27 Haziran 2015 Cumartesi

DÖRT BENZEMEZ


Deyimin aslı poker oyununda kullanılan “beş benzemez” sözüdür:
Birbiyle ilintisiz, bu nedenle de hiç bir işe yaramayacak beş iskâmbil kâğıdı...
Ya “pas “dersiniz, ya da inandırıcı olabileceğinize güveniyorsanız duruma göre “blöf”e başvurursunuz...
Bu poker deyimine benzeterek bizim parlamentonun bu günkü kompozisyonunu dört benzemez diye adlandırdım...
Bu dört benzemezden ne çıkabilir?
Blöf sökmez...
Pas demek erken seçim demektir...
Öyleyse?..
****
Şimdi azıcık yakından bakalım..
Gerçekten dört benzemezle mi karşı karşıyayız?
Tam olarak değil...
AKP’yi bir yana bırakıyorum...
Bu parti gerçekten de geri kalan üçün hiç birine benzemiyor...
Ne idüğü belirsiz, temelsiz bir gece kondu kuruluşu...
Kat kat oluşuna aldanmayın...
Yıkılıp dağılması güçlüce bir üfürmeye bakar...
Göreceksiniz, öyle de olacak...
***
Gelelim geri kalan üç partiye......
Ayrı ayrı her üçünün içinde de farklı eğilimler olduğu biliniyor...
Buna karşılık her üçünün içinde de bu üç siyasal örgütü birleştiren ortak yaklaşımlar var.
Sıralayalım:
Öncelikle yolsuzlukların hesabının sorulması.
Yargının başta iktidar partisi ve şefinin boyunduruğu olmak üzere her türlü bayunduruktan kurtarılarak bağımsızlaştırılması.
Medya üzerindeki baskının kaldırılması.
Cumhurbaşkanlığı makamının tarafsızlık konumuna çekilmesi.
Seçim sisteminin demokratikleştirilmesi vb..
Bu ve benzer ortak hedefler üç partinin bir araya gelmesine ya da ikisinin kurduğu hükümete üçüncünün dışarıda kalıp destek vermesine, ya da birinin hükümeti kurup öteki ikisinin dışarıdan destek olmasına yeterli değil mi?
Görülüyor ki, değil..
Nedeni, ya da nedenleri ise, benzerliklerden daha ağır basan benzemezliklerin varlığı....
Öyleyse bu durumda ne yapmak gerekiyor?
-****
Aklı başında herkes bir erken seçimin parlamento aritmetiğini pek fazla değiştirmeyeceğini görüyor...
Böyle bir seçimden AKP’nin kazançlı çıkacağını düşünmek hayaldir.
Fakat şef böyle bir kumar oynar mı? Oynar!
Sözü şu sıralarda fazlaca edilen AKP-CHP koalisyonu kime yarar?
Her halde en az CHP’ye...
En çok da AKP’ye ve dışarıda kalacak öteki iki partiye...
CHP yönetimi bunu öngöremez mi?
Bilmiyorum...
Geriye ne kalıyor?
HDP’nin destekleyeceği CHP-MHP, MHP’nin destekleyeceği CHP-HDP hükümetleri, ya da her ikisinin ayrı kulvarlardan destekleyeceği bir CHP azınlık hükümeti...
Bu sonuncu seçeneğin belki olabilirliğini düşünmüştüm, fakat onun sakıncası da olası ekonomik krizin sorumluluğunun CHP’ye yüklenmesi olacaktır...
***
Bu durumda sanki tek seçenek kalıyor: AKP-MHP koalisyonu, bu olmazsa AKP-HDP koalisyonu, bu da olmazsa MHP’nin ya da HDP’nin dışarıdan dışarıdan destekleyeceği AKP azınlık hükümeti... Yani her durumda,ortak ya da tek başına, bu kez hem hükümet dışında hem hükümette ortağı olarak güçlü bir muhalefet karşısında yeniden bir AKP iktidarı...
Belki ters ya da karışık gibi görünebilir ama, doğrusu da sanki bu olacak...
Yani AKP’ye muhalefette kahramanlık taslatmayıp,sütten çıkmış ak kaşık taklidi yaptırmayıp, ülkeyi içine attıkları pisliği yine onlara temizletmek, bunu milletin gözü önünde burunlarından getire getire yaptırmak...
Ve bu olamıyorsa, o zaman, yüzde on denen beladan da kurtularak seçime gitmek...


25.06.15

20 Haziran 2015 Cumartesi

KÜPECİK


Lise öğrenimini 1950’li yıllarda Çankırı’da yapmış olanlar beden eğitimi öğretmenimiz “Küpecik”i anımsayacaklardır…

Hele beden eğitimi öğretmenliği için çoktan emekli olunması gereken yaşta bir zattı.

Adını anımsamıyorum, o sırada bildiğimi de sanmıyorum.

Kim ne zaman nerede koymuş, ne anlama gelir bilmiyorum ama, hepimiz onu küpecik

diye tanırdık.

Bu takma ad ona sanki yapışmış, gerçek adı gibi bir şey olmuştu.

Onu hafta sonlarında, bazen eşeğinin sırtında, bazen eşek önde o arkada, dere boyundaki bahçesine giderken görürdük…

Havanın kapalı olduğu bir gün beden eğitimi dersini(herhalde kuramsal olarak) sınıfta yapıyoruz…

Tam da o gün muhalefet lideri İsmet İnönü Çankırı’ya gelmiş.

Demokrat Parti iktidarının, Adnan Menderes’in, ülkenin tek hâkimi olduğu günler…

Akşam haberlerinde radyoda “Vatan Cephesi”ne katılanların adları ilk haber olarak bitmez tükenmezce okunmakta…

Söz nereden açıldı anımsamıyorum, fakat bizim küpecik İnönü hakkında aşağılayıcı laflar etti…

Bir anda yerimden fırladım ve “İnönü’ye hakaret edilen sınıfta duramam” diye yüksek sesle tepki göstererek sınıfı terk ettim…

Derken ve bu olayın üzerinden fazla zaman geçmeden 27 Mayıs darbesi oldu…

Darbenin hemen ardından düzenlenen bir kutlama yürüyüşünde bir de ne göreyim…

Yaşlı beden eğitimi öğretmenimiz üzerinde eşofmanıyla kortejin en önünde yürümekte…

Hem de ne yürüyüş…

Baş dimdik yukarda, göğüs ilerde, geniş kaz adımları yeri güvenle dövmekte…

Yarım yüzyıldan önceki bu görüntü şu andaymışçasına gözlerimin önümdedir…




***

Herhalde çoktan rahmetli olmuş öğretmenimizden bende kalan bu iki anı, insan

ikiyüzlülüğünün unutulmaz bir örneği olarak zihnimden hiç silinmemişti…

Fakat birkaç gün önceki bir olay o yürüyüş sırasında duyduğum şaşkınlığı bana bütün canlılığıyla bir kez daha yaşattı…

Arabayla bir yere giderken haberleri dinliyorum…

Yıllardır kulaklarımızı rahatsız eden, 7 Haziran öncesinde de aynı şeyi bütün dayanma sınırlarımızı zorlayarak yapan ses, seçim sonrasındaki birkaç günde her nedense bıçak gibi kesilmişken, bir anda yine aynı kulak tırmalayıcı tınısıyla yükselivermişti...

Bir an, yanlış mı işitiyorum diye düşündüm…

Ses aynı ses, tını aynı tınıydı…

Saldırganlık, suçlayıcılık, kibir, kendini beğenmişlik milim değişmemişti…

Fakat, o da ne, söylenen şey, seçim öncesinde söylenenlerin tam tersi, karşı kutbuydu…

Seçim öncesinde, anayasayı, yasaları, nezaket kurallarını, her türlü ölçüyü hiçe sayarak “gönlündeki” parti için iktidar isteyen, onun dışındaki her partiye, her siyasal harekete, herkese nefret ve tehdit kusan ses; şimdi aynı buyurgan tonda, dün aşağılayıp küçümsediklerini,hakaret ve tehdit yağdırdıklarını, şimdi birlikteliğe, dayanışmaya,koalisyona, “egolarına teslim olmamaya” çağırıyordu…

Sözcüğün tam anlamıyla, şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı…

***

Şaşkınlığım yatışınca bu inanılması güç pişkinliğe neyin neden olabileceğini düşündüm…

Ve şu sonuca vardım:

Rahmetli öğretmenimizin hızlı dönüşümünün nedeni korku olmalıydı…

Korkusunun nedenini de anlayabiliyorum…

Kendi halinde yaşayıp giden ve kuşkum yok ki namuslu bir adamdı…

Fakat inanıp savunduğu bir düzenin yıkılmasıyla başına kötü şeyler gelebileceğinden korkup paniğe kapılmıştı…

Öyleyse kaçak sarayda oturanın bir anda inanılmaz bir pişkinlik ve keskinlikle ters yöne savrulmasının nedeni de böyle bir korku ve panik olmalıydı….

Öğretmenimizin korkusu eninde sonunda bir vehimdi….

Kaçak saraydakinin korkup paniklemekte haklı olup olmadığını görmekte umarım gecikmeyeceğiz…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/200615


Yılmaz Özdil’in Demirel’ler üzerine, kadınlarımızın özellikle okuması gereken muhteşem yazısını kutluyorum(Sözcü,18 Haziran, “Yaşanamamış Bir Aşkın Öyküsü”)

14 Haziran 2015 Pazar

MOSKOVA’DA NÂZIM’LI GÜNLER


Rusya’da yaşayan aydın iş adamlarımızın her yıl 3 Haziran’da düzenledikleri anma programı büyük şairimizin 52. ölüm yılında yine ünlü “Novo Deviçye” mezarlığındaki tören, aynı günün gecesinde de “Olimpiada” salonunda “Yeni Türkü” konseriyle gerçekleştirildi.

Bu mezarlık Moskova’ya ilk kez ayak bastığım 1971 ya da 1972’de ziyaret ettiğim ilk yerlerdendi.

Nâzım Hikmet 1902 doğumlu olduğuna göre onunla aramızda 40 yaş var. Demek ki 1972’de yaşıyor olsa tam 70 yaşında olacak ve ben otuz yaşımda onunla karşılaşabilecektim…

Bu günlerden geriye baktığımızda yaşamdan ne kadar erken ayrılmış olduğunu daha iyi görebiliyoruz.

Kuşkusuz bir rastlantı ya da kader değil bu. Ülkesinde yaşatılan acılar ve sonrasında da ülke hasretiyle yanıp tutuştuğu günlerin kederleri vaktinden önce alıp götürdü büyük şairi.

Nâzım Hikmet’in yaşamından söz ederken “aşkları”ndan, “kadınları”ndan çok, bütün bu yaşantıların bu duygulu insanın iç dünyasında yarattığı sarsıntıları öne çıkarmak gerekir.

Kendi ülkesinde genç yıllarını hapishanelerde tükettikten sonra orta yaştan yaşlılığa doğru uzanan sürede de ülkesinin dışında, bir başka deyişle de daha büyük bir hapishanede yaşayıp ölmeye mahkûm edilmek…

Ve bütün bunlara karşın yıkılmamak, çökmemek, umudunu ve yaşama isteğini yitirmemek. Tersine, son nefesine kadar ölümsüz ürünler vermeyi başarabilmek…

Böyle bir örnek bütün dünya edebiyat, kültür, siyaset tarihinde çok az olsa gerek…




***

Aydın iş adamlarımızın Rusya’daki derneği RTİB’in bir önceki başkanlarından, şimdi de bu derneğin bünyesindeki Nazım Hikmet anma komitesi başkanı Ali Galip Savaşır ve derneğin günümüzdeki başkanı Dr.Naki Karaslan mezarlıktaki törende de,geceki programda da, Nazım Hikmet’i anlatan konuşmalar yaptılar. Ben ve grubumuzdaki arkadaşlar(Ahmet Ümit, Nebil Özgentürk, Yetkin Dikiciler, Derya Köroğlu) yaptığımız konuşmalarda ülkemizin kültürü adına onlara teşekkürlerimizi bildirdik...

Sayısız seçkin kültür, siyaset, edebiyat insanının sonsuz dinlencede olduğu “Novo Deviçye”, mezarlıktan çok olağanüstü bir kültür müzesi… Benzerlerinden biri bilindiği gibi Paris’teki (bizim Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’mızın da bulunduğu) Pere Lachaise, bir öteki Bakû’daki “Gurur Kabristanı”dır… (Bizdeki yürek acısı durum bakımından utanç duymamız gereken bu örneklerden ve genel olarak bu konudan bir başka yazıda ayrıca söz edeceğim…)



***

Benim için Moskova öncelikle kitap, kitapevleri demektir… Bu kez yine, ünlü “Dom Knig”den, Arbat Sokağındaki bir başka kitapçıdan ve Povarskaya Ulitsa’daki Maksim Gorki edebiyat müzesinin girişindeki küçük tezgahtan satın aldığım bir kucak dolusu kitapla döndüm Türkiye’ye…

Kitap ve kitapçı bakımından milim değişiklik yok Moskova’da. En azından, benim için böyle… Fakat günlük yaşamda olumlu ve olumsuz sayılabilecek pek çok değişiklik olduğu kuşkusuz. Öncelikle trafik. Örneğin, hava alanlarına uçağınızın kalkışından saatler önce hareket etmezseniz ulaşabilmeniz mucizedir. Ortalama gelirin ne olduğunu bilmediğim için fiyatlar konusunda da fazla fikrim yok. Şu sırada 1 dolar yaklaşık olarak elli rubledir. Büfelerde sıradan bir küçük pet şişe suyun fiyatı elli rublenin biraz üstünde. Bu bizde yaklaşık olarak iki buçuk üç lira olduğuna göre, yaklaşık olarak bir hesaplama yapabiliriz.



***

Şu günlerde Moskova’ya yolu düşenlerin “Krasnaya Oktyabr”da Lumiere Kardeşler adına kurulmuş fotoğraf müzesindeki Sovyet Fotoğrafları sergisini, yine aynı yerdeki “Nü” başlıklı “fotoğraf ve koku” tasarımıyla düzenlenmiş çok ilginç bir başka sergiyi gezip görmelerini tavsiye ederim…

Tabii, bir yolunu bulup Tretyakov Galerisi ve Puşkin müzelerini de…

Yıllar önceki bir şiirimde yazdığım gibi :”Moskova ufka benziyor/Yaklaştıkça genişleyen/ve Açan/Bağrındaki güzellikleri…”





Ataol Behramoğlu/14.06.15


13 Haziran 2015 Cumartesi

SEÇİMDEN BİR HAFTA SONRA



“Seçime On Gün Kala” başlıklı yazımda AKP’nin birinci parti olarak çıksa da iktidarda kalamayacağını(kalmasının sürpriz olacağını), HDP’nin ise barajı geçeceğini ve geçmesi gerektiğini yazmıştım…

Bu tahminlerim tuttu…

Aynı yazıda, seçimin sonuçları ne olursa olsun,parlamentonun asla aynı parlamento, Türkiye’nin asla aynı Türkiye olamayacağı; çünkü ülkemizin bir kırılma,taşma, parçalanma ve ardından gelecek dönüşüm sürecinin eşiğinde bulunduğunu yazmıştım.

Şimdi tam olarak böyle bir noktadayız…




***

HDP’nin barajı aşması, bu parti konusunda bu gün de sürmekte olan kuşkularıma karşın, elbette çok sevindirici olmuştur.

Fakat “diktatörün devrilmesi”ni sadece bu olguya bağlamak; irdeleyici, kapsayıcı, özetle diyalektik düşünme yeteneğinden yoksunluk demektir..

Bunun anlamı, AKP yönetimi ve başındaki kişiye karşı yıllardır sürdürülen savaşımları küçümsemek, yok saymaktır.

Seçim sonucu farklı da olsa bu her şeyin sonu olmayacak, milyonlarca seçmenin haksızlığa uğramışlık duygusu derinleşip şiddetlenecek; toplumsal öfke, düş kırıklığı toplumu daha büyük kargaşalara sürükleyecek, özetle de “diktatör”, bu günkünden farklı bir görünüm ve konumda da bulunsa yine rahat olamayacaktı…

Fakat bu günün sorunu bunların irdelenmesi değil, şimdiden sonra neler olabileceği sorusuna yanıt aramaktır…



***



Altını öncelikle çizmemiz gereken, “diktatör”ün, hem siyasi bir figür, hem de kişi olarak ürkütücülüğünü, yenilmezlik algısını sadece toplumun gözünde değil, daha da önemlisi kendi gözünde yitirmiş olmasıdır..

Konuşma diliyle söylersek fiyakası bitmiş, karizması çizilmekten öte param parça olmuştur.

Bir görüşme için davet ettiği kişinin isteği üzerine “saray”ından çıkıp görüşmeyi muhatabının istediği yerde yapmak zorunda kalışı,, yenilgisinin ilk, fakat simgesel anlamı büyük ve geri dönülmez adımıdır…

Seçim öncesindeki propaganda konuşmalarında partisine parlamentonun neredeyse tümünü isterken; bu gün aynı azarlayıcı, suçlayıcı, sevimsiz ses tonunu milim değiştirmeksizin koalisyon havarisi kesilmesi ise, artık ürkütücü ya da hatta rahatsız edici bile değil, sadece komiktir…

Özetle, Türkiye siyaseti üzerinde Tayyip Erdoğan ipoteği sona ermiştir. Seçimin en önemli sonucu bence budur…




***



Hangi partilerin ya da partinin hükümet kurup güven oyu alacağı konusunda kehanette bulunmayı görevim olarak görmem.

Fakat nelerin olmayacağı ya da olmaması gerektiğine ilişkin düşüncelerimi sıralayabilirim.

Sözü edilen bir AKP-CHP koalisyonu, bir erken seçim için bile yapılacak olsa CHP’ye büyük yara aldırır, AKP’nin ise işine yarar.

Bence en olmaması gereken budur.

En olamayacak olanı ise MHP ve HDP(en azından bu süreçte) birlikteliğidir…

Neden “bu süreçte”? Çünkü seçimden başarılı çıkmış görünseler de, her ikisinde de ayrışmalar kaçınılmazdır…

Hele HDP’nin dinci, ayrılıkçı, solcu, liberal, demokrat vb…bir arada tutulması olanaksız unsurların tam bir alaşımı olduğu düşünülürse…

AKP-MHP koalisyonu ise akla en yakın olanı gibi görünse de, MHP’nin bu partiye ve liderine ağır suçlamaları düşünüldüğünde, bu da gerçekleşmesi neredeyse olanaksız bir seçenektir.

MHP ya da HDP, koalisyona girmeksizin, bir AKP azınlık hükümetine destek olurlar mı?

Böyle bir dışarıdan destek farklı nedenlerle de olsa her ikisine, özellikle HDP’ye ağır yara aldırır…

Geriye sanki, bu iki partinin birlikte, her biri kendi doğrultusunda, bir CHP azınlık hükümetini destekleme olasılığı kalıyor…

Burada ise sorun çıkaracak parti MHP gibi görünmekte…

Seçimden önceki yazılarımdan birinde, HDP’nin seçime parti olarak girme kararını “rus ruleti” oyununa benzetmiştim…

Şimdi ise bütün partiler arasında bir satranç oyunu karşısındayız…

Burada da oyunu yönetme ustalığı bakımından en büyük sorumluluğunun öncelikle CHP yönetimine düştüğü kanısındayım…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/13.06.15


11 Haziran 2015 Perşembe

“QUE BONİTOS OJOS TİENES”


1960’ların başlarında Bursa’da bir avuç amatör olarak kurduğumuz Oda Tiyatrosu’ndaki ilk oyunumuz “Fareler ve İnsanlar”da George’u olağan üstü bir “performans”la canlandıran terzi Faik, prova aralarında omuzlarına kilim benzeri bir şeyler atar, başına nereden bulduysa geniş kenarlı bir hasır fötr şapka geçirir, gözlerini kısar, gitar çalıyormuşçasına hareketlerle “que bonitos ojos tienes”i söylerdi…

Ortadan az daha kısa boylu, geniş omuzlu, tıknazca bir adam olan Faik, yanık yüzüyle, bıyıklarıyla da, Güney Amerikalı bir köylüden farksızdı…

Yaptırmaya para ve zaman bulamadığı için epeyce dişsiz kalan ağzından dökülen sözcüklerden aklımda “kebanito sopostiyones” diye bir şeyler ve sonrasındaki “Malaguena” sözcüğü kalmış…

Geçen yıl Kasım ayındaki Meksika yolculuğumun izlenimlerine ünlü şarkının bu ilk dizesiyle başlamaya karar verdiğimde doğrusu nedir diye internete girdim ve bunca yıl zihnimde ilgisiz bir takım sözcükler gezdirdiğim için kendimden utandım…

“Ne güzel gözlerin var” diye başlıyor şarkı… İçeriği ise oldukça sıradan: İspanya’nın Malaga kentinde bir kıza ilanı aşk eden adam,çok yoksul olduğu için aşkına karşılık bulamıyor…

Uluslararası Şiir Buluşmasına çağrılı olarak geldiğim Meksika’da birkaç arkadaşla birlikte bizim kasabalar arasında işleyen köhne otobüslerin bir benzerinde başkent Meksiko’nun elli kilometre kadar uzağındaki Güneş ve Ay Piramitlerini görmeye gidiyoruz…

Bir iki durak sonra gitarlarıyla otobüse binen belli ki iki köy delikanlısı, az sonra, koridorda bir sıkışımlık yer bularak “Malaguena”yı söylemeye başladılar…

Daha doğrusu, biri başlıyor, o durduğunda kaldığı yerden öteki sürdürüyor…

Ben de ayakta durmaya çalışarak baştan sona videoya çektim bu unutulmaz dinletiyi…

İtiraf ederim ki bu Meksika yolculuğumda ben de en çok iz bırakan şey ne Güneş ve Ay piramitleri, ne şiir dinletilerimiz, ne sahneden sunulan profesyonel gitar dinletileri, fakat bu iki köylü delikanlının “ Gözlerin Ne Güzel” şarkısı ve ardından çalıp söyledikleri ezgiler oldu…




***

Böylesi yolculuklarda çevreye turist gibi değil de şair olarak bakmak böyle bir şey olmalı…

Ayrıntılar daha çok ilgimi çekiyor…

Örneğin, sözünü ettiğim piramitlerin bulunduğu turistik alanda satılan giysi,incik boncuk türünden şeylerden çok, satıcılar dikkatimi çekti…

Bizim terzi Faik’e benzeyen, genellikle orta boylu, tıknazca, kalın bıyıklı, yanık tenli adamlar…

Başlarındaki geniş kenarlı şapkalar, belli ki Meksikalı olarak görünmek için değil,

Kasım ayında da yakıp kavuran güneşe karşı bir önlem…

Ürünlerinin satılması için aşırı bir ısrarları yok…

Bir iki denemeden sonra kararı ağırbaşlılıkla alıcıya bırakıyorlar…

Doğu’da, özellikle de yolumun düştüğü Arap ülkelerinde gördüğüm satıcılara benzemeyen bir satıcı tipi bu…

***

Başkent Meksiko’nun günlük yaşamında “egzotik” bir şey görmedim. Şehrin merkezinde, trafiğe kapalı caddelerde, renkli ve barışçıl bir kalabalık vardı.



Buna karşılık sözünü ettiğim merkezdeki büyük caddelerin kesiştiği bir alanda bulunan hükümet binasına belli bir mesafe dışında yaklaşmak yasakmış. ..

Guerrero eyaletinde kaçırılan ve öldürülen 43 öğretmen okulu öğrencisinin acısı orada bulunduğum günlerde henüz çok tazeydi.

Her yerde fotoğraflarının bulunduğu protesto afişlerine rastlanıyordu…

Gece,şiir dinletilerinden birinin yapıldığı açık alanlardan birinin yakınındaki büyük bir kilise tıklım tıklım doluydu…

Ayini biraz izleyip çıktım…

Dışarıdaki hafta sonu kalabalığı ise ne şiir dinletisiyle, ne kilisedeki ayinle, ne katledilen öğrencilerle, ne de belki Meksika’nın hem sanatsal hem turistik değeri Frida Kahlo’nun bir gün önce gezdiğimiz etkileyici müze eviyle ilgiliydi…

Tek bir yazıyla Meksika nasıl anlatılır?

Şimdi en iyisi yazıyı burada kesmek ve “ Gözlerin Ne Güzel” diye başlayan ölümsüz şarkıyı defalarca dinleyerek ezgisiyle birlikte sözlerini de belleğe kazımak…

6 Haziran 2015 Cumartesi

“SEN KENDİNİ NE SANIYOSUN?”


Babam kendi meslek alanında önde gelen bir bürokrattı ama, biz çocuklar sokakta büyüdük sayılır…

Başka bir deyişle, oyun yerimiz sokaktı, mahallemizdi.

Bu nedenle de günlük konuşma dilimiz denebilir ki sokak diliydi…

Bir kavga ya da kapışma öncesinde sıklıkla kullandığımız bir söz “Sen kendini ne sanıyosun” du….

Sanıyorsun” değil, “sanıyosun”…

Böyle söyleyince soru ya da ünlem ya da ikisi birden daha etkileyici bir vurgu gücü kazanıyor…

Aynı anlamda, fakat artık kavga öncesinde değil de kapışmaya kıl payı bir başka söz “Sen kimsin lan!”dı…

Burada a soru tonlaması, yerini bütünüyle ünleme bırakmış oluyor…

Birine “sen kimsin lan!” dedikten sonra kapışma kaçınılmazdır…

Ya da biz öyle öğrendik…



***


Sokak dilinin bizim şiirimizde önemli bir yeri vardır.

İlk büyük ustası bu dili olabildiğince “terbiye ederek” kullanan Orhan Veli ise, bir başka büyük usta onun ardı sıra şiirlerini neredeyse bu dille kuran Metin Eloğlu’dur.

Sultan Palamut”, “Horozdan Korkan Oğlan” gibi ilk kitaplarında topladığı şiirlerinde bu dildeki büyük şiir potansiyelini ortaya çıkaran bu sevgili şair, daha sonra bir çeşit “sözlükçülüğe”(letterism) yönelerek şiirinin gücünü bence dağıtıp azalttı…

Buna karşın onun özellikle ilk dönem şiirlerinde günlük konuşma diliyle toplumcu bir yaklaşımın birbirine çok yakışan birlikteliği vardır.. Bunlardan birini, “Zurnanın Zırt Dediği Yer” adlı olanı, azıcık kısaltarak birlikte okuyalım:

Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış; / Ama size kalacak. /;/ Olur a, Sultan Süleyman bilememiş işini/ Ama siz bileceksiniz./ Şöyle sizinle beraber üç beş kişi;/
Öte yanı kördöğüşü./ Bir konağınız var dayalı döşeli/ Kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz/Kadehte kuşsütü var, tabakta minare gölgesi.../ Oh, yaşamak ne güzel şeymiş be!/ Güzeldir tabii…




Şimdi de bir oda düşünün bakalım;/ Halı, kilim hakgetire./ Ekmeğin, katığın lafı hiç edilmesin/ Otu ocağı bir kalem geçin;/ Beş kişi uzanmış bir sedire,/ Basıyorlar küfürü/
Kime?/ Ne bileyim ben, kime.../ Bu oda niçin mi yoksul?/ O beş kişi yoksul da onun için./
Bu bayların, bayanların derdi ne mi?/ Ne olacak: Memleketin derdi./ Peki ama, çaresi yok mu bu işin?

Ha şöyle/ Düşünmeye alışın….”




Orhan Veli-Metin Eloğlu şiirinin, bu anlamda da (ister konuşma, ister sokak dili deyin) bu yer yer argomsu, fakat kıvrak, etkileyici dilin, benim şiirlerimin de bir ana damarı olduğu sanırım söylenebilir…

***

Sokak dili derken şiire geldik, şimdi yine asıl konuya , “sen kendini ne sanıyosun”a dönelim…

Bir ülkede, bir toplumda bu türden sorular, ünlemler, meydan okumalar sıklaşıp yaygınlaştı mı, gerilim giderek yükseliyor demektir…

Hele bu çekişmeler siyasi iktidar sahipleriyle toplumun bireyleri arasında karşılıklı olarak “Sen kimsin lan!” yüksek gerilim alanına tırmandı mı, o siyasal iktidarın da, o toplumun da temelleri sarsılıp çatırdamaya başlamıştır…

Tıpkı şu anda bizde olduğu gibi…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/060615