9 Şubat 2020 Pazar

FAUST’UN OPERACASI

      
Goethe’nin yapıtı bir opera metni değil. Yani bestelenip sahnelenmek üzere libretto(opera metni) olarak yazılmamış.
Daha önce yine Goethe(ve Faust) üzerine bir başka yazımda değindiğim gibi, bu bir oyun ya da roman da değil. Ama sanki aynı anda hem bir tiyatro yapıtı, hem bir roman, hem de bir felsefi denemeler bütünü.
Bunun için de aynı anda hem tiyatro yapıtı, hem roman, hem bir felsefe yapıtı gibi okuyabilirsiniz.
Bütün bu sanat ve düşün alanlarının her bir için önemi, faklılığı, büyüklüğü de sanırım bu kapsayıcılığından geliyor.
Fakat ona tek başına oyun, roman, ya da bir felsefe yapıtı diyemiyorsunuz.
Kaldı ki akıcı bir şiirsel yapıt, bir destan bu aynı zamanda.
Hem de içindeki liriklerden ayrıca bir şiir kitabı oluşturulabilecek bir büyük epik…
Şimdi burada beni ilgilendiren soru, böyle bir yapıtın bir opera ürününe nasıl dönüştürülebileceği ve buna bağlı olarak da nasıl bir sonuç alınabileceği…
İstanbul Devlet Opera ve Balesi Sanatçılarının(oyuncuları, kostümü, dekoru ve orkestrasıyla) başarılı, enerjik performansını izlerken, bu sorunun yanıtını düşünmekteydim…

***

1818-1893 yılları arasında yaşamış Fransız besteci Charles Gounod’nun müziğine bir diyeceğim olamaz.
Onun yine Fransız çağdaşları J.Barbier ile M.Carré’nin ortak libretto metni de sonuç olarak bir kesip biçme, özetleme,kurgulama işidir.
Fakat bütünüyle bu opera Goethe’nin Faust’unu ne ölçüde yansıtabiliyor?
Beste 1859’da yapılmış.
Librettro’nun yazılış tarihi de yaklaşık olarak bu tarih olmalı.
Goethe yaşamdan 1832’de ayrıldığına göre o bu konuda ne düşünürdü bilemeyiz.
Fakat benim tek bir konuda olmakla birlikte, izlediğim operanın bütününü kapsayan temel bir konuda itirazım var.
O da dindarlık olgusudur.
Goethe’nin Tanrı inancını, günah-ceza olgularına ilişkin düşüncelerini, hırıstiyanik değerlere bağlılığını biliyorum.
Fakat söz konusu operanın müziğindeki ve librettosundaki güçlü dinsel vurgu ve büyük ölçüde de bunların sonucunda sahnelemeye esas olan yorum, bana hem Goethe’nin kişiliği, hem de yapıtının çok kapsamlı ve çok yönlü içeriği ve mesajları bakımından daraltıcı görünüyor.

***
Goethe’nin tragedya diye adlandırdığı yapıtın birinci bölümünde Dr.Faust’un odası “yüksek kubbeli, dar, Gotik tarzda bir oda” olarak betimlenmektedir.
Bu kasvetli odanın duvarında, perde açıldığında tam karşıda, çarmıhta bir İsa’dan söz edilmiyor.
Bizdeki temsilde bu var mıydı, çok iyi anımsamıyorum. Vardıysa da bende belirgin iz bırakmamış. Bu yazıyı yazmaya başlarken internette bulup girişini izlediğim(şu anda da müziğini izlemeyi sürdürdüğüm) 2011 tarihli Fransa Ulusal Tiyatrosu’nun temsilinde, sahne aydınlandığı anda (ya da perde açıldığında), bir masada oturmakta olan Dr. Faust’tan önce, tam karşıda bu çarmıhı görüyoruz. Merak bu ya, yine Fransız Ulusal Tiyatrosu’nun bu kez 1975 tarihli temsilini internette buldum. Faust fanus gibi dar bir odada, kürsü gibi masa başında ayaktadır. Hemen arkasında, belli ki iblisin ineceği bir merdiven var.Gençler fanusun dışından geçiyor… Çarmıh da söz konusu değil.. Açıkçası bu uyarlama bana daha ilginç göründü, ayrı konu…

***
Sonuç olarak bir opera ürünü; müziği, librettosu, şarkıları, dansları, oyunculuğu, sahnelenişi, bu sahne ve müzik sanatına ilişkin her türlü özelliğiyle ve donanımıyla, ona esin veren üründen farklı bir sanat yapıtıdır.
Böyle olmakla birlikte, bütün bu aşamalarda, ana metinden(ve fikirden) pek de uzağa gidilmemesi gerektiğini düşünürüm.

26.01.20
Bostancı





7 Şubat 2020 Cuma

OKUDUKLARIM İZLEDİKLERİM DÜŞÜNDÜKLERİM


Yirmili yaşlarımdan bu günlere, kimi kez uzun aralıklarla da olsa, yarım yüzyıl aşkın süredir günlük tutarım…
Bunu neden yaptım, neden yapıyorum?
Tek ya da başlıca neden yaşamımı elimin altında tutmak duygusu olmalı…
Benden habersiz alıp başını gitmesin…
Bir de zaman zaman bu defterlerden birini elime alıp okuduğumda yaşamış olduklarımı bir kez daha yaşamak duygusu…
Yanı sıra da kendimi, yaptıklarımı denetlemek.. Planladıklarımı, yapmayı tasarladıklarımı ne ölçüde gerçekleştirebildiğimi kontrol etmek.
Buraya kadar bir sorun yok
Fakat kişisel yaşantılarımdan ve duygularımdan belki daha da çok;okuduğum, o sırada okumakta olduğum kitapların, izlediğim film ya da oyunların düşündürdükleri de çokça yer alıyor bu günlüklerde.
Bu doğru bir şey mi?
. Sıcağı sıcağına yayınlanabilecek,okurla paylaşılabilecek şeyleri, ne zaman,ne olacağı belli olmayan defterlere niçin yazıp duruyorum?
Pazar ekinde yukarıdaki başlık altında sürdüreceğim bu yazılar biraz da bu sorunun yanıtı ve karşılığı olacak…
Bu satırların yazarı, çoğunuzun bildiği gibi, öncelikle bir şairdir.
Sanatçıdır.
Ya da , hadi, öyle olmak ve öyle kalmak isteyen biridir diyelim…
Şu son 15-20 yıl, ülkede egemen olan siyasal ortamın çapsızlığı, yüzeyselliği, darlığı, çirkinliği, içimizdeki şiir duygusunu, sanatsal duyarlılığı kuruttu neredeyse…
Ben, hiç değilse bu sütundaki yazılarımla, içimi şiire, sanata açmak istiyorum…
Günlüklerimin sayfalarını çok özel, kişisel notlara bırakarak; okuduklarıma, izlediklerime ilişkin düşüncelerimi sizlerle bu sütunda paylaşmak istiyorum.
Bu yazılar da günlük ya da genel siyasal konuların büsbütün dışında olmayacaklar kuşkusuz…
Fakat elden geldiğince şiirin, sanatın sağaltıcı dünyasının dışına taşmamaya çalışarak…
***
Geçen yaz “Kültür ve Siyaset” başlıklı sütunumdaki yazılarımdan birinde Sait Faik’ten söz ettiğimi anımsayan okurlarım olacaktır.
Bir öykü yazarının bu öykülerde aynı zamanda hem ressam hem şair olması ender görülen bir şey olsa gerek.
Sait Faik tam olarak böyle bir yazarımız.
Onu Çehov’dan, Gorki’den, Maupassant’dan, dünyaca ünlü herhangi bir öykü yazarından bir milim aşağı göremem.
Aynı zamanda şair ve ressam özelliklerine sahip olarak üstün yanları olduğunu düşünürüm…
Örnek istiyorsanız açıp herhangi bir öyküsünü okuyun, ya da yeniden okuyun…
Ya da en iyisi, son öykülerinden biri, ya da son-belki bir veda öyküsü olan
Kalinikhtada”dan başlayın…
Şiirden, , dilden, duygudan,sevgiden, insan olmak dediğimiz şeyden, yaşamın sadeliğinden, zenginliğinden ne kadar uzaklara düşmüş olduğumuzu görüp duyumsamak için…

Yıldızlar asılmıştı ağaçlara.Soğuk kandil kandil sarkıyordu.Yanımda dostların en koyusu, kadehimde sakız rakısı, dilim kekeme, elimde olta, oltanın elinde zoka,sandalda Barba Stanco,küpeştede Sivriada(….)Kahve fincanına düşen sabah yıldızını kokluyorum.Mis gibi kahve kokuyor.Kocayemişlerin çiçeği pare pare.Karabaşları avuçlarımda eziyorum. Dilime arılar konuyor, gözümü arılar sokuyor, güneş batıyor, bir karabatak düşünüyor. Martının biri boşlukta bir direğe konuyor”


19.01.2020