25 Temmuz 2015 Cumartesi

TERÖRÜN ÇEŞİTLERİ

Kimlerine göre terörün dini, dili,ırkı,vatanı yoktur. Nerden gelirse gelsin;amacı,hedefi ne olursa olsun lanetlenmelidir.
Nitekim Suruç’taki katliamdan sonra Tayyip Erdoğan Kıbrıs’ta böyle konuştu.
Bu sözler iki türlü yorumlanabilir:
İlki: Terör, dinle, dille, ırkla,vatanla ilişkisi bulunmayan kendi başına bir olgudur.
İkincisi ve üstü daha kapalı anlam: Terörist eylem benim dinim, dilim, ırkım,vatanım için de yapılmış olsa, bu onu lanetlememe engel değildir.
Türkiye Cumhurbaşkanının kastı bu anlamlardan hangisi olabilir?
Sanırım ikincisi…
Tayyip Erdoğan katliamın sorumlusu olabileceğini düşündüğü örgütün ya da örgütlerin adını açıkça anmasa da, bu toplu kıyımın dinsel ya da ırksal nedenlerle yapılmış olduğunu ima ediyor ve kınanması gerektiğini belirtiyor…
İyi de, bu sözler, ülkemizde ve bölgemizde yaşanmakta olan alçakça terör cinayetlerinin nedenlerini, nereden kaynaklandığını açıklamadığı gibi, bunu yapmaktan sanki özenle kaçınıyor…

***
İlkel talan,yağma, intikam amaçlı katliamları bir yana bırakacak olursak tarihin tanıdığı en eski terör eylemleri dinsel amaçlı olanlardır.
Ortaçağ Hıristiyan engizisyonu din amaçlı terörün tipik örneğidir.
Müslüman Arap ve Osmanlı tarihi de din amaçlı terörün, katliamların örnekleriyle dolup taşar…
Irksal amaçlı terörizmin en korkunç örnekleri ise, yine yağma, talan vb. amaçlı örnekleri bir yana bırakacak olursak,Nazizmin(Alman ırkçılığının)20.yüzyılda insanlığa yaşattıklarıdır.
***
Dinsel ve ırksal terörizmin yanı sıra tarihin tanıdığı üçüncü bir terörizm, siyasal,sınıfsal amaçlı olandır.
Bu tür terörizmin yakın tarihteki ilk örneği , Fransız Devriminin zaten bu adla anılan 5 Eylül 1793-28 Temmuz 1794 Jakoben egemenliği dönemidir…
Bu görece olarak kısa sürede devrim karşıtı olarak suçlanan kişiler ve halk yığınları kitlesel olarak giyotine gönderilmiştir.
1917 Ekim devrimi öncesi, devrim süreçleri ve sonrası Rusya tarihi de siyasal-sınıfsal amaçlı terörizm bakımından oldukça hareketlidir…
Genel olarak 20 yüzyılda bu amaçlı terörizmin örnekleri saymakla tükenmez.
***
19. yüzyılın ikinci yarısından(bu anlamda bir ilk örnek olarak Rus narodniklerinden) günümüze, siyasal(sınıfsal) amaçlı terörizm, öncelikle ve esas olarak, kişilere yönelik suikastlerdir.
Bu tür siyasal-sınıfsal terörist eylemlerin halk yığınlarına, çocuklara, masum insanlara yönelik olanları öyle sanıyorum ki parmakla sayılacak kadar azdır.
Buna karşılık,Rus devrimi süreçlerinden örneklerle sürdürecek olursak,1905’te hak kitlelerinin pasif bir yürüyüş eyleminin kitlesel kıyımla durdurulmasını,ardından da 1906-1911 yıllarındaki başbakanlığı döneminde P.Stoliypın’ ın muhaliflerine uyguladığı kitlesel ve acımasız yok etme yöntemleri, modern tarihteki devlet terörünün başlıca örnekleri arasında yer almıştır.
*** 
Ülkemizde ,bulunduğumuz bölgede, ABD’de ve Batı Avrupa ülkelerinde bugün uygulanmakta olan terör ise, kimi kez iç içe girmiş olan dinci ve ırkçı terörizmin, teknolojinin sağladığı olanaklardan da yararlanan hortlatılmış biçimidir. 
Bu “çağdışı” terörizm, kanla beslenen bir vampir gibi,hasım olduğu tarafın tüm varlığına, bütün değerlerine, hiçbir insanca ölçü gözetmeksizin acımasızca saldırır.
Çünkü ırkçılığın ve günümüz gerçeğinde bu günün en büyük tehdidi olan dinciliğin temel düşüncesi(inancı) karşı tarafın hiç bir insanca değere sahip olmadığı, yapılması gereken tek şeyin onun köleleştirilmesi ya da yok edilmesi olduğudur. ..
Bulunduğumuz bölgede bugün yaşanmakta olan terör gerçeği budur.
Bu terörün arkasında emperyalizmin ve bölgesel uşaklarının bulunduğu apaçık bir gerçektir.
Bu nedenle de terörizmin her çeşidini aynı sepete koyarak yuvarlak sözlerle geçiştirmeye çalışmak,yaşanmakta olan dinci terörizm gerçeğini, yanı sıra da kendi “dinci-kinci” ve emperyalizm işbirlikçisi kimliğini gizleme çabasıdır..
Ataol Behramoğlu-Cumartesi-250715

11 Temmuz 2015 Cumartesi

RODİNSON’UN MUHAMMED’İ


İslam’ın kutsal kitabında da varlıkları onaylanan peygamberler içinde bizler gibi etiyle, canıyla, kanıyla, belli bir zaman diliminde yaşadığı kesin olan tek peygamber, Muhammed’ir.
Zamanımızdan 1400 yıl önce yaşamış olan İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah’ın(Abdullah oğlu Muhammed’in) bir insan, bir kişi olarak özellikleri konusunda bildiklerimizi nelerdir?
Böyle bir konuyu “mümin”lerle konuşmaya çalışmak boşuna bir çaba olur.
İnanmayanlar için ise genellikle birkaç önyargıyla geçiştirilen, pek de önemli olmayan bir konudur bu.
Bir başka deyişle, bir yanda, tartışmak şurada dursun üzerinde konuşulması bile günah sayılan inanç ve efsane öğeleri; öte yanda dedikodu türünde yakıştırmalar, söylenceler, yüzeysel eleştiri ve küçümsemeler…
Marksist Fransız düşünürü Maxim Rodinson’un “Hazreti Muhammed”i , bu konuda benim kafamdaki dağınık taşları da yerli yerine oturttu…
***
Attila Tokatlı çevirisiyle yıllar önce Sosyal Yayınlarca basılmış, sonrasında yeni bir basımının yapıldığını anımsamadığım ve sanmadığım kitap, yine uzun zamandır ilk fırsatta okumak üzere ayırdığım kitaplar arasına beklemekteydi.
Birkaç kez başlamış, araya başka işler, başka okumalar girdiği için bırakmıştım.
Bu kez üstelik ayrıntılı notlar alarak okuduğum gibi ,yazarı Maxime Robinson’un da ( ) önemli bir çağdaş düşünür olduğunu öğrenmiş oldum.
Tarihsel verilere, somut olgulara dayanmasının yanı sıra, günlük yaşama ilişkin bölümleriyle de, akıcı,zevkle okunan bir kitap bu…
***
Peygamberlik konusu benim ilgi ve bilgi alanımın dışında…
Muhammed’in hayatında beni asıl ilgilendiren, öksüz, yetim bir çocuğun, yoksulluk çekmiş bir genç adamın, önce küçük bir inananlar topluluğunun, sonra bir kabilenin lideri, sonra bir devlet kurucusu olarak yükselişi oldu…
İnanlar bunu bir Tanrı buyruğu olarak görmekte kendilerince haklı olabilirler.
Beni ise bu yaşam öyküsündeki kişisel, toplumsal, tarihsel olgular ilgilendiriyor…
Rodinson’un da ısrarla belirttiği gibi Kuran’da zenginlere yönelik eleştiriler, gerçekten de Muhammed’in yoksulluğu kendi kişisel yaşamında fazlasıyla tatmış olmasıyla ilgili olmalıdır..
Aynı kitaptan Muhammed’in yaşça kendisinden epeyce büyük eşi Hatice ile evliyken başka kadınlarla olduğuna dair herhangi bir kanıt ya da söylenti bulunmadığı belirtiliyor.
O zaman Hatice’nin ölümünden sonraki yaşam sürecinde kadınlara karşı neredeyse doyumsuz arzusunu nasıl açıklayacağız?
(Ölümünde cariyeleri dışında on eşi olduğunu aynı kitaptan öğrendim)
Bu doyumsuz arzu, gençlik yıllarını kendinden epeyce yaşlı bir eşe sadakatle geçirmiş olmasıyla açıklanamaz mı?
Kitapta, kadınlarının yarattığı kıskançlıklarla ilgili de epeyce bilgi ve anekdot var…
Yani sıradan ölümlülere hiç de yabancı gelmeyecek konular…
***
Tek Tanrı fikri İslam peygamberinin buluşu değil…
Puta tapar Kureyş kabilesinin bir ferdi olan Muhammed döneminin bu ilerici fikrini işittikleriyle, belki okuduklarıyla benimsemiş. (Robinson’un kitabında bu konuda ayrıntılı bilgiler var. “Ümmi”, yani okur yazar olmadığına ilişkin bilginin yanlışlığı, bir çeviri hatasının sonucu olduğu ayrıca belirtiliyor.)
Muhammed bin Abdullah’ın Hazreti Muhammed olarak gelişimiyle başka bir çağın, kendi çağımızın bir devrimcisinin yaşam süreçleri arasında neden benzerlikler, paralellikler kurulmasın?
Bunu söylemekle İslam peygamberinin önemini, değerini azaltmak gibi bir amacım yok.
Tam tersine, kendisinin de sözleriyle herkes gibi ölümlü bir insanın olağanüstü yazgısının kişisel ve toplumsal arka planlarını anlamaya çalışıyorum…
Robinson’un kitabında Muhammed’in sabırlı, cesur, kurnaz,merhametli, fakat yerine göre acımasız, kararlı bir lider, ideolog, komutan ,devlet adamı olduğu, herkes gibi insani zaaflarının da bulunduğu olaylarla, kanıtlarla anlatılıyor….
Böyle bir kişinin ve getirdiği kitabın İslam adına işlenen cinayetlerle, alçaklıklarla ilgisinin olamayacağı yeterince açık değil mi?
Bu konuda yazmayı sürdüreceğim…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/110715

4 Temmuz 2015 Cumartesi

“AHLAT AĞACI”NIN SEVGİSİYLE


Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Talip Apaydın’dan sonra, Köy Enstitülü yazarlar kuşağının benim en sevgili ağabeyilerim arasında yer alan seçkin bir temsilcisini, Mehmet Başaran’ı da sonsuzluğa uğurladık.
Köy kökenli Başaran, giyimiyle, kuşamıyla; yüzünde hep ince bir gülümseyiş, düşüncelerini sözcüklere dökmekten çekinmeksizin, fakat karşısındakini incitmekten korkarcasına bu sözcükleri özenle seçerek, sesini hiçbir zaman yükseltmediği zarif konuşmasıyla, doğuştan ve gerçek bir aristokrat gibiydi.
Mehmet Başaran’ı, şiirini,kişiliğini ve ondan okuduğum ne varsa hepsini çok sevdim. Halk tarlasında doğup boy atmış ve insanca bir yaşama olan umudunu hiçbir zaman yitirmemiş nadide bir çiçekti.
Bu duygularımı kendisine hem konuşmalarımızda hem de Ağustos 2010 tarihinde yayınlanan bir yazımda iletebildiğim için şu anda buruk da olsa bir mutluluk duyuyorum.
Onunla ilgili unutulmaz bir anım ise, 12 Eylül 1980 sonrasının karanlık zamanlarına ilişkindir.
1982 yılını cezaevinde geçirdikten sonra devam eden duruşmaların sonucunda 1984’te 8 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmış, kendi ülkemde bir anda sürek avında izlenen bir av hedefi durumuna düşmüştüm.
O günlerde onunla bir yayınevinde aynı büroda çalışan bir yakınım yoluyla Mehmet Başaran’dan, istersem gidip onlarda kalabileceğim haberi geldi…
Faşizmin polisinin, zaptiyesinin peşinde olduğu bir kaçağı saklamayı göze almanın ne demek olduğunu o günleri yaşamamış olanlar zor anlarlar.
Kendini ateşe atmak demekti.
Elbette kendisine teşekkürlerimi iletmekle yetindim.
Fakat bu olağanüstü dostluğu, yürekliliği, özveriyi, dayanışma duygusundaki yüceliği hiçbir zaman unutmadım.
Sevgili Mehmet Başaran’ı (yaşadığımız sürece) kalplerimizdeki ve başta şiirleri olmak üzere yapıtlarındaki sonsuzluğa uğurladık.
Sözünü ettiğim “Yalın,Lirik,Toplumcu” başlıklı yazımdan, ilk kitabı “Ahlat Ağacı”na ilişkin bir küçük paragrafla ona ve şiirine olan sevgimi tekrarlamak isterim:
Türk şiirinin en has özelliklerinden biri, lirizm, kitabı oluşturan bütün şiirlerde buram buram tütüyor.
Lirizm, duyguların kanatlanışıdır.
Romantizmin onsuz olmaz özelliğidir.
İnsanın sonsuzluğa özlemidir.
Mehmet Başaran’ın denebilir ki bütün şiirlerinde bu lirik duygululuğun izini süreriz.
Fakat daha en baştan, gerçeklikten kopuk olmayan, tam tersine onunla beslenen bir duygululuktur bu.
(....)
Yıllar sonraki bir şiirinde doğum tarihinin 17 Nisan, yani Köy Enstitüleri’nin kuruluş tarihi olduğunu yazacak olan bu Trakyalı köy delikanlısı, “Ahlat Ağacı”nın “çıplak bir doruğun üzerinde”ki yalnızlığını, onun “kıraç toprak”taki yaşamını, “köylünün hali”ne benzetiyor…
Böylece, köy ve köylü konulu şiirimizde de, “orda bir köy var” uzakta ya da “Çoban Çeşmesi” süslemeciliğinden olduğu kadar salt gerçekçi yaklaşımlardan da farklı yeni bir gerçekçi-lirik yol açılmış oluyor…
Bu, genç Başaran’ın çağdaş şiirimize önemli katkısıdır…”
Bazı şairler yaşamdan hangi yaşta ayrılırlarsa ayrılsınlar şiirleriyle hep genç kalacaktır.
Mehmet Başaran o şairlerdendir.



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/040715