27 Aralık 2018 Perşembe

SANAT İNCE İŞTİR



Bana bir şiiri nasıl yazdığım sorulduğunda yanıtlamakta güçlük çektiğim zamanlar vardır.
Çünkü bazı şiirler, üstelik en çok sevilip tanınanlardan ve gerçekten kendimin de en sevdiklerimden, en değerli bulduklarımdan bazıları, umulmadık zamanlarda birdenbire gelir.
Bu “gelir” sözü(buna içten gelme de diyebiliriz) bu tanıma çok uygundur.
Örneğin “Ben Ölürsem Akşam Üstü Ölürüm” tam olarak bu tür şiirlerimdendir.
1970 başlarında Paris’te bir sabah uyandığımda, ne akşam üstünü ne ölümü düşünmezken, aklımda şiirdeki sözcüklerin ve kavramların kırıntısı bile yokken, sanki kulağıma fısıldanmış gibi bir çırpıda yazılmış bir şiirdir…
Yine örneğin, “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” da öyledir…
Bu kez 70’li yılların ortalarında, o sırada yalnız yaşadığım Kadıköy’deki evimde, bir akşam üstü eve gidip daktilonun başına geçerek yine bir çırpıda yazılıp tamamlanmış bir şiirdir…
Tabii sonradan düşündüğümde, bilinç altındaki bu oluşumların nedenlerini, kaynaklarını az çok anlayabiliyorum…
Fakat yine de bunlar sanki birer armağan, denebilir ki “yıldızın parladığı” anların olağan dışı, olağan üstü ürünleridir…
Buna karşılık pek çok şiir de uzun araştırmalar, çalışmalar sonunda ortaya çıkmış, tamamlanmışlardır…
Kimi dizelerin, kimi kez tek bir sözcüğün bulunup yerine konulması için yılların geçmesi gerekmiştir…
Şairin atölyesi onun duygu ve düşünce dünyası, baştan sona bütün yaşamıdır…
Bir ressam, bir müzisyen, bir anlatı yazarı, bir tiyatro yaratıcısı, ürünlerinin nasıl ortaya çıktığı sorulduğunda, az çok aynı şeyleri söyleyecektir…
Sanat bilinmezle bilinenin, sezilenle kavrananın, içten gelenle bilinç ürünü olanın, anlaşılması güç, karmaşık, sanatçının kendisinin bile bütünüyle açıklamakta güçlük çekeceği bir sentez, bir yaratma olgusudur…
Daha da özetle söylenecek olursa, ince, çok ince bir iştir…

****
Sanatçı duyarlı, duygulu bir kişiliktir…
Kabalıkla karşılaştığında, yapıtı ve kişiliği küçümsenip hor görüldüğünde, çoğu kez karşı çıkmaksızın kendi içine çekilir…
Yapılan şey ciddi, doğru bir eleştiriyse, gerçek sanatçı bu eleştirinin doğruluğunu yanlışlığını, kendi içinde tartışır, irdeler, sonuçlar çıkarmaya çalışır…
Onun en acımasız eleştirmeni zaten kendisidir…
Siyaset dünyasında olağan sayılan hakaretler, sövgüler, sanat dünyasına yabancıdır.
Farklı sanat anlayışları arasındaki çatışmalar da, ne kadar sert olursa olsun, kişiliğe saldırı düzeyine inmez, inemez…
Örneğin hiçbir sanatçı bir başka sanatçı için, onu ne kadar beğenmese de, “sanatçı müsveddesi” demez, dememelidir…
Çünkü beğenmediği sanatçının da, yetenek düzeyi ne olursa olsun, zahmetli, çileli bir işin emekçisi olduğunu bilir, bilmesi gerekir…

****
Sanat dünyası ile siyaset dünyası arasındaki ilişki bir başka çetrefil konudur…
Sanatçı siyaset konusunda düşüncelerini açıklarken, kendi alanı dışında bir konuda kafa yoruyor demektir…
Bu hele muhalefetteki bir sanatçının iktidara yönelik bir eleştiri yada suçlaması ise , bunu bir çıkar beklentisiyle değil, tam tersine belayı göze alarak yapıyor demektir.
Bu nedenle de eleştirilen siyasetçi, hakaret yağdırmak yerine, bu cesarete saygı duymalı, söylenenden incinse de anlayışla karşılayıp ders çıkarmaya çalışmalıdır…
Bu konudaki sıkıntılardan biri iktidar zehirlenmesi, kendini her türlü eleştirinin üstünde görmekse, bir öteki sanata ve sanatçıya karşı içten içe duyulan bir öfke, bir haset, bir kıskançlıktır.
Çünkü siyasette yükselmiş herhangi bir siyasetçinin yaşamı irdelendiğinde, zamanında bir sanat dalıyla uğraştığı , genellikle de başarısız olduğu görülecektir…
Bunun en tipik örneği, resimleri bence pek de kötü olmamakla birlikte akademiye üst üste başvuruları reddedilmiş olan Adolf Hitlerdir. ..
Son olarak söyleyeceğim ise;sanata,sanatçıya karşı hoş görüsüzlüğün, düşmanlığın hiçbir siyasetçiye iyilik getirmediği, getirmeyeceğidir…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/261218

20 Aralık 2018 Perşembe

GEZİ ONURUMUZDUR




Gezi direnişinin karalanmak istendiği şu günlerde Gezi şehitlerinin anısına ve onlardan biri olmakla onur duyduğum milyonlarca yurt ve özgürlük severin cesaret ve özverisine bir kez daha sevgi ve saygıyla…


Gezi onurumuzdur
Gezi zalime, zulme karşı koyuşumuzdur
Gezi yurtseverliktir
Gezi gözü pekliktir
Gezi gençliğimizdir
Gezi birlikteliğimizdir
Gezi omuzdaşlıktır
Gezi aşktır
Gezi bireyciliği aşmamızdır
Gezi ben değil biz olmamızdır
Gezi öz saygımız, öz güvenimizdir
Gezi özgürlük sevgimizdir
Gezi tek değil çok olmaktır
Gezi ışık hızıyla çoğalmaktır
Gezi geleceğimiz, yarınımızdır
Gezi insana saygımızdır
Gezi sanatın, bilimin üstünlüğüdür
Gezi emeğin gücüdür
Gezi şiirdir, resimdir, şarkıdır
Gezi insan olma farkıdır
Gezi ışıktır umudu aydınlatan
Gezi bilinçtir karanlığı ışıtan
Gezi içtenliğidir çocukluğun
Gezi aşılmasıdır eylemsizliğin, korkunun
Gezi karşı koymaktır köleliğe
Gezi su vermektir çeliğe
Gezi kadının yükselen kimliğidir
Gezi özgür insan benliğidir
Gezi bir damladan okyanus yaratmaktır
Gezi kölelik zincirini kırıp atmaktır
Gezi bilinçle donatmaktır eylemi
Gezi en yüce değer saymaktır emeği
Gezi hiç bitmeyen , hep başlayandır
Gezi hep yeniden doğacak olandır

Mayıs 2014, “Ne Çok Hain”,s.49-51


13 Aralık 2018 Perşembe

KEDİLER VE İNSANLAR



İçine bulunduğumuz haftanın 10 Aralıktan başlayarak İnsan Hakları ve Demokrasi Haftası olarak kutlanacağı dikkatimden kaçmış olmalı ki bu haftaki yazı başlığını “Kediler ve İnsanlar” olarak tasarlamıştım.
Sonra insan hakları konusunda yayınlar başladığında konuyu ve doğal olarak da başlığını değiştirmeyi düşündüm.
Fakat bu iki sözcük zihnimdeki varlığını ısrarla sürdürüyordu..
O zaman bu başlık altında yazmayı tasarladıklarımın da zaten insan hakları konusundan pek de uzak olmayacağını hissettim ve içerik biraz değişecek olsa da yazı başlığı ilk düşündüğüm gibi kaldı.
***
Kediler ve İnsanlar” denildiğinde öncelikle bu iki canlı arasındaki ilişki akla gelecektir.
Yanı sıra kedinin ve insanın, benzer, karşıt ve özgün özellikleri.
Neden başka bir ev hayvanı, örneğin akla ilk gelebilecek evcil bir hayvan türü olarak köpekler değil de, kediler?
Yanıtım kişisel ve basit: Çünkü birkaç yıldır evimizde gerçek anlamıyla aile bireyleri gibi yaşamakta olan iki kediyi gözleme olanağım oldu da ondan…
Onlara sadece iki kedi demek de haksızlık ve yanlış olur. Çünkü “Oğluş” ve “Cesur”, aralarında bir kaç yaş fark olan bu iki sarman, ortak özelliklerin yanı sıra ve belki ondan da çok, kişisel karakter özelliklerine , özgün kimliklerine sahipler.
Ben evimizin bu iki kedi bireyinde hem kedi türünün ortak özelliklerini, hem de ne kadar farklı özellikleri olabileceğini gördüm.
Yazımın konusu bizim kediler olmadığından, sadece ortak özellikleri sıralamakla yetiniyorum:
İnanılmaz bir çeviklik, “kedi yürüşü” denilen o çapraz manken yürüyüşüne örnek oluşturan eşsiz bir zarafet; bir yerde sessizce, kımıltısızca ve üstelik uyanıkken de sanki bir “tefekkür” içindeymişçesine saatlerce durmak; kendini istediği zaman sevdirmek, canı istemiyorsa seslenmelerinizi duymazdan gelmek, hiç beklemediğiniz bir anda kucağınıza tırmanıp dokunuşları ve hırıldamalarıyla sımsıcak bir yakınlık sunmak…
Bunlar, kedi nankördür türünden kaba ve yakışıksız yakıştırmayı ve benzer yakıştırmaları değersizleştiren asil özelliklerdir…
Kedi nankör değil, kimliklidir.(Bununla köpeğin bağlılığını küçümsediğim sanılmasın. O bambaşka bir konu. Köpek öncelikle hiperaktivitedir…)
***
Yukarıda saydığım özelliklerin tümüne sahipken,sokaktaki kedinin yalnızlığı, yoksunluğu, suskun çaresizliği bana acı veriyor.
Buna karşın yine de,kendini kendi varoluşu içinde ayrı tutuşuna hayranlık ve saygı duyuyorum…
Bu olağanüstü fiziksel,kimliksel, duygusal var oluşun, insan artıklarının atılı olduğu çöp yığınlarının içinde, çevresinde ,eşinmek, dolanıp durmak zorunda kalışı bana varoluşun kendisine karşı bir büyük haksızlık, güzellik olgusunun ve kavramının kirletilip aşağılanması olarak görünüyor…
***
Bir doğa harikasının ve aşağılanmasının farkında bile olmayanlar da, istisnalar dışında biz insanlarız.
Bütün tarihi süresince sayısız türdeşini katleden, zulmeden, akıl almaz işkencelerin mucidi biz insan soyu.
Yaşanmış, yaşanmakta ve yaşanacak olan kötülükler, türümüzün başarıları için duyduğum sevinci karartıyor, övüncü anlamsızlaştırıyor.
Bütün güzel sanatlar, bilimsel buluşlar, felsefi derinlikler anlamını yitiriyor.
***
İnsan kendi türdeşine karşı duyarsız ve acımazken bir başka canlı türü için duyulan kaygı aşırı görünmesin.
Çünkü insan hakları için savaşım, güzellik algısının ve merhamet duygusunun bütün varoluşu kucaklamasıyla başarıya ulaşmış olacak.
Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/121218


5 Aralık 2018 Çarşamba

KARAMSARLIK NASIL AŞILACAK?



24 Haziran gecesi AKP ve MHP yandaşları dışında kalan çevrelerin yaşadığı şaşkınlığın sonrasında artarak ve yaygınlaşarak sürmekte olan karamsarlık nasıl aşılacak?
O gece bu satırlarının yazarının da aralarında olduğu çevrelerde sadece şaşkınlık değil büyük bir üzüntü ve öfke yaşandı.
Nedeni ise, alınan sonuçlardan daha çok ,açıklama yapması beklenen başlıca ilgililerin ortaya çıkmaması , bunu da ister istemez birbirini tutmaz söylenti ve yorumların izlemesiydi.
24 Hazirandan bu günlere beş aydan fazla zaman geçti.
Şimdiyse yerel seçimlere doğru yol alınmakta.
Bir değişiklik olmazsa(ülkemizde her an her şey olabilir) bu seçimler dört ay sonra, 31 Mart’ta yapılacak.
Yaklaşan seçim öncesinde toplumun sözünü ettiğim çevrelerindeki karamsarlığı görmemek, bu toplumdan tümüyle habersiz olmak demektir.

***
Katıldığım söyleşilerde, kitap fuarlarında, imzalarda, konu açıldığında tek bir iyimser görüşle karşılaşmadım.
Tam tersine, karamsarlığı daha da ileri götürerek, oy vermeye gitmeyeceklerini söyleyenlerle daha sık karşılaşır oldum.
Açıkçası, benim kendi duygularım da çok farklı değil.
Oy vermeye kuşkusuz gideceğim. Fakat heyecanla, sevinçle değil de,sorumluluk bilinciyle.
Çünkü kullanılmayacak her oy, karşı görüşe verilmiş oy demektir.
Geçen seçimde pek çok seçmen tatil yörelerinden ayrılarak oy vermek için kendi seçim bölgelerine dönmüştü.
Dört ay sonraki seçim yine yaz aylarına rastlayacak olsa, aynı şey sanıyorum en azından aynı ölçülerde söz konusu olamazdı…
Bugün de belli çevreleri saran karamsarlık ve çıkışsızlık duyguları aşılamazsa, oy kullanma oranında büyük düşüşler yaşanması şaşırtıcı olmayacaktır.
Öyleyse ne yapmalı?

***

Seçmen ana muhalefet partisinden dolambaçlı sözler değil, açık ve net bir tavır bekliyor.
İstanbul( ve kuşkusuz Ankara) başta olmak üzere büyük şehirlerdeki adayların artık saptanması, açıklanması ve gecikmeksizin projelerini açıklamaya başlamaları gerekiyor.
Ana muhalefet partisindeki çok başlılık, dağınıklık, belirsizlik, her kafadan ayrı bir ses çıkması, bu partinin var olan ve olabilecek seçmeninde bıkkınlık yaratıyor.
İstanbul ve Ankara belediye başkan adaylarının doğru kişiler olarak saptanması bu gün yaşamsal önemdedir.
Başta yine ana muhalefet partisi yönetimi olmak üzere iktidar partisinin karşısında yer alan siyasal parti yöneticilerinin yanlış hesap yapmaya, kaprise, uzlaşmazlığa hakları yoktur.
Atacakları her yanlış adımın ve sonuçtaki başarısızlığın kendi siyasal varlıklarını da sona erdirecek olması kimsenin umurunda olmaz.
Fakat ülkeye yapılacak kötülüğün lanetinden kurtulmanın mümkün olmadığının da bilinmesi gerekiyor.

***
Seçim sonuçlarının açıklandığı gece milyonlarca insana yaşatılan şaşkınlık, karışıklık ve üzüntünün sorumluları bunun nedenlerini içtenlikle, inandırıcı biçimde açıklamalı ve toplumdan özür dilemelidir.
Ana muhalefet partisinin lider kadrosu, partinin önde gelenleri, hiç biri dışarıda kalmaksızın, tıpkı cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi toplum önünde güçlü ve inandırıcı birlik görüntüsü vermelidir.
Muhalefetteki partiler, her uzlaşmada olduğu gibi karşılıklı özveri gerektiren bir uzlaşmayla ortak aday saptamada daha fazla gecikmemeli, ve saptanacak adayları destekleme çalışmaları hızla başlamalıdır.
Karamsarlık bulutlarının dağıtılması için öncelikle yapılması gerekenler sanırım bunlardır.

________________________________________________________________
Nil Tiyatrosu oyuncuları 5 Aralık Çarşamba gecesi 20.30’da Cihangir’deki Tatavla sahnesinde savaş karşıtı şiirlerimden kurgulanan “Bebeklerin Ulusu Yok” adlı oyunu sahneleyecek. Biletler Biletix’ten ve tiyatro gişesinden sağlanabilir.

29 Kasım 2018 Perşembe

ÖĞRETMENİM…



24 Kasım ülkemizde öğretmenler günü olarak kutlanıyor.
Bir çok başka ülkede ise bu tarih UNESCO’nun önerisiyle 5 Ekim olarak kabul edilmiş.
5 Ekimin nedeni,1966 yılının 5 Ekiminde Paris’te öğretmenlik mesleği ile ilgili önemli bir toplantının olumlu kararlarla sonuçlanması.
Bizde 1981’den bu yana kutlanmakta olan 24 Kasımın nedeni ise, Atatürk’e 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulu kararı ile verilen “Millet Mektepleri Başöğretmenliği” unvanının 24 Kasımda yayınlanan “Millet Mektepleri Talimatnamesi” ile resmilik kazanması…
***
24 Kasım’da öğrencilerimden, öğretmen arkadaşlarımdan, kimileri öğretmen olan eski öğrencilerimden kutlama mesajları aldım.
1977 ya da 1978’de İstanbul-Çağlayan lisesinde, bir davetle yaptığım birkaç ay süreli edebiyat öğretmenliğim, benim ilk ve son lise öğretmenliğimdir.
Bu kısacık süreye ve aradan yıllar geçmiş olmasına karşın Çağlayan Lisesindeki öğrencilerimle karşılaştığım oluyor.
1960’lardaki yedek subaylığım sırasında komuta ettiğim takımlardaki erlerden bu gün artık yaşını başını almış biriyle karşılaşıp da “ komutanım” sözcüğünü işittiğimde nasıl gurur duyuyorsam, bu gün altmışlı yaşlarının ortalarındaki liseli öğrencilerim karşısında da benzer bir gurur ve mutluluk duyuyorum.
Çünkü öğretmen-öğrenci ilişkisi süreyle sınırlı olmayan, ucu sonsuzluğa açık bir buluşmadır…

***
Aceleyle yumuşak g’yi yutarak” örtmenim” diye telaffuz ettiğimiz “öğretmenim” sözcüğü, insanın içimizden koparcasına çıkan,tıpkı anne gibi, baba gibi, güven duygusu veren, kutsallığı olan bir sözcüktür…
Şimdi gerçi üniversite öğretim üyesi olarak öğretmenlikten hocalığa terfi etmiş gibi olsak da, ben “öğretmenim” sözünü” hocam”dan çok daha anlamlı ve güzel buluyorum.
Zaten sokak konuşmalarında neredeyse herkesin birbirine hocam diye hitap etmesiyle sıradanlaşan bu sözcüğün yanında “öğretmenim” mücevher gibi ışıldıyor…
***
Öğretmenim, sevgili öğretmenlerim..
Hepinizi, bir tekiniz bile dışında kalmaksızın hepinizi,içimde hiç eksilmeyen bir sıcaklıkla, sevgiyle anımsıyor, anıyor, düşünüyorum…
Bana şiir yazmam için armağan ettiği defterin ilk sayfasına “çalışkan öğrencim Ataol’a büyük umutlarla” diye yazan sevgili ilk okul öğretmenim Sıdıka Çörüşlü… Hikmet Uyanık öğretmenim, Kurtuluş İlkokulunun değişmez başöğretmeni –zihnimizde Atatürk’le özdeşleşen- Saim öğretmenimiz…
Lisede unutulmaz coğrafya öğretmenimiz Mehmet Emin Abalı, kimya öğretmenimiz Sevim Hanım, biyoloji öğretmenimiz Birsen Hanım, edebiyat öğretmenimiz Hüseyin Bey, müzik öğretmenimiz güzeller güzeli Meral öğretmen ve bizlerden birkaç yaş büyük-yazık ki yaşamdan çok erken ayrılan- sanat tarihi öğretmenimiz Hüsnü Tekin; neredeyse aynı yaşlarda olduğumuz, çok şükür altmış yılı aşkın süredir yakın dostluğumuz ve aramızdaki öğretmen-öğrenci yakınlığı -şakayla karışık da olsa- bütün sıcaklığıyla sürmekte olan İngilizce öğretmenimiz sevgili Ülker İnce…
Üniversitede bize Rusçayı bir anne gibi öğreten, şimdi doksan yaşlarını da geride bırakmış, çok sevgili Şefika Ortaylı öğretmenimiz…
Kalbimdeki yerlerini yaşamım boyunca koruyan ve yaşadığım sürece de koruyacak olduğum bütün o öğretmenler, öğretmenlerim…

***
Kitap fuarlarında imzalatma sırasının gelmesini sessizce bekleyen, kadın, erkek, yaşlıca, ya da çok yaşlı bir okur gördüğümde, öğretmen olduğunu düşünürüm ve çoğu kez de yanılmadığımı görürüm.
Onları ayakta karşılar ve ayakta uğurlarım.
Kendilerini “emekli öğretmen” olarak tanıttıklarında bu sözcüğe itiraz ederim.
Çünkü sonsuzca emek vermiş olmasına karşın öğretmen hiçbir zaman emekli değildir, her zaman öğretmendir, öğretmenimizdir.
Yine kadın, erkek, genç kız ya da delikanlı, bu imza kuyruklarındaki daha yeni kuşaklardan öğretmenlerin ayrı bir ışıltısı vardır.
***

Yaşamakta oldukları bütün sıkıntılara ve güçlüklere karşın ülkemizin aydınlık geleceğinin en sağlam güvencesi öğretmenlerimizdir.
Öğretmeni değersizleştiren toplumların gelecek beklentisi olamaz.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/281118

22 Kasım 2018 Perşembe

ATATÜRK’Ü SEVMEK



Fesli zat “Eğer bir Müslüman Atatürk’ü seviyorum derse ya ahmaktır ya da sahtekâr” diyor.
Festen başlayalım…
Bu zat, fesi Müslümanlığın(ya da Osmanlının) simgesi olarak takıyor olmalı.
Oysa tarih konulu kitapların yazarı olduğuna göre, fesle İslam’ın ilgisinin bulunmadığını bilmemesi olanaksız.
Bu şapka türünün Osmanlıyla ilişkilendirilmesi de doğru olmaz.
Fesi Osmanlıya bu devletin kuruluşundan beş yüz yıldan fazla bir zaman sonra padişah olan reformcu II. Mahmut’un getirdiğini bilmek için tarihçi olmak gerekmiyor.
O dönemde sarıklı din adamlarının fese karşı savaş açtıkları da biliniyor.
Fesli zat o dönemde yaşıyor olsa, büyük olasılıkla sarığı savunacak, Atatürk için söylediklerinin tıpkısını, sadece adını değiştirerek, II.Mahmut için söyleyecekti.
Çünkü konu fes, sarık, şapka vb. değil; aydınlanmaya, yenilenmeye, yeniliğe karşı çıkmaktır.
***
Atatürk’ün fesi kaldırıp şapkayı getirmesinin amacı, tıpkı Arap harflerinin yerine Latin harflerinin getirilmesi gibi, ülkeyi İslam’dan koparıp gâvurlaştırmak değil, Orta Doğu dünyasından uzaklaştırarak Batıya yakınlaştırmak içindi.
Her ikisinin de nasıl doğru adımlar olduğu çok geçmeden doğrulanmıştır ve bu gün zaten fes denilen serpuş ya da şapkayı,fesli zat gibi belki de enteresan olmak ya da gündemde kalmak için kullanan biri dışında, Kapalıçarşı ya da Sultanahmet gibi turistik yerlerdeki yabancı turistlerin, içinde ülkemizle ilgili herhangi bir doğru bilgi kırıntısı bulunmayan kafalarında görmekteyiz. ..
***
Fesli zat Müslüman ve Atatürk’ü sevmiyor.
Dahası, Müslüman olup da Atatürk’ü seven ya ahmaktır ya da sahtekâr diyor.
Oysa inancına gerçekten ve içtenlikle bağlı olup Atatürk’ü seven pek çok Müslüman’ın olması doğal bir şeydir.
Çünkü din inancını kişisel bir değer olarak yaşayan, elinden geldiği ölçüde de ibadetin gereklerini yerine getiren milyonlarca insanımızın Atatürk’ü sevmemek için değil sevmek için pek çok nedeni vardır.
Bunların başında da onun, bağımsızlık savaşının ve cumhuriyetimizin kuruluşunun önderi olması gelir.
Fesli zat bu milyonlarca insanımızı ahmak ya da sahtekâr olmakla suçluyor.
Fakat “keşke Yunan kazansaydı” gibi bu ülkenin bir yurttaşının söylediğine inanılması güç bir sözün sahibinden de başka bir tavır beklenemez.

***
İnternette konuya ilgili olarak gezinirken Aziz Nesin’in de benzer bir şey söylemiş olduğunu gördüm.
TV’de bir söyleşide “Bir Müslüman’ın Atatürkçü olması mümkün değil” diyor.
Ustanın anısına saygıda kusur etmek istemem.
Fakat Atatürkçü olmakla Atatürk’ü sevmek aynı şey olmasa da, Müslüman yerine örneğin şeriatçı, laiklik karşıtı, kadın erkek eşitliğine karşı olan biri demek daha doğru olurdu
İslam dinine bağlı milyonlarca insanın bu değerlerin karşısında olduğunu düşünmek bence hata ve haksızlıktır.
Bir başka deyişle de onları şeriat taraftarı, kökten dinci olamaya adeta zorlamaktır.
***
Bir dinsel inanca bağlı olmak zorunlu değil , fakat belli ki insanlığın bilinen tarihi boyunca çok sayıda insan tarafından duyulmuş ve bu gün de duyulmakta olan bir gereksinimdir.
Zorunlu olması gereken ise bilimsel eğitim, bilimsel düşüncedir.
Asıl ahmaklık ve sahtekârlık bilimin her türlü nimet ve kazanımından yararlanıp da bilime karşı olmaktır.

***
Kimseyi Atatürk’ü sevmeye zorlamayalım.
Ciddi bilimsel eğitim bu sevgiyi kendiliğinden getirecektir.
En yüksek düzeydeki din görevlisinin 10 Kasımdan bir gün önce fesli zatı ziyaretine göz yuman, ya da bu ziyareti zaten planlamış olan günümüz siyasal yönetiminden böyle bir eğitim anlayışı ve uygulanışını beklemek anlamsızdır.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/201118

15 Kasım 2018 Perşembe

DOKTORLAR



Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/141118

Doktor(ya da hekim),pek çok anlam ve çağrışım içeren bir sözcük…
Hepimizin, herkesin hayatının bir döneminde bir doktor, doktorlar vardır..
Onlar en çok gereksinim duyduğumuz, yaşamlarımızı emanet ettiğimiz, tanılarını ve önerilerini can kulağıyla dinlediğimiz bir mesleğin mensuplarıdır.
Bir toplulukta bir doktorun bulunuşu güven kaynağıdır.
Herhangi bir yerde, örneğin bir uçak yolculuğunda, aramızda bir doktor var mı denildiğinde, herkes bir kahramanın, bir kurtarıcının ortaya çıkmasını bekler gibi dikkat kesilir…
Zorlu, çileli, uzun süreli bir eğitim sonrasında doktor titrini kazanan kişi, insanların en çok gereksinim duyduğu, en çok çaba ve özveri gerektiren bir mesleğe adım atmış demektir.
Onun artık gecesi ve gündüzü birbirine karışacak; her an, her zaman, her yerde, her koşulda,mesleğini insanların hizmetine sunmak üzere denebilir ki hazır olda bekleyecektir…
Bunları sadece genel geçer bilgiler olarak değil, çocukluğumdan bu günlere, kişisel deneyimlerimin, gözlemlerimin sonucu olarak da söylüyorum.
Her meslek alanında olduğu gibi bu alanda da mesleğin hakkını veremeyen, gereklerini yeterince yerine getirmeyen kişiler mutlaka vardır ve olacaktır.
Fakat doktorluk alanında bunun ben, başka bütün mesleklere oranla, en küçük sayıda olacağından kuşku duymuyorum.
Çünkü doktorluk mesleği, ona layık olmamayı en az kaldırabilecek mesleklerin en başında gelmektedir…

***
Her yerde olduğu gibi yakın zamanlara kadar bizde de gereken saygıyı gören bu meslek, günümüz siyasal iktidarı döneminde horlanmakta, aşağılanmakta, değersizleştirilmek istenmekte ve mensupları ne bizim tarihimizin ne de bütün insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde saldırı ve cinayetlerin hedefi olmaktadır.
Böyleyken, siyasal yönetimin hiçbir kademesinden bu vahim yozlaşma ve cürüm ortamıyla ilgili bir kaygı ve kınama sözü duyulmamakta, önlem alınacağına ilişkin bir girişim görülmemektedir.
Tam tersine, bu siyasal iktidar, en saygın bir meslek kuruluşu olan Türk Tabipleri Birliği yöneticilerine karşı bu yıl Ocak ayında, söz konusu olan bir suç örgütüymüşçesine barbarca bir saldırıda bulunmuş, yükselen tepki üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Aslında artık var olmayan, göstermelik TBMM’nin ilgili komisyonunda, geçen hafta iktidar partisi temsilcilerin oylarıyla kabul edilen bir yasa önerisinin 5. maddesi ise, doktorluk mesleğinin bu iktidarın elinde nasıl bir oyuncağa dönüştürülmek istendiğinin son bir örneğidir…
Maddenin içeriği özetle, Olağanüstü Hal(OHAL) döneminde Kanun Hükmümde kararname(KHK) ile işinden çıkarılan doktorların, kamuyla bağlantılı hiçbir kurumda çalışamayacağı, yazdıkları raporların da adli ve idari geçerliliği olamayacağıdır.

***
OHAL resmen sona erdi.
Kanun hükmünde kararnamelerin nasıl keyfî, insan haklarını tanımaz uygulamalara yol açtığı sayısız örnekle gözler önünde.
Buna karşın her yaştan binlerce hekimin nice emek ve umutla elde ettiği , nice emek ve özveriyle sürdürdüğü meslekleri;, kanun hükmünde kararname denilen; ne olduğu, nasıl kotarıldığı belirsiz ucube bir yasa taslağı ve uygulamasıyla ellerinden alınmış ve alınmaktadır.
25 yıldır acil tıp uzmanı olarak çalışan bir doktor kendisini kimin terörist olarak suçladığını bilmediğini, kamudaki işinden atıldıktan sonra özel hastanede bulduğu işini de kaybetmekten korktuğunu söylüyor.
Aynı ucubenin mağduru bir başka doktor, özel hastanelerin de kendilerine iş vermekten çekindiğini belirtiyor.
Siyasal yönetimin doktorluğa ve doktora karşı açtığı savaşım giderek daha da vahimleşmektedir.
Tıp eğitimi ve doktorluk mesleği ağır darbeler almış ve almaktadır.
8 Kasım tarihli gazetemizin ilk sayfasında “Hekimlerin Çığlığı” üst başlığı yer alıyor.
Bu çığlığa kulak vererek Türk Tabipleri Birliği öncülüğündeki direniş eylemlerine destek olmak,varlığını ve özgürlüğünü demokrasiye borçlu bütün kişi ve kurumların acil görevidir.

__________________________________________________________________

Sevgili Okurlarıma: Nil Tiyatrosunca şiirlerimden oyunlaştırılan “Bebeklerin Ulusu Yok”, 16 Cuma Edirne’de. Ben Cumartesi-Pazar öğle sonraları TUYAP Kitap Fuarındayım.

9 Kasım 2018 Cuma

HALKIN SANATÇISI



Arkadaşım, can dostum Gani Cansever’in 50.sanat yılı kutlama programı için Bremen’deyim.
Almanya’nın bu kuzey şehrine ilk kez 1980’li yıllarda yine onun çağrısıyla gelmiştim.
Ardından da o, ben, bir başka değerli bağlama ustası Hüseyin Kiraz ve “Trabzonlu Delikanlı” Yaşar Miraçla oluşturduğumuz dörtlü grubumuzla , şiirlerle ve türkülerle, yıllarca, Almanya’yı ve Avrupa’nın belli başlı ülkelerini dolaşmıştık…
Hepimizin 1980 sonrasına özgü bir öyküsü vardı.
Ben Paris’te, ülkesinde bir ara 15 yıla mahkûm bir siyasal sığınmacıydım…
1974’te girdiği Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünün başarılı öğrencisi iken aldığı ölüm tehditleriyle önce okulu, ardından ülkesini terk etmek zorunda kalan Heval , 1980 darbesi sonrasında ülkeye dönme şansını bütünüyle yitirmişti.
Hüseyin Frankfurt’ta, Yaşar yine Almanya’nın Gelsenkirchen şehrinde yaşamaktaydılar.
Kader bu iki şairi ve bu iki halk ozanını bir araya getirmişti.
Böylece, ülkemizin ve gurbetteki kişisel yaşamlarımızın kederli, güç günlerini, yaratıcılığa, sanatsal eylemliliğe dönüştürmeyi başarmıştık.
Dostluklarımız o günlerden bu günlere ne mutlu ki sürmektedir…

***
Diyarbakır’ın bir Türkmen-Alevi köyü olan Büyük Kadı Köyünde 1954’te gözlerini dünyaya açan Gani, tanıştığımız dönemde daha çok, Kürtçe arkadaş anlamına gelen Heval adıyla tanınıyordu.
Bu pos bıyıklı, gür sesli, çok da iri cüsseli olmasa da sırım gibi delikanlı, sazıyla, gür sesiyle, halkın bağrından çekip çıkardığı türküleriyle, sahnede adeta devleşiyordu…
Yıllar hepimizi ister istemez yaşlandırdı biraz…
1980’lerin bıçkın delikanlısı, bu gün altmışlı yaşlarının ortalarında bir bilge düşünür ve çevresinde herkesin saygıyla “hocam” diye hitap ettiği bir sanat önderi, yetiştirdiği öğrencilerinden oluşan koronun sahnede yine devleşen yöneticisi…
Karacaoğlan’dan, Pir Sultan’dan Veysel’e, Ruhi Su’ya, Mahzuni’ye ulaşan bir büyük geleneğin günümüzde bir seçkin temsilcisi…
***

Pazar akşamı gece geç saatlere kadar süren kutlama programında benim için büyük sürpriz , Heval’in benim “Yunus Gibi”yi bestelemiş olması ve korosuyla sunumuydu.
Haluk’un bestesinin yanı sıra bu beste de kuşkum yok ki milyonlara ulaşacaktır.
İzleyicilerin de aralarda alkışlarla heyecan ve beğenilerini belirttiği bu adeta senfonik türküyü mutlulukla izledim.
Bu seçkin saz ve söz ustasının yine korosuyla sunduğu ve zaman zaman bölümler okuduğu “Şeyh Bedrettin Destanı” beste ve yorumu ise kendi türünde bir başyapıttır…
Heval ya da Gani’nin, bu gün sahip olduğu en üst düzeyde sanatçı kimliğine karşın alçakgönüllülüğü ve gösterişsiz halk insanı yaşamı beni derinden etkiledi…
***
Bu Bremen yolculuğu bana, başka dostlukların yanı sıra, Hollanda’ da yaşamakta olan Ermeni halk ozanı Agop Yıldız’ı tanıttı ve dostluğunu kazandırdı.
Ozan Armani olarak tanınan Agop Yıldız da, Gani Cansever gibi bir köy çocuğu… Boyabat’ın Avlovuç köyünden. “Sayat Nova’ların aşuğ edebiyatı geleneğinin günümüzdeki son temsilcisi” olarak tanınıyor. Ailesine, hem de 1974’te, 1915’lerden aşağı kalmayacak bir dram yaşatılan Agop Yıldız, buna karşın, bir Türkiye ve Türkçe sevdalısı… Gerçek bir ozan, gerçek bir insan…
***
Son olarak, o unutulmaz kutlama gecesinde Veysel’in bir türküsünü okuyan bir sanatçı kızımızdan ve o türküden söz etmek isterim.
Yüksek öğrenimini sinema alanında gören Bilge Bolat yurt dışında doğup büyüyen yeni kuşaklardan çocuklarımızın çağdaş eğitim aldıklarında kendi kültürümüzden de kopmaksızın nasıl örnek kişilikler olabileceğinin seçkin bir örneği…
Veysel’in “Ben Gidersem Sazım Sen Kal Dünyada” dizesi ile başlayan şiiri ise “Ben babamı sen ustanı unutma” dizesinde her zamanki gibi beni ağlattı…
Halkın bir büyük sanatçısının insanlığımıza mesajı olarak…


1 Kasım 2018 Perşembe

ATATÜRK HAVALİMANI



Biz onu Yeşilköy Hava alanı olarak biliyorduk.
Atatürk adı 1985’te verildi
Alan da o zaman mı liman oldu, bilmiyorum.
Yeşilköy çabuk unutularak Atatürk adı hemen benimsendi ve çok da yakıştı.
Fakat ben limana hâlâ alışamadım.
Batıda, Rusya’da “port”(liman) sözcüğü kullanılıyor olsa da, liman benim zihnimde, duygularımda denizle özdeşleşmiş. Hava alanına havalimanı demeye alışamadım pek. Fakat yapacak bir şey de yok. Alışıyoruz ister istemez.
Fakat Atatürk adının kaldırılmasını içimizde sindirebilecek miyiz, buna alışacak mıyız, bilmiyorum.

**** ****

Herhalde en büyük araştırma sitesi olan “Wikipedia” ülkemizde (utanç ve sıkıntı verici bir şekilde) yasaklı olduğundan, başka sitelerden öğrendiğime göre İstanbulda ilk “hava meydanı” 1912’de askeri amaçla Yeşilköyde açılmış.’
Adı “Tayyare Meydanı “olan bu alanın sivil hava alanına dönüştürülmesine 1938’de karar verilmiş.
1944’te Chicago’da imzalanan Uluslar arası Sivil Havacılık Anlaşmasından sonra da bu hava alanına uluslar arası bir nitelik kazandırma süreci başlatılmış.
1985’te düzenlenen bir törenle de Atatürk Havalimanı adı verilmiş.
Bu bilgiye göre “meydan/alan” sözcüğünün de tayyare ile birlikte tarihe karışmış olduğu görülüyor.

*** ***
Pazar günü yapılan törenle resmen açılan yeni hava limanına “İstanbul” adı konulmuş.
Abdülhamit” vb söylentilerinden sonra akıllı bir seçim olduğu söylenebilir.
Fakat böylece Atatürk adı da kaldırılmış oluyor.
Yani var olan bir şey yok edilmiş oluyor.
Atatürk hava alanı da işlevini sürdürecek olsa kimsenin İstanbul’a bir diyeceği sanırım olamaz.
Fakat siz hava alanıyla birlikte uluslar arası tanınmış, alışılmış, benimsenmiş, kabul görmüş bir adı da ortadan kaldırmış oluyorsunuz.
Neden?
Atatürk’le derdiniz, alıp veremediğiniz ne?
Kaldı ki bu ad bir kişinin adı olmaktan çıkıp çağdaş, modern Türkiye ile özdeş olmuş.
Atatürk Türkiye’si denildiğinde artık tek bir insan, onun kendi sözleriyle “naçiz beden”, ölümlü bir insan değil; orta çağlara özgü karanlıklardan çıkarak aydınlıklara yürüyen , özgür, çağdaş, modern, laik, kadının erkekle her alanda ve anlamda eşit olduğu bir ülke anlaşılıyor.
Dert bütün bunlarla mı?

*** ***

Konunun bir de hukuksal boyutu var. Bunu kuşkusuz hukukçular değerlendirecektir. Bir kurumu adıyla birlikte ortadan kaldırıyor, yerine başka bir adla aynı işlevi yerine getirecek bir başka kurum koyuyorsunuz.
Kimin kararıyla, nasıl bir kararla?
Parlamentonun mu, bakanlar kurulunun mu?
Ya da halk oylaması sonucunda alınmış bir karar mı bu?
Kararın kim ya da kimler tarafından alındığını kuşkusuz biliyoruz.
Fakat diyelim ki aynı karar mekanizması Türkiye’nin, İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in , bir başka şehir ya da ulusal kurumuna adını da değiştirmeye karar verdi.
Bulunduğumuz koşullarda herhalde olmayacak şey diyemezsiniz.
Bugün Türkiye’mizde olmayacak şey yoktur.
Peki, bütün bu oldu bittileri kabul mü edeceğiz?

*** ***
Rezil etmeyi başardığımız İstanbul dünyanın en güzel, anlamı en derin, tarihi en zengin şehridir.
Adı her yere, her şeye yakışır.
Fakat, örneğin, aklı başında hiçbir Fransız’ın aklından Charles de Gaulle hava alanından bu adı kaldırıp yerine Paris hava alanı demek geçmez.
Kaldı ki İstanbul’da şu anda bir başka hava alanı daha var. Onun adını da İstanbul 2.Havalimanı mı yapacağız?

*** ***
Yeni hava alanı pek çok haksızlığa, acıya mal oldu. Bulunduğu yer bakımından da söz konusu olan sakıncalar uzmanlarca sayılıp döküldü. Yine de hayırlı olsun diyelim. Fakat Atatürk adının neden kaldırılmış olduğunu sormak da hakkımızdır.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/311018

25 Ekim 2018 Perşembe

NÂZIM HİKMET’İN OĞLU



Onu babası Nâzım Hikmet’in şiirleriyle tanıdık.
Daha doğrusu Nâzım’ın Memet adında bir oğlu olduğunu bu şiirlerden öğrendik.
Çünkü şiirleri “kendi dilinde kendi ülkesinde” yeniden yayınlanmaya başlayıncaya kadar yaşamı konusunda bildiklerimiz de söylentilerden ibaretti.
Sonra şiirlerin ve başkaca yapıtların yanı sıra yaşamına ilişkin bilgiler ve belgeler birbirini izledi.
Bu arada birkaç fotoğrafında Memet’in, o yaşlardaki babasına benzeyen , sarışın, aydınlık yüzlü bir çocuk olduğunu gördük.
Sonra öyküsünü de öğrendik.
Nâzım Hikmet 1950’de ülkesinden ayrıldıktan birkaç yıl sonra eşi Münevver Hanımla Memet’in de ülkeden gizlice ayrılabilmelerini ve Polonya’ya yerleşmelerini sağlamıştı.
***
Memet’i sayılı görüşlerimden ilki 1971-72 yıllarında Paris’tedir.
1951 doğumlu olduğuna göre 21-22 yaşlarındaydı.
Dino’ların evinde karşılaştık.
Herhangi bir şey konuştuğumuzu anımsamıyorum ve sanmıyorum.
Bir ara telefonla, herhalde Polonya’da bir arkadaşıyla Lehçe konuşması şu anda gibi gözlerimin önündedir.
Öyle candan, akıcı bir konuşmaydı ki; kendini ait hissettiği dilin o dil olduğunda kuşku yoktu.

****
1980’lerdeki ikinci Paris yıllarımdan tek ve çok iyi anımsadığım konuşmamız ise ne yazık ki üzücü bir konudadır.
Üzerinde “Türkiye dışında bütün ülkelerde geçerlidir” yazılı mülteci pasaportuyla yaşadığım Paris’teki o hüzün dolu günlerin birinde, o sırada ailece yaşamakta olduğumuz Montreuil’deki evimizin telefonu çaldı.
Arayanlar Sovyet Yazarları Birliği Türkiye bölümünün her şeyi,sevgili arkadaşım Vera Feonova ve “Saman Sarısı”nın kahramanı, henüz tanışmadığımız Vera Tulyakova’ydı….
Benden eşi Nâzım Hikmet hakkında , Tulyakova’nın Rusya’da da henüz basılmamış çalışmasını Türkçeye çevirmem isteniyordu.
Bir süre sonra daktiloyla yazılmış metin geldi.Bir solukta okudum ve elbette çevireceğimi söyledim. Artık arkadaş olduğumuz(daha sonra Paris’te konuğumuz olan) Tulyakova’nın , Nâzım’ın son yıllarına ilişkin anılarını kâh kahkahalarla kâh gözlerimde yaşlarla çevirdim.
***

Anıların önce Hürriyet gazetesinde yayınlanması için Paris’e gelen arkadaşım Koray Düzgören’le bir çalışma yaptık ve ondan kitaba sadık kalınacağının, asla sansasyonel bir yayın yapılmayacağının sözünü aldım. Nitekim öyle de oldu…
Fakat bir gün Gare du Nord’da aldığım gazetede, o gün yayınlanan bölümde üst başlık olarak “Münevver Memet’e hapishanede hamile kalıyor” cümlesini okuduğumda çok canım sıkıldı.
Bu sözler yazarın dip notu olarak kitapta yer alıyor olsa da başlığa çıkarılması densizlikti. Korktuğum başıma gelmekte gecikmedi. Memet beni düelloya çağırır gibi, telefonla,şimdi neresi olduğunu anımsamadığım bir yerde ertesi gün görüşmeye çağırıyordu…
Olabilecekleri tahmin ettiğim için herkesin güven duyduğu arkadaşımız Babür Kuzucu’dan, bir düello tanığı çağırır gibi, oraya gelmesini rica ettim…

***
Söylenen gün ve saatte üçümüz de oradaydık…
Memet’in ilk cümlesi neredeyse tam tamına ” Kadavraların seks hayatıyla uğraştığımız için utanmamız gerektiği”ydi….,Ardından özetle,beni iyi bir şair bildiğini, yapılan şeyin yakışmadığını, annesini üzecek bir şey daha olursa hesabını soracağını çok sert bir tonda sıraladı...
Onu, o sıralarda arada bir ağız dalaşı yaptığımız kardeşim Nihat’ı dinler gibi dinledim… Fiziksel bir davranışta bulunsa ister istemez karşılık verirdim, fakat böyle bir şey çok şükür olmadı… Yanıtım ise sadece, Nâzım Hikmetin bizim için kadavra olmadığı ve Nâzım’ın oğlu olmanın kimsenin tekelinde olmayıp bizlerin de onun oğulları olduğumuzdu…
***
Sonraki yıllarda Memet’le seyrek olarak Büyük Adadaki karşılaşmalarımızda ne selamlaştık, ne konuştuk. Fakat ona karşı bir zerre olumsuz bir duygum ya da düşüncem olmadı. Tersine, babasız büyümesinin üzüntüsünü hep duydum ve onun da babası gibi gurbet eldeki erken ölümüne çok, ama çok üzüldüm…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/241018

18 Ekim 2018 Perşembe

AVUKAT



-İstanbul Barosunun unutulmaz başkanı, büyük hukukçu, hapishane arkadaşım sevgili Orhan Apaydın ağabeyimin anısına-
Fransızcadan aldığımız “avukat” sözcüğünün kökeni Latince ”ad vocare” imiş…
Çağırmak, ses etmek anlamlarına gelen “vocare” fiilinin avukatlıkla ilişkisinin ise iki farklı yorumuyla karşılaştım.
İlki, mahkemeye çağırmak.
Bu yorumu pek anlamlı bulmadım.
İkincisi ,yardıma çağırmak.
Bu yorum avukatlık olgusuna (mesleğine) daha çok yakışıyor…

***
Kardeşim Namık Kemal Behramoğlu’nun tanık olduğum meslek yaşamında, avukatlığın nasıl güç, çileli bir iş olduğunu yakından gördüm.
Ayrıntılara girmeye gerek yok.
Özetle söyleyebileceğim; hukuk alanındaki meslekler içinde en güç, en çetrefil ve her bakımdan en güvencesiz mesleğin avukatlık olduğudur.
Tıp alanıyla, doktorluk mesleğiyle de bir benzerliği vardır.
Doktordan hastayı mutlaka iyileştirmesi beklendiği gibi, avukatın da üstlendiği davayı ille de kazanması beklenir…
Bu ise her iki durumda da her zaman olanaklı değildir…
Aradaki fark ise, doktorun başarısızlığının nedenleri her şeye karşın ve istisnalar dışında anlayışla karşılanırken ve çabası değerli bulunurken, üstlendiği davanın niteliği ne olursa olsun başarılı olamayan avukatın çabaları bir anda hiçlenir, aldığı avukatlık ücretini sanki hak etmemiş gibi olur…
Bu ise, bu meslekle ilgili önemli bir algı sorunu, toplumda ciddi bir bilgi ve anlayış eksikliği olması demektir…

***
Özlük hakları bakımımdan da avukatların en güç ve güvencesiz konumdaki hukukçular olduğunu yine yakın gözlemlerimle biliyorum.
Sözü edilmeye değer bir emeklilik güvencesi olmadığı için neredeyse son nefesinize kadar çalışmak, dosya açmak ve izlemek zorundasınızdır…
Müvekkile dert anlatmak,bürokrasi sorunlarıyla boğuşmak, adliye koridorlarında koşuşturup duruşma salonlarında nefes tüketmek bu mesleğin olmazsa olmazlarıdır.
Bütün bu çırpınışlar ve çoğu kez gereksiz zaman israfı içinde, avukat kendini geliştirmek, mesleğinin inceliklerinde daha ayrıntılara inmek, kişisel ve toplumsal yaşamın bütün alanlarıyla ilgili hukuk biliminin derinliklerine ulaşabilmek için gereken enerji ve zamanı nasıl bulacak?
***
Günümüz Türkiye’sinde avukatlık mesleği siyasal iktidarın da hedefinde, saldırısı altındadır.
Son birkaç ayda gazetedeki posta kutum, aralarında azımsanamayacak sayıda avukatların da bulunduğu tutuklu mektuplarıyla dolup taştı.
Demokrasinin geçerli olduğu hiçbir ülkede bu kadar çok sayıda avukat hapiste olamaz.
1 yıl süren tutukluluk sonrasında 14 Eylüldeki duruşmada tahliye edilen 17 avukattan 12’si hakkında , savcılığın itirazı üzerine ertesi gün yeniden tutuklama kararı verildi.
Bu itirazı yapan ve bu kararları verenlerin de hukukçu olmaları nasıl büyük, can acıtıcı bir çelişki!
***
Burhaniye T Tipi hapishanesinden gönderdiği 23 Temmuz tarihli mektubunda,2006’daki ölüm orucu sırasında toplumun yakından tanıdığı avukat arkadaşım Behiç Aşçı, SEGBİS adlı bir uygulamadan söz ediyor.
OHAL kalkmış olsa da ona dayanarak yapılmakta olan bu uygulamaya göre;mahkeme heyeti isterse ,tutuklu salona getirtilmeden, duruşma ona bir ekrandan izlettirilerek de yargılama yapılabiliyor…,.
Engizisyon mahkemelerinde bile, savunmanın özgürce yapılması demek olan yüz yüze savunma hakkına uygun davranıldığını belirten avukat arkadaşım özetle, SEGBİS denilen bu uygulama ile “yargılanan kişinin küçük bir TV ekranına sıkıştırılmaya çalışıldığını…” söylüyor…
Yani F Tipi zulmünün mantıksal devamı, ölmeden mezara konulmak gibi bir şey…
***
Bu yazı önümüzdeki hafta sonu yapılacak İstanbul Barosu seçimleri öncesinde ve bu seçim düşünülerek yazılıyor.
(Kökeni yine Latince olan) Fransızca “barreau”dan dönüştürdüğümüz “baro”, savunmayı yargıdan ayıran parmaklık anlamına geliyormuş…
Avukatlar bu gün sadece mahkeme salonunda değil, her anlamıyla (demir) parmaklıklar arkasında…
Öyleyse ayrışmanın, bölünmenin, parçalanmanın değil, güçleri en akıllıca birleştirmenin zamanındayız…
Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/171018

11 Ekim 2018 Perşembe

KİŞİLİK YİTİMİ



George Orwell’in 1949’da yayınlanan “1984”ünü, Türkçede yayınlanışının üzerinden de uzun süre geçmesine karşın ancak şu günlerde okuyabildim.
Kitabı 1960’larda okumuş olsam, hakkında ne düşünürdüm, bilmiyorum.
O günlerin devrimci-romantik coşku ortamında belki de sıkılır,
sonuna kadar okuma gereği duymazdım.
Gerçi bu gün de beğeniyle okuduğumu söyleyemem.
Fakat bugünkü az beğenirliğimin nedeni içerikten çok romanın yapısı, kurgusuyla ilgili.
Didaktik bir yapıt bu.
Kahramanlar yaşayan kişilikler değil, yazarın düşüncelerini dile getirme araçları.
Onlara roman kahramanı bile denemez.
Fakat yine de hiç kuşkusuz önemli bir kitap bu.
Önemi ise, bana kalırsa pek de üstün nitelikli sayılamayacak yazınsal değerinden çok, cesaretle dile getirdiği düşünceleriyle ilgili…

***
Orwell’in “1984”ten birkaç yıl önce yayınlanan ve ona büyük ün kazandıran “Hayvan Çiftliği” adlı yapıtını da henüz okumamış olmama karşın, hakkında yazılanlardan bu kitabın açıkça Stalin Rusya’sına yönelik bir “grotesk” anlatı örneği olduğunu biliyorum.
1984” ise, ağırlıkla yine bu yönetimi çağrıştırmasına karşın, genel olarak totaliter yönetimlerin eleştirisi sayılabilir.
Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş, fakat sonlara doğru giderek yoğunlaşan bir düşüncenin, “kişilik yitimi” diye adlandırılabilecek bir kavramın, bu kitabında yazarı en çok ilgilendiren(ve kaygılandıran) konu olduğu sanırım söylenebilir.
Anlatının ortalarında bir yerde, iki sevgili Julia ve Winston arasındaki bir konuşmada, bu sorun ilk kez tartışma konusu yapılmaktadır.
Julia’ya göre, işkence gören kişi her şeyi itiraf eder.
Winston’un yanıtı, önemli olanın itiraf değil, duygular olduğudur.
Cümlesini şöyle tamamlar: “Beni seni sevmekten caydırırlarsa, işte asıl o zaman ihanet etmiş olurum.”
Julia bir zaman düşündükten sonra ona hak vererek, “Bunu asla yapamazlar” der; “Sana her şeyi, ama her şeyi söyletebilirler, ama seni beni sevmediğine inandıramazlar.İçine giremezler”
İçine giremezler” romanın kilit cümlesidir…
Zor karşısında her şeyin, (düşünce ve inançlarından ötürü işkence gören kişiye ilgisi bulunmayan konularda yöneltilen suçlamaların bile) işkenceye son verilmesi için kabul edildiği bilinen bir şeydir…
Fakat bundan daha kötüsü, işkence gören kişinin itirafa zorlanmasından çok, işkencenin onun kişiliğini bozup değiştirmeye, düşünüp inandıklarının tersini düşündürüp inandırmaya yönelik ve bunda da başarılı olunmasıdır…
Kişilik yitimi diye adlandırdığım da tam olarak budur.
***
Orwell kitabında, totaliter yönetimlerin kitleleri nasıl sürüleştirip yönlendirdiğini gösteriyor.
Fakat milyonlarca kişiye tek tek maddi işkence yapılamayacağına göre bunun yolu eldeki bütün olanakları kullanarak beyinleri yıkamak, bir yalan ve korku imparatorluğu kurarak tek tek her bireyin kişilik yitimine uğramasının yolunu açmaktır.
Günümüzde bu olanaklar, “1984” yazarının tasavvur sınırlarını da ötesindedir.
***
Kitapta bu kitleler için söylenip geçilen, fakat çok ilgimi çeken bir cümle de şu oldu:
Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler..”
Üzerinde ne kadar düşünülse azdır...

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/101018