31 Ağustos 2014 Pazar

ÇİN’E YOLCULUK(1)


Çin’i görmek hayali, uzak ülkelere yolculuk hayallerimin başında geliyordu…
Şimdi düşündüğümde, bunun biraz modası geçmiş, gerilerde kalmış bir hayal olduğunu görüyorum.
Çin’de ne masalların bilge, gizemli Çin’iyle, ne de üzerlerinde üniformamsı Mao giysileriyle kadınlı erkekli bir bisikletli kalabalığıyla karşılaştım.
Güney Çin Havayolları uçağı Pekin(Bejing) hava alanına inerken, içimde, uzun süre hayal edilen bir şey gerçekleşirken duyumsadığımız, “geç de olsa bu da gerçekleşiyor işte” duygusu kıpırdıyordu.
Fakat uçağın penceresinden gördüğüm ilk hava alanı görüntüleriyle, bu duygum yerini hayal kırıklığına bırakmaya başladı…


***
Yolculuğun ilk anlarından başlayalım…
Hepsi uzun boylu, hepsi çok güzel hostes kızlar…
Ünlü Laz fıkrasına benzeterek, “güzellik geçicidur” diyelim…
Fakat boy konusunu kızlardan birine sormaktan kendimi alamadım..
Hosteslik için uzun boylu olma koşulu mu vardı?
Soruma açıklayıcı bir yanıt gelmedi… Böylece, Çin Halk Cumhuriyeti yurttaşlarıyla, sadece sokakta ya da alışveriş yerlerinde değil, uçakta ve otelde de İngilizce anlaşmak zorluğunun, hatta olanaksızlığının ilk deneyimini yaşamış oldum…
Pekin’deki otel odasından telefonla resepsiyona ulaşmak, bu konudaki deneyimlerimin en zorlularından biri olacaktı…
Öncelikle Çin alfabesini çözmeniz gerekiyor. Bu olabilecek bir şey değil.
Sonra sıfır, dokuz gibi numaraları çeviriyorsunuz, sonuçsuz.
Koridora çıkıp rastladığım temizlikçi hanımlara sözle olmayınca işaretle derdimi anlatmaya çalışmam boşuna bir çaba…
Kıkırdayıp uzaklaşıyorlar…
Sonuçta ele geçirebildiğim bir delikanlı telefon üzerinde sihirbaz gibi bir şeyler yaparak beni resepsiyonla görüştürebildi…
Yine zorlanarak da olsa derdimi(internet bağlantısı, klima sorunu vb…) az çok anlatarak çözüme ulaştırabildim…
Buraya kadar sanki hep yakınmalarımı sıraladım…
Fakat Çin yolculuğumda baştan sona, kadınından erkeğinden, kibarlık, incelik, henüz yapaylaşmamış bir içtenlik gördüğümü hemen söylemeliyim…


***
Hava alanında gördüklerim en az yarım yüzyıl öncelerden kalma toplu taşıma araçları, yine eski yılların Rusya’sında görmeye alıştığımız kadınlı erkekli işçi topluluklarıydı… Bunların sağlıklı ve güler yüzlü topluluklar olduklarını söylemeliyim… Tıkış kakış bindiğimiz, son kullanma tarihi gerilerde kalmış hava alanı otobüsünün getirdiği iç mekânlar ise, her hangi bir Batı ülkesi hava alanının şıklık ve düzenliliğini aratmayacak nitelikteydi. Yirmi bir milyonu aşkın nüfusa sahip başkentinin üzerindeki hava kirliliğinin hiç eksilmediği, bu başkentte üçüncü dünya metropollerini aratmayacak gökdelenlerin yükseldiği Çin belli ki bir geçiş döneminin çelişkilerini, karşıtlıklarını yaşıyordu…Bu geçiş döneminin nereye doğru evrildiğini söyleyebilmek ise pek kolay olmasa gerek…


***
Çin yolculuğunun kapısı, Jidi Majia imzalı bir davet mektubuyla açıldı…
İmza sahibi “ Qinghai 2014 Dünya Şairleri Uluslar arası Çadır-Yuvarlak Masa Forumu Yöneticisi” olarak tanıtılıyordu… Çağrı aynı zamanda, ilki 2007’de gerçekleştirilen “Qinghai Gölü Uluslar arası Şiir Festivali”ni de kapsıyordu. Çağrı metninde “Tibet Yaylası” diye iki büyülü sözcük de geçmekteydi… Fakat bütün bunlardan söz etmeyi bu ilk yazıya sığdırabilmem olanaksız. Yaklaşık on ülkeden gelen şairler topluluğuyla Pekin’de bir gece kaldıktan sonra Qinghai özerk bölgesinin başkenti Xining’e hareketimizin ve ertesindeki birkaç günde otobüsle Tibet Yaylasında kurulan çadıra, Sarı Nehir dolaylarına ve Çin’in en büyük gölü Qinghai Gölü çevresindeki festivale doğru yol alışımızın öyküsünü sonraki yazılara bırakıyorum…







Ataol Behramoğlu Pazar Söyleşileri, 31.08.14

30 Ağustos 2014 Cumartesi

TÜRKİYE YALAN CUMHURİYETİ


Nüfusu 80 milyona yaklaşan ülkemizde yaklaşık 53 milyon seçmenden seçime katılan yaklaşık kırk milyonunun yarısından biraz fazlasının oylarıyla, başka bir hesaplamayla toplam nüfusun dörtte birinin oyuyla cumhurbaşkanı seçilen; bu demektir ki sanki ülke halkının büyük çoğunluğunun, neredeyse hepsinin oyuyla seçilmiş gibi “halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı” yalanıyla cilalanıp parlatılan kişi, bu satırları yazmakta olduğu sırada TBMM’de yalan yeminini yaparak koltuğuna tırmanacak.
Kaldı ki amaca ulaşmak için papaz kıyafetine bile girebileceğini
söyleyen kişinin, “Atatürk ilke ve inkılapları” , “laik cumhuriyet” “ anayasa ve hukukun üstünlüğü”, “tarafsızlık” gibi kavram ve ilkelere bağlılık yemini ederken de rahatsızlık duymayacağını tahmin etmek güç değil. Çünkü yeminde yer alan bu kavram ve ilkelerin içlerinin çoktan boşaltılmış olduğunu, bir anlam ifade etmediklerini kendisi herkesten daha iyi bilmektedir…


***


Söz konusu kişinin başbakan atadığı özel kalem müdürünün 9 madde olarak açıklanan sözüm ona “manifesto”sunun da yalandan ibaret olacağı çok açık. Görelim:
Madde 1- Son 12 yılda ulaştırmada, sağlıkta, eğitimde ve dış politikada büyük devrimlere imza atılmış. Yalan! Yapılanlar devrim değil rant ve talan ekonomisine alt yapı hazırlıkları ve bu ekonominin gereğidir. Doğanın katledilmesi, tarihsel sit alanlarının yok edilmesi bunun içindir. Sağlık özel girişime teslim edilmiş, eğitim ise çökertilmiştir.
Madde 2:Kültürel ve Medeniyet Restorasyonu. Eşit vatandaşlık
hukuku.Kimsenin ötekileştirilmeyecek olması, vb.. Yalan!. Bu alanda yapılan ve yapılmakta olan her şey kültür ve uygarlık alanında eksik ve yanlışların giderilmesi değil, gerici anlayışın dayatılmasıdır.
Madde 3- Çözüm süreci. Yalan! Çözüm değil çözülme süreci olduğu akıl ve sağduyusunu yitirmemiş herkesçe bilinip görülüyor.
Madde 4-Özgürlüklere yeni ahlâki formasyon… Ana dilde eğitim,siyasi propaganda, baş örtüsüne özgürlük vb.. Yalan! Bunlar AKP döneminden öncelerde konuşulmuş, tartışılmış,önerilmiş şeyler. Ana dilde eğitim derken, eski harfler, Arapça ve bütün eğitimin imam hatipleştirilmesi… Başörtüsü özgürlüğüymüş… Sizin amacınız özgürlük değil, ülkeyi görüntü olarak da Ortadoğulaştırmak…Kaldı ki aydın Ortadoğu kadını(örneğin Mısırlı, Suriyeli, Iraklı aydın kadın) giyim kuşamıyla da sizin anlayışınızdan fersah fersah ilerde. Müslüman Azerbaycan’ın caddelerinde tek bir türbanlı kız ya da kadın göremezsiniz. İnsan kendi ülkesi adına utanıyor.
Madde 5- Yeni bir anayasaya gereksimim varmış! Yalan. Amacınız yurtseverlik anlamında bir ulusçuluğu, ülkenin ve ulusun bağımsızlık ve bütünlüğünü, demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesini tümüyle ortadan kaldırmak.
Madde 6-Paralelle mücadele! Yalan! Paraleli yaratan sizsiniz. Şimdi çıkarlar çatışıyor.
Madde 7- Yolsuzlukla mücadele! İnsan yalan demeye bile utanıyor… Yolsuzluğun başının en tepeye tırmandığı ülkede, onun memuru yolsuzlukla mücadeleden söz edemez…
Madde 8- Adalet ve yargı alanı! Eee, ne yapacaksınız? Hukuk erkinin tamamını en tepedekine bağlama için elden geleni yapmaktan başka? Yani, yalanların en büyüğü.
Madde 9- Ekonomik restorasyon! AKP iktidarları zamanında ekonomik sıçramalar yaşatılmış’ Yalan! Ülke zenginlikleri satılıp savıldı, talan edildi. Ülke tarihinin en büyük cari açığı, en büyük sayıda işsizlik, can çekişen tarım, yerinde bile sayamayan sanayi…
Ve son bir ek olarak dış politika.. “Dış politikamız insani ve vicdani diplomasi”ye dayanıyormuş…”Zalimleri korkutan,mazlumları sevindiren bir dış politikamız” varmış…Boş laflar ve yalanlar!
Sen önce İŞİD’in elindeki(ölü mü diri mi bilemediğimiz ) tutsakların hesabını ver… Suriye hezimetinin hesabını ver ve öyle konuş…. Yalan yalan yalan….
Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığı paylaştığı Türkiye Cumhuriyetine, bundan böyle Türkiye Yalan Cumhuriyeti demede hiçbir abartı ve yanlışlık yoktur.





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/300814

23 Ağustos 2014 Cumartesi

BİR YAZININ ANALİZİ


Yazılarımızda söylediklerimizin yanı sıra açıkça söyleyemeyip ya da söylemek istemeyip üstü örtülü ve kimi kez belki farkında olmaksın söylediğimiz şeyler de vardır. Bunlar söyleyiş biçimimiz, vurgularımız, tonlamalarımız, seçtiğimiz sözcüklerde kendini ele verir. Bu yazıda ben, bir önyargım olmaksızın, sadece söz konusu yazının bende uyandırdığı izlenimlerle, “Tırmık” köşesinde yıllar sonra yeniden yazmaya başlayan Aydın Engin’in 17 Ağustos tarihinde yayınlanan “Yılmaz Özdil’i Savunmak” başlıklı yazısını böyle bir açıdan irdelemek istiyorum…
Başlıktan başlayalım… Fiilin mastar olarak kullanıldığı cümleler, bunu izleyecek cümlelere açık kapı bırakır… Okura yazarın ne söyleyeceğini merak ettirir. Nitekim söz konusu yazının başlığı ilk cümle olarak bir kez daha kullanıldığında bir ünlem işareti ve birkaç noktayla sonuçlanıyor… Böylece yazarın savunmaktan söz edeceği şey konusunda bir iç tartışmadan, soru işaretlerinden geçtiğini duyumsuyorsunuz…
Bir sonraki cümleyle sürdürelim:
Bu,meslek ahlakımızın da düşüne özgürlüğümüzün de ertelenemez bir gereğidir…”
Ertelenemez gerek” ne demek? Bu sözcük, içeriğinde tam tersini, ertelenebilir olma olasılığını da barındırır… Böylece de sanki üstün körü, içtenlikle duyumsanmaksızın, bir klişe gibikullanıldığını düşündürüyor...Zaten ardından gelen paragrafın son satırında, bu gerekliliğin “mesleğimizin olmazsa olmaz ilkelerine sahip çıkmak” olduğu söylenmekle, yazar bir bakıma kendini tashih etmekte, amacı biraz daha kesinlik vurgusu kazanmaktadır…


***
Şimdi, yeri geldikçe söyleyiş biçimine yeniden değinmek üzere, içerik konusuna geçelim… Aydın Engin, Yılmaz Özdil’den hemen her konuda zıt bir konumda bulunduğunu söylüyor… Bu elbette onun hakkıdır. Fakat bu “her konu” acaba nelerdir… AKP diktasına karşı çıkan yazarların en ön sırasında yer alan bir yazara “hemen her konuda zıt konumda” yer alarak acaba nasıl Cumhuriyet yazarı olunuyor?
Arkadan gelen bir paragrafı hem içerik hem biçem bakımından irdelemeye çalışarak yazımızı sürdürelim:
AKP elebaşıları medyayı iyiden iyiye dikensiz gül bahçesine çevirmek için kolları sıvayıp pervasızca harekete geçtiği,Başbakanın miting meydanlarında medya gruplarına tehditler savurduğu , çok bilir ve anlarmış gibi medyanın nasıl olması üstüne inciler yumurtladığı şu günlerde…..”
Allah Allah!.. Bütün bunlar şu günlerde mi oluyor?..
Siyahla belirginleştirdiğim, baştan aşağı klişe, zorlama sözler, şablon deyimler… Ve paragraf sonundaki şu cümle parçasına bakalım: “Başbakanın …çok bilir ve anlarmış gibi medyanın nasıl olması üstüne inciler yumurtladığı…”
Yani, “bilse ve anlasa”, karışmaya hakkı olacak….
İnciler yumurtluyormuş….
Aydın Engin kusura bakmasın, ona yazarlık öğretmek elbette haddim değil… Ve bu irdelemeleri en iyi anlayacak kişilerin başında da kendisinin geleceğinden kuşku duymam…… Fakat bunlar zorlama, hafifletici, hafife alıcı laflardır. Diktatör inci yumurtlamaz. Böyle ifadeler, tehdidin, baskının, faşizmin vahametini azaltır, küçük gösterir… Yazar arkadaşımız AKP diktasından söz ederken, anlatımındaki, seçtiği sözcüklerdeki, deyimlerdeki, vurgulardaki hoş görüyü, “müsamaha”yı, işine son verilen meslektaşından esirgiyor… Ona göre Yılmaz Özdil, “ırkçılık sınırında,aşırı faşizan tınılar taşıyan çok yazı” yazmış” biridir… Ağır suçlamadan,Yılmaz Özdil’e kapılarını açan “Sözcü” gazetesi de payına düşeni alıyor… “Yakışır”mış…. Yani, “ırkçılık sınırında, aşırı faşizan yazılar yazan” yazara gel bizde yaz demek, “Sözcü”ye yakışıyormuş… Eleştiri başka, hakaret sınırında yazmak başkadır… AKP diktasına en ağır, en tutarlı, en cesur eleştirileri yapan seçkin yazarların yer aldığı ve milyonlarca okuru arasında hiç kuşkusuz çok sayıda Cumhuriyet okurunun da bulunduğu bir gazeteyi tek bir sözcükle harcamak, Cumhuriyet yazarına da, gazetenin kendisine de yakışmıyor…



Devamımı gerekirse başka yazılara bırakıyor, gerek görüyorsa “Tırmık” yazarının yanıtını saygıyla bekliyorum.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

NERESİNDEN BAKALIM?


Elinizde tanıdığınız hiçbir şeye benzemeyen bir nesne bulunduğunu düşünün.
Daha doğrusu her evirip çevirişinizde başka bir şeye benziyor. Yani,neye benzediği neresinden baktığınıza bağlı. Deve ve kuş ikileminden farklı bir şey bu. Çünkü orada iki seçenek söz konusu. Burada ise neredeyse sayısız seçenekle karşı karşıyasınız… Cumhurbaşkanlığı Seçimi denilen şeyden söz ettiğimi anladınız. İyisi mi ben konuya neresinden baktığımı özetlemeye çalışayım…


***


Çatı adayının seçilme yöntemi doğru mu yanlış mı?
“Komplo teorileri”ni bir yana bırakarak yanıtlayacak olursak, bu yöntemde yanlışlıklar, en azından özensizlikler olduğu ortada.
Çatı adayının kendisi doğru bir seçim mi?
Neresinden baktığınıza bağlı…
Saygın kişiliğine karşın sol-sosyal demokrat seçmende heyecan yaratamadı.
Bunun olabilmesi için, kurtuluş savaşı komutanının asker kişiliğinden daha çok aydınlanmacı kimliğini vurgulaması yeterli olabilirdi…
Yapmadı, ya da yapamadı…
Merkezdeki,sağdaki seçmende de çok fazla, hatta belki hiç ilgi uyandıramadığı görüldü. Aldığı oyların çok büyük çoğunlukla sol-sosyal demokrat oylar olduğu yeterince ortada.
Bu bakımdan, çatı adayının kendisinin de doğru bir seçim olmadığı görülüyor.
CHP ve MHP’nin ve sözüm ona destek veren öteki partilerin tanıtım için gerekeni yapmadıklarını da göz ardı etmeyelim.


***
Çatı adayı olgusu doğru bir yöntem miydi?
Bu da neresinden baktığınıza bağlı…
İki büyük muhalefet partisinin bir eylem ortaklığında buluşmasını ben kendi payıma önemsiyorum.
Fakat görünen o ki bu buluşma gerçekten de “çatı”da oldu, tabana inmedi, inemedi…
Peki, inebilir miydi, inebilir mi?
Ayrı ve bence hem yakın hem uzak ileriye dönük olarak çok daha önemli bir konu…
Bunun ötesinde, paragraf başındaki soruyu tekrarlayalım, yöntem doğru muydu?
Bence, seçim yeterince doğru olsa ve tanıtım için gerekenler yapılsa, yanlış bir yöntem değildi…
Büyük olasılıkla, hatta kesinliğe yakın bir olasılıkla ikinci tura kalınacak, bambaşka bir seçim süreci ve sonrası yaşanacaktı…


***
Elimizdeki nesneyi evirip çevirerek düşünmeyi sürdürelim…
Sayın İhsanoğlu sonuca ilişkin olarak “galip sayılır bu yolda mağlup” dedi. Ben bu özdeyişi kendisi adına doğruluyorum. Herkesin görüp kabul ettiği gibi, en eşitsiz koşullarda efendice yarıştı. Böyle bir ortamda, böyle bir durumda böyle bir adaylığı kabul etmeyi göze almak bile bana kalırsa bir özveridir. Şimdi ben, bu çok bilinen özdeyişi tersine çevirerek; çağdaş, laik, büyük Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanlığına(seçime katılanların yüzde ellisinin az üstünde, genel seçmen sayısının yüzde otuzlarında bir oy oranıyla)seçilen kişi için kullanacağım: Yani, “mağlup sayılır bu yolda galip…”
Neden mi?
Bir kez, eşitsiz, utanç verici bir seçim süreci sonucunda bulunduğu konumu elde etmiş oldu.
İnsanların da, toplumların da yaşamında başarı her şey demek değildir…
Zedelenmiş, çiğnenmiş ahlâk ve vicdan değerleri, siz farkında olmasanız, görmezden gelseniz de peşinizi bırakmaz, hesap sorar…
Pratik sonuçlar olarak ise, bundan böyle bulunacağı konumnda ona buna sataşarak ağzını bozamayacak. Başbakan(yürütmenin başı) olarak uyguladığı despotik yöntemi uygulamasına oradaki yasal konum izin vermeyecek. Bunlardan vazgeçebildiği ölçüde de karizması çizilecek, parti içinde etkinliği azalacak, AKP’nin kaçınılmaz parçalanma süreci hızlanacak… Vazgeçemediği ölçüde ise, toplumdaki saygınlığı daha da sıfırlanacak ve suçluluk dosyası çok daha ağırlaşacak.
Fakat bütün bunlar kendiliğinden olmayacak…
Şimdi bütün bir toplumca sımsıkı durma, Türkiye Cumhuriyetinin kimliğini, öz değerlerini, gelecek kuşakların güvencesini korumak için çok daha dikkatli, sorumlu, kararlı, cesur ve ilkeli olma zamanıdır…

Seçim sonuçlarını tartışma sarmalında kaybolmayıp, bir de böyle bakalım…

9 Ağustos 2014 Cumartesi

KARA BİR RÜZGÂR


Kara bir rüzgârdı üstünde bir yurdun,
Kara bir vicdan, kapkara.
Esip durdu hışım gibi, taun gibi;
Akla düşman, aydınlığa.


Kara bir rüzgârdı, kötücül, zalim,
Daha doğmadan söndüren tomurcuğu.
Genç kızın ergenlik düşüne düşman,
Bebek bakışındaki meraka.


Kara bir rüzgârdı, kara kalpli,
Mağaralarda beslenmişti,
Yarasalardan esinlenmişti,
Nefretle bilenmişti, hınçla.


Kara bir rüzgârdı, geçtiği her yerde
Zehirliyordu iyi ve canlı ne varsa;
Aydınlık uç vermesin diye
O topraklarda bir daha.


Kara bir rüzgârdı, hiçbir şey
Daha ölümcül olamazdı ondan;
İnsanın sapkınlığıydı çünkü;
İnsan görünümlü, insana düşman.


Kara bir rüzgârdı, zifir kara,
Uçurum gibi açılmıştı ağzı;
Esti üzerinde toplulukların,
Boyun eğmiş, yazgıya razı.


Kara bir rüzgârdı, can alıcı,
Yedeğinde cellatlar, mezbahalar, ceza evleri;
Buyruğunda kara büyü, kara ruh, kararmış adalet,
Elinde ölüm terazisi, cinayet kılıcı.


Kara bir rüzgârdı, esmekte hâlâ,
Karanlık saçarak, kötülük ve riya;
Gömmek için iskelet elleriyle
Bir ülkeyi dönüşsüz karanlığa.


12 Ocak 2012


Sevgili okurlarıma: Uzak bir yurt dışı yolculuğundan çok yorgun ve biraz hasta döndüm. Yarınki seçim için bir şey yazmaya halim de hevesim de yok. Daha önce bu sütunda yayınlanmış şiirimi bir kez daha paylaşalım istedim… A.B.


1 Ağustos 2014 Cuma

HEYECANSIZ SEÇİME DOĞRU


Kendimden başlayayım.
10 Ağustos’ta vereceğim oy için her hangi bir heyecan duymuyorum.
Toplumda da görebildiğim kadarıyla göze çarpar bir heyecan belirtisi yok.
Mahalleden tanıdığım (son yerel seçimlerde oyunu CHP adayına veren)
bir MHP’li arkadaş, önümüzdeki cumhurbaşkanı seçimi için umudunu cemaatlere bağlamış…
Görelim bakalım, diyor, cemaatçilikleri samimi mi, yoksa maddi çıkar doğrultusunda mı oy kullanacaklar… (Yani, sayın çatı adayına mı, yoksa kendilerine maddi çıkar sağlayacak olan iktidar partisi adayına mı oy verecekler…)
Bir başka deyişle, umut kaynaklarımızdan biri cemaat oyları…
Nitekim aynı arkadaş, Fatih cemaatinin oylarının çatı adayına olacağını söylüyor…
Duymuşluğum var ama, Fatih cemaatinin kimlerden oluştuğunu , doğrusu ya, tam olarak bilmiyorum…
Nurcular mı, Fetullahçılar mı,Süleymancılar mı, Nakşibendiler mi, yoksa bu saydıklarımın hepsi zaten aynı şey mi?...
Türkiye bir şeyhler, müritler, tekkeler ülkesi olmayacak diyen kurtarıcı önderin kemikleri sızlıyor olmalı…
(Cehaletimi gidermek için üşenmeyip interneti açtım, Fatih Cemaati, Fatih’teki İsmail Ağa camisi çevresindeki cemaatin adıymış… Ne anlama geldiğini bilemesem de, bir Nakşibendi cemaati olduğunu da bu arada öğrenmiş oluyorum…)

*** ***


Bir süredir dışında olduğum İstanbul’a bir iki gün önce ayak bastığımda iktidar partisi adayının her yeri kaplamış afişleriyle karşılaşıyorum.
“Milletin adamı” imiş…
Korku titreşimleri taşıyan sesiyle oğluna “paraları sıfırla “ diye fısıldayan adam, bu afişlerden “millet”ine azametle, mutlulukla bakıyor…
Yeni Türkiye’nin” mimarı imiş…
Yani çalıp çırpmanın hoş görüldüğü, çalıyor ama çalışıyor da sloganının yüz kızartıcı bir utanmazlıkla dilden dile dolaşıp kabul gördüğü, kamu zenginliklerinin ülke çapında yağmalandığı, kadınlara karşı işlenen cinayetlerde rakipsiz dünya şampiyonu olduğumuz,ulusal eğitimin bütünüyle din eğitimine dönüştürülmekte olduğu, kestikleri insan başlarıyla top oynanan canilerin Türkiye kolunun İstanbul’un ortasında toplu namaz kıldıkları; bir konsolosluğumuzun mensuplarını ve ailelerini tutsak edip bu konsolosluk binasını karargâh olarak kullanan canilerin, bu aşağılayıcı eylemlerin hedefi olan ülkenin hükümetince korunup desteklendiği; neredeyse bütün dünya ülkelerince dışlanmış ve komşularıyla savaşın eşiğine getirilmiş ve kendi içinde de bin parçaya ayrılmasına bir kıvılcımın yeteceği bir “yeni Türkiye’nin mimarı…
Ve sözünü ettiğim seçim afişlerinde milletine gururla, mutlulukla bakan
adama karşı, yukarıda ancak bir bölümünü saydığım suçlarla ilgili tek bir karşı afiş, tek bir slogan yok…
Böylesi bir seçim kampanyası herhalde dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman görülmemiştir…
,
***

Seçimlerde hedef, tarafsızların, ilgisizlerin, karşı seçmenin oyunu kazanmaktır…
Bu seçimde tam tersine, oy vermesi “banko” olan seçmen etkilenmeye çalışılıyor…
Bu da bize özgü bir garabet olsa gerek…
Daha önceki bir yazımda ve konuyla ilgili bir genel toplantıda, sol-sosyal demokrat seçmenin oyunun “çantada keklik” olmadığını yazıp söylemiştim…
Bu uyarıda, ne yazık ki tahmin ettiğimden de daha çok haklılık olduğunu görüyorum…


***

Heyecansız bir seçime doğru yol almaktayız…
Heyecan duymak için bir neden yok…
Buna karşılık, öfke, üzüntü, hayal kırıklığı yaşıyoruz…
Fakat şu anda, bu yazının en zor yerinde, bir an duruyor ve olanca içtenliğimle kendime ve böylece de düşündaşlarıma, arkadaşlarıma soruyorum:
-Öyleyse ne yapmalı, ne yapmalıyız?..
Yanıtım aynı içtenlikte ve açıklıkta olacak:
İlk turda Cumhuriyet Türkiye’si yıkıcısının olabildiğince düşük bir oy oranında kalması için elden gelen yapılmalıdır.
Bunun ilk koşulu da iki elimiz kanda da olsa seçime katılmak ve bu kişi karşısında ikinci tura kalması en olası aday kim ise, onun için oy kullanmaktır…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/020814