30 Nisan 2016 Cumartesi

İLAN EDİLMEMİŞ İÇ SAVAŞ

    
     Bir iç savaşta olabileceğinden  daha çok can kaybına yol açmış olsa da sözünü etmekte olduğum  Güneydoğuda  sürmekte olan savaş değil.
     Bu karşılıklı kırım, yaşanmış ve yaşanmakta olan bunca acıya karşın çok şükür  hiç değilse şimdilik bir iç savaşa dönüşmedi.
     Böyle olmamasının bence başlıca nedenlerinden biri halkın sağduyusu, bununla  ilişkili olarak bir ikincisi birlikte yaşama istencinin güçlülüğü ve kaçınılmazlığıdır.
    Ayrılma iradesinin maddi temelleri yoksa ya da eksikse halkları birbirinden ayıramazsınız.
    Ülkemizde yaşanmakta olan etnik kökenli çatışmada görülen budur.
   Başka türlü olsa karşılıklı boğazlaşmaya, bir iç savaşa hiçbir güç engel olamazdı.

                                                         ***
   Buna karşılık bir başka alanda bir iç savaşın koşulları inatla , kararlılıkla oluşturulup pekiştirilmektedir.
    Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta  provaları yapılan; “minareler süngümüz” meydan okuyuşuyla daha geniş bir alana çekileceğinin ilk işareti verilen bir iç savaştır bu.
    Henüz ilan edilmemiş olsa da ilan edilmesi eli kulağında bir iç savaş…
                                                         ***
    “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” hedefi bu iç savaşın yol haritasında bir dönüm noktasının adlandırılmasıdır.
      Bilimsel düşünen, hümanist, yurtsever gençler değil, dindar ve kindar nesiller.
      Eğitim sistemini bozup değiştirerek bu hedefe ulaşmada büyük yol aldılar ve almaktalar..
      Gezi başkaldırısı sırasında  söylenen “halkın yüzde ellisini evlerinde zor tutuyorum”  tehdidi, dolaylı olarak dile getirilmiş olsa da  bir iç savaş tehdididir aslında.
   Burada şaşırtıcı ve düşündürücü olan, bunları söyleyen kişinin, bugün bulunduğu yerde bulunmakta oluşudur…
    Halkın yarısının sizden yana olduğunu düşünüyorsanız öteki yarısının da yaşamını ilgilendiren bir değerler sistemini başka türlü nasıl ortadan kaldıracaksınız?
     Ve son olarak, en üst perdeden laiklik karşıtı söylem…
     Laiklik kavramının anayasadan çıkarılıp yerine inançla ilgili kavramların konulmasını istemek, cumhuriyet değerlerinin yok edilip yerine şeriat hükümlerinin konulması, bir başka deyimle de yine o çevrelerin kullandığı bir sözle yüz yıla yaklaşan “parantez”in kapatılmasıdır..
       Bir iç savaşı göze almadan bunu yapmayı başarabilme şansınız var mı?
                                               ***
       Söz konusu çevrelerin yaygınlaştırmaya çalıştıkları inanç, büyük bir imparatorluğun yıkılıp yerine küçük bir cumhuriyetin kurulmuş olduğu, bunu yapanların da Cumhuriyetin önder kadroları olduğudur…
        Tarihsel gerçeklik  ancak bu  kadar bilinçsizce, bilgisizce ya da kasıtlı olarak tersine çevrilebilir…
        İmparatorluğun yıkılmasının nedeni   bilimsel devrimler çağının gerisinde kalmasıdır…
         Yerine kurulması başarılan cumhuriyet ise bir küçülmenin değil, temellerini çağdaşlık değerlerinin oluşturduğu bir mucizenin adıdır…
        Şimdi yok edilmek, ortadan kaldırılmak istenen, bu yönde küçümsenemeyecek ölçüde de yol alınan bu mucizedir…
         Bütün bu çabalar, meydan okumalar, ya da sıkışıldığında kişisel ve masum gösterilmeye çalışılan açıklamalar,  planlı ve uzun zaman içinde ayrıntılarıyla düşünülmüş bir iç savaş hazırlığının dışa vurumlarından başka bir şey olamaz…
          Zamanı geldiği düşünüldüğünde açıkça ilan edilmekten de çekinilmeyecek bir iç savaşın…
                                                            ***
          Ülkenin bütünüyle yıkımı demek olacak böyle bir iç savaşa engel olunmasının tek yolu, inancı ve toplumsal(sınıfsal) aidiyeti ne olursa olsun, cumhuriyetten, aydınlanmadan, çağdaş anlamıyla insanlık değerlerinden yana olan herkesin, cesur, kararlı, örgütlü birlikteliğidir…
          Bu başarıldığında, karşıda olduğu iddia edilen kitlenin de, büyük çoğunluğuyla,bu değerlerden yana olduğu görülecektir…

                                                                    
Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/300416

23 Nisan 2016 Cumartesi

BARTIN’DAN İZLENİMLER

     Okurlarım gazetemizde “Türkiye’nin Aydınlık Yüzüne Yolculuklar” başlığı  ile yayınlanan yazılarımı anımsayacaklardır.
      Bu yazılar daha sonra, bu köşede yayınlanan bazı yazılarla birlikte “Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımı oluşturdular… 
     Bartın’daki dinleti ve söyleşiler sonrasında büyüleyici ilkbahar görüntüleri içinden İstanbul’a dönüş yolunda, içimde biraz da  “nostaljik” bir duyguyla sözünü ettiğim türden yazılar yazma isteği uyandı…
      Ülkeyi, güzel insanları anlatmak…
      İçimizi, benliğimizi kaplayan lanetten, karanlıktan biraz olsun uzaklaşmak…

                                                           ***
     Bartın’a müzisyen arkadaşımla üçüncü gidişimizdi. Sonuncusunun üzerinden  üç yıl geçmiş… …  Bartın otogarında bizi bu gidişimizde de, üç yıl önce olduğu gibi,   Bartın Güzel Sanatlar ve Turizm Derneği yöneticileri, öğretmen ve sanat sever arkadaşımız Keramettin Çetin ve gönlünü yirmi yıldır tiyatro sevdasına kaptırmış su ürünleri mühendisi Kubilay Menteş karşıladılar.Derneğin adı büyük, ama var oluşunu borçlu olduğu tek şey yöneticilerinin sanat sevdası ve özverisi. Bartın, Bartınlılar, bu özveriyi, “Karadeniz’in Kıyıcığında”ki bu güzel  kentimizde sanat ateşini canlı tutmak dışında hiçbir karşılık beklemeyen bu çırpınışı, içten çabayı yalnız bırakmamalılar…
                                                                ***
      Heraklit’in ünlü sözünü biraz değiştirerek tekrar etmek istiyorum… Aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağı  evrensel bir gerçek… Fakat yanı sıra, aynı şeyi farklı farklı görmek, başka açılardan görmek, daha ayrıntılı ve daha bilinçli görebilmek de bir başka gerçek… Bundan önceki gelişlerimizde de Bartın’ı gezip görmüştük kuşkusuz… Fakat bu kez, örneğin,usuldan çiseleyen yağmurun altında, Şadırvan’a daha dikkatle baktım… 1912’de, savaş sırasında, Karakaşoğlu Hacı Arif Kaptan tarafından yaptırılmış olduğunu not ettim…
Az ötede, 1824’te (demek ki II.Mahmud döneminde) yapılmış  Arap Camii’nin bitişiğindeki kahvede çay içerken, işletmecisinden çalışanına, kahvenin hepsi Bartınlı hanımefendiler olan
yöneticileriyle tanıştık…  Dinletimizde izleyicilerimizin en az yarısının kadın oluşu, bir ülkede,  her hangi bir yerleşim yerinde kadının toplumsal yaşama katılışının ,uygarlığın birincil koşulu olduğuna ilişkin düşüncem bir kez daha pekişti… Nitekim, sözünü ettiğim kahvenin bitişiğindeki Azim Kitapevi’nin yöneticileri de iki hanımefendiydi… İsim levhasında kitapevinin 1924’te açılmış olduğu belirtilmişti… Bu gibi tarihlerin daha çok kebapçı vb. tabelalarında görmeye alışmış gözlerimiz için şaşırtıcı bir şeydi bu ve Bartın’ın ayrıcalığının güçlü bir  kanıtıydı…  Aynı tarihte  Cemal Aliş tarafından yayınlanmaya başlayan Bartın Gazetesini  ziyarete  vakit bulamadık ama, Cumhuriyetimizin tanığı bu gazetenin Bartın ve bütün o yöre bakımından nasıl güçlü bir aydınlanma ocağı olduğunu anlamak güç değildi…
                                                   ***
       Ertesi gün  öğleden önce, henüz birkaç yıllık geçmişi olan Bartın Bahçeşehir Kolejindeki dinleti ve söyleşimizden; bu pırıl pırıl  öğretim ocağına, üstün zekâ düzeyindeki sorularıyla bizi şaşırtan öğrencilerine,  genç edebiyat öğretmenleri sevgili Derya ve Sinem hanımlar başta olmak üzere kolej  öğretmenlerine sıcak  dostluk duygularıyla ayrıldık…   Kolejin kurucusu, matematik öğretmeni  sayın İhsan Sağlam’ı, gerçekten de soyadı gibi sapasağlam bir eğitimci olarak tanımakla sevinç duydum… Ülkemizin içinde çırpınmakta olduğu bataklıktan kurutulmasının tek çaresi bu türden çağdaş, aydınlık eğitim kurumlarının  ve böyle çağdaş kimlikli eğitimcilerin çoğalmasındadır…
  
                                                        ***
       Bartın’dan hareket eden otobüs Devrek yönünde ilerlemekteyken, yolun her  iki yanından gözlerimize bir masal dünyası sunan yeşillikler okyanusuna dalıp gittim..  Birbirlerine yapışık olmayan, en yükseği iki katlı, pembe kiremit çatılı evler  de, bu  masal dünyasına dalmış,sanki bir rüya görmektelerdi…  Mutluluk bu kadar yakınımızda ve ulaşılması
bunca kolayken; insan hırsının,tamahının, cehaletinin, bu eşsiz rüyayı bütün ülkede  nasıl bozup yok etmek için pusuda beklediğini   acıyla, öfkeyle, kederle düşünmemek elde değildi…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/230416

16 Nisan 2016 Cumartesi

İstanbul işgal altında

İstanbul’u görmemiş ya da semtlerini, caddelerini yeterince tanımayan okurlarımdan özür dileyerek işgal altında bir günün öyküsünü paylaşmak istiyorum.
Perşembe günü öğleden sonraki bir saatte bir toplantıdan Beşiktaş’taki evime dönmek üzere arabayla Tophane yokuşundan “Meclis-i Mebusan” Caddesi’ne indim.. 
Karaköy - Kabataş arasındaki bu caddede trafik çoğu zaman sıkıntılıdır. Fakat o saatte bu kadarı fazlaydı. Bir kilometreden çok tutmayacak yolu en az yarım saatte aşarak Kabataş İskelesi yakınlarına ulaştığımda yolun kapatılmış olduğunu, genç bir trafik polisinin arabaları gerisin geriye yönlendirmekte olduğunu gördüm… 
İster istemez dönerken bir an polisin yanında durarak caddenin kapatıldığını gösteren bir uyarı levhasının daha gerideki bir yere neden konulmadığını, işkence olsun diye mi boşu boşuna bu kadar sıkıntıya sokulduğumuzu sormayı düşündüm, fakat birbirini yapışırcasına izleyen araba akışı nedeniyle bu olanaksızdı. Yine ister istemez, çobanın yönetimindeki sürünün bir bireyi olarak yönlendirildiğimiz yöne doğru devam ettim… 
Kargacık burgacık ve ürkütücü diklikte dönemeçler ve yokuşlar aşarak arka sokaklardan Gümüşsuyu’na ulaşmayı başardığımda bu kez Dolmabahçe yönünde geçilmez trafik yoğunluğuyla karşılaştım. 
Taksim yönüne döndüm… Bir zamanların AKM’sinin şimdiki hayaletinin önünden geçip Gezi Parkı’nın arkasındaki caddeden yüz metre kadar aşağıya güç bela ulaştığımda ise orada da Dolmabahçe’ye inen caddenin kapatılmış olduğunu, Maçka’ya doğru da geçit verilmediğini görerek yine ister istemez Elmadağ yönüne saptım… 
Ve o zaman gerçekten de işgal altında bir şehirde olduğum duygusunu yaşamaya başladım… Bütün girişler, köşe başları polislerce tutulmuştu… Arabalar kaplumbağa hızıyla ilerlemekteydi… Elmadağ’dan Valikonağı Caddesi’ne en yoğun trafik akışında on - on beş dakikada geçilebilecek mesafeyi aşmam bir saati bulmuş olmalıdır… 
Sonrasında gece işkencesi başladı… 
“BirGün” gazetesinin Asmalımescit’teki kutlama yemeğine katılmak üzere eşimle çıktık… 
En kolay yolun otobüsle Taksim’e gidip oradan metroyla Asmalımescit’e ulaşmak olduğuna karar vererek Beşiktaş’ta otobüse bindik. Gümüşsuyu yokuşuna kadar olan mesafeyi oldukça rahat geçtikten sonra otobüs AKM yakınlarında durdu ve şoför ayağa kalkarak yolculara yolun ileriye doğru kapalı olduğunu bildirdi… 
Bir süre yürüyerek ulaştığımız Taksim Meydanı sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla felç olmuştu… Zincirleme bir kaza olmuşçasına bütün her yerde arabalar birbirine girmiş, kimileri sanırım farklı yollardan kaçmaya çalışırken ters yönlere dönüp öylece kalmışlardı… Bir deprem sonrası ya da az önce bombalanmış bir kent görünümüydü bu… 
Böyle rezil ve zavallı bir görünümle yaşamım boyunca ne kendi ülkemizde ne başka bir ülkede hiçbir zaman karşılaşmadım… 
Alanın tam ortasındaki metro girişine yaklaştığımızda çevresinin bariyerle kapatılmış ve üzerine de beton dökülmüş olduğunu görmek şaşkınlıktan da öte bir duyguydu…
Sonunda ulaşabildiğimiz Asmalımescit’ten bu kez taksiyle Beşiktaş’a dönüş pek fazla güç olmadıysa da Beşiktaş Caddesi’nden Kadıköy Vapur İskelesi’ne açılan sokak, oraya birkaç yıl önce kondurulan bilmem ne otelinin önünde, araçlara ve yaya geçişine çoğu kez olduğu gibi yine kapalıydı… Barbaros Bulvarı girişindeki trafik ışıklarının iki yanı ise karşıya geçmek için bekleşen yayalarla doluydu… Polis taksinin daha ileri gitmesine izin vermedi ve biz de bekleşen yaya kalabalığına katıldığımızda mesele anlaşıldı… Geçiş izni yoktu… Az sonra onun nedeni de anlaşıldı… Kulak tırmalayan siren çığlıkları eşliğinde ve gerçekten de bir işgal ordusu konvoyu gibi, siyah, zırhlı araçlar, göz kamaştıran yanar döner ışıklar saçarak art arda ve hızla geçmeye başladılar… 
Bu cehennem görüntüsü de sona erdi ve geçiş izni verildi.
Ülkede cehennem ise sona ermiş değil…

9 Nisan 2016 Cumartesi

AKP MİLLETVEKİLLERİNE


   İktidardaki partinin sayın milletvekilleri!

   Beni ve benim gibi düşünenleri kaygılandıran, uykularımızı kaçıran, rüyalarımızı kâbusa dönüştüren sorunlardan  aklıma ilk gelenleri, sıra gözetmeksizin, hiçbir art niyet taşımaksızın,   sorular biçiminde sizlere yöneltmek istedim.  Sizden yanıt beklemiyorum. Bu yanıtları aklınızla ve vicdanınızla baş başa kaldığınızda kendinize verip vermemek yine kendinizin bileceği şeydir.

1)      Kimilerinin düşünüp dile getirdiği gibi, Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki Türkiye Cumhuriyeti  bir gerileyiş, tarihin çöplüğüne atılması gereken  bir sapkınlık dönemi  mi; yoksa bütün kurumlarıyla çökmüş, toprakları işgal edilmiş, başka milletlerin boyunduruğu altına girmiş bir devletin içinden yenilenerek, çağdaşlaşarak çıkış mıdır?

2)      Laiklik kavramı yine kimilerinin düşünüp dile getirdiği gibi dinsizlik mi, yoksa din olgusunu(gerçeğini) kişisel bir vicdan konusu olarak  görüp,  toplumsal yaşamı çağdaş bilimin gereklerine göre düzenleyebilmek için kaçınılmaz bir zorunluluk mudur?

3)      Eğitimde öncelik,çocuklarımıza okul öncesinden  başlayarak dinsel inanış  kurallarının öğretilmesi mi; yoksa onlara bilimin, bütün bir insanlık kültürünün , irdeleyici(araştırıcı) düşünme yönteminin kazandırılması mı olmalıdır?

4)       Çocuklarınızın, torunlarınızın, günümüzdeki ve gelecekteki kuşakların “dindar ve kindar” kişiler olarak mı; yoksa bütün inançlara saygılı, yaşamla ve dünyayla barışık, yurtsever ve insan sever  kişiler olarak yetişmelerini mi arzu edersiniz?

5)      Ülkemizde yaklaşık yüz elli yıllık bir geçmişi olan parlamenter sistemin ve bu sisteme bağlı olarak oluşup gelişmiş “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin, özetle demokrasinin, bütün eksiklerine karşın hem ülkemiz hem dünya bakımından  en  ileri bir siyasal sistem  olduğunu mu ,yoksa  bütün iktidarın tek elde  toplanması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

6)      Atatürk hakkındaki  görüşünüz nedir? Asker,  devlet adamı  ve entelektüel  kimliğiyle dünya siyasal  literatüründe  devrimci bir deha olarak anılan bu kişi gerçekten  üstün niteliklere sahip bir kurtarıcı mı, yoksa  kimilerinin(alçakça,haince) söyleyip durdukları gibi kimliği belirsiz ayyaşın teki midir?

7)      Emperyalist Büyük Orta Doğu projesinin  düşünce babalarından, “Uygarlıklar Çatışması” adlı kitabın yazarı Pentagon profesörü,  Türkiye Atatürk devrimleriyle ait olduğu yoldan saparak yanlış bir yola girmiştir derken sizce haklı mıydı?

8)      Sizler de uygarlıklar arasında aşılmaz engeller olduğu, Türkiye’nin hiçbir zaman Batılı bir toplum olamayacağı görüşünde misiniz? Şu son yıllara kadar  İslam toplumlarının örnek aldığı,  çoğunluğuyla İslam inancındaki bir ülkenin de Batılı ve çağdaş olabileceğin tek ve seçkin örneği sayılan  ülkemiz ,  uygarlıklar arasında aşılmaz engeller olduğu görüşünün yanlışlığını kanıtlamıyor mu?

9)      Bugün içinde bulunduğumuz Ortadoğu bataklığından hoşnut musunuz? Evinize ya da işinize giderken rahat mısınız?  Kendi içindeki terörizmle boğuşurken  İŞİD cellatlarına kucak açan,dünyaya terör ihraç eden bir ülke durumuna nasıl geldik?

10)   Neredeyse bütün komşu ülkelerle neden düşman olduk? Suriye’yle ,Irak’la,Rusya’yla ne derdimiz vardı?

11)   Fabrikalarının kapandığı ya da satıldığı, tarım ülkesiyken   tarım ve hayvancılık ürününü ithal eder duruma gelip bu üretim alanlarının bütünüyle can çekiştiği,köylerinin boşalıp kentlerinin rant uğruna yaşanmaz duruma getirildiği, coğrafyasının delik deşik edildiği, turizm alanının ölümcül darbeler aldığı bir ülkede yaşamaktan hoşnut musunuz?

12)   Savaşı değil barışı savunan bir bildiriyi imzaladılar diye bilim insanlarının işlerinden atılıp cezaevine tıkılmasını; ayrımcılığa karşı savaşın iç savaş boyutuna taşınmasını;medyanın , üniversitelerin, yargı kurumunun,  en  tepeden en küçük birimine kadar   yürütme erkinin büyük çoğunluğuyla kapı kuluna   dönüştürülmesini içinize sindiriyor musunuz?

  13) Kadınlara karşı cinayetlerdeki sınırsız artış,akıl ve vicdan ötesi tecavüzler ve örtbas edilmeleri, bütün bunlar ve benzerleri  sizin döneminizde oldu ve olmakta…

Bilmiyorum, rahat mısınız?
   





2 Nisan 2016 Cumartesi

SERİNKANLILIKLA


    Marketin kapısının önündeki sergide gazete seçerken  içerden çıkmakta olan yaşlıca bir zat  “Belasını kendi bulacak…” diye homurdanıyordu.
      Yanıtı tahmin etmekle birlikte “Kimi kastediyorsunuz?” diye sormaktan kendimi alamadım…
      Kalın, ak kaşlarını kaldırıp beni dikkatle süzerek yanıtladı: “Kimi olacak? Sanki sen bilmiyor musun?”
    Bir gülümsemeyle karşılık verdim…
     Fakat serinkanlılıkla düşününce şu sonuca vardım: Ne kadar hak ediyor olsa da kimse belasını kendi bulmuyor…
    Belasını kendi bulmak sözü bir arzunun, öfkenin, bir dileğin dile getirilmesinden başka bir anlam taşımıyor…
   Belayı hak ettiğini düşündüğümüz her kimse, belasını bulması için yapılması gerekenler neyse yapmak, en azından yapmaya çalışmak gerekiyor…
    Belasını kendisinin bulacağını düşünmek kaderciliktir…
                                                            ***
 Sanırım pek çok köşe yazarı arkadaşım gibi ben de  Tayyip Erdoğan konusunda artık bir şey yazmamaya kendi kendime söz veriyorum.
      Fakat ne mümkün!
      Her yerden, her köşeden, istenmeyen bir “esin”kaynağı, daha doğrusu kötü bir düş, karabasan gibi karşımıza çıkıyor…
     Gelmiş geçmiş hiçbir siyasetçi, gazete yazarlarına, habercilere böylesine ve bu kadar çok esin kaynağı olmamıştır…
     Nereye baksanız onu görüyorsunuz…
    Fakat tıpkı “belasını kendi bulacak” demenin anlamsızlığı gibi  “Yetti artık!Bu kişi hakkında bundan böyle yazmayacağım!..” demenin de, serinkanlılıkla düşününce anlamsızlığını anlıyorsunuz…
    “Sivil Darbe” ve “Yalancının Ampulü” adlı kitaplarım, dolaysız ya da dolaylı ondan söz eden yazılarla dolup taşsa da, bizlere esin kaynağı olmayı sürdürdükçe ve serinkanlılıkla düşününce yeni bir kitaba doğru devam etmekten başka çare olmadığın ı görüyorsunuz…
                                                                 ***
   CNN İnternational muhabiriyle Amerika’da yaptığı görüşmede Mit silahları haberi nedeniyle yargılanmakta olan arkadaşlarımızı yine “casus”lukla suçluyor…
     Kendini yargı yerine koyarak hükmünü baştan vermiş.
Devam eden mahkeme umurunda değil.
Ne casusluğu? Kimin hesabına casusluk? gibi soruları yanıtlama gibi bir kaygısı da yok…
Görünürde rahat koltuğunda, bacak bacak üstüne atmış olarak,ya da sarayında muhtarlara nutuk atarken, muhaliflerinin,  öğretim üyelerinin, nefret ettiği  aydınların ve gazetecilerin canına kastetmişçesine suçlama üstüne suçlama, hakaret üstüne hakaret savuruyor…
    Serinkanlılığınızı yitirip, suçlamalarını ve hakaretlerini gerisin geri kendisine yöneltmekten kendinizi güçlükle alıkoyuyor ve serinkanlılıkla her şeye karşın ölçü ve edep düzeyini daha da düşürmemek gerektiği sonucuna varıyorsunuz…
                                                             ***
Serinkanlılıkla…Evet…
Fakat serinkanlılık hiçbir şey yapmamak ya da sadece düşünmek anlamına da gelmiyor…

Yakınmaksızın, hakaret etmeksizin, öfkenize teslim olmaksızın, işi kadere bırakmaksızın, üstünüze çullanan çakal sürüsünü,  tıpkı usta bir boksör gibi, aklın, bilginin, ölçünün bilinçli ve kararlı vuruşlarıyla geriletip etiksizleştirmeniz gerekiyor…