28 Mart 2015 Cumartesi

MİLLETVEKİLİ OLMAK


Milletvekili olmak heyecanı dağı taşı sarmış durumda.
İstanbul’da, İstanbul dışında, nereye gidersem, gezici bakkal dükkânlarına benzettiğim seçim arabalarıyla karşılaşıyorum…
Açıkçası bana biraz da komik geliyor bu.
Fakat işin özünde yarış olduğundan kimseyi niye böyle yapıyorsun diye kınayamazsınız.
Bu sözünü ettiğim,işin görünen yanı…
Bir de görünmeyen tarafları olmalı.
Zaten ellerin ceplere atılması, aday olmak için partiye ödenen parayla başlıyor.
Bu her yerde, bütün ülkelerde böyle midir, bilemem.
Fakat insanlar bir partiden milletvekili adayı olmak için neden para ödesinler, bunu anlayamıyorum.
Başka bir yolu, parayla pulla ilgisi bulunmayan başka demokratik, eşitlikçi yöntemleri olamaz mı?..


***


Milletin vekili olmak kuşkusuz onur verici, heyecan verici bir şey.
Fakat vekilin, bir anda milletin gelir ortalamasının çok üstünde maddi olanaklara sahip olması(yüksek maaş, başkaca ayrıcalıklar) bana biraz tuhaf geliyor.
Yanlış anımsamıyorsam sevgili arkadaşım Necati Doğru, bir yazısında çeşitli ülkelerden örneklerle bir gelir karşılaştırması yapmıştı.
Hiçbir ülkede milletvekili kazancı bizde olduğu kadar ülke gelir ortalamasının kat kat üstünde değil.
Bizde bu neden böyle?
Bu soruyu yönelttiğimde, bunun bir zorunluluk olduğunu savunan yanıtların hiç biri ne yapayım ki inandırıcı gelmiyor bana…
Bu işte bir sakatlık, bir yanlışlık olduğu düşüncesinden kurtulamıyorum.
Sanıyorum pek çok kişinin, yurttaş çoğunluğunun düşüncesi de bu yöndedir.
Araştırma kuruluşları yurttaşın düşüncesini, varsa önerilerini öğrenmek için bu konuda bir çalışma yapamazlar mı?


***


Zihnimi kurcalayan bir başka soru da, insanların neden milletvekili olmak istedikleri?
Akla yatkın yanıt şu olmalı:
Çünkü millete hizmet etmek istiyorlar, milletin sesi olmak istiyorlar, milletin sorunlarını parlamentoda dile getirip bu konuda çalışma yapmak istiyorlar…
Bu yönde düşünceleri olanların varlığından elbette kuşku duyamam…
Fakat acaba, hangi siyasal partiden olurlarsa olsunlar, milletvekili olmayı parlamento dışında yapamadıkları hizmeti parlamentoda daha rahat yapabilecekleri düşüncesiyle değil de, milletvekilliğinin sağlayacağın maddi ve manevi kazanç ve hazlar için isteyenlerin varlığından da kuşku duyabilir miyiz?
Milletvekillerine sağlanan gelir ayrıcalıkları azaltılmadan, milletle vekili arasındaki kazanç uçurumu akla yakın konuma getirilmeden bu sorular zihinleri kurcalamaya devam edecektir…
***
Bunları söyledikten sonra, önümüzdeki seçimler için milletvekili adayı olan sanatçı dostlarım Yavuz Top ve Canan Sezenler, Adaların bir önceki belediye başkanı ve değerli arkadaşım Mustafa Farsakoğlu, yine Çatalca’nın önceki belediye başkanlarından (ve benim bulduğum bir deyimle “ebedaş”ım, yani aynı ebe tarafından dünyaya getirildiğimiz ve bu nedenle de ayrıca kardeş yakınlığı duyduğum) Fırat Aykut için seçmenden destek istemem çelişkili görülebilir…
Fakat ben bir çelişki görmüyorum bu isteğimde. Çünkü parlamentoya girdiklerinde milletvekili ayrıcalıklarına karşı da seslerini yükselteceklerine inandığım kişilerdir onlar….
Böylece, bu yazıyla, önümüzdeki parlamento döneminde, CHP milletvekilleri başta olmak üzere,kendini gerçekten demokrat ve halkçı sayan bütün milletvekillerini de milletvekili ayrıcalıklarına karşı seslerini yükseltmeye çağırmış oluyorum….





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 280315

25 Mart 2015 Çarşamba

Bakü 1. Uluslararası Şiir Festivalinde Ataol Behramoğlu'na Teşekkür Diploması‏ verildi..



19.23 Mart tarihlerinde Baku’da düzenlenen 1. Uluslararası Şiir Buluşmasına müzisyen Haluk Çetin’le birlikte katılan Ataol Behramoğlu’na Azerbaycan “Medeniyet ve Turizm Nazırlığı”nca teşekkür diploması verildi.
Bakan Ebulfes Karayev imzasını taşıyan “taltif” diplomasında bu diplomanın kendisine “Türk halkları edebiyatlarına yaptığı hizmetler ve Azerbaycan-Türkiye edebiyatlarının yakınlaşması yolunda gösterdiği çaba” için verildiği belirtiliyor.
Azerbaycan şiirinin günümüzdeki temsilcilerinden Salim Babullaoğlu’nun öncülüğünde, Azerbaycan Yazarlar Birliği ve “AzarSu” kuruluşunun katkılarıyla gerçekleşen festival kapsamında 21 Mart Dünya Şiir Günü, Nevruz ve Su Bayramları birlikte kutlanmış oldu.

Rusya, Ukrayna, Özbekistan, İran ve Finlandiya’dan şairlerin katıldığı Baku 1. Uluslararası şiir buluşmasında Behramoğlu şiirleri ve Haluk Çetin’in sunduğu “Ataol Behramoğlu Şarkıları” büyük beğeni topladı.






21 Mart 2015 Cumartesi

ŞİİR İNSANLIĞIN ORTAK DİLİDİR (*)


Bir gün bir yerde, şairliğin meslek değil yazgı olduğunu işitmiş ya da okumuştum... Kendi yaşamım ve deneyimlerim bana bunun gerçekliğini kanıtlıyor.
Bununla, soya çekim, kalıtım, yetenek gibi, yaşamın ve yaratıcılığın hiçbir alanında yadsınamayacak gerçeklerden çok; bir yazgıyı kabul etmek, hak etmek ve taşıyabilmek erdeminden söz ediyorum...
Zaman zaman, şiir öldü mü, işlevi artık tükendi mi sorusu ortaya çıkar.
Sanki ölmesi gerekiyormuş, ya da birileri artık ölmesini istiyormuş gibi.
Bu soruyu doğru yanıtlamak için şiirin ne olup ne olmadığı üzerinde düşünmek gerekiyor.
Şiir ana dilde bir derinleşme, aynı zamanda da insanlığın ortak dilidir... Onu ne sadece sözcüklere, ne sadece ses,kurgu, mecaz ya da imgeye, ne sadece düşünce ya da duyguya indirgeyebiliriz... Bütün bunların toplamı ve böylece de basit bir toplama işleminin sonucundan çok daha fazla bir şeydir...
Sözcükler ne sadece araç, ne de amaçtır... Amaç, yaşamı daha anlamlı, daha yaşanır ve yaşanası kılmaktır...
Yaşam, yaşamlarımız, yalanla, kötülükle, baskıyla, zulümle, bozulmuş,kirletilmiş, yaralanmış ve tümüyle bir yok oluş uçurumunun eşiğine getirilmişse ve tek savunu aracımız sözcüklerimizse eğer, insan oluşumuzun değerlerini savunabilmek için onları daha büyük bir sorumluluk,bilinç ve duyarlılıkla kullanmamız gerekiyor demektir...
İnsanın özüne saldıran tüketim toplumu ahlâkına karşı, sonsuz bir içtenlikle; insan yüreklerine doğrudan doğruya ulaşan bir “söz”le karşı koyabiliriz ancak.
İnsan dilinin korunmasına şiir dilinin katkısı da kanımca burada, bu içten sözdedir…


***
Günümüzdeki gibi insan ilişkilerinin pek fazla yüzeyselleştiği,sığlaştığı dönemlerde dil de buna ayak uydurur.
Şiirin gereği, işlevi o zaman daha belirginleşir.
İnsanları sığlıktan, yüzeysellikten, hafiflikten kurtarma işlevidir bu.
Günümüzün dünyasında pek çok insanın şiire gereksinim duymadığını biliyoruz.
Bunun için onları suçlayamayız.
Çünkü böyle olması için gereken her şey yapılmıştır.
Sorun da budur.
Oysa insanın teknoloji köleliğinden kurtulmasında, var oluşunu daha derin ve yoğun duyumsama çabasında, daha özgür bireyler ve daha mutlu toplumlar oluşturmada, şiir insanın en yakın yol arkadaşıdır.
Buna karşın,teknoloji kölesi ve bir koşuşturma içinde yaşamını tüketmekte olan insan şiirden koptu, uzaklaştı, bir anlamda da soğutuldu.
Bu sonuçta, hiç kuşkusuz şairlerin de sorumluluğu var.
Yaşamdan, insandan kopuk, ya da yüzeyselliğin bir kez de “şiir” adıyla yeniden üretildiği bir şiirden okurun soğuyup uzaklaşması doğaldır.
Şairler ona nasıl bir şiir vermeli?
Bunun bir “formül”ü olmadığı kuşkusuz.
Yine de bazı ölçüler olduğunu düşünüyorum.
Bunlardan biri öncelikle kendi ülkenizin şiirini tanımaktır.
Bir öteki, güçlü bir dil duygusuna sahip olmak, dili tanımak ve sevmektir.
Şiir elbette ölmedi.
Fakat bir gün gerçekten ölürse, biliniz ki bu daha önce insan öldü demektir

(*) PEN Yazarlar Birliğinin bu yıl dünya şiir günü ödülünü kazanan değerli şair, düşünür Afşar Timuçin’i kutlayarak.





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/220315

16 Mart 2015 Pazartesi

19-23 Mart 2015 tarihinde gerçekleşecek Bakü Uluslararası Şiir Festivali


 19-23 Mart 2015 tarihinde gerçekleşecek Bakü Uluslararası Şiir Festivali kapsamında 20 Mart Cuma günü Ataol Behramoğlu şiir dinletisi yer alacak.
  Dinletiye müzisyen Haluk Çetin "Ataol Behramoğlu Şarkıları"yla eşlik edecek.







14 Mart 2015 Cumartesi

MÜSAİT VE MUBAH


Kimin gözüne çarptıysa “müsait” sözcüğünün Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğündeki “tkz” teklifsiz konuşma” anlamı birdenbire gündeme düşerek kıyamet kopardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu “tkz” kısaltmasına şimdiye kadar dikkat etmemiştim.
Şimdi, argoyla arasındaki farkı anlamaya çalışıyorum.
Argo, daha kabaca söz demek olmalı.
Böyle baktığımızda, “tkz” deki anlamıyla “müsait”de argodan uzak sayılmaz.
Fakat ne yapalım ki sözlükler dillerin düzeltilme yerleri değil yansıtılma yerleri olduğundan, herhangi bir sözcüğün bir sözlükte açıklanan anlamı, ille de sözlüğü düzenleyen kişi ya da kurumunun görüşü demek değildir.
Zaten öyleyse, o çalışmaya sözlük denemez.
Müsait” sözcüğünün saygın bir kurum olan Dil Derneğinin sözlüğünde yer verilen “tkz” anlamının (flörte yatkın kadın vs.) bu sözlüğü hazırlayan ekipçe uydurulup benimsendiğini herhalde söyleyemeyiz.
Bu konuda dernek başkanı Sevgi Özel arkadaşımızın Dil Derneği internet sitesinde yayımlanan yazısı yeterince açıklayıcıdır.
Fakat sözcüğün bu anlamının sözlükten çıkarılıp atılması yerine, yazıda belirtildiği gibi
“40’lı yıllarda kullanılan” açıklamasıyla verilmesi belki daha doğru olmaz mıydı?
Müsait”in kadını hafifseyip küçümseyen “tzf” anlamına yakın ve ondan daha beter sözcükler vardır: ”Yollu… Hafifmeşrep” vb…
Az önce merak edip aynı sözlüğe baktım. Bu kez (“argo” oldukları belirtilerek) her ikisi de kadına yakıştırılan incitici sözcükler…
Şimdi Dil Derneği ne yapmalı dersiniz? Onları da çıkarıp atmalı mı sözlüğünden? ...
Hadi, günümüzün yazarı şu ya da bu nedenle artık kullanmıyor diyelim; kim bilir nice yazıda, romanda, öyküde, şiirde, sayısız kez kullanılmış olduğundan kuşku duyulamayacak bu ve benzer sözcükleri de çıkarıp atacak mıyız o yazılardan, yapıtlardan?..
Görülebileceği gibi, kolayca içinden çıkılamayacak, el çabukluğuyla manşetlere taşınamayacak, Sevgi Özel’in yazısında da belirtildiği gibi uzman olmayanların daha da içinden çıkılamaz duruma getireceği bir konu bu…
Ne yazık ki her şeyi kolayından ele almaya çok yatkın bir ruh durumunda ve akıl düzeyindeyiz toplumca…


***


Gelelim yine son günlerde gündeme düşen bir başka sözcüğe, “mubah”a…
Tokat’ın bir ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği yapan bir hanım öğretmen, seçmeli kuran dersinde kız öğrencilere “başınızı örtmüyorsunuz, size tecavüz de mubah, kötülük de mubah” demiş…
Fotoğrafında başı açık olarak(bir olasılıkla peruklu) görülen bu din bilgisi öğretmeni(yine fotoğrafa göre) genç hanım, Arapça “mubah” sözcüğünün anlam inceliklerini biliyor olamldır.
Bu kez Osmanlıca-Türkçe sözlüğün de yardımıyla araştıralım:

1)Şeriatın yap veya yapma diye bir hükmü olmayan nesne, davranış.
2) Yapılmasıyla yapılmaması aynı olan.
3)Herkesin yararlanabileceği şey.
Ve bir Mecelle hükmü: “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar”.
Yani, zorunluluk varsa, yasak çiğnenebilir…
Böyle baktığımızda söz konusu din ve ahlak bilgisi öğretmenin bu sözleri sıradan bir azarlama ya da korkutma amacıyla değil, düpedüz bir fetva, dinin bir buyruğu, hatta gereği gibi söylenmiş olduğunu anlıyorsunuz.
Bu kadın, türdeşlerine diyor ki: Eğer başınızı örtmezseniz, dinin gereklerini yerine getirmezseniz, erkeklerin size tecavüz etmesi(henüz hak değilse!) suç da değildir…
Yazıya ara verip internette gezindiğimde “facebook”a bir haber düştü… Emekli bir ilahiyat profesörü, tecavüzün orucu bozmayacağı fetvasını vermiş…
Eh, bir başka hafifletici neden daha…
Tecavüz etkinliği bazı durumlarda “mubah”(yani ne günah ne sevap) olduğundan ve tecavüzcüler tecavüze uğrayanın(oruçluysa eğer) orucunun bozulmasına da yol açmayacaklarından, gönül rahtlığıyla etkinliklerini sürdürebilir, hatta tecavüz mağduru “müsait” , “yollu” , “hafifmeşrepse” sevap bile kazanabilirler…





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/140315

7 Mart 2015 Cumartesi

YALANI ÖLDÜRSELER


Yaşar Kemal 2 Mart 2015 Pazartesi günü Teşvikiye Camisi avlusunda, musalla taşı üzerindeki “tahta kutu”sunda sonsuz uykudayken , cenaze namazı kıldıran imam yüksek sesle soruyor:
“Kendisinin iyi bir Müslüman olduğuna şahitlik eder misiniz?.”..
Kalabalığın bir bölümünün yanıtı yükseliyor
“Ederiz…”
Ya da buna benzer bir soru-yanıt kalıbı…
Yaşar Kemal’in iyi, hem de çok iyi bir insan olduğunda kuşku yok.
Onu bir kez görüp tanımış olanlar bile bunu bilir.
Fakat “iyi Müslümanlık” nereden çıktı?
“İyi Müslüman” ne demek?
Diyecekiniz ki bu bir tören kalıbı…
İyi de nereden çıkmış, bulan kim? İslam’ın kutsal kitabında böyle bir kalıp var mı? Hiç sanmam…
İçimden, “yalan” diye düşünüyorum…
Yaşamlarımız boyunca karşılaştığımız yalanlar yetmezmiş gibi, son yolculuğumuza da bir yalanla uğurlanıyoruz…
Bundan başka, bir zorlama da var bu kalıbın dayatılmasında…
Şöyle bir şey:
Uğurlanan kişi iyi Müslüman’mış ya da değilmiş, ne önemi var…
Biz onu son yolculuğuna yine de iyilikle uğurlayalım…
Peki ama, şu ya da bu kişiye, onun olmadığı bir şeyi, hangi niyetle olursa olsun, dayatmaya, yüklemeye, zorlamaya hakkımız var mı?


***


Yalan sadece bu soru-yanıt kalıbı bakımından değil, uğurlama töreninin bütünü için söz konusu…
Kutsal sayılan herhangi bir mekânı, görüp tanıma merakı dışında herhangi bir dinsel duyguyla ziyaret etmemiş şu ya da bu kimseyi, dinsel törenle uğurlamak hem yalan, hem dayatma değil de nedir?
Yine diyebilirsiniz ki, sonuç olarak bu bir törendir, cami avlusu da tören yeridir, bütün bunlara daha fazla anlam yüklemenin gereği yok…
Hiç öyle değil..
Yaşam ne kadar önemliyse, ona son noktayı koyan ölüm de aynı ölçüde, belki daha da önemlidir… Fakat yine yaşamla, ölen kişinin yaşamıyla ilgili olarak…
Bilinen, kabul edilen, uygulanan biçimleriyle dinsel inanışlarla ilgisi bulunmayan bir kimsenin, ölümünde dinsel kalıplarla uğurlanışı, açıkça söylenmiyor da olsa( ki çoğu kez söylenmektedir de..) asıl gerçeğin ölüm olduğu, yaşam dediğimiz şeyin yalandan başka bir şey olmadığını kabule zorlamaktır…
Bu ise söz konusu kişiye, onun da ötesinde yaşamın kendisine yapılabilecek en büyük haksızlık ve hakarettir…


***


İnsan nasıl yaşadıysa, son yolculuğuna da öyle uğurlanmak ister…
İnanan kişinin inancına uygun olarak defnedilmesi nasıl temel bir haksa, herhangi bir dinsel inancı olmayan kişinin de bu inancına uygun olarak uğurlanması aynı ölçüde bir temel insan hakkıdır.
İnanmamak da, sonuç olarak bir inanç, vicdan, bilinç olgusudur ve herhangi bir dinsel inançtan daha az saygın değildir…
Yaşar Kemal’le başladım, onunla bitireyim…
Oylumca çok da büyük olmayan“Yılanı Öldürseler” adlı yapıtı, romanlarının beni belki de en çok etkilemiş olanıdır…
Romanda annesi Esme’yi öldürmeye kışkırtılan Hasan buna direnmekte , fakat kışkırtıcılar çocuğun içine çeşitli kılıklarda girerek onu bu cinayeti işlemeye zorlamaktadırlar…
Sonunda da yılan kılığına girerek amaçlarına ulaşırlar…
Çok yıllar önce bu kitap için yazdığım(sevgili Yaşar ağabeyin de beğenip övdüğü) bir yazımın son cümlesi şöyleydi;
“Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı…”
Yaşamlarımızı, onun son dönemeci olan ölüm olgusu da içinde olmak üzere, yalandan arındırmalıyız…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/070315

1 Mart 2015 Pazar

BİR HABER DİLİNİN ANALİZİ


23 Şubat 2015 tarihli gazetemizin 9 sayfasında “Eşini ve Kızını Katletti” başlığı ile küçük bir haber metni yayınlandı.
Kocaların eşlerini ve arada bir onlarla birlikte çocuklarını öldürmesi ülkemizde artık sıradan bir olay olduğundan, facia ne kadar büyükse de haber metninin küçüklüğünde şaşılacak bir şey yok…
Buna karşılık haberin sunuluşunda, dilinde takıldığım yerler oldu.
Bunları sıralamak istiyorum.
Haberin içeriğinden öldürülen eşin hamile ve 28 yaşında, kızın ise 5 yaşında bir çocukcağız olduğunu öğreniyoruz.
Haber başlığı “Hamile eşini ve 5 yaşındaki kızını katletti” olamaz mıydı?
O zaman sıradanlık biraz da olsa azalıp facianın altı daha çok çizilmiş olmaz mıydı?.
Fakat başlıklar sayfalardaki yer sorunuyla da ilgili olduğundan, haber başlıklarının önemi konusuna bu vesile ile sadece değinmiş olayım.


***
Cinayetlerini işledikten sonra intihar eden katilin “cinnet getirdiği” bildiriliyor.
Bunu nereden biliyoruz?
Otopsi sonucuyla verilmiş de olsa bir doktor raporu, ya da yargıç kararı mı var?
Cinayet işlendiği sırada orada mıydık?
Cinnete tanıklık eden kişiler mi söz konusu?
Bunların hiç biri yokken, bu klişe sözü neden kullanıp duruyoruz.
Geçen hafta Cumartesi köşemde yayınlanan yazıda bu “cinnet getirme” tanımının olayın vahametini neredeyse azalttığı, suçu neredeyse hafiflettiği yazılıydı…
Köşe yazılarımız boşuna mı yazılıyor, habercilerimiz bunların üzerinde durup düşünme gereği duymuyor mu diye düşünmekten kendimi alamıyorum…
Özetle, gazete yönetimine sesleniyorum: Şu “cinnet getirme”, “kendini kaybetme” türünden magazin medyanın klişe laflarını gazetemizin haber dilinden çıkarıp atalım.


***


Sonraki cümlelerde de takıldığım yerler oldu.
“Korkunç olay, yakınlarının eve gitmesi sonucunda ortaya çıktı. Olayı öğrenen yakınları ise sinir krizi geçirdi”.
Sinir krizi geçirmek” bir başka klişe. Orada mıydık? Nereden biliyoruz? Sinir krizi geçirip ne yaptılar?
Bundan daha önemlisi, her iki cümlede sözü edilen “yakınlar”ın aynı “yakınlar” mı,
farklı farklı “yakınlar” mı olduğu sorusu…
Aynı yakınlarsa, olayı ortaya çıkmasıyla mı öğrendiler, yoksa onların öğrenmesiyle mi olay ortaya çıkmış oldu?...
İkinci cümledeki “ise” sözcüğü ise her şeyi büsbütün karıştırıyor. Zaten bu “yakınlar”ın aynı kişiler değil farklı kişiler olduğu düşüncesi de bu yüzden uyanıyor…
Yani, ilk yakınların eve gitmesiyle olay ortaya çıkıyor, olayı öğrenen başka yakınlar “ise” sinir krizi geçiriyor…
Derken bir üçüncü cümle ve yine “yakınlar”…
Ailenin yakınları güçlükle sakinleştirildi”…
Allah aşkına, bunu nereden biliyoruz? Hem de bu “sakinleştirme” işinin “güçlükle” yapılabildiği ayrıntısına kadar…
Eh, demek ki güçlükle de olsa sakinleştirilmişler.
Adam da zaten cinnet geçirmiş, üstelik intihar ederek kendi cezasını kendisi vermiş,
bize de tanrı hepsine rahmet eylesin, günahlarını bağışlasın demek kalıyor ve yukarıdaki türden ayrıntılara kafayı takmamak gerekiyor…
Fakat hiç öyle değil…
Gazetecilikte haber dili, dilin doğruluğu, seçilen sözcükler, ayrıntı değil, haberin kendisi kadar önemli, esasta olan bir şeydir…
Konu yer sorunuysa ve ille de klişe kullanılacaksa (bir tek “sinir krizi”nden fedakârlık edilerek !) yukarıdaki üç cümle tek cümlede ve hatasız olarak şöyle özetlenebilirdi:
Eve uğramalarıyla facianın ortaya çıkmasını sağlayan aile yakınları güçlükle sakinleştirildiler…”





Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/010315