha yayınlamak gereği duydum.
Amacım ne kadar uzak görüşlü olduğumu değil, bütün bu süreçlerde tehlikeyi ve büyüklüğünü göremeyen kişilerin ve toplumsal kesimlerin  nasıl bir aymazlık içinde  olduğunu göstermektir.
16 Nisanda şu ya da bu nedenle Evet oyları çoğunluk sağlarsa,  oylarıyla ya da sandığa gitmeyerek buna yol açan çevreler, yayınları ve demeçleriyle Cumhuriyetin yok edilmesine çanak tutan yardakçı medya , siyaset çevreleri  ve kişiler, yaşanacak felaketlerin lanetini üzerlerinde sonsuzca taşıyacaklardır.

      Milletvekili seçimlerinde oy kullananların üçte birinin oyları ile Büyük Millet Meclisinde üçte iki çoğunluk elde ederek başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan hakkında düşüncelerimi birçok kez yazdım.
       Kendisiyle kişisel hiçbir sorunum yok.
       Hiçbir zaman karşılaşmadık, yüz yüze görüşmedik.
       Benim Türkiye Yazarlar Sendikası başkanı, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde, sendikamızın o sırada Kabataş Setüstü’ndeki  konutunun bir dönem önceden Belediyeye birikmiş borcuyla ilgili olarak böyle bir olasılık söz konusuydu. Fakat, daha önceki bir yazımda da  söz ettiğim gibi, gidip Tayyip Erdoğan’dan bir şey istemek içimden gelmedi.
       Çünkü, yine aynı yazıda sözünü ettiğim gibi, Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanlığına aday olduğu dönemdeki TV konuşmalarından ve görüntülerinden şiddetle tedirginlik duymuştum.
           Beni tedirgin eden, siyaset ortamında ilk kez karşılaştığım bu kişinin  katılmadığım görüşleri kadar ve belki onlardan da daha fazla, kendini fazlasıyla beğenmiş, kibirli, soğuk kişiliğinden yansıyan ürkütücü ve itici fanatizmdi.
            Tutuculuk ve kibirin bir aradalığı korkunçtur.
             Doğru bir dünya görüşünü bile sevimsiz kılacak bu kişisel özellik tutucu bir dünya görüşüyle bir araya geldiğinde, “fanatizm”in ulaşabileceği sonuçları kestirmek güç değil.
              Tayyip Erdoğan’a ilişkin bir başka izlenimim, yine daha önce yazdığım gibi, Belediye Başkanlığından alındığında, İstanbul Belediye Binası önündeki bir topluluğa yaptığı bir konuşmaya tesadüfen tanık oluşumla ilgilidir.
             Bu, görevden alınan bir Belediye Başkanı’nın veda konuşması değil, kışkırtıcı bir meydan okumaydı.
             Tayyip Erdoğan, bildiği, inandığı yolda kararlılıkla yürüyen biri.
              Doğru(bilimsel, kuşkucu, araştırıcı, humanist) dünya görüşüne sahip bir insan  için erdem sayılacak bu özellik, tutucu bir dünya görüşü sahibinin kişiliğinde  fanatizmin derecesini arttırır.
              Tayyip Erdoğan’ın kendi çevresindeki  “karizma”sı buradan geliyor. Kararlı, kibirli, katı, uzlaşmaz kişiliğinden…
                            Başbakanlığı öncesinde de benim gibi kendisine ilişkin olumsuz izlenimleri olanlar kuşkusuz ki vardı. Başbakanlığı sırasında ise  bütün bir toplum onu  yeterince tanıdı.
 Başbakanlık eninde sonunda siyasal bir kurumdur.
                 Cumhurbaşkanı ise, ülkenin kimliği demektir.
                 Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının, ülkemiz için çok ağır sonuçları olacağını düşünüyorum.
                  Çünkü Tayyip Erdoğan herhangi bir cumhurbaşkanı olmayacak.
                   O ve yandaşları, devletin en tepesine çıkmış olmanın güveniyle, bildikleri yolda daha sakınmasız ilerleyecekler.
                   Ve kaçınılmaz olarak da aynı sakınmasızlıkta karşı tepkiler, karşı duruşlar, karşı koyuşlar oluşacak…
                    Böylece de cumhurbaşkanlığı makamı ülkeyi temsil etme simgesel değerini,saygınlığını,yasal konumunu yitirecek.
             Demokrasiye güven daha da sarsılacak.
                     Toplum kargaşaya sürüklenecek ve korkarım ki bir iç savaşa doğru hızla yol alacak.
                      Amerika Birleşik Devletlerinin istediği acaba böyle bir Türkiye mi?
                       Tayyip Erdoğan ve yandaşları, böyle bir Türkiye’nin kendilerinin de sonu olabileceğini düşünmüyorlar mı?

(......)


                      

18 Mart 2017 Cumartesi

HOCA İLE DESPOT



 YA TUTARSA

Hoca göle maya çalarken
Despot anayasayı yok etme peşinde
 “Hoca” demiş despot oradan geçerken
“ Bu ne iş, maya tutar mı göle?”

“Efendim” diye yanıtlamış hoca
Fark etmez benimki tutsa da tutmasa da
 Ama yazık olacak  bu millete
Es kaza seninki tutacak olursa…”


DESPOT VE ÂKİL ADAMLAR

Despot âkil adamları toplamış
Ama kendi konuşuyor habire
Âkiller suskun, arada bir
“Haklısınız” diyorlar sadece

Hoca öğrenince bu maskaralığı
Demiş  “Ne yapayım ben böyle aklı
Benim eşek bile daha akıllı
Anırıyor bazen hiç değilse”


ASIP KESMEK

Despot asıp kesmeğe takmış aklını
Hoca da bundan almış nasibini
Bir gün “Bana bak Hoca” demiş despot
“Sesini kesmezsen asarım seni”

Hoca gülerek bıyık altından
Demiş “Asmasına asarsınız da
Asılmakla yok olmaz hakikat
Sesi güçlü çıkar daha da…”
PRANGA

Despot “Ah” diye iç geçirmiş bir gün
Kurtulsaydım şu kanun denen prangadan
Ülkeyi ne güzel yönetirdim
Hesap vermeden, izin almadan”

“Yahu “diye bir an düşünmüş Hoca
Benim bildiğim suçluya vurulur pranga
Kendini suçlu mu sayıyor yoksa
 Bu adam, bundan mı nefreti kanundan”


KAPILAR

Kapılar açılıp kapanmak içindir
Ama hep açık olmalıdır akıl kapısı
Gönül kapısı da öyledir
Tamamlar birbirini ikisi

Kapıyı Hocaya kapatan despota
Bilimin sesiyle seslenmiş Hoca:
“Nasıl kapatacaksın ama
Sende değil ki vatanın tapusu…”



DESPOT VE ŞİİR

Despot Hocayı çağırıp huzura
Okumuş ona bir şiirini:
“Bir zamanlar gençtik biz de
O günlerde yazdık bu şiiri…”

Hoca demiş ki “ Vallahi efendim
Bilmem ki bu işi bıraktınız niçin
Şiire ne  hayrı olurdu bilmem de

Hayırlı olurdu memleket için”

11 Mart 2017 Cumartesi

BİLİNÇALTI


     Bilinçaltının ya da sorumluluk duygusunun dürtüsüyle uyanıp kalktım. Saat altı. Oysa Manavgat’taki dinleti sonrasında arkadaşlarla restoranda gece yarısına kadar oturmuş, otele ulaştığımda saat ikiyi bulmuştu. Demek dört saat uyumuşum. Tabii uyku denebilirse…  Bilincimden mi bilinçaltından mı geçtiğini bilemeyeceğim görüntülerin sonuncusu dağınık bir masa, üzerindeki daktilo ve daktiloda bir paragraf kadar yazılmış bir kâğıt sayfasıydı… Şu anda ise çoktan nostalji öznesine dönüşmüş daktiloda değil bilgisayarda bu satırları yazıyorum. Çünkü cumartesi yazımı yetiştirmem gerek. Zaten bilinçaltı ya da sorumluluk duygusu dürtüsünün nedeni de başka bir şey değil…
                                                                   ***
        Yemek yerken konumuz her zamanki gibi ülkemiz , özellikle de hızla yaklaşmakta olan halk oylamasıydı… Acaba sonuç  hangisi olacak; evet mi hayır mı? Yine her zamanki gibi iyimserlik ve karamsarlık duyguları birbirini izliyor…Aydınımız, sadece aydınımız mı bütünüyle halkımız, iyimserlikten çok karamsarlığa yatkındır. Tabii halkımızın başlıca özelliklerinden biri olan kaderciliği iyimserlik saymazsak… Fakat bu kez sanki iyimserlik daha ağır basıyor…Bunu kuşkusuz, oylamada benim de aralarında bulunduğum hayır’cılar bakımından söylüyorum.  Karanlık sanki bir ucundan kalkmış, aydınlık görünüyor… Kahve falı cümlesi gibi oldu ama, böyle bir şey. .. Katıldığım toplantılarda, ikili konuşmalarda bunu hep görüyorum…  Cümleler arasından iyimserlik kıvılcımları geçiyor gibi… Nedenlerinden biri, sonucu bilincimizle görüyor olmaktan çok, bütün bir toplumca bilinç altımızda biriken huzur, mutluluk, iyilik, kardeşlik özlemi  ve beklentisi olamaz mı?..

                                                                    ***
       8 Mart Çarşamba gecesi Denizli barosunun dünya emekçi kadınlar gününü kutlamak için düzenlediği buluşmada, baro salonundaydık… Akşama doğru başlayan yağmura karşın yaklaşık beş yüz  kişilik, belki daha da büyük salon hemen hemen doluydu…  İnsanlarımız şiir ve müzik için gelmişlerdi kuşkusuz… Fakat girişte ve aralarda ülkemizdeki duruma ilişkin söylediklerime,  toplumsal bildirisi güncel olan şiirlere ve şarkılara gelen  daha kuvvetli ve sürekli alkışlar, beklentilerin sadece şiir ve müzik olmadığının da kanıtıydı… Aynı şeyi Manavgat Belediyesinin düzenlediği  dün geceki dinletide de  gördük…. Aynı yağmur, salonda aynı doluluk, aynı alkış desteği… Doğrusu, girişte ve aralardaki konuşmaları bu kez daha da uzattım  ve dinletimiz zaman zaman söyleşiye dönüştü…  İzleyicinin beklentisi de buydu sanırım…

                                                                   ***
          Dün  Denizliden Manavgat’a  doğru yol alırken Korkuteli’de öğle yemeği molası verdik.  Bildiğimiz kasaba lokantalarından biri … Yemek çeşiti  sınırlı ve görünüşleri de çok parlak değil.
Müşteri az sayıda ve yöre insanları.  Dışarıda yine yağmurlu, kapanık bir hava… Tam karşımda, caddenin bir kenarındaki bir direğin üzerinde, başbakanın portresiyle “millet/evet” uyaklı propaganda afişi… 19. Yüzyıl Rus şairi Nekrasov’un Rus taşrasını anlattığı şiirlerindeki, ya da günümüz Batı ülkelerinin yine 19.ve daha önceki yüzyıllardaki sokak ve halk pazarları görüntülerinin yer aldığı siyah-beyaz filmlerdeki  iç karartıcı bir atmosfer… Yanımızdaki  masada yemek yiyen biri kasketli öteki başı açık iki kişiden  kasketli olan gitti… Daha yaşlıca olan, saçları bütünüyle ağarmış ikinci kişi de az sonra kalktığında, içimdeki soruyu daha fazla tutamayarak oturduğum yerden adamcağıza sordum: Halk oylamasında oyun  evet mi, hayır mı olacak?
        Şaşırmadı…ve “ henüz bilmiyorum” anlamında bir şey söyledi… Ardından “ben köydeyim” diye ekledi…
        “Ya köydeki durum…”diye üsteleyerek soruyu genişlettim…
         Bu kez, kendisinin  de onlardan biri olduğunu ima edercesine, “Köy, hayır gibi…” demekle yetindi…
            Ülkemizden, insanımızdan bir görünüm…
            İsteyen, mizacına göre, istediği sonucu çıkarır…
                                                                           ***
              Bilinçaltıyla başladım öyle  bitireyim…
              Bilinci bilmem, fakat toplumsal bilinçaltı “Hayır” yüklü gibi….

    Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/110317
              

              

4 Mart 2017 Cumartesi

GERÇEK HUKUK SAVAŞIYOR



          16 Nisan’da halk oyuna sunulacak olan anaya değişikliği konusunda tartışmalar mantık ölçülerini ve ahlâk değerlerini hiçe sayarak başlatılmış ve öylece de sürmektedir.
       Elinde devletin bütün olanaklarını da bulunduran tarafın ve bütünüyle propaganda aygıtına dönüşmüş medyasının , yalan, tehdit, iftira, sövgü ve mantık dışı iddialar dışında üzerinde durulmaya değer  bir sav ileri sürdüğü görülmüyor.
        
                  
                                                         ***
              
          Oysa söz konusu anayasa değişikliğinden duyulan rahatsızlığın temel nedenlerinden ilki, çok açık olarak,  bu değişiklik gerçekleştiğinde  Büyük Millet Meclisinin elinden gensoru vermek ve meclis soruşturması istemek başta olmak üzere onu milletin sözcüsü yapan  var oluş nedeninin alınmış olacağıdır.
                 Mevcut anayasanın  98. Maddesindeki  “denetleme yetkisi”  kavramının silinmiş olmasının,  bu yetkiyi düzenleyen 99. ve 100. Maddelerin yürürlükten kaldırılmasının başkaca da bir anlamı olamaz.
             Gerçek bu iken, örneğin başbakan koltuğunda oturmakta olan kişi,  nasıl olup da bunun tam tersini, bu değişiklikle Meclisin yetkisinin daha da arttırılmış olacağını ileri sürebiliyor?
                  Gerçekliğin böylesine  ters yüz edilişi karşısında insan  söyleyecek söz bulmakta zorlanıyor ve  büyüklerinin yalan söylediğin fark eden çocuğun şaşkınlığını , onlar adına duyulan bir utancı yaşıyor…
                                                         ***
                 Zaten bakanların millet vekilleri içinden seçilmeyip  Cumhurbaşkanı’nın Meclis dışından seçeceği kişilerden olmasının doğal sonucu, sorumluluklarının  da Meclis’e karşı değil kendilerini bakanlığa atayan kişiye karşı olacağıdır.
      Anayasada Bakanlar Kurulunu düzenleyen 109-115 numaralı maddeler yürürlükten kaldırılarak bütün bu yetkiler cumhurbaşkanına verildiğinden ve başbakanlık makamı  da kaldırıldığından,  Cumhurbaşkanı denebilir ki tanrısal bir güç sahibi olmaktadır.
    Sıradan yurttaşımız bunu kavramakta güçlük çekebilir..  Fakat uygar dünyanın ve onun bir parçası olan ülkemizin ulaşmış olduğu toplumsal ve siyasal olgunluk düzeyinin ve birikimlerinin az ya da çok bilgisine sahip bir takım aydın ve aydınımsıların böyle bir şeyi nasıl savunabildiklerini, akıllarına ve içlerine nasıl sindirdiklerini anlamak kolay değil.
                                                            ***
       
Meclis’in elinden alınan yetkilerden biri de yokluğunda Cumhurbaşkanını Meclis Başkanının temsil etmesidir.
          Bu yetki şimdi, yine Cumhurbaşkanının atayacağı yardımcılarından birine verilmektedir.
          Böylece, herhangi bir  seçimle değil atanmayla oraya gelen bu kişi,  Meclis’in,  yargının, ordunun, bütün devlet bürokrasisinin  üzerinde bir güce sahip olacak, isterse Meclisi  dağıtabilecek, ülkeyi savaşa sokabilecektir…
           Böyle bir düzenlemenin, halkın aklıyla, bütün bir ülkeyle alay etmek; büyük bir ülkeyi kabile düzeyine indirmekten başka nasıl bir anlamı ve amacı olabilir?
           Anayasa değişikliği adı altında parlamenter demokratik rejimin yok edileceği bu “karşı devrim”den  yargı da doğaldır ki payına düşeni almakta, adının önündeki “yüksek” sıfatı da kaldırılarak alçaltılan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile varlığı ve yokluğu zaten şimdiden belirsizleşmiş olan Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, bütün bir yargı erki, Tanrısal yetki sahibinin infaz kurumlarına dönüştürülmektedir.
                                                                  
                                                             ***
               Gerçek hukuk burada özet olarak yazılanları kanıtlarıyla ve ayrıntılarıyla dile getirerek bir savaş vermektedir.
                  Prof.Metin Feyzioğlu başkanlığında Türkiye Barolar Birliği;  Ümit Kocasakal, Süheyl Batum, İbrahim Kaboğlu, Aysel Demirel, Erdoğan Teziç, Birgül Ayman Güler, Sabih Kanadoğlu, Nazan Moroğlu gibi seçkin hukukçular, hukuk profesörleri yayınlarıyla ve etkinlikleriyle denebilir ki göğüs göğse bir aydınlanma savaşımı vermektedirler.
                   16 Nisan halk oylaması, son anda herhangi bir nedenle vazgeçilmeyip yapıldığında,  sonuç ne olursa olsun, aydınlanmayla karanlıkçılığın, hukukla hukuk dışılığın savaşımı sürecektir.
                   Fakat ya demokrasinin daha da olgunlaştığı, ya da faşizmin ve ona karşı direnişin ülkeye büyük acılar yaşatacağı bir ortamda…
                  Gönül ister ki ilki olsun…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi/040317