25 Ekim 2014 Cumartesi

İŞİD, KOBANİ, CUMARTESİ ANNELERİ



Karışık ve yüklü gündemi tek bir konu başlığı altında toplamak
mümkün değil.
Yukarıdaki sözcüklere şunlar da eklenebilirdi: Cumhuriyet düşmanlığı, emperyalizm uşaklığı, rüşvet, hırsızlık, yalan, yerlerde sürünen adalet vb..
Ülkemiz ve bulunduğumuz coğrafya bütün tarihinde belki hiçbir zaman bu kadar karışık ve karanlık dönemden geçmemişti.
Geçmemişti derken, durup düşünmemek de elde değil: Geçecek mi gerçekten? Nasıl geçecek? Geçmesi için neler yapılabilir, neler yapılmalı?
***
İŞİD caniliğinden başlayacak olursak, bu katiller sürüsünün emperyalizmin hem doğrudan hem dolaylı sonucu olduğu yeterince açık değil mi?
Öyleyse neden, aynı emperyalizm, Kobani direnişini destekler gibi görünüyor?
Neden çok açık: Suriye’nin parçalanmasını tamamlayıp Esat yönetimini ortadan kaldırmak. Türkiye de aralarında olmak üzere ayrı ayrı ülkeler içindeki Kürt yoğunluklu bölgeleri birleştirerek kendisine bağlı bir Kürdistan oluşturmak. Böylece de bir taşla birden çok kuş vurmak.
Bu hesap tutar mı? Tutacak gibi görünüyorsa da başkaca sayısız etkenin varlığını düşünerek bunu şimdiden kestirebilmek kolay değil. Bu etkenlerin başında, Rusya’nın konumu ve bölgedeki etkisi, Esat yönetiminin direnme gücü, Kobani’nin düşüp düşmeyeceği gibi sorular ve belirsizlikler yer alıyor.


***
Kobani’deki direnişe kendi adıma iki yönden bakıyorum.
İlki insanca olandır. Ve hem insan, hem sanatçı olarak duyumsadığım, kendime yakıştırdığım da budur.
Yüreğim, Kobani’de İŞİD denen alçaklar sürüsüne karşı çarpışanların yanında atıyor.
Bu duygumda hiçbir siyasal hesap, en küçük kuşku ya da gölge yoktur.
Bu nedenle de , direnişe destek olmak için bölgeye ya da yakınlarına giden şair, yazar arkadaşlarımı destekliyorum.
En yakın bir ağabeyim olan sevgili Niyazi Ağırnaslı’nın torunu Suphi Nejat Ağırnaslı’yı bir devrim şehidi olarak saygıyla sevgiyle, gıpta ederek alkışlıyorum.
Şili’deki darbe sırasında bulunduğum Fransa’da, oradaki olası bir direnişe katılmak için bazı arkadaşlarımızla çırpınışlarımızın,
Fransız Komünist Partisi yoluyla çareler arayışımızın benzer duygularını yaşıyorum…
Sonucu siyasal bakımından ne olursa olsun, İŞİD’in paramparça olup dağılmasını istiyorum.
İkinci bakış açım, konunun siyasal yönüdür. İŞİD yenilgiye uğramalı, fakat Suriye parçalanmamalı, laik yönetim düşmemeli, bölge şu andakinden de daha büyük yıkımlara sürüklenmemelidir.
Bunlar olabilir mi?
Akıl, sağduyu ve cesaretle başarılamayacak hiçbir şey olamayacağını düşünüyorum…


***
Konunun ucu ister istemez ülkemizdeki siyasal yönetime dokunuyor.
Aslında bu bir yönetim değil, yönetim gaspıdır.
Türkiye kesin olarak bir çetenin elindedir.
Bu çetenin kalbi İŞİD’le birlikte çarpıyor.
Türkiye Cumhuriyetini bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırarak İŞİD’ci bir Cumhuriyet oluşturmak biricik ve tek amaçlarıdır.
Bu yolda ve yönde, ayakta kalabilmek için emperyalizme veremeyecekleri hiçbir ödün yoktur.
Yaşanmakta olanlar da zaten bunu gösteriyor.
Öyleyse, ne yapılmalı, ne yapılabilir sorusuna gelmiş oluyoruz.

***
Yapılması gereken ve Türkiye’nin birikimleriyle yapılabilecek olan, emperyalizm karşıtı, laik, demokrat, Cumhuriyetçi güçlerin; etnik ve sosyal aidiyet, siyasal ideoloji farkı gözetmeksizin ortak bir barış ve yurtseverlik birlikteliğinde buluşmasıdır.
Bugün beş yüzüncü haftalarında bir araya gelen sevgili Cumartesi annelerinin öpülesi elleri de bu bir araya gelip kenetlenişin en güçlü ve saygın bir parçası olacaktır.









Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/251014

20 Ekim 2014 Pazartesi

FEVZİ KAVUK'a saygı gecesi



FEVZİ KAVUK  1931'de İznik-Müşküle köyünde doğdu .1960 yılında muhtar oldu, uzun yıllar muhtarlık yaptı. Türkiye İşçi Partisinin yönetiminde görev aldı.   TİP. Bursa milletvekili adayı oldu..  Marmara Köy-Der kuruluşunda ve yönetiminde çalıştı. Nazım'ın ölümünden sonra onun için diktikleri çınar gibi, hükümetin hedefi oldu. 1980 de tutuklandı. Daha sonra da çeşitli sosyalist partilere üye oldu ve mücadelesine devam etti.. 
Halen Müşküle'de yaşamaktadır.
 
           
SOSYALİST KÖY ÖNDERİ, HALK ÖNDERİ..ÇINARLI KÖYÜN MUHTARI..MÜŞKÜLE'li FEVZİ KAVUK SAYGI GECESİ 
 
 
         DOSTLARI
                    

         Ataol BEHRAMOĞLU
          Aytekin GÜRLER
          Ekin DURU
          Hacı TONAK
          Moris GABAY
          Münir DERÇİN
          Necdet FİLİZOĞLU
          Ömer TUNCER
          Saygı YAĞMURDERELİ
          Turgut KAZAN
          Ümit HÜRCAN
          Vahit TULİS
           ..................
 
25 ekimde Uğur Mumcu sahnesinde Fevzi Kavuk ile birlikte olacaklar..
 
(gece ATAOL BEHRAMOĞLU-HALUK ÇETİN Şiir dinletisiyle sonlanacak.)

25 Ekim 2014 Cumartesi Saat 19:30
Nilüfer Belediyesi
Uğur Mumcu Sahnesi / Bursa
Bilgi için: 452 3200
 

Uzunköprü' de yayınlanan Hür Gazetenin Ataol Behramoğlu ile yapmış olduğu söyleşi..

HÜRGAZETE UZUNKÖPRÜ BASININI TEMSİLEN EDİRNE BELEDİYESİ 2.KİTAP FUARINDAYDI

Edirne Belediyesinin 17-26 Ekim tarihleri arasında düzenlediği II.Kitap Fuarına katılan genel yayın yönetmenimiz Selim Bekar; Hıfzı Topuz, Mustafa Işık, Aziz Nesin’in oğlu Ahmet Nesin, Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz-kızı Defne Ilgaz gibi Türk edebiyatının önde gelen yazarlarıyla çeşitli konularda görüş alışverişinde bulundu ve 50.sanat yılını kutlayan yaşayan efsane Ataol Behramoğlu ile özel bir röportaj yaptı. Bu özel röportajdan satırbaşları şöyle:

SB: 50.sanat yılınızda en unutamadığınız anınız nedir?
AB: 1979 yılında kızımın doğduğu gündür………..

SB: Yazarlığa yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz nelerdir?
AB: Her insanın bir konuda kabiliyeti vardır. Bu kabiliyetini değerlendirmek için de okumak ve sevmek gerekir………….

SB: Türkiye nereye gidiyor?
AB: Türkiye dediğimiz bu ülke 1.000 yıllık Anadolu geleneklerinden oluşmuştur. Bu 1.000 yıl içinde Anadolu kültürü ve çeşitli unsurlarıyla karışarak büyük imparatorluklar kurulmuştur. Bunda Türkçe ve orta Asya’dan gelenlerin kültürü en önemli etkendi. TC ise insanlık tarihinde çok büyük bir devrim temeli üzerine kuruldu. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği bu devrim bir aydınlık dönemidir. Yani insan merkezlidir; hayatın esasının insanın yeteneği, bilgisi, bilim olduğudur. Bunun öncesinde de da 200 yıllık bir ilerleme tarihimiz vardır. 2.Mahmutlardan, 3.Selimlerden gelen ve Namık Kemal’lerin kuşağıyla yıldızlaşan bir aydınlanma devridir bu. Mustafa Kemal devrimi bütün bu aydınlanma çabalarının üzerinde yükselmiştir ve 20.yüzyıl Türkiye’si, işte bu imza gününde de görüyoruz; genç kızlarımızın çoğunlukta olduğu pırıl pırıl bir gençliğe sahiptir.. Gittiğim her yerde bunu görüyorum. Bundan 2 gün önce Trabzon’da bir etkinlikteydim; ardı kesilmeyen bir kuyruk vardı, orda da üniversiteli genç kızlarımız çoğunluktaydı. Cumhuriyet devrimi kadınlarımıza bu özgürlük yolunu açmıştır. Ama bugün çok iyimser olamıyorum; çünkü sanki her iyi şey silinerek geriye dönülmek isteniyor. Mustafa Kemal’in adı silinmek isteniyor. Atatürk Devrimleri sanki bir yanlışlıkmış gibi bir algı oluşturulmak isteniyor. Anadolu’nun çökmüş olduğu, işgalin olduğu unutulmuş gibi sanki. Ama karamsar değilim. Çünkü ben bu gençliğe güveniyorum. Birde Türk ulusuna, milletimize güveniyorum. Çünkü bizim milletimiz, Anadolu halkı sakin görünür ama içten içe de kaynar. Beklenmwdik zamanlarda da büyük tepkiler gösterir.

SB: Ortadoğu ateşi bizi sarar mı?
AB: Sarmış bile. TC Cumhuriyet tarihi boyunca komşularıyla dostça geçinmiş. Yunanistan’la olan Kıbrıs çatışması bile bir uzlaşma çizgisine kavuşturulmuştur. Her türlü provokasyona rağmen Türkiye sağduyulu davranmıştır. Ama son yıllarda komşularımızın neredeyse hepsiyle, özellikle Ortadoğu ülkeleriyle düşmanlık çizgisinin son noktasına geldik. Bu emperyalizmin bu coğrafyadaki oyunudur. Bütün mesele de petrole el koymaktır. Suriye’yi ele geçirmek, İran’ı ortadan kaldırmak. Yani her yerde etnik çatışmalar yaratarak o bölgelerde emperyalizmin 100 yıl 200 yıl öteye planlarını gerçekleştirmeye çalışmalarıdır. Bunun temeli de petrol. Dolayısıyla Türkiye’nin bu oyuna gelmemesi gerek. Türkiye’nin yöneticileri, bir şekilde iktidara gelmiş bu insanlar, bu oyuna düşebilir, bu oyunun aleti olabilir ama insanımızın bunu algılaması ve buna geçit vermemesi gerekiyor. Zaten istedikleri ölçüde ileri gidememelerinin sebebi de halkın tepkilerinden çekinmeleridir. Dolayısıyla ben insanımıza, gençliğimize güveniyorum. Bir aydın olarak bizim görevimiz, siz gazetecilerin görevi, öğretim üyeleri olarak hepimizin görevi insanlarımıza aydınlığı taşımak için elden geleni ve fazlasını yapmaktır

SB: Gezi olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB: Gezi olayları bir gençlik patlamasıdır. Bakınız burada genç arkadaşlarımız var. Onlara görüşlerini sorsam, farklılıklar da olabilir. Başı örtülü arkadaşlarım var olmayanlar var, bunların arasında da çeşitli görüşler söz konusu, ama hepsi ortak bir çizgide buluşuyor. Hepsi özgür ve insan gibi yaşamak istiyor. Baskı görmemek istiyorlar. Gençliklerini yaşamak istiyorlar. Olay budur. Bunun patlamasıdır. Sen böyle davranacaksın, bunu yapıp bunu yapamayacaksın, böyle , böyle giyinmeyeceksin, böyle ; böyle olmaz. Gençliğin önünü açmak gerekir. Geleceğimiz çünkü bu gençliktir. Dolayısıyla Gezi bir gençlik patlamasıdır, ben böyle görüyorum.

SB: Ülke bölünüyor mu?
AB: Ülke zaten maalesef bölünmüş. Burada, bir kahvede oturmuş dinlenirken Edirne’ye şöyle bir baktım sonrada yakın zamanlarda gittiğim, örneğin Bitlis’i düşündüm. Güzeller güzeli bir kentimiz. Ama maalesef başı açık bir genç kız yada kadın göremezsiniz., Buradaysa başı kapalılar parmakla gösterilecek kadar az. Bu şu demek; ülke zaten ikiye ayrılmış. Böyle olmaz. Bir ülkede bu kadar büyük ayrışmalar olmaz. İsteyen başını açar isteyen kapar bu ayrı bir konu. Ama belli ki bir zorlama var bu işte. Geriye doğru bir zorlama var. Ülke zaten 2’ye, 3’e, 5’e bölünmüş. Türkiye’de etnik bir ayrışma yok, olması da gerekmiyor. Bu coğrafyada muazzam bir sentez gerçekleşmiş. Bu sentezin omurgasını Türk dili oluşturuyor. Türkçe 1000 yıl içinde hiçbir baskı olmaksızın birleştirici dil olmuş. Dolayısıyla Türkçede buluşmalıyız ve zaten buluşmuşuz.. Ama ülkedeki her etnik kültüre de saygı duymalıyız. Herkes birbirine saygı duymalıdır. Her bölgenin, her etnik kültürün elbette bir değeri var.Ama bunun bir bölücülük çizgisinde düşünülmesi çok yanlıştır. Bu tehlikeler hep söz konusu.

SB: Az önce ülke3’e, 5’e bölündü dediniz. Bunun sonu Anadolu İslam Devletine gider mi?
AB: Daha bile beter olur. Ülke bölündü zaten. Adı ne olursa olsun. Zaten Sevr dediğimiz de ülkenin etnisitelere bölünmesiydi. Yani ulus devletin oluşmasına engel olmaktı. Ama bugün bir ulus devletiz. Fransa gibi, İngiltere gibi, Almanya gibi, Rusya gibi aklımıza gelen tüm gelişmiş ülkeler gibi.istiyorlar. Örneğin henüz döndüğüm Çin’de sayısız etnik grup söz konusu., sayısız dil var resmi dil bir tane, tek. Çince..

SB: Peki son yargı paketi hakkında ne düşünüyorsunuz?
AB: Cumhuriyet’te bir manşet vardı “ Utan Yargı” diye. Bunu aynen tekrarlıyorum “Utan Yargı”..

SB: Peki bizim Hür gazete okurlarına son olarak ne söylemek istersiniz?
AB: Arkadaşlar biricik yurdumuzu, seveceğiz, koruyacağız, her türlü yalancılığa, ahlaksızlığa karşı dimdik ayakta duracağız. Çok büyük bir gücümüz var. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurup önderlik ettiği cumhuriyet aydınlanma değerleridir, yani en yüce değerin insan olduğu bilinci Bu bilinçten bir milim bile geri adım atmayacağız.Tersine İleriye doğru hep birlikte hareket edeceğiz.

SB: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
AB: Asıl ben teşekkür ederim, çok güzel sorular yönelttiğiniz içinde. Umarım bu söyleşiyi bana ve Cumhuriyet gazetesine’ de yollarsınız.

Üstad’la söyleşimizin tüm detaylarını gazetenizin sosyal medya hesaplarında izleyebilirsiniz.


18 Ekim 2014 Cumartesi

TRABZON SANAT GÜNLERİ’NDEN…


Geçen hafta ülkemizin en önemli uluslar arası şiir buluşması olmaya aday Eskişehir Uluslar arası Şiir Buluşması’ndan söz etmiştim…
Bu hafta, ülkemizde ve bulunduğumuz coğrafyada yaşanmakta olan kötülükler üzerine yazmayı yine erteleyerek ,bu kez de Trabzon Sanat Evi’nin düzenlediği Sanat Günlerinden söz edeceğim.
Trabzon Sanat Evi 2007 yılında kurulmuş.
10 kişilik Yürütme Kurulunun başkanı, aynı zamanda Mizah Sanatı Derneği başkanı olan karikatür sanatçısı Adnan Taç.
Yürütme kurulu üyelerinin başkan olarak sorumluluk üstlendikleri başkaca kuruluş adlarını sıraladığınızda, bu kentimizde sanat alanının nasıl örgütlü olduğunu görüyorsunuz:
Çağdaş Yazarlar ve Sanatçılar Derneği, Trabzon Liselerinden Yetişenler Kültür ve Dayanışma Derneği, Trabzon Şehir Tiyatrosu Derneği, Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği, Karadeniz Yazarlar Derneği, Trabzon Fotoğraf Sanatı Derneği, Trabzon Müzik ve Halkoyunları Gençlik ve Spor Kulübü Derneği, Türkiye Yazarlar Birliği Trabzon Şubesi…
Bütün bu sanat kuruluşlarının katılımı ve ortak çabasıyla yaşam bulan Trabzon Sanat Evi, kuruluşundan bu yana sürdürdüğü başarısını da bu örgütlü birlikteliğe borçlu.

***
Bu yıl 13-19 Ekim tarihlerinde altıncısı gerçekleştirilen sanat günleri, gençlere, sanat severlere, edebiyattan sinemaya, tiyatrodan görsel sanatlara, karikatür sanatından fotoğraf sanatına, çok yönlü ve zengin bir program sunuyor.
6. Sanat Günlerinin ilkinde sergi açılışları, ressam ve öğretim üyesi Prof.Hüsamettin Koçan’la söyleşi, horon ekibinin oyunları ile meddah gösterisi ve film gösterimi yer almış.
İkinci ve üçüncü günlerde edebiyatçılarla söyleşiler, okur ve yazar buluşmaları, müzik dinletileri yer alıyor.
İki tiyatro sanatçısının sunduğu “Mizahi Şiir Dinletisi”nde ünlü şairlerimizin mizahi şiirleri okunmuş. Bu dinletiyi özellikle izlemek isterdim. Karadeniz deyince akla mizahın gelmesi rastgele bir şey değil. Bunu her Karadeniz yolculuğumda, ya da Karadenizli dostlarımla karşılaştığımda hep anımsarım…
Benim katıldığım dördüncü sanat gününde Tekin Sönmez’in bir konferansı ve imzası, karikatür ve fotoğraf “saydam gösteri”leri, “Öylesine Bir Oyun” adlı tiyatro gösterisi vardı.
Ben ise Trabzon’da 1960’lardaki yedek subaylığım sırasında bu kentimizde Türkiye İşçi Partisinin kurucu il başkanı olan, yarım yüzyıllık arkadaşım Attila Aşut’la katıldığımız “1960’larda Trabzon Günlerimiz” başlıklı oturumda konuştum.
Sanat Evi sorumluları, salonu alışılmışın ötesinde doldurup bir bölümü konuşmalarımızı ayakta izleyen topluluğun bu ilgisinin sadece oturum konusuyla değil şiir sevgisiyle ilgili olduğunu söylerken haklıydılar.
Nitekim toplantı sonrasındaki imzada uzun kuyruklar oluştu…


***
Karikatür sanatçısı, aynı zamanda şair ve oyun yazarı Hasan Seçkin’in”Çizginin Diliyle 35. Yıl” başlıklı karikatür sergisi ilginç ve etkileyiciydi. Karikatür sanatı Trabzon’da, onun da ötesinde ülkemizde gerçekten özel bir yere sahip. Gazetede masa komşum Kâmil Masaracı’nın önayak olduğu Karikatür Evi girişimleriyle, bu sanatın daha da yaygınlık kazandığı gerçeğini bu arada belirtmek gerek.
Şiir sergisinde ise, kimiyle zaten tanışık olduğumuz Trabzonlu şairlerin güzel şiirlerini okudum. Bu sergide aklımda kalanlardan, Ömer Turan’ın, yanlış anımsamıyorsam “ölü çocuklara ağıt” başlıklı şiirinden “devlet her anneye bir oğul borçlu” dizesini,Bahri Ömeroğlu’nun Neruda ithaflı şiirindeki “yarın bugünden kısadır” dizesini ve haykularını, Mehmet Kuvvet, Zekeriya Saka ve Hasan Kantarcı’nın usta işi şiirlerini anmak isterim.


***
Eskişehir-Tepebaşı Uluslararası Şiir Buluşmasında olduğu gibi, Trabzon Sanat Evi etkinliğinde de, bizde ve çevremizde yaşanmakta olan sıkıntılı ortamda ülkemizin aydınlık yüzüyle, sanatın insancıl sıcaklığıyla buluşmanın mutluluğunu yaşadım…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/181014

11 Ekim 2014 Cumartesi

ESKİŞEHİR ŞİİR BULUŞMASINDAN


9-12 Ekim günlerinde Eskişehir’de 4.Uluslararası Şiir Buluşması gerçekleşiyor.
Öncelikle, “festival” sözcüğünün “buluşma” sözcüğüyle karşılanmasını kutluyorum
Bunda şaşılacak bir yan da yok, çünkü buluşma ikisi de Eskişehir doğumlu iki değerli bir şairimizin, Haydar Ergülen ve Rahmi Emeç’in yöneticiliğinde gerçekleşiyor.
Bu arada, kuşkusuz, Eskişehir-Tepebaşı Belediyesi kültür birimleri çalışanlarının özverili, gönülden çabalarını da teşekkürle anmalıyız.


***
Eskişehir’imizin sevgili Yılmaz Büyükerşen hocamızın adıyla anılması çok doğaldır.
Onun eşsiz çabaları ülkemizin şehircilik tarihinde unutulmayacak bir yere sahiptir.
Fakat Tepebaşı Belediyesi değerli başkanı, değerli dostum Dr.Ahmet Ataç’ın çabaları da bu kentimizin yıldızlaşmasında kuşkusuz ki büyük yere sahiptir.
Bu yıl 5-20 Eylül tarihlerinde gerçekleşen 8.Uluslararası Eskişehir Pişmiş Toprak Sempozyumu ile şu anda içinde bulunduğumuz şiir festivali, sadece sanat-kültür alanındaki başarılardan iki tanesidir.
Bu satırları yazarken “pişmiş toprak” sözcüklerinin “seramik” karşılığı olarak kullanıldığını ayrımsadım ve Türkçemiz adına bir kez daha gönendim. ..


***
Şiir buluşmasının konuklarından, günümüz Fransız şiirinin seçkin temsilcilerinden Francis Combes ve eşi Patrica ile İstanbul’u gezerken adım başında karşılaştıkları Fransızca vb. yabancı kökenli sözcüklere şaşıp kalıyorlardı.
Eskişehir’e hareket ettiğimiz gün Boğaz Köprüsü girişinde Francis, “İşte bildiğim bir Türkçe sözcük daha!” diye sesini yükseltti ve sözcüğü söyledi:viyadük…
Bu sevimli eleştiri, Türkçemiz konusundaki genel özensizliğimize yöneltilmiş ciddi bir eleştiriydi bence.


***
Bu yılki buluşmada Francis Combes’un yanı sıra yurtdışından konuklar olarak İtalya’dan Zingonia Zingone, Hindistan’dan Rati Saxena, Portekiz’den Tiago Torres de Silva, Almanya’dan Achim Wagner,Galler’den Caroline Stockford yer alıyor.
Türkçe ve Türk edebiyatı eğitimi alan son iki şair, şiirlerini Türkçe de okudular.Achim zaten doğrudan Türkçe yazıyor ve kısacık şiirleri gerçekten de şiirimize yeni renkler kazandıracak nitelikte…
Filistin’li şair Gassa Zaqtan’a ülkeden çıkış izni verilmemesi İsrail yönetiminin bir ayıbı…
Ülkemizden çok sayıda katılım var. Hepsisini gerçekten ve yürekten sevdiğim bu şair kardeşlerimin adlarını tek saymak çok uzun liste oluşturur.

***
Buluşmanın bu yılki onur konuğu olduğumu söylemeyi sona bıraktım…
Eskişehir’in, Tepebaşının seçkin insanlarıyla dolup taşan bir salonda ve başka ülkelerden şairler önünde, Haluk Çetin’le dinletimizi sunmak ve izleyicinin coşkun ilgisiyle, sevgisiyle karşılanmak başlı başına bir onurdu.
Sevincimizi gölgeleyen, içimizi yaralayan ise konuk şair Metin Demirtaş’ın aramızda olamayışı…
Dinletimizi, yirmi yıl önce Antalya’da karşılaşmamızı sağlayan sevgili Metin Demirtaş’ın şiiriyle ve Haluk’un ondan yaptığı bir besteyle açmamız ona gönül borcumuzun, dinmeyecek özlemimizin doğal gereği idi.


***
Bugün(Cuma) 09.30’da Çocuk Şiiri Etkinliği vardı. Saat 17.00’de iseTepebaşı Belediyesi Özdilek Sanat Merkezi’nde Mehtap Meral dinletisi ile tüm konuk şairlerin şiir okumaları gerçekleşecek.
Aynı yerde ben bugün ve yarın saat 16.00’dan başlayarak kitaplarımızı imzalayacağım.
11 Ekim’de saat 13.00’te yine aynı yerde, sevgili şair dostlarım M.Cengiz,T.Keskin, O.Behramoğlu,F.Combes ve Z.Zingone “Ataol Behramoğlu-Şiirimizin Toplumcu Sesi” başlıklı oturumda konuşacaklar…
Ardından, tüm yabancı konuklar “Savaş ve Şiir” başlıklı oturumda bildirilerini sunacaklar ve bunu “Şiirimizin Çınarları” başlıklı bir başka oturumda , doğumlarının yüzüncü yılında Oktay Rıfat, Orhan Veli, Dağlarca anmaları izleyecek..
Yine aynı gün Haluk Çetin’in “Türk Şirinden Besteler” başlıklı programı ve katılımcı bütün şairlerin şiir okumaları izlenebilecek…
Bu büyük şiir-sanat-kültür şöleni 12 Ekim Pazar günü Caroline Stockford’un “geçmiş zamanın iki büyük ozanı”(Yunus Emre ve D. Ap Gwilym) üzerine konuşması ile “Kaybettiklerimi” başlığı altında yakın zamanlarda yitirdiğimiz şairlerimiz üzerine konuşmalarla sona erecek…
Emeği geçen herkesi bir kez daha sevgiyle kutlayarak…



A.Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/111014

4 Ekim 2014 Cumartesi

YİTİRDİĞİMİZ İKİ AYDINLIK


İki aydınlığımız, Talip Apaydın ve Metin Demirtaş, 27-28 Eylül günlerinde, sözleşmiş gibi birbiri arkasına yaşamdan ayrıldılar.
Metin’in ölümünü 27 Eylül Cumartesi sabahı, Foça’da sabah kahvaltısı sırasında yeğeninin telefonuyla öğrendim.
Bir zaman inanmak istemedim. Bu gün şu anda da, aynı inanmamak duygusu içindeyim.
Çok yakınımızdaki birinin artık olmadığını algılamanın güçlüğünü ne yazık ki hemen herkes yaşamıştır…
Metin’in bana bu anlamda yaşattığı ilk sarsıntı 1980 öncesinde, sol bacağının dizinin üstünden kesildiği haberini aldığımda olmuştu.
Her zamanki inceliğiyle mektubunun elime ulaşacağı tarihin bacağının kesilme sonrasına rastlayacağını hesaplamıştı…
Haberi okuduğumda çok kısa süre içinde ömrümde ilk kez bütün bedenimi kurdeşen türü kabarcıklar kaplamış, gün ortasında saatlerce süren bir uykuya gömülmüştüm.
Onunla dostluğumuz böyle bir şeydi.
Betimlenmesi güç bir duygu, akıl, vicdan birlikteliği…
Yıllar süren mektuplaşmamızın ürünlerinin toplandığı “Şiirin Kanadında Mektuplar”daki, bu sadece akıl değil, gönül ve yürek kardeşliğimizin sıcaklığı hiçbir zaman eksilmedi.
Yaşamdan apansız ayrılışından çok değil birkaç gün önce 21 Eylül Pazar gecesi,, Antalya-Konyaaltı Belediyesinin düzenlediği kitap fuarındaki kitaplarımızı imzaladıktan sonra Kaleiçinde arkadaşlarla buluştuğumuzda, kırk yılı aşkın dostluğumuzdan söz ederken, bu süre içinde birbirimizi hiçbir zaman incitmediğimizi söylemişti.
İncitmek şurda dursun, 1982’deki Cezaevi günlerimde, sonrasındaki yurtdışı sürgününde, özgürlükle, ve ülkemle en yakın bağlantıyı kurmamı sağlayan Metin Demirtaş ve mektuplarıydı.
Bütün o koşullarda, mektuplarımızı karşılıklı olarak özenle koruyuşumuz gerçekten de mucize gibi bir şey…


***
Metin Demirtaş ve şiirleri üstüne birkaç kez yazdım.
Bunlardan ilki 1970’li yıllarda, “Politika” gazetesinde yayınlanan “Metin Demirtaş’a Mektup” başlıklı köşe yazımdır. Sevgili kardeşim, Kaynak Yayınları’nın özenle basıp yayınladığı son şiir seçkisine bu yazıyı da almış. “Bizim de Dağlarımız Vardır” adlı bu son seçki, ölümünden birkaç gün önce, sözünü ettiğim kitap fuarının ikinci gününde eline ulaştığı için gerçekten de yaşamında gördüğü son kitabı oldu. ( Bu arada, onun Nasrettin Hoca’sını da yine özenle basıp yayınlayan Kaynak Yayınlarına, yöneticisi Sadık Usta’ya,Metin Demirtaş’a ilgi ve sevgisinden ötürü teşekkür borçluyuz.)
Cumhuriyet’te 2007’de yayınlanan bir yazım “Metin Demirtaş’tan Mektup” başlığını taşıyor. Az öne bilgisayarda görüp anımsadım. Metin, bazı bölümlerini yazıya aldığım mektubunda, her zamanki derdimiz olan, solda ( o sırada CHP-DSP arasında)birliğin bir türlü gerçekleşememesi konusunda , duygularını, kaygılarını , önerilerini dile getiriyor.
Bu kaygılar, bir çoğumuz için olduğu gibi, belki bir çoğumuzdan daha çok, onda hiç eksilmedi.
Son birkaç yılda, neredeye her gün, telefonla bu kaygılarımızı paylaştık. Telefonu açan, ya da telefonla aramamı isteyen çoğu kez oydu…
Sonunda, şiirleştirdiği Nasrettin Hoca fıkralarıyla, Nasrettin Hoca olup yollara düştü, Antalya-Akçay çevresindeki köy kahvelerinde halk insanlarına Hoca’nın diliyle kaygılarını anlattı…
Akdeniz’e girdiğinde, tek bacağıyla, bir şeylerden öç alırcasına, denizi hırsla kulaçlayarak millerce uzaklarda gözden kaybolan bu güçlü, sağlıklı adamın bir anda göçüp gitmesinde yurdumuz için duyduğu kaygıların, üzüntülerin büyük etkisi olduğunda kuşku yok…
Dostlarıyla, okurlarıyla birlikte, asıl Türkiye, en sevgili evlatlarından birini yitirmiş oldu…


***
Bizden yaklaşık iki kuşak büyük ağabeyimiz Talip Apaydın, sessiz, sakin görünümün ardında alev alev yürek taşıyan bir şair ve yazarımızdı…
Şiirleri yalın, gösterişsiz, ama için için yanan bir derinlikteydi…
. Köy Enstitülerinin yetiştirdiği en seçkin aydınlarımızdandı.
Talip Apaydın…Metin Demirtaş…
İçinden çıktıkları Anadolu toprağının onları yüreğinin en gizli, en derin köşelerinde koruyup yaşatacağından kuşku duymuyorum…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 03102014