28 Şubat 2015 Cumartesi
YAŞASIN ÖLÜM!
Aslı İspanyolca “Viva La Muerte” olan ünlü sloganın “yaratıcısı”, Franco’nun generallerinden José-Millán Astray’dir…
Faşist komutan, ilk kez, askerlerini çarpışmaya sürerken kullanmış bu sloganı.
Slogan ilk elde, Mustafa Kemal’in Çanakkale savaşlarında askere seslenişindeki “Ben size ölmeyi emrediyorum!” sözünü akla getirse de, aradaki fark, onun da ötesinde taban tabana zıtlık yeterince ortadadır.
Faşizmin sloganı, ölümün yüceltilmesidir.
Faşizme yakışan da zaten budur.
Ölmeyi emretmek ise, en büyük özverinin, yaşamı feda etmenin göze alınmasını istemektir.
İlkinde ölüm yüceltilirken yaşam küçümsenmektedir.
Çanakkale’de söylenen unutulmaz sözlerin felsefi içeriği ise, tam tersine, köle olmamak, özgürce yaşamak için savaşmak ve gerektiğinde ölümün de göze alabilmek gerektiğidir…
***
Yaşam ve ölüm ilişkisi konularında Cumartesi ve Pazar köşelerimde çokça yazdım.
Birkaç tanesi anımsatayım: “Yaşam Kültürü-Ölüm Kültü/Pazar Söyleşileri 16.10.05”, “Yine Yaşama Kültürü Üzerine/Pazar Söyleşileri 02.11.08”, “Ahretçilik/Cumartesi Yazıları/250605” ve daha geçen hafta bu köşede yayınlan “Önce Yaşamı Tadalım!” adını taşıyan yazı…
“Ahretçilik” başlıklı yazımda, bu kavramla ilk kez Prof. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı kitabında karşılaştığımı belirttikten sonra yaptığım bir alıntıyı burada yinelemek istiyorum:
“:”……doğuda manevi evren koskoca bir morga benzer; burada duyulan tek insan sesi, ölümlülerin yazgısına sonsuz bir hüzün ve bezginlikle ağlayan bir iç sestir…..dinsel düzene bağlı bu evrende her iki yönelişe, Ortodoks ve mistik yönelişlere özgü olan sonsuz bir zihin tembelliği, mutlak bir hareketsizlik ve meditatio mortis –ahretçilik-temeline dayanan dünya işlerini umursamama topluma egemendir.”
Yine aynı yazıda, söz konusu latince kavramın “öbür dünyacılık” sözüyle de karşılanabileceğini yazmıştım…
***
Nereden çıktı bu “yaşasın ölüm”ler, “ahretçilik”ler, “öbür dünyacılık”lar demeyeceğinizi tahmin etmem güç değil…
Çünkü bu kavramlar artık, yaşamlarımızın tam ortasında, gözlerimizin içine sokulacak kadar yakınımızda duruyor…
Geçtiğimiz Perşembe günü Hürriyet gazetesi, bence çok önemli bir gazetecilik başarısı olarak müthiş bir başlıkla yayınlandı: “Dersimiz Ölüm!”
“Yaşasın Ölüm!” gibi bir başlık…
Ve zaten Mesut Hasan Benli’nin derlediği haberin içeriğini okuduğunuzda, “Milli Eğitim Bakanlığı ile Hizmet Vakfı”nın “projesi” olan 39 sayfalık bir kitapçıkla öğrencilere verilmesi planlanan “Değerler Eğitimi” denen şeyin baştan sona bir ölüm övgüsü olduğunu
tüyleriniz ürpererek görüyorsunuz…
Bakanlıkla Hizmet Vakfı denilen(kurucuları arasında Saidi Nursi’nin öğrencilerinin bulunduğu) kurumun ortak ürünü olan kitapçıkta, ölümün bir “nimet” olduğu belirtiliyor, hastalık” ölüme hazırlık” olarak tanımlanıyor, ölümün “güzel”liğine İslam peygamberinin kısa sayılabilecek(63) bir yaşam sürmüş olması gösteriliyor. Buradan öğrendiğimize göre Tanrı sevdiği kulları yanına erkenden alıyormuş vb… Kış mevsiminin de “kefen”, “ölüm” güzellemeleriyle anlatıldığını öğrendiğimiz, çocuklarımıza yönelik bu iç karartıcı “Değerler Eğitimi”ne karşı Ankara Barosu yürütmeyi durdurma davası açmış. Zaten gazeteci arkadaşımızın haber kaynağı da, Baro’nun çocuklarımızın ruh sağlığını korumaya yönelik dava dilekçesi olmuş… Sonucu mutlaka izlememiz gerekiyor…
***
“Ahretçilik” başlıklı yazımı, “meditatio-mortis”in, yani “öbür dünyacılığın” karşıtının, “dignitas-hominis”, yani “insan onuru” olduğunu belirterek tamamlamıştım…
Bu yazıyı da izninizle, yine o yazımdaki son cümlelerimle tamamlayayım:
“Yaşamak ve yaratmak sevincini hiçbir “ahret”, “öbür dünya” avuntusuyla değiştiremez ve sonunda ölüm var diye bunlardan vazgeçemeyiz… Çünkü ölüm gerçeğiyle en gerçekçi , insan onuruna en yaraşır biçimde karşılaşmanın yolu da, yaşamak ve yaratmak sevincini gereğince yaşamaktan geçiyor…”
Ataol Behramoğlu/Cumartesi/280215
21 Şubat 2015 Cumartesi
CİNNET (x)
Cinnet, Arapça kökenli bir kelimedir ve Türkçe karşılığı delilik yani akli dengesi bozulmuş olan kişinin durumudur. Akli dengesi bozuk kişilerin tamamı adam mı öldürüyor? Bakırköy, Balıklı Rum ve diğer hastanelerde yatan, çeşitli ruhsal, zihinsel rahatsızlıkları olanlar? Çoğu bilakis otodestrüktiftir. Kendine zarar vermeye eğilimli. Şizofreni gibi, ağır korkulardan, kaygılar ve sanrılardan başkasına zarar verebilmeye yatkın olduğu gözlenen bir hasta, hastalar başka özel bölümlerde izlenir tedavi edilir.
Diyeceğim o ki, madem bu kadar çok "cinnet" geçirip adam öldürenlerin sayısı ülkemizde git gide artıyor, Türkiye bir açık hava "tımarhanesi" mi? Böyle bir mantık olabilir mi?
***
Bu öldürme eyleminin altında "psikolojik rahatsızlık"aramak ve bu şekilde tanımlamak nereden bakarsanız basit ve yanlış bir tespit ve söylemdir. Hatta durumu hafifleştirir.
Türkiye'de adam öldürmek, hepimizin bildiği sebeplerden, adaletin içinin boşaltılması, geleneklerin bazısı ve günümüzde sağ olsun bu ülkeyi idare edenlerin basiretsizliği ve sırt sıvazlayıcılığından kaynaklanıyor. Ve pek çok başka sebep...
Taha Akyol'un bir yazdığından alıntı olarak geldi bu mail: "Prof. Ali Çarkoğlu ve Prof. Ersin Kalaycıoğlu'nun Türkiye'deki "anomi", yani kural tanımazlık konusunda bilimsel araştırmaları var. Kişiler kendilerini hangi inanç ve siyasete ait görürse görsün, değerlerin, kuralların içi boşalıyor. Türkiye'de nüfusumuzun yüzde 85'i "kuralsızlık ortalaması"nı aşan tavırlar ve anlayışlar içinde! Sosyolojide buna "anomik toplum", kuralsızlığın yaygın olduğu toplum deniliyor. (The Rising Tide of Conservatism in Turkey, s. 4346)
Trafik kuralsızlığından, maganda kurşunlarından tutun da "adamını bulunca" her şeyin yapılabileceği düşüncesine kadar uzanan bu hastalıklı kültür, güç fetişizmi ve şiddet yaratıyor. Siyasetimizdeki kuralsızlıklar, haşin davranışlar ve "nepotizm" de(iktidar mensuplarının kamu kurum ve kuruluşlarına kendi adamlarını yerleştirmesi./b.b. )bunun ürünü.
Uzun sosyal değişme sürecinde geleneksel değerlerin içinin boşaldığı, modern değerlerin yerleşmediği bir kuralsızlık aşamasındayız."
Sonra girip araştırdım. Yaşadığımız evet tam da bu.... Ve eğer 7 Haziran'da bir şekilde bu gidişatı durdurmayı başaramazsak, ekonomik sıkıntı, kimlik problemi, özgürlük kısıtlaması, ifade özgürlüğünün gasp edilmesi , ayrımcılık yaşayan ve aniden "delirerek" ADAM ÖLDÜRMEYEN çoğu/çoğumuz, mümkündür, bir iç Savaş'a sürükleneceğiz. Karşımızda "cinnet" geçirenler... Bu kadar basit.
***
Dün mahsur kaldığım için babamlardayım kaldım, sokakta delikanlılar kar topu oynuyorlar. Film seyrediyoruz. Bam, Bam defalarca cama isabet... Eğlensinler dedik başta. Sonu gelmiyor. Ayrıntı: Ben değil, eşi değil, babam çıkacak pencereye... Otomatik bir davranış biçimi kanıksanmış, halbuki ben cama en yakın ve evin en genciyim.
Ilk düşündüğüm bu oldu. Hemen ardından tedirginlikle verdiğim tepki ise: "aman baba, sakin, yumuşak söyle" …
Sanki bu ülkede bir de kar topu yüzünden adam öldürülebilirmiş gibi....
Formun
Üstü
14 Şubat 2015 Cumartesi
ÖNCE YAŞAMI TADALIM
Yaşamakta olan herkesin, her şeyin, eninde sonunda “ölümü tadacak” oluşu kuşku duyulamayacak bir gerçek…
Merak edip baktım… Bu gerçek, Kuran’ın 29. sûresi olan “Ankebût”(örümcek!) sûresinin 57. ayeti olarak (benim elimdeki bir çeviride) şöyle dile getiriliyor: “Her can ölümü tadacaktır”.(Kuranı Kerimin Türkçe Anlamı-Milliyet Gazetesinin Özel Eki/Doğrul, Çantay, Gölpınarlı, Nebioğlu).
İnternetin ilgili bölümünde, bazı başka kaynaklarda can yerine aslındaki “nefs” (ruh,can,hayat) sözcüğünün kullanıldığı da görülüyor.
Bu kadar yazmışken, ayetin aslının da bu ilk bölümünü yazalım:
“Kullu nefsin zaikatûl mevti”
“Kullu” sözcüğünün Arapça bilmeden de “külli”, hepsi demek olduğunu anlayabiliyoruz…(“Külliyen”/ tamamıyla, hepsi, hepsini anlamında günlük dilde kullanıyoruz.)
(Öyleyse “Bütün canlar(nefsler)” denilmesi aslına daha uygun görünüyor.)
“Mevt”in ölümle ilgisini de, yine günlük konuşmada kullandığımız “mevta”dan anlayabiliyoruz…
Söz konusu ayette benim asıl ilgimi çeken ise, Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde “zevk” (tatma,tat) sözcüğünden türetilmiş “tatmak” olarak çevrilen “zaikatül” sözcüğü…
Zevk kavramının Arapçadaki kullanılış ayrıntılarını bilemem, fakat Türkçede onu genellikle olumluluk yönünde kullanırız. Zevk sahibi, zevksiz, zevk alamadım vb…
Konu dil olunca, araştırmayı sürdürmekten kendimi alamıyorum, bağışlayın…
Yine kitaplığımdaki bir Rusça Kuran çevirisindeki söz konusu ayetin Rusçasından Türkçeye çevirisini şöyle yapabiliriz: “Her can(ruh) ölümün tadını öğrenecektir, tanıyacaktır. vb..”
“Tat” kavramını Rusçada karşılayan “vkus” sözcüğü de, bizde zevk için olduğu gibi,
genellikle olumluluk anlamıyla kullanılıyor.(Örneğin, “vkusnıy” sıfatı , lezzetli demektir…)
Bu yazıda asıl söylemek istediğim bütün bunlar olmadığı için, bu bölümü burada kesiyorum. Sadece zihnimi kurcalayan şu sorunun altını çizerek: ” Ölümü tatmak” kavramına imge olarak itirazım yok… Fakat ölmek olgusu bir tatma konusu mudur , daha başka bir duyumsama mıdır? Gerekirse üzerinde düşünüp tartışmayı sürdürebiliriz…
***
“Her can ölümü tadacaktır “ sözü, yakın zamanlara kadar bu ölçüde yaşamın içinde değildi…
Günümüzde ise birileri tarafından başkalarına karşı bir tehditmiş gibi kullanılıyor sanki bir sopaymış gibi gösteriliyor.
Başka bir deyişle de, sanki aslolan yaşam değil de, ölümmüş gibi…
Öyle ya,eninde sonunda öleceğimize göre, ölüme hazırlanmak dururken yaşamı ne diye önemsemeli…
Böylece kadercilik, alın yazısı,yalan dünya vb. kavramlarına gelmiş oluyor…
(Değer verdiğim bir sanatçımızın nedense dilinden düşürmediği, şu çok sevimsiz “Dünyada ölümden başkası yalan…” şarkısındaki gibi…)
Çelişkili olan, ölüm sopasıyla, öteki dünya tehdidi ya da avuntusuyla göz boyacılığı yapanların, dünya nimetlerine herkesten daha çok meraklı olmaları…
Tarihte, günümüzde, her zaman, her yerde, bu utanç verici çelişkinin sayısız örneği görülmüyor mu?..
***
“Ankebût”(örümcek) ayetine gelelim…
Okunduğunda, bir başka dünyadan çok bu dünyaya, yaşanmakta olana ilişkin olduğu görülüyor…
Yalancılar, zalimler, yolsuzluk yapanlar, ölüm sonrasında verecekleri hesapla tehdit ediliyor:
“Bu şehir halkına yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten elbette bir azâp indireceğiz…”(34.sure).
Ve bu gibi kimselerin durumu “ağ kuran örümceğin” durumuna benzetilerek söylenen şu söz, çakma saraylarında kendilerini güvende hissetmeye çalışanlar için söylenmiş sayılamaz mı:
“Halbuki evlerin en çürüğü ise,şüphe yok ki, örümceğin yuvasıdır.”(41.sure)
***
Özetliyorum: Her insanın ölüm gerçeğiyle karşılaşacağından kuşku yok…
Fakat aslolan yaşamak, öncelikle yaşamı tatmaktır…
Dini bir tehdit aracı, bir sopa gibi kullananların bunu yapmakla asıl amaçlarının, doymak bilmez aç gözlülükleri ve kirli, karanlık tutkularının çevresine koruyucu bir duvar örme çabasıdır…
Bu gibi duvarların saray görünümünde de olsa “örümcek yuvası” çürüklüğünde olduğu, tarihte ve günümüzdeki sayısız örnekle gün gibi ortadadır…
Bırakın bütün insanlar,en başta çocuklarımız ölüm korkusuyla değil yaşama sevinciyle dolup taşarak yaşasınlar, ölümden önce yaşamı tatsınlar…
Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/140215
Bugün Ankara’da toplanan İşçi Partisi Kurultayına en içten başarı dileklerimi gönderiyorum.
Bütün katılımcılara sevgi ve saygılarımla.
7 Şubat 2015 Cumartesi
CHARLİE HEBDO DEPREMİNDEN CUMHURİYET’E / Ataol Behramoglu
7 Ocak 2015 trajedisi bu yılın ve belki
yüzyılın belleğinden silinmeyecek, silinmemeli.
Katliamın
İslam’la ilgisi yok denilse de, bu türden cürümleri İslam diniyle özdeşleştiren
algılar kolayca yok olmayacak.
İŞİD denilen alçak sürüsünün
akla durgunluk veren zalimliğinin, kuşkusuz hiçbir dinde, hiç bir inanışta yeri
yoktur.
Fakat Charlie Hebdo canileri için “gıyabi” cenaze namazı kılanların,
ahlâk ve mantık dışı gerekçelerle Cumhuriyet gazetesine saldıranların, fırsat
bulduklarında İŞİD’cilerden farklı davranmayacakları da gün gibi ortadadır.
Onlara sorulduğunda, bütün bunları İslam
adına yaptıklarını ve yapacaklarını söyleyeceklerdir.
Bu nedenle de , bu süreçlerin kısa sürede aşılması, İslam dininin de
öteki dinsel inanışlar arasında barışçıl,hoşgörülü, insancıl konumuna
ulaşması kolay olmayacak…
***
Charlie Hebdo depreminin artçı sarsıntıları bizim gazeteyi de etkiledi…
Fransa’da saldırıya uğrayan yayın organı ve katledilen meslektaşlar için
düşünce özgürlüğü adına gerçekleştirilen dayanışma etkinliği, olanca
masumluğuna karşın bizdeki İŞİD kafalıların hışmına uğramaktan kurtulamadı.
Yazıya başlamadan önce, bu satırları yazmakta olduğum Roma’da internetin
Charlie Hebdo’yla ilgili sitelerine göz
attığımda, bizde görülüp görülmeyeceğini bilemediğim Muhammet karikatürleriyle
karşılaştım.
Bizdeki İŞİD kafalılar, İslam peygamberinin adına sadece bir ad olarak
anmamdan da rahatsızlık duyacaklardır.
Oysa Musa, İsa vb. bütün peygamberlerin adı gibi Muhammet adı da pek alâ sıradan insanlara da konabilmektedir.
Bu karikatürlerden birinde,İslam peygamberi olduğu açıkça belirtilen
kişi şöyle diyor: “Rezil kimseler tarafından sevilmek güç bir şey!”
Bu sözün Muhammet’i küçültmek şurada dursun,olumladığı, kendisi adına
işlenen cinayetlerden hoşnut olmadığını gösterdiği yeterince açık değil mi?
Muhammed’in resmi,karikatürü yapılamazmış! Neden?
Sonuçta o da bir insan değil miydi?
Üstelik, etiyle, canıyla
yaşadığı kesin olan tek peygamber de odur!
İslam daha da çoğalan
sayılarda insanı etkilemek istiyorsa,
bunu tutuculukla, yasaklarla değil, zalimlikle hiç değil, daha çok
insanileşerek başarabilir.
İslam peygamberinin, bu gün
yaşıyor olsa, yukarıdaki sözleri aynen tekrar edeceğinden hiç kuşku duymam.
Hiçbir peygamber kendisi
adına cinayet işlenmesini, şiddet uygulanmasını hoş görmez, göremez, görüyorsa
peygamber olamaz!
***
Cumhuriyet gazetesi konusuna gelelim…
Gazetede deprem Charlie Hebdo olayından önce başlamıştı.
Köşe yazarlığımın yirminci yılında olmama ve gazetede bir masam bulunmasına
karşın, gazetede olup bitenler konusunda ne söz ne de bilgi sahibiyim. Üstelik
bunları çoğu kez dışarıda söylenenlerden öğreniyorum… Bunun neden böyle olduğu konusunda yorum
yapmaya da gerek duymuyorum… Fakat sözünü ettiğim ilk depremden duyduğum
tedirginlik, o günlerdeki bazı yazlarımda en azından sezdirilmiştir…
Charlie Hebdo sonrasındaki
sarsıntıları ve özellikle de çiçeği
burnundaki genel yayın yönetmeninin görevden alınmasını ise anlayamadım,
benimsemedim ve içime sindirmem olanaksızdır…
O günden sonra gazeteye uğramayı bile canımın çekmediğini açıkça
söylemeliyim…
Çünkü Utku Çakırözer’in bu göreve getirilmesi bir önceki sarsıntının az
çok telafi edilmesi yönünde bir adım olarak algılanmıştı ve öyleydi de…
Göreve geldiği andan itibaren gazeteye yeni ve daha dinamik bir
kimlik kazandırmak için çırpınışlarına
yakından tanık olduğum bu genç ve yetenekli gazetecinin
kovulur gibi görevden alınmasını anlamam
mümkün değildir.
Açıkça söyleyeyim: Charlie
Hebdo’ya destek konulu toplantıda bulunuyor olsam, oyum bu destekten yana olurdu… Sözü edilen dergideki masum çizimi ben de
köşeme koyabilirdim... Fakat farklı düşünen arkadaşların görevden
alınmaları, işten çıkarılmaları kabul edilemez bir şey olduğu gibi, bana
inandırıcı bir gerekçe olarak da görünmüyor.
Sonuç olarak, bu gün gazeteden ayrılmıyorsam, biricik neden, gazetemize
zarar verme korkusudur.
Akıl yoluna dönülmesini
bekliyorum…
Ataol
Behramoğlu,Cumartesi Yazıları,070215
TRENDE…
Uçakta yazıp yazdıklarımı yayınlamışlığım var ama, bir köşe yazısını
sanırım ilk kez trende yazıyorum…
İçimden geldiği gibi, özgür bir yazı olacak bu….. Kimi kez böylesi belki
daha da iyi…
Tren benim için öncelikle özlemlerin adıdır…
Yaşamımda otobüslerden, başkaca motorlu araçlardan ve hele uçaklardan
çok önce trenler vardı..
Altı aylıkken, gencecik bir anne
ve gencecik babayla Çatalca’dan Kars’a
gitmişim…
On yaşındayken birkaç gün kaldığımız Erzurum ve oradan babamızın yeni
görev yeri Çankırı’ya uzun bir tren yolculuğu… Bu kez benimle birlikte ikişer
yaş aralı üç küçük kardeş
daha…
Çankırı tren istasyonu, istasyon kahvesi
ergenlik yıllarımızın mekânlarından biriydi…
Gelip geçen trenler beni uzak ve büyük şehirlere doğru düşlere
sürüklerdi…
O yılların ürünü şiirlerimden “Melankoli”de, “Mızıka”da o duygulardan
esintileri vardır..…
Sonra büyük şehirlere, Ankara’ya, İstanbul’a kendi tren yolculuklarım
başladı…
Nedense hep tenha olarak anımsadığım
üçüncü mevkii kompartımanların
geniş ve ahşap üst ranzalarında uyumak ya da uzanıp hayal kurmak, gece
trenlerinin koridor pencerelerinden yüzümü rüzgâra tutarak uzaktaki ışıklara,
kara gökyüzüne, yıldızlara doğru olanca sesimle alaturka şarkılar söylemek
bugün de özlemle anımsadığım duygusal yaşantılardır…
Benim kuşağımın ve kuşkusuz öncekilerin yaşamlarımızda trenlerin
silinmez, ölümsüz yeri vardır…
Türk edebiyatında tren izleği(tema’sı) başlı başına bir araştırma konusu
olmalıdır ve sanırım olmuştur da…
İçten gelme yazımın bu bölümünü , şiirini ve kendisini en çok
sevdiğim şairlerimizden Ceyhun Atuf
Kansu’nun benim için unutulmaz iki dizesiyle tamamlayayım:
Üçüncü mevkii
vagonlardan taşan kebap kokusu
İstasyon
çeşmesinden garip garip akan su…
***
Trenler sonraki yıllarda asıl başka ülkelerde yaşamlarımızın ayrılmaz
parçası oldu…
Paris odaklı yıllarımda Fransa
içlerine, Almanya başta olmak üzere başka Avrupa ülkelerine sayısız tren
yolculuğum oldu …
Trenlerde yazılmış şiirlerim de var kuşkusuz…
Bunların en sonuncusu bir hızlı trende, Bordeaux-Paris hızlı
treninde yazdığım ya da tamamladığım
“Okyanusla İlk Karşılaşma”dır…
Batı ülkelerindeki bu tren
yolculuklarının ilginç yanı artık gecenin karanlığına doğru özlemli
şarkılar söylemek değil, gündüz yolculuklarında bakımlı kırları kentleri görmek, istasyonlarda genellikle
düzgün giyimli Batılı insanın
oluşturduğu kargaşasız hareketliliği izlemek oldu…
Şiirlerimde tren izleğinden söz etmişken, trende başlamamış olsa da çoğu dizeleri
trende yazılıp trende biten “Attila
Jozsef’in Şehrinde Bir Köprüden Tuna’ya Bakmak” adlı destansı şiiri de
anmalıyım…
***
Pendik garından 12.45’te hareket eden tren az önce Bozüyük istasyonundan
geçti…
Karla
kaplı ovalardan geçiyoruz…
Ufuk
çizgindeki tepelerle birlikte her yer karla kaplı…
Yazıya
daldığım için kar görünümü hangi noktada, ne zaman başladı ayrımsamadım….
Fakat
bu apak örtüyü özlemişim…
Çok
geçmeden ulaşacağım Eskişehir’in de karla kaplı olduğunu tahmin ederim.
Hızlı
tren adına yaraşır denebilecek bir hızla
ilerliyor…
Bıktırıcı duraklamalar da yok…
Ve bir
an sonra Eskişehir’e varmak üzere olduğumuz duyurusu.
Şehrin
çevresi gerçekten de karla kaplı, fakat yirmi dört saatten fazla kesintisiz
yağan ve kent stadyumunda yetmiş beş santimetre olarak ölçülen kardan
caddelerde iz kalmamış.
Trende başladığım yazıyı Büyükşehir Belediyesinin konuk evindeki küçük
odada tamamlamak üzereyim.
Gece,
Eskişehir Barosu Genç Avukatlar Meclisinin düzenlediği programda yine şiirler
ve şarkılarla yüzlerce izleyicimizle birlikte olacağız..
Tren
ve kar şiire de, Eskişehir’e de yakışıyor…
Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 010215
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)