28 Mayıs 2016 Cumartesi

SEYDİŞEHİR İZLENİMLERİ

      28 Nisanda Seydişehir’deydim.
       Konya iline bağlı bu beldemizi ülkemizin önemli sanayi kuruluşlarından “Alüminyum Tesisleri”yle tanırız…
      İlk kez geldiğim bu gerçekten göz alıcı güzellikte ve genişlikte  bir doğa üzerine özgürce  yerleşmiş Seydişehir’i  akşamki dinleti-söyleşi programı öncesinde gezerken yolumuz 1967’de  Sovyetler Birliğince kurulduğunu  öğrendiğim  Alüminyum Tesislerinin yakınından  da   geçti.
     Etibank’a ait bu büyük sanayi kuruluşu 5 milyar dolara yakın bir zenginliğe sahipken birkaç yıl önce 305 milyon dolara, yani değerinin on beşte birine Cengiz Kardeşlere satılmış, daha doğrusu hibe edilmiş, daha da doğrusu peşkeş çekilmiş…
     Bu adı, milletle olan ilginç yakınlığı nedeniyle duymuştuk…
     Yakınlarda Artvin’de polis eşliğinde maden ocakları açma girişimleri sırasında karşımıza çıktı.
    Üçüncü köprü, hava alanı projesi, özetle nerede büyük paralar, büyük yatırımlar varsa  onunla karşılaşıyoruz.
     Demek ki milletle olan yakınlığı gibi yöneticilerle de yakın ilişkileri var.
     Alüminyum kuruluşlarında 1980 sonlarında 8000 işçi çalışmaktayken bu sayının bu gün 1000’e düştüğü söyleniyor.
     Bu arada, ünlü bir heykeltıraşımızın, Sadi Çalık’ın bu tesisler için 1973^te yaptığı güzel ve anlamlı Atatürk heykelinin, çevresine çok belli ki kasıtlı olarak yığılmış maden artıklarıyla adeta bir çöplük atığına dönüştürülmüş olduğunu gördük.(İsteyenler ayrıntıları internette Seydişehir ADD sitesinden öğrenebilir.)
     Bunları  ender güzellikte bir doğa parçası üzerinde, Ilıca Tepesinde konuşuyoruz.
    Akşam serinliği duyumsanmaya başlamışken, karşımızda, Torosların bir kolu olan Küpe Dağı çevresinde bulutlar da grileşmeye başlıyor…
    Aşağılarda, üzerinde Seydişehir’in bulunduğu Suğla Ovası, uzak ufukta mavi bir çizgi gibi görünen  Suğla gölüne kadar göz alabildiğine uzanıyor…

                                                     ***
      Seydişehir’e Atatürkçü Düşünce Derneğinin konuğu olarak gittim.
      Başkan Hüseyin İriilter orta yaşlarına yakın bir öğretmen ve gerçek bir yurtsever.
       Bu yurtseverlik lafta değil.
      O ve söyleştiğimiz dernek yöneticileri, yaşamakta oldukları yörenin bütün sorunlarını ayrıntılarına kadar biliyorlar.
      Başka bir deyişle, Seydişehir Atatürkçü Düşünce Derneği bir tabela örgütü değil.
      “Kendime ve Herkese Sorular” başlığıyla yaptığım konuşmayı dinlemek üzere Seydişehir Belediye Düğün Salonunu hımca hınç dolduran izleyici topluluğu da bunun bir kanıtıydı.
      Kitap imzası sırasında uzayıp giden kuyrukta alışık olduğumuz üniversiteli genç okurların yanı sıra orta yaşlarda halk insanlarının da çok sayıda bulunması ayrıca ilginçti.
      Bu sevgili okurlarımın birçoğunun da Alüminyum Tesislerinden emekli işçiler olduğunu öğrendim…
      Bir kentte, bir  beldede, bir sanayi kuruluşunun varlığı, o yerleşim yerinin çehresini değiştiriyor, çağdaşlaştırıyor…
                                                      ***
         Seydişehir’i çok sevdim…
          Fakat ertesi gün erken bir saatte ayrılmak zorunda olduğum için kenti yeterince görüp tanıyamadım, özellikle de  güzel doğasının tadını çıkaramadım.
          Toros eteklerine, Suğla Gölüne gitme şansım olamadı…
          Fakat yakın zamanda bir kez daha, bu kez müzisyen arkadaşlarımla birlikte, Seydişehir’in yurtsever, konuksever, sanatsever insanlarıyla buluşmak üzere, ADD yöneticileri ve salon dolusu izleyicilerimle sözleştik…
            Buradan hepsine selam olsun…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/280516


Okuma önerileri:
Anar, Yaşamak Hakkı,Tulpars Yayınları 2016 ( Azerbaycanlı büyük yazar Anar’dan, kişisel gözlem ve izlenimleriyle, Azerbaycan’ın bizi de yakından ilgilendiren yakın tarihi üzerine çok önemli notlar ve yazılar.)
Aysel Çelikel-Berat Günçıkan,Adalet Yoksa Gelecek de Yok,Türkiye İş Bankası Yayınları, Kasım 2015(Türkân Saylan’dan devraldığı ÇYDD bayrağını onurla taşımakta olan Aysel Çelikel hocamız üzerine, Berat Günçıkan arkadaşımızın roman tadında çalışması)

Kemal Kocabaş,Eğitim Reformu İçin Arayışlar,YKKED yayınları Nisan 2016(Prof.Dr.Kemal Kocabaş’ın editörlüğünde çok sayıda yazar ve araştırmacıdan eğitim sorunları üzerine yazılar.)

21 Mayıs 2016 Cumartesi

İNSAN OLMAK BU KADAR MI ZOR?


    Özgür Mumcu’nun 18 Mayıs Perşembe günü yayınlanan “Solun Bildiği Mesele”  başlıklı yazısını okumadıysanız mutlaka okumalısınız.
      Gerçi sosyal medyada 1600 gibi rekor bir beğenme rakamı gördüm. Bu, sevgili Özgür’ün de sevgili babası gibi büyük okuyucu kitlesine doğru ilerleme potansiyelini gösteriyor.
      Özgür yazısında özetle,  dinci, milliyetçi ve genel olarak sağın  AKP’de birleşmesini tamamladığını;      bu  nedenle MHP’nin muhalefette kalmasıyla  iktidarın bir parçası olması arasında zaten fark bulunmadığını;   ordu Ortadoğudaki savaşın da etkisiyle “askeri endüstriyel kompleks”in bileşeni olarak sağdaki bütünleşme içinde yer aldığından Genel Kurmay Başkanının nikâh şahitliğine şaşırmanın ya da hayıflanmanın ordudan hâlâ bir şey bekleyenlerin  boş hayallerinin sonucundan başka bir şey olmadığını; İstanbul sermayesine umut bağlayanların da yine aynı nedenlerle   boş bir hayal içinde olduklarını belirtiyor…
     Sonuç olarak da, yazarın kendi sözleriyle ”“Demokrasinin büyük sermaye ve orduya dayanarak getirilemeyeceği  solun çok iyi bildiği” şeydir. Öyleyse bu sol, “sınıf” olgusunu  yeniden “gündeminin  merkezine” almalıdır…

                                                                      ***
  Doğru, nesnel bir irdeleme sonucu, sağlam görüşler ve sonuçlar… 
  Fakat yine de açımlanması, irdelenmesi,daha doğrusu tamamlanması  gereken noktalar olduğunu düşünüyorum….
  Öncelikle HDP konusu, Kürt sorunu.
  Bu sorun, solun gündeminin neresindedir?
   Bundan  da önce, sözünü ettiğimiz hangi soldur?
   Radikal bir sol için sınıf olgusunu da, Kürt sorununu da gündemin merkezine almak çok zor değil.
   Fakat  bir kitle partisi olan CHP bunu nasıl, ne ölçüde gerçekleştirebilir?
   Bir çırpıda yanıtlanamayacak, enine boyuna irdelenmesi, tartışılması gereken bir sorundur bu.

                                                                             ***
   İdeolojilerin bir üst yapı olgusu olduğunu Marksist öğretiden bu yana biliyoruz.
   Bu benim de esas olarak paylaştığım görüştür.
   Fakat her ülkenin, her toplumun özgül koşullarına bağlı olarak…
    Solun gündeminin merkezinde sınıf olgusunun bulunması gerektiğinde kuşku yok.
   Sol, bütün kanatlarıyla, emekçi halka  yönelmeli, ona seslenmeli, onun aydınlanmasına ve örgütlenmesine katkıda bulunmalıdır…
      Fakat ülkemizin özgül koşullarında,her sınıftan ve toplumsal katmandan insanımızı aynı ölçüde ilgilendirmesi  gereken,ve günümüz koşullarında daha da yaşamsal önem kazanan bir başka sorun, laiklik ve aydınlanma değerlerine ilişkin olandır.
       Bu gün bu sorun, korkarım ki, solun doğal muhatapları olması gereken emekçi halk kitlelerinden çok daha fazla, ekonomik anlamda çok da büyük sorunları olmayan toplumsal kesimlerden insanlarımızın da içinde bulunduğu, yine milyonlarca insanımızı derinden ilgilendirmektedir ve ilgilendirmelidir.
       Ülkemizin var olma yok olma sorunu ; insan olmak, insan gibi yaşamak, insanlığın ve kendi ülkemizin yüzlerce yıllık aydınlanma, çağdaşlaşma  savaşımlarına ve kazanımlarına layık olmak;  sadece bugünümüzün değil   geleceğimizin de yaşamsal sorunudur bu.
       Türk aydınlanmasının büyük önderi Mustafa Kemal’in önderlik ettiği aydınlanma devriminin,  kendi ülkemizinki  başta olmak bütün bir insanlık tarihinin aydınlanma, çağdaşlaşma, gerçek anlamıyla insanlaşma yönündeki kazanımlarının, birikimlerinin; Türkiye Cumhuriyetinin var oluş temellerini oluşturan  evrensel değerlerin yanında olmak ya da olmamak sorunudur….
       Bu sorunlara ilgisiz bir solun, sınıf olgusunu gündeminin merkezine de alsa,  ülkemizin koşullarında  başarı şansı sıfırın da altındadır.
         Bu nedenlerle de, söz konusu nikâh tanıklığı da içinde olmak üzere  her  kişisel ya da  toplumsal olayın  bu açıdan da görülüp değerlendirilmesi doğaldır.
      Soru, İnsanın  kişisel ya da sınıfsal  çıkar ilişkilerin oyuncağı bir kukla mı, yoksa  insan olma adına ve onuruna  daha yaraşır bir varlık mı olduğudur…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/210516


Okuma Önerileri:
-Onur Öymen/Arka Plan(Teröre Yön Verenler)-Remzi Kitapevi

-Erol Ertuğrul/Bir Demet Işık-Bir Demet Tat/Uyum Yayınları

14 Mayıs 2016 Cumartesi

NE YAPMAMALI?


    Hayatımız  Çernışevski’nin ünlü romanının(sonrasında Lenin’in yapıtının)  adı olan  “Ne Yapmalı?” sorusuna yanıt aramakla geçti…
     Lenin’in kitabının Türkçe çevirisi yasaklanıp toplatıldığından, yayıncılar bize özgü bir kurnazlıkla yeni basımı “Ne Yapılmalı?” adıyla yayınladılar…
      Sanırım hâlâ da öyle yayınlanıyor.
      Yine sanırım Çernışevski’nin romanı da “Ne Yapılmalı?” diye yayınlanmakta..
     Bu ayıptan  kurtulup her iki kitabın da yeni basımlarının  “Ne Yapmalı?” diye yapılması gerek…
                                                    *****
      Bu haftaki yazımın başlığını” Ne Yapmalı?” diye tasarlamaktayken , aklıma son anda bu soruya  bir de tersinden, yani “Ne Yapmamalı?”  diye bakmak düşüncesi geçti ve bu bana daha ilginç göründü…
     Evet, ne yapmamalı gerçekten de?
     Her yandan kuşatıldığımız kötülük ortamına yenik düşmemek, onu alt edebilmek için ne yapmamalı?
       Gelin, birlikte düşünelim…
                                                    ****
           Bana sorarsanız  öncelikle yapmamamız gereken şey, kötümser olmaktır…
           Kötümserler kusura bakmasın, fakat kötümserliğin bir mizaç sorunu, bir karakter (hadi bozukluğu demeyelim)  özelliği olduğunu düşünüyorum…
         Kötümserliğin karşıtı ise  iyimserlik değil, gerçekçi olmaktır.
         Gerçek, içinde kötümserlikten çok iyimserlik barındırır…
         Çünkü değişime açıktır, değişecektir…
          Kötümserlik, gerçeğin değişmeye yatkın oluşunun bilgisine ya da duygusuna yeterince sahip olmayış demektir…
         Gerçekliğin durağan değil değişime açık olduğunu kavramışsanız,kötümser olamazsınız…
          Buna bağlı olarak yapılmaması gereken ikinci bir şey, kötülük ortamını değiştirmek için parmağımızı oynatmaksızın, eylemsizlik içinde karamsar düşüncelere gömülmektir…
       Eylemsizlik karamsarlığı besler.
      Karamsarlık eylemsizliği derinleştirir. 
    Bu gün çevremizde çokça gördüğümüz toplumsal bir hastalıktır bu…
                                                       ********
            Bunlara bağlı olarak yapılmaması gereken başlıca şeylerden biri de, korkuya yenik düşmektir…
            Korku insanı alçaltır, kendi gözünde de küçültür.
            Eylemsizliğin, güvensizliğin daha da derinliklerine, karanlıklarına çeker.
           Korkaklık bir insanlık ayıbıdır.
            İnsan olmaktan vazgeçiştir.
           Fiziksel olarak yaşıyor görünürken aslında yok oluştur…
       Burada halkın” korkunun ecele faydası yoktur” sözünü anımsamanın tam sırasıdır.
     Bu da bir çeşit kaderciliktir kuşkusuz….
     Fakat kaderciliğin böylesi korkaklığa yeğdir.
     Korkaklığı alt etmenin yolu, gerçeğin,gerçekliğin gözünün içine bakmaktan geçer…
    Tıpkı yükseklik korkusunu yenmek için yükseğe çıkmak gibi…
    Çelişki gibi görünse de, bu düşünce, eylemin yüceltilmesi demektir…
     Eylemsiz kalarak korkuyu yenemezsiniz…
                                                                              ******
       Ve tam bu noktada, yapmamamız gereken bir şey olarak da, tembellikle karşılaşıyoruz…
       Zihinsel ve fiziksel tembellikle…
       Araştırmamak, irdelememek, soru sormamak, merak etmemek, gidip görmemek, vb…
       Ey sevgili aydın arkadaşlarım…
      Yazar, şair, sanatçı, gazeteci, her hangi bir başka meslekten kardeşlerim…
         Mutluluğu için belki de canınızı vermeye hazır olduğunuz ülkenizi, yaşamları için kaygı duyduğunuz insanımızı ne kadar tanıyorsunuz?
      Hangi eylemlerin, hangi araştırmaların; haber başlıklarına göz gezdirmek, çok çok bir iki köşe yazısı okumak dışında hangi öğrenme, bilgi edinme çabalarının  içindesiniz?
       Bu soruların yanıtlarını arayıp bulmadan kendinizde karamsar olma hakkı görmeyin…
      Yapmayın…
    Eylemle, bilgiyle, birliktelikle, en aşılmaz görünen kötülük ortamlarının aşılacağına ,en yenilmez görünen düşmanın yenileceğine olan inancın sizi büsbütün bırakıp gitmesine izin vermeyin…
       Kötülüğün   kendiliğinden yok olacağı gibi bir düşünce ve eylem tembelliğine de sakın ola ki kapılmayın…
           Buna karşılık gerçekliğin doğru bilgisiyle, cesaret ve eylemlilikle,aşılamayacak hiçbir engel,  başarılamayacak hiçbir şey olmadığı gerçeğini küçümsemeye kalkmayın…
             Gerçeklik bizden onu iyi tanımamızı; bilgiyle, cesaretle ve eylemlilikle onun özgürlüğe, iyiliğe, aydınlığa açılan yollarındaki engelleri aşmasına, tıkanıklıkları temizlemesine yardım etmemizi bekliyor…
        Bu konuda en yakın yardımcımız, en geniş anlamıyla, yine gerçekliğin kendisidir…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/140516

              

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Ataol Behramoğlu'na Romanya'da ödüller

ATAOL BEHRAMOĞLU’NA ROMANYA’DA MİHAİ EMİNESCU NİŞANI VE OPERA OMNİA ÖDÜLÜ
     Romanya’nın Craiova şehrinde Mihai Eminescu Uluslar arası Akademisi tarafından 10-14 Mayıs tarihinde  düzenlenen uluslar arası  şiir festivalinde  Ataol Behramoğlu’na Mihai Eminescu Nişanı ve Opera Omnia Ödülü verildi. Ödül gerekçesi Ataol Behramoğlu’nun “ özlü bir duyarlılıkla işlenmiş  büyük bir özgünlük ve moderniteye sahip  yazınsal yaratıcılığının  Avrupa şiirine kalıcı katkısı” olarak açıklandı.Ödül töreninde Türkiye’nin Bükreş Büyük Elçiliğince gönderilen teşekkür mesajı da okundu.






7 Mayıs 2016 Cumartesi

MÜKEMMEL BİR BELGESEL-POLİSİYE…


   Birkaç hafta önceki bir yazımda, yaşadığımız ülkede son dönemlerdeki hayatımızın polis romanlarına konu olabileceğini yazmıştım.
    Mine Kırıkkanat tam da bu günlerde yayınlanan romanı “Hiç Kimse” ile sanki bu düşüncemi kanıtlıyor.
     “Hiç Kimse”, gerçekten de, belgeselin içinden bir polisiyenin çıkarılmasının, belki daha isabetli bir deyişle de belgeselle polisiyenin harmanlanmasının mükemmel bir örneği.
       Üstelik üzerindeki kan henüz kurumamış bir gerçeğin öyküsü bu…
       Çok zaman önceki bir olayın kurgulanarak yazınsal ürüne dönüştürülmesi daha kolay olsa gerek…
       Çünkü zaten geçen zaman gerçeği az çok öyküye, efsaneye dönüştürmüştür bile… Yeni bir olaya ne belgeselin ne kurgusalın tuzağına düşerek, fakat gerçekliğe de sadık kalarak roman niteliği kazandırmak ise  büyük başarıdır…  Konunun özellikleri bakımından  aynı zamanda da cüret işidir…
  Mine Kırıkkanat, kendisini yakından tanıyan dostlarını pek de şaşırtmayarak, hepsinin üstesinden gelmeyi başarıyor…
                                                    ***
      Konu, PKK militanı üç kadının 9 Ocak 2013’te Paris’te katledilmesi…
      Asıl hedefin PKK kurucularından Sakine Cansız olduğu romanda da belirtiliyor…
       Öteki iki kurbanın rastlantısal olarak orada bulunduklarını öğreniyoruz…   Mine Kırıkkanat (gizemi bu gün de henüz tam olarak çözülememiş olan) bu cinayetin çevresinde kurguluyor romanını…
        Kitabın girişinde kendisinin de belirttiği gibi“gerçek suikastın, gerçekdışı bir siyasal komplo ve cinayetler dizisine uyarlanmış hayali kurgusu” olarak…
                                                      ***
      Fakat tam da burada hayal ve gerçek birbirine karışıyor…
     Olgusal gerçekle yazınsal gerçek ayırt edilmez oluyor…  
     “Hiç Kimse”deki  gerçek cinayet ortamının betimlenmesi bana “Suç ve Ceza”daki  kurgusal cinayetin ve ortamının betimini anımsattı…
       Dostoyevski’deki hayali cinayetin ve ortamının betimlenişi yazınsal gerçekliğe olgusal gerçeklik etkisi kazandırırken, Mine Kırıkkanat gerçek bir cinayeti ve ortamını betimleyişiyle ona yazınsal gerçeklik kazandırmayı başarıyor…
        “Hiç Kimse”nin bütünüyle başarısı da sanırım bu bıçak sırtı sentezdedir…
                                               ***
          Sayfa sayısı bakımından yapay olarak şişirilmiş  romanlardan  farklı olarak yaklaşık iki yüz sayfalık kitap, buna karşılık birkaç cilt oluşturabilecek bir olay zenginliğine sahip…
      Gizli polis ajanlarının öyküleri istenirse çok daha uzun ve ayrıntılı anlatılabilirdi…
      Paris, Moskova, Barselona vb.bölümleri pekalâ uzatılabilirdi… 
     Mine bunları yapmaktan bilinçli olarak uzak duruyor ve böylece de sapasağlam, baş döndürücü, bir solukta okunabilen bir olay akışı yaratmayı başarıyor…
                                                      ***
     
      Ve son olarak İspanyol asıllı Fransız polisi Diego ile Türk meslektaşı Ayşe’nin  aşkı… 
       Tenselliğin ve duygunun, dostluğun ve tutkunun  bu imrendirici, özendirici, sımsıcak birlikteliği, okuduğum en etkileyici aşk öykülerindendir…
        Kutluyorum sevgili Mine…




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/070516