30 Mart 2014 Pazar

TUTSAK ARKADAŞLARA SELAM


Bu yazı yerel seçimler için oy vermeye gitmekte olduğumuz 30 Mart Pazar günü yayınlanmış olacak.
Tutsak Arkadaşlara Selam” diye başladım , “gitmek” sözcüğüyle devam edeceğim…
Günlük yaşam içinde sayısız kez kullanmaya alışık olduğumuz, belki en çok kullandığımız sözcük…
Eve gitmek, ekmek almaya gitmek, işe gitmek, okula gitmek, sinemaya gitmek, parka gitmek, arkadaş ziyaretine gitmek vb…
Cezaevleri bu gitmeklerin en aza inmiş olduğu, bir çok gitmenin yasaklandığı yerlerdir.
Bu konuda az çok deneyim sahibi olarak, bir tek gün bile değil tek bir saat bile özgürlükten yoksun olmanın ne demek olduğunu bilirim.
Az çok diyorum, çünkü ülkemizde bu gün yaşanmakta olanlar darbe dönemlerinde yaşananlardan farksız olmakla kalmayıp bazı bakımlardan onları da geride bırakıyor.
Tutukluluk süresinin on yıldan beş yıla indirilmiş olması demokrasi yönünde bir adım sayılıyor…
Beş yıl süren bir tutukluluk…
Tüyler ürpertici ve ne yazık ki neredeyse olağan karşılıyoruz…


***
Ergenekon yalanı, sahteciliği, alçaklığı şimdilik çökmüş görünüyor.
Özgürlüklerine kavuşan arkadaşlarla karşılaşıp kucaklaşmanın tadı bir başka oluyor.
O rezil mahkeme salonunda, birkaç hukukçu müsveddesi karşısında savunmalarını yaparken görmeye alıştığımız dostlarımızı karşımızda dipdiri,sımsıcak görüp kucaklamak benzersiz bir mutluluk…
İlk sevinci Soner Yalçın’la yaşadık…Onu epeyce arayla da olsa Balbay izledi… Geçen hafta Bursa Kitap Fuarında, önünde biriken okur topluluğunu güçlükle aralayarak yanına ulaşabildiğim Tuncay Özkan yine kıpır kıpır, yine enerji doluydu… Sımsıkı kucaklaştık… İçerde nasıl onurla, inançla, çalışarak, üreterek yattılarsa, dışarıda da, öncekinden bile daha pırıl pırıl yaşamın içindeler…
Doğu Perinçek, Yalçın Küçük, Fatih Hilmioğlu, Kemal Alemdaroğlu, Turhan Özlü gibi dostlarımla tahliyeleri sonrasında henüz karşılaşıp kucaklaşmadık…
Onlara, özgürlüklerine kavuşan bütün yurtseverlere geçmiş olsun diyorum…
Fakat geçti mi gerçekten?
Uydurmasyon yargı kurulu dağıtılmış olsa da uydurma davalar sürüyor.
Yıllarca tutuklu kaldıktan sonra mahkûmiyet kararları Yargıtay’da el çabukluğuyla onanan yurtsever subaylar hapisteler.
Ergenekon, Balyoz, vb sahte davalar bütün sonuçlarıyla sona ermeden, ülkemizin üzerindeki karanlık tümüyle dağılmadan hiçbir şey geçmiş olmayacak…


***
Bu yazıda son günlerde aldığım iki cezaevi mektubundan söz etmek istiyorum.
İlki yine Silivri’den, Tümgeneral Sayın Yalçın Ergül’den.
Emekli demiyorum, çünkü bence bazı sanlara, rütbelere emeklilik sözü yakışmıyor.
Askerlik mesleğinde hakkıyla ulaşılmış rütbeler de bence bunlardandır.
Mektubunda , “General” adlı romanını cezaevinden çıktıklarında bana elden sunmak istediğini yazan Sayın Ergül’e benim için söylediği güzel sözler için teşekkür ederim. Kitabı ise, ilk karşılaşmamızda üzerinde konuşmak için hemen edinecek ve kuşkum yok ki bir solukta okuyacağım…
İkinci mektup “Bakırköy Kadın Hapishanesi C Koğuşu”ndan…
Kadın” ve “Hapishane”… Yan yana olmaları ne kadar yadırgatıcı iki sözcük… Biri inceliklerin, güzelliklerin, emeğin, doğurganlığın, varoluşun; öteki karanlığın, kötülüğün, tutsaklığın simgesi…
Bir çiçekle de süslenmiş mektupçukta “Bakırköy Hapishanesi Özgür Tutsakları” adına Nurhan Yılmaz, 13 Nisan Pazar günü(tam da benim doğum günüm!) Bakırköy’de verilecek Grup Yorum konserine onlar adına da katılmamı istiyor…
Konseri izlemeye gidecek ve yine istedikleri gibi onlar adına halay da çekeceğim…
Evet, yerel seçimler için oy vermeye gidiliyor bu gün…
30 Mart tarihinin özgürlükler yönünde bir dönüm noktası olması , ülkemizin üzerine çeken bu lanet karanlığın dağılması dileği ile, içerde de özgür olma iradesini, inancını, direncini diri tutmayı başaran bütün tutsak arkadaşlara selam olsun…



Ataol Behramoğlu/300314/Pazar Söyleşileri

29 Mart 2014 Cumartesi

BOKSÖR…




Liseli yıllarımda boksa azıcık meraklı olduğumu itiraf ederim…
O yıllarda izlediğimiz Amerikan filmlerinin etkisiyle midir, bilmiyorum…
Humprey Bogard gibi burnumuzdan konuşmak, rıhtımlar üzerindeki Marlon Brando gibi yürümek, Burt Lanchester gibi romantik ve çevik olmak, (benim ve bazı kafa dengi arkadaşlarımın) sevdiğimiz şeylerdi…
Boks merakımı göz açıp kapayasıya kadar kısa bir süre için eyleme de dönüştürdüm…
Benim kuşağımdan herkes 1950’li 60’lı yılların Çankırı’sından Boksör Necmi’yi anımsar…
Balkan kökenli, kumral, orta boylu, geniş omuzlu, yakışıklı bir adamdı.
Arkadaşım olan kardeşi Atıf ise, deniz harp okulu öğrencisi, uzun boylu, ince, utangaç denecek kadar kibar bir çocuktu.
Bir gün Atıf’la, her nasılsa, ağabeyinden boks dersi almaya karar verdik…
Ben, sıska denecek kadar zayıf lise öğrencisi, ellerimde boks eldivenleri, Necmi ağabeyle ringe çıktım…
Birkaç ayak hareketinden sonra nasıl olduysa sağ yumruğum “rakibimin” yüzüne geldi…
Antreman hareketlerimiz devam ederken aramızda geçen şu kısacık diyalog bunca yıl sonra aynen aklımdadır:

-Pardon abi..
-Pardonu olur mu bunun lan!”

Benim boksörlük serüvenim, elime boks eldivenleri giyerek ringe bu ilk ve son çıkışımla sınırlı kaldı…
Televizyon kanallarını gezerken karşıma rastlantısal olarak çıkan bir boks maçını bir süre yine ilgiyle izlememe karşın, rakiplerden biri şiddetli bir darbe alarak sarsıldığında daha fazla izleyemem…
Buna karşılık, bütün bedeni çalıştırışı; dikkat, zekâ, dans, matematik, çeviklik ve kararlılığı birleştirmesiyle boks sanatına yine de ilgi duyduğumu gizleyemem…


***
Birkaç gün önce internet üzerinden öğrendiğime göre 1980 Almanya doğumlu boksör Ünsal Arık, Tekirdağ’daki boks maçına, üzerinde “Bu ülke Atatürk’ün, Tayyip’in değil” yazılı bir tişörtle çıkmış…
Daha sonra haberin ayrıntısını kendisiyle yapılmış söyleşiden, kendi sözlerinden okudum:
Ben Almanya’da doğup büyüdüm.Ancak Türk’üm.Türkiye’nin gidişatından da endişeliyim.Tayyip Erdoğan’ın politikalarını doğru bulmuyorum. Hiçbir zaman ağzından ‘Ben Türküm’ diye bir söz çıktığını duymadım.Bu ülkeyi Atatürk kurdu.Atatürkçüyüm. Benim babam hacı. Ancak o da Erdoğan’a kızıyor. Ben bu ülke bölünsün istemiyorum Toplum bölünmesin.”
Ünsal Arık, sporculuğa futbolla başlamış. Fenerbahçe genç takımına kadar yükselmiş. Fakat hobi olarak başladığı boksta hızla ilerleyerek “süper orta sıklette” Avrupa şampiyonu olmuş.çç Sıkletinde dünya şampiyonluğu hedefleyen yurtsever sporcuya, biz de buradan başarılar dileyelim…

***


Ünsal Arık toplum bölünmesin diyor ama, toplumun nasıl bölünmüş olduğu maç sonrasında aldığı tepkilerden de belli…
Olumlu olduğu kadar olumsuz tepkiler de geldi” diyor…
Bir an, fraklılıklar demokrasinin gereğidir, çoğulculuktur diye düşünebiliriz…
Öyle değil…
Bir ülkenin kurtuluş ve yeniden kuruluşuna önderlik etmiş, evrensel aydınlanma bayrağını bu topraklarda yükseltmiş bir kişilikten nefret etmek, hainlik değilse eğer çok büyük bir cehalet ve aptallıktır.
Bu gün toplumun akla kara gibi iki karşıt kampa bölünmüş olduğu, seçim öncesi miting alanlarında apaçık görülmektedir.
Aydınlıkla karanlığın karşıtlığı kadar kesin ve keskin, yakın ve uzak tarihimizde hiçbir zaman bugünkü boyutlara ulaşmamış bu ayrımlaşma, günümüzde Tayyip Erdoğan’ların önderliğini yaptığı, Atatürk ve kurtuluş savaşı düşmanlığında odaklanan, toplumu can düşmanı kamplara ayıran, çağını çoktan tamamlamış olması gereken kap kapkara bir gericiliğin eseridir.
Yurtsever sporcunun tişörtünde vurgulanan budur…


***


Boksörlükle başladık öyle de bitirelim…
Tayyip Erdoğan son performanslarında, üst üste yediği yumruklarla gardı bozulmuş, abandone olmuş bir boksörü andırıyor…
Beden dili şaşkın, savurduğu yumruklar rastgele, tutarsız..
Nakavt olmasına az zaman kalmış…
Nakavt olmakla da kalmayıp ringin dışına savrulacağını öngörmek, kehanet sayılmamalı…





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 290314

22 Mart 2014 Cumartesi

MİKTATÖR


Dilimizde bu “m” harfinin gördüğü işlevin bir benzeri başka dillerde var mıdır, bilmiyorum.
Bir sözcüğün önündeki sessiz harf kaldırılıp bu mucizevi “m” konulduğunda, tek başına anlamı olmayan, fakat ötekiyle ardı ardına söylendiğinde bambaşka bir anlam oluşturan bir sözcük birimi elde edilmiş oluyor…
Birkaç deneme yapalım:
Her biri farklı cümlelerde, farklı durumlarda kullanılabilecek rastgele örnekler:
Telefon melefon, dolar molar, rüşvet müşvet, , ayakkabı mayakkabı, saat maat , kutu mutu, tır mır, ayet mayet,din min, istismar mistismar, kumpas mumpas, tehdit mehdit, şantaj mantaj, demokrasi memokrasi, tramvay, mramvay, kanun manun, yargıç margıç, polis molis, fezleke mezleke, bakan makan vb…
Zaten “m” harfiyle başlayan sözcükler bu şansa sahip değil: Örneğin, montaj,melun, melanet, ,mahkeme, mutlaka, vb… gibi…
Parti ya da belediye görevlisi bir eski solcu arkadaş, beni bir gün telefonla arayıp bir toplantıda şiir okumaya çağırırken söyle demişti:
-Gelip bize şiir miir okur musun?
Yanıtım şöyle olmuştu:
-Şiir okurum da miir nedir?


***


Ülkemizde,özellikle de şu günlerde, “m” harfinin yukarıdaki işlevinin sonsuz kullanım alanı var.
Günlük yaşamlarımızda canımızı sıkan, neşemizi kaçıran sayısız örnekten bir kaçını sıralayalım:
Kabalık mabalık, cahillik mahillik, utanmazlık mutanmazlık, yalan malan(bunun yalan dolan versiyonu da var…) vb..
Bunlara iyi ve yerinde kullanılmadıklarında zamanımızı fazlaca çalsalar da vazgeçilmezlikleri kuşkusuz başkaca kavramlar, olgular da eklendi…
Gazete mazete’yle ve çok daha sonra televizyon melevizyon’la başlayıp face book mace book’la, twitter mwitter’la sürüp giden iletişim araçları…

***
M” harfinin marifetlerini günümüz Türkiye’sinde yaşanmakta olanlara daha
açık uygulayarak göstermeyi sürdürelim…




Uygarlığı muygarlık, özgürlüğü mözgürlük, demokrasiyi memokrasi, ülke sevgisini mülke sevgi olarak anlayanlara, twitter mwitter yasaklamakla hırsızlıkları mırsızlıkları gizlemeyecekleri gibi, olsa olsa diktatör miktatör, hatta o bile değil, sadece miktatör olabileceklerini nasıl anlatmalı….
Gençliğin ve halkların özgürlük taleplerinin yükselmekte olduğu günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde ise miktatörlerin sonu diktatörlerin sonundan farklı olmayacağı gibi daha da çabuk gelecektir…
Yasakla masakla böyle bir sondan kurtuluşun çaresi maresi yoktur…






Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/220314






ZULME KARŞI KOYMAYAN HERKES SUÇA ORTAK DEMEKTİR.

BALYOZ VE F TİPİ CEZAEVİ TUTSAKLARININ ZİNDANDA GEÇİRDİKLERİ HER GÜN BU SUÇ ORTAKLIĞINI AĞIRLAŞTIRIYOR.

16 Mart 2014 Pazar

ATEŞ ORMANLARI ARASINDAN


ATEŞ ORMANLARI ARASINDAN(*)




Nâzım Hikmet’le karşılaşıp görüşmek kısmet olmadı ama; onun öğrencileri, sürdürümcüleri olan 1940’lı yıllar toplumcu şiirimizin bütün ustalarıyla tanışıp görüşmenin ötesinde dost, arkadaş, kardeş olma mutluluğunu yaşadım.
Rıfat Ilgaz, A.Kadir, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Arif Damar ve elbette Hasan İzzettin Dinamo…
Her biri ayrı bir değer, şiirimizin bir doruğu, hiçbir zaman eksilmeyecek,kurumayacak yaşam kaynaklarıdır.
Onları birleştiren ortak özelliği bir kaç sözcükle dile getirmem gerekse, Dinamo’nun bir dizesiyle, “ ateş ormanları arasından” geçmiş olmaları derdim…
Gerçekten de her birinin yaşam öyküsü zindanlar, sürgünler, işkenceler, işsiz kalmalar, yalnızlıklar, ve yoksulluklarla örülüdür.
Öyle ki bütün bu sıkıntılar 1940’lı yılların faşist baskı dönemi,
50’lerin yine baskıcı koşullarıyla sınırlı kalmamış, yaşamları boyunca onları izlemiştir…
Bütün bu katlanılması güç zulümlere, baskılara, yoksunluklara karşın, onlar, yine sevgili Dinamo’nun 21.Yüzyılın İnsanları’na Şiirler’inden dizelerle söyleyeyim, “sabahı olmayan gecelerde/bir Eyüp sabrıyla beklemeyi” bilmişlerdir…
Beklemek… Fakat aynı Eyüp sabrıyla ve bir Prometheus inadıyla, inancıyla, direşkenliğiyle çalışıp üreterek, yaratarak;asla ümitsizliğe, çaresizliğe düşmeksizin, yenilmişlik duygusuna kapılmaksızın…
Onları ayakta tutan, yenilmez kılan inanç; özgürlüğe, barışa, vatana, dünyaya, çalışan insanın yaratma yetisine bağlılıkları, yaşam sevgisi ve sevincidir…
Şu anda şiirlerinden bir seçkiye bir önsöz yazma onur ve mutluluğunu yaşamakta olduğum Hasan İzzettin Dinamo; yapıtıyla, yaşamıyla ve tanıdığım insan kişiliğiyle anıtsal bir değerdir.
Onu şimdi şu anda da, çok yıllar önce Cağaloğlu yokuşunda karşılaştığımız günlerdeki gibi, apak saçları, pürüzsüz ve aydınlık yüzü, ışık dolu bakışları, her zaman tiril tiril gömleği, ütülü pantolonu
ve yine her zaman tertemiz bir mendille bir halk insanı gibi alnının, boynunun terini silerek ağır adımlarla yürüdüğünü görüyorum…
Birkaç kez imza günlerinde birlikte olduk.
Sesini hiç yükseltmeksizin konuşmasında, karşısındakinin sözünü kesmeksizin dinleyişinde; zekâ, dikkat ve kimi kez mizah kıvılcımları kımıldayan bakışlarında, büyük, derin bir yaşanmışlığın
izleri, olgunluğu, damıtılmışlığı vardı…
Kişiliğine, şiirlerine, romanlarına her zaman sevgi ve saygı duydum.
Toplumcu şiirimizin ortak temalarını kendine özgü sesi,dili, etkileyiciyi vurguları ve özgün sözcükleriyle işleyen Dinamo, doğaya olan sevgisi, ilgisi ve bu konudaki incelikli şiirleriyle de şiirimizde ayrı bir yere sahiptir:
O, bir örste döver gibi, çeliğe su verir gibi, inançla, inatla, çalışkanlıkla en ümitsiz günlerden aydınlıklara çıkmayı başarmış; şarkılarını gelecek yüzyıla, yüzyıllara da ulaştırabilmiş ender yaratıcı insanlarımızdandır.
Maksim Gorki’nin unutulmaz Danko’su gibi, göğüs kafesinden söküp çıkardığı alevlenen yüreğiyle “ateş ormanları arasından” geçerken, uğradığı haksızlıklara karşın, insanların, insanlığın yolunu aydınlatmayı başarmıştır.
Anısı önünde içten bir sevgi ve saygıyla, hayranlıkla eğiliyorum.




(*) Hasan İzzettin Dinamo’nun aynı adla Tekin Yayınevi’nce basılan şiir kitabına önsözüm.


15 Mart 2014 Cumartesi

UÇURUMLAR


Az önce indiğim taksinin sürücüsüyle konuşuyoruz.
Söze o başladı.
Konuşkan, genç bir adam.
Sakalının biçimi, sözcükleri ve söyledikleri, konuşmasındaki akışkanlık, dindar bir çevreden olduğunu gösteriyor.
Nitekim İmam Hatip Lisesi mezunu imiş.
Liseyi bitirdiği dönemdeki katsayı engelleri nedeniyle üniversiteye girememiş.
Mevcut iktidara karşı tutumunu soruyorum.
Ak partiliyim diyor ve hemen ardından Fetullah Gülen’e itirazlarını dört maddede topluyor.
İçinde Cebrail vb. melek adlarının bolca geçtiği ve belli ki bu delikanlının i bulunduğu çevrede ezberlenmiş, tümüyle dinsel referanslı kalıplar…
İtirazların doğru olabileceğini, fakat iktidara yönelik hırsızlık suçlamaları konusunda da düşüncesini öğrenmek istediğimi söylüyorum…
Telefon konuşmalarının montaj olduğunu, fakat kesin bir kanıya varmak için yolsuzluk tezkerelerinin sonucunu beklediğini söylüyor…
Hırsızlık yapıldığına aklı keserse, merkeze, yani Erbakan’ın günümüzdeki partisine dönermiş…
Kendisini dikkatle dinleyişimden hoşnut.
Ama diyor, hırsızlık kanıtlanmazsa, sen de bizim merkeze geleceksin…
İnerken elimi uzatıyorum, sıkıca tokalaşıyoruz…
Fakat bu genç adamla aramızdaki uçurumun kapanma olasılığı var mı?..


***
Son günlerde aklıma takılan bir soru:
Madem ki en son,en doğru din bizimki, öyleyse Tanrı neden Müslüman olmayan milyarlarca insanı bundan yoksun kılıyor…
Bizler mi çok kötüyüz de adam olmamız için bu din bize gönderilmiş; yoksa tersine, Müslüman olmayan milyarları mı Tanrı bu dine layık görmüyor?..
Bir şey öğrenmek için uğradığım,orta yaşlarını geride bırakmış, aklı başında görünümlü mahalle muhtarına, sohbet sırasında yarı şaka yarı ciddi yukarıdaki soruyu yöneltiyorum…
El cevap: Bütün insanlar anne rahmine Müslüman olarak düşer, sonrasındaki yetiştirilme sonucunda şu ya da bu dine geçerlermiş…
Mantık yolundan ilerlemeyi sürdürerek, öyleyse Tanrının neden bu insanların Müslüman olarak yetiştirilmelerine olanak sağlamadığını soruyorum…
Yanıt milimi milimine aynı sözlerin tekrarı…
Birbirimize iyilik dileyerek ayrıldığımız bu insanla da aramızdaki akıl ve mantık uçurumunun kapanma olasılığı var mı?


***
Başka örneklere geçelim…
Hızı bakımından olmasa da insanın içini dışına çıkaran sarsıntısıyla bir zamanların kara trenlerini aratan metrobüste, elimdeki kitabı güçlükle okumaya çalışırken, kulağımın dibinde biri cep telefonuna bangır bangır bağırıyor…
Ne yapmalı?
Bir iki kez başımı çevirip bakmam sonuçsuz.
Bereket, metrobüsün pek kalabalık olmadığı bir saat. Sarsıntıdan olmasa da bangırtıdan bir ölçüde kurtulabilmek umuduyla yer değiştiriyorum…
Görebildiğim kadarıyla benim dışındaki yolcular ne bu konuşmadan ne de sarsıntıdan rahatsızlar…
Aynı ülkenin yurttaşları ve neredeyse her gün yaşadığımız bu gibi olayların kahramanları olarak aramızdaki bu türden uçurumlar nasıl, ne zaman kapanacak?


***
Gelirler arasındaki uçurum…
Aynı ülkenin farklı bölgeleri arasındaki uçurum…
Aynı şehrin mahalleleri arasındaki uçurum…
Bu uçurumların yanında yukarıda sözünü ettiklerim ve benzerleri önemsiz sayılabilir belki…
Fakat günlük yaşamlarımız da bu sıradan ilişkilerle oluşuyor…
Diyeceksiniz ki, bu gibi uçurumlar her yerde, her ülkede var…
Hayır yok…
Birçok ülke gezip görmüş biri olarak, sadece Batı Avrupa’da değil, Balkan ve Kafkas ülkeleri de içlerinde olmak üzere hiçbir yerde, hiçbir ülkede,en azından günlük yaşam konuşmalarında ve ilişkilerinde bizdekine benzer aşılmaz uçurumlarla karşılaşmadım…
Aynı uçurumsal farklılıklar, özellikle şu son dönemlerde, aydın diye nitelenen kişiler ve çevreler için de söz konusu…
Neredeyse her konuda, her en küçük ayrıntıda, aşılmaz ,uçurumsal farklıklar…
Aklın egemenliği yolunda her çabanın her adımda engelle karşılaşmasının başlıca bir nedeni de öyle sanıyorum ki her türden insanımızın dünya algılayışı,yaşam kültürü arasındaki bu uğursuz uçurumların gitgide daha da aşılmaz oluşudur…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/150314









BALYOZ KUMPASI SONA ERMELİ, TUTSAK YURTSEVERLERİN GÖREVLERİ VE RÜTBELERİ İADE EDİLMELİDİR.     

8 Mart 2014 Cumartesi

Önsezi


Aklın yetersiz kaldığı ya da henüz öngöremediği durumlarda önsezi devreye giriyor. 
Buna akıldışı değil ama akıl öncesi, belki akıl ötesi bir süreç diyebiliriz. 
Kişisel yaşamlarımızda önsezilerimizin belirleyici, yönlendirici bir işlevi vardır. 
Birilerini sever ya da sevmeyiz. 
Bir ilişkinin iyi da kötü gittiğini, bir şeyi yapmamız ya da yapmamamız gerektiğini, aklımız kadar, ondan da önce önsezilerimiz söyler... 
Önsezi, öngörüden farklı olarak, akıldan çok duyguyla ilgilidir. 
Aklımız çoğu kez, öyle gerektiğini, zorunluluk olduğunu düşündüğümüzden, korktuğumuzdan, tembelliğimizden ya da başkaca nedenlerle önsezilerimizi bastırmaya çalışır. 
Bunda başlangıçta başarılı da olabilir. 
Fakat önsezi yine de bir yerlerden uç verir, kendini duyumsatır. 
Kişisel yaşamlarımızda olduğu kadar toplumsal olayları değerlendirmemizde de aklın ve öngörünün yanı sıra önsezilerimiz de bir yere, işleve sahiptir... 
Bir olay, olgu, durum, belki akılla tam olarak açıklanamayacak kadar karışık görülebilir. 
Öngörü ileriyi yeterince açık göremeyebilir. 
O zaman önsezi devrededir...
***
Şimdi, yaşamakta olduğumuz toplumsal olaylara ilişkin kendi önsezilerimden birkaç örnek vereyim: 
Başbakan’ın ve cumhurbaşkanı adayının birlikte fotoğraflarına baktığımda, bana demokrasiyle yönetilen bir ülkenin demokrat bir siyasal partisinin iki lideri gibi değil, iki sivil Ortadoğu diktatörü gibi görünüyorlar. 
Bu bir önsezi. 
Hayır, önyargıdır diyenler olabilir. 
Bence önyargı değil, önsezi... 
Çünkü şimdiye kadar, görüşlerinin yandaşı ya da karşıtı olayım, hiçbir siyasal parti lideri ya da liderleri için (Erbakan ve Türkeş de içlerinde) buna benzer bir şey hissetmemiştim... 
Bu başka bir şey... 
Yanılıyor olabilir miyim? 
Aklımdan, öngörümden bile daha önce ve ısrarla, önsezim bunun böyle olduğunu söylüyor...
***
Bir başka ve belki daha da karanlık bir önsezi... 
Kendini arada bir duyumsatan... 
Buna “komplo kuramı” da diyebilirsiniz... 
Fakat yine akıldan daha önce ve daha çok, bir duygu, sezgi olarak geliyor... 
Şu anda iktidardaki siyasal partinin ve arkasındaki büyük dış gücün karşısındaki tek direnme noktası olarak ordu görünmekte. 
Bu engel nasıl aşılabilir? 
Ordu nasıl güçsüzleştirilip tüm ülkenin değil de bugünkü siyasal iktidarın vearkasındaki büyük dış gücün buyruğuna verilebilir? 
Sahte bir darbe girişimi ve ardından da bir büyük “temizlik”le... 
Bu bir önsezi... 
Fakat ülkenin bugün getirilmiş olduğu durumda, böyle bir şey kesinlikle olamaz diyebilir miyiz?
***
Önsezilerim, akılla ve öngörüyle de desteklenmiş olarak, şu anda bu ülkede olup bitenlerin demokrasiyle bir ilgisi bulunmadığını söylüyor. 
Karşıt görüşü savunanların, tüm bu olup bitenleri demokrasinin gereği, daha da öte sağlamlaşması olarak görüp göstermeye çalışanların sesleri şimdilik daha güçlü çıkıyor olsa da, aklımdan ve öngörümden bile daha önce ve ısrarla önsezim bunun böyle olmadığında direniyor... 
Bana, bugünkü başbakanın, günü geldiğinde “halkoyu”yla “seçilecek” bir diktatör olma hevesi ve hesabı içinde olduğunu bile haber veriyor. 
Ve zaman zaman, iyimser mizacıma karşın, kapkara önsezilerin içine yuvarlanmaktan kendimi alamıyorum...
                                       
(*) 18.08.2007’de, yani Ergenekon tertibinden bir yıl, Balyoz tertibinden üç yıl önce bu köşede yayımlanan yukarıdaki yazımın da yer aldığı Sivil Darbe adlı kitabımın yeni bir basımı yakında Kırmızı Kedi Yayınları’nca yapılacak.  

2 Mart 2014 Pazar

DANİMARKA’DAN TÜRKİYE’YE ŞİİR KÖPRÜSÜ


İskandinav edebiyatını severim. Belki de çocukluğum Kars’ta geçtiği için Kuzey ruhuna, kış duygululuğuna yakınlığım vardır.
Bir ülkenin şiiri o ülkenin iklimine herhalde indirgenemez. Fakat iklimlerin sanatın her türü üzerinde etkisi de biline şeydir.
Böyle başladım ama, bu yazıda sözünü edeceğim Danimarkalı şair dostum Niels Hav şu anda elimin altındaki şiir kitabının bir kaç yerinde kış sözcüğü geçmesine ve kısa bir şiiri de “Kış adını taşımasına karşın benim İskandinav şiiri derken anladığım ya da öyle görmek istediğim şairlerden değil...
Ana dili Danca dışında yayınlandığı bir çok dile kısa süre önce “Yasak Meyve” yayınları arasında çıkan “Kopenhag Kadınları” adlı kitabıyla Türkçeyi de katan Niels Hav’a romantik bir şair de denemez…
Öyleyse nedir Danimarkalı arkadaşımın şiirinde beni çeken özellikler?
Bu konuda düşündüklerimi “ Her Yerdeki Şiir” başlığı ile kitaba yazdığım önsözde dile getirmeye çalışmıştım.
Bu yazıda oradaki düşüncelerimi yinelemek yerine başka bir yöntem izleyecek, kitabı birkaç kez tıpkı bir şans oyununda gibi rastgele açarak hangisi olursa olsun karşıma çıkacak şiirin bana düşündürdüklerini yazacağım…
Çıkan ilk şiir “Taşlar” başlığını taşıyor…
Kitaptaki çevirilerin çoğunun başarılı çevirmeni Hüseyin Duygu’nun ve Danimarka şiirini tanımamızda büyük katkı sahibi sevgili Kemal Özerin ortak çevirisi…
Şiir. “Yeryüzündeki ilk nesneydi taş/çoğalmasına izin verdi tanrı onun” dizeleriyle başlıyor…
Gerçekten öyle midir? Taş yer yüzündeki ilk nesne midir? Bence şiir bakımından bir önemi yok bunun. Önemli olan şairin(şiirin) gerçeği ve bu ilk dizelerle bizi taş olgusu üzerine düşünmeye, evreni paylaştığımız nesnelerden biri konusunda algı geliştirmeye yöneltmesidir.
Şiirin tamamını buraya alamam kuşkusuz… Fakat baştan sona bir kez daha okuduğumda, bu karşıma rastlantıyla çıkan ve ilk bakışta belki de üstün körü okunup geçilebilecek şiirin beni yer yer ürperttiğini itiraf ederim…
Niels, çocukluğunda, arkadaşlarıyla birlikte tarlalardan “körpe ekinler arasındaki” taşları ayıklamaya gönderildiği günleri anımsıyor…
Fakat sıradan bir taş toplama öyküsü, sıradan bir çocukluk anısı değil bu…
Şiir “taşın ruhu”na doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu…

oradaydılar ölü yıldızlardan gelmiş tohumlar gibi/yarı yarıya toprağın içinde/ağırlıkları altında dinlenen/ama hep yukarıya dönük”

Şiir ilerledikçe, taşın varoluşuna ilişkin algılarımız güçlenip keskinleşiyor…
Ne kadar toplanıp ayıklanırsa ayıklansınlar, çoğalmalarına engel olunamayacağını anlıyoruz…
Şu dizelerde ise insanla taşın savaşımına tanık oluyoruz:
bir savaştı bu/çığlık atıyorlardı çarpınca çeliğe/izliyorduk onları ve buluyorduk/çıkarıp alıyorduk kovuğundan her birini”
Ve taş toplamaktan dönüşün anlatıldığı son kıtanın son dizeleri:
böyle vardık sallana sallana tepeye/kazanmış ve yıpranmış, şarkı söyleyemeyecek kadar yorgun/ve düşüncelerimiz taş dolu”
Yanılıyor muyum bilmem, bu dizelerle şiir bana kalırsa taşın serüveninden insanın serüvenine dönüşüyor ve antik Yunan ve Latin şiirinden çağdaş şiire ulaşan bilgece bir içerik ve söyleyiş özelliği kazanıyor…
Yazıya başlarken kitabı birkaç kez rastgele açacağımı söylemiştim.
Daha ilk şiirle bu şansımı tüketmiş oldum.
Anlıyorum ki bir şiir kitabı üzerine değil tek bir şiir üzerine bile sayfalar, bazen kitaplar dolusu yazılabilir…
Çevirmenleri arasında Murat Alpar, Mustafa Burak Sezer, Gülşah Özer, Efe Duyan, Birgül Oğuz’un da bulunduğu bu şiirler toplamını, Niels Hav’la yapılmış ve kitabın sonunda yer alan söyleşiyi dikkatle, özenle okuyun…
Göreceksiniz ki çağdaşımız bu Danimarkalı şair, her biri bir Türkiye ve Türk şiiri sevdalısı olan Henrik Norbrandt ve Eric Stinus’un Danimarka ve Türkiye şiiri arasında kurdukları köprüyü kendi sağlam “taş”larıyla daha bir güçlendiriyor…



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/020314

1 Mart 2014 Cumartesi

YALANCININ AMPULÜ




Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözünün tam olarak ne anlama geldiğini araştırdığınızda karşınıza pek çok yorum çıkıyor.
Bunlardan kimileri akla yakın olsa da çoğunun zorlama ve pek kişisel yorumlar olduğu hemen anlaşılıyor.
Merak edenler internet üzerinden, ya da atasözlerini açıklayan sözlüklerde bunlara kolayca ulaşabilir.
Bana kalırsa konunun açıklaması yatsı sözcüğünün anlamında gizli.
Yatsı, güneşin batışından bir buçuk saat sonraki vakittir.
İki anlamı olduğu düşünülebilir.
Bunlardan ilki, güneşin son ışıklarının da tamamen çekildiği, karanlığın tam olarak çöktüğü vakit olmasıdır.
İkinci anlam, günün son namazının kılındığı vakti niteler.
En yoksul kişi ya da aile bile, o saatte ve sonrasında artık ışıksız yapamaz, mumunu yakmak zorundadır…
Mumu bile olmayan bir yoksul, eğer namaz kılan biri de değilse, güneş batar batmaz uykuya çekilebilir…
Fakat namaz kılan bir Müslüman’ın, yatsı namazı için de, günün o saatinde büyük olasılıkla ışığa gereksinimi olacaktır.
Buradan yola çıkarak yalancının mumunun yatsıya kadar yanmasının anlamını çözmeye yaklaşabiliriz…
Hava zaten aydınlıkken, yalancı, bu aydınlığın kendi mumunun ışığı olduğunu söyleyerek insanları belki kandırabilir…
Yani aslında, mumu filan yoktur…
Ama yatsı vakti gelip de karanlık çöktüğünde, yalanı ortaya çıkacaktır…
Bir süre belki yine göz boyamaya, insanları kandırmaya çalışsa da, bir başka ata sözümüzdeki gibi mızrak çuvala sığmayacak, yalancı yalanını daha fazla sürdüremeyeceğini görerek cezalandırılmaktan kurtulmak için büyük olasılıkla ortadan kaybolmayı deneyecektir…


***


Yalancılar, kendilerini olduğundan daha büyük, daha önemli göstermeye çalışan kişilerdir.
Bunun için yüksekten atar ;bakışlarıyla, seslerinin tonuyla, seçtikleri sözcüklerle, davranış biçimleriyle insanlar üzerinde egemenlik kurmaya çalışırlar.
Sahteciliklerinin ölçüsüne göre, bunda başarılı da olurlar.
Fakat yeri gelip de çıkarlarına öylesi uygun olduğunda, bu kez de tam tersine, kurdun kuzu postuna bürünmüşü oluverirler…
Kendilerine acındırmak için seslerin tonunu yumuşatır, boyunlarını büker, bir zavallılık görüntüsü alırlar…
Bunlar gerçekten çok tehlikeli, uzak durulması gereken kimselerdir.
Giderek yalanlarına başkalarını olduğu gibi kendilerini de inandırmayı başarır, büyüklük hastalığına tutulmuş akıl hastaları gibi kendi paranoyalarının tutsağı olurlar.
Dünyanın her yerinde akıl hastaneleri bu gibilerle dolup taşar.
Fakat onlar, gözetim altında oldukları ve tedavi gördükleri için insanlık bakımından tehlike oluşturmadıkları gibi, üzüntü, yardım etme isteği, yerine göre sempati bile .uyandırabilirler.
İnsanlık için asıl tehlike, dışarıdaki paranoyaklardır..


***
Zamanımıza uyması için mumu ampulle değiştirdim. ..
Deniz feneri de denebilirdi…
Zaten atasözlerinin en güzel yanlarından biri, her zamana, her duruma uygulanabilirlikleri değil midir?
Öyleyse yine konumuza uygun bir başka atasözümüzle, “minareyi çalan kılıfını hazırlar”la sonlandıralım yazımızı
Fakat bu da çaldığın minareye bağlıdır…
Eğer bu minare hiçbir ayakkabı kutusuna, hiçbir kasaya, hiçbir akraba evine, hatta hiçbir tıra sığmıyorsa, yatsı vakti geldiğinde gömüldüğün karanlıkta bağırıp çağırman boşunadır…
Sahteliği anlaşılmış ampulünün de sana bir yararı olamayacaktır artık….




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/010314









YURTSEVERLER TUTSAKKEN HİÇBİRİMİZ ÖZGÜR DEĞİLİZ!