30 Aralık 2017 Cumartesi

İKİ YILDÖNÜMÜ


Salı günü iki yıldönümü toplantısına katıldım.
İlki yüzüncü yıl dönümünde Ekim Devrimi konusunda Bedri Baykam’ın Piramit Sanat’ında düzenlenen toplantıydı.
Bedri Baykam, dakikasını boşa harcamayan, tanıdığım en çalışkan dostlarımın başında gelir.
Resimler, kitaplar, sergiler, yazılar, seyahatler, kimi kez bir kaç tanesi bir arada sanatsal ve toplumsal etkinler, baş döndürücü bir yaratıcı çalışma temposu…
Konuşmacılardan biri olarak girdiğim toplantı salonunda, gözüme ilk çarpan, doğum yıldönümünde İsmet İnönü için düzenlenen resim sergisiydi…
Salon ise, tamamen doluydu…
1917 Ekim Devrimi, yüzüncü yılında da,içinde ülkemizin de bulunduğu bütün dünyada insanlığın ilgi odağında olmayı sürdürüyor.
Emek sömürüsü, eşitsizlik, adaletsizlik olduğu sürece de bu ilgi devam edecektir.
1789 Fransız Devriminin sona erdiği nasıl söylenemezse, Ekim Devrimi için de bu fazlasıyla böyledir…
Konuşmacılar( Paneli yöneten Bedri Baykam, felsefe profesörü Örsan Öymen, tiyatro sanatçısı ve Sanatçılar Girişimi sözcülerinden Orhan Aydın, benim değerli öğrencilerimden Dr.Barış Zeren ve ben) farklı sözcükler ve farklı yönlerden de olsa özetle bunları söyledik.

***

İkinci toplantı Roboski Katliamının 6. Yıldönümü için Şişli Kent Kültür Merkezinde düzenlenen anma toplantısıydı….
Ekim Devrimi panelinde konuşmalar bittikten sonra tartışma bölümüne kalamayıp Roboski anmasına katılabilmek için hızla hareket etmem gerekti…
HDP İstanbul örgütünün çağrısıyla katıldığım anma toplantısı ben oraya ulaştığımda başlamıştı ve sürmekteydi.
Az sonra Roboski belgeseli gösterileceği için gelir gelmez çıkarıldığım sahneden, yarı karanlık salondaki topluluk içinde gözüme ilk çarpan beyaz başörtülü kadın topluluğu oldu.
Bunlar belli ki, katliamın 6. Yılında sorumluları hâlâ ortaya çıkarılıp yargılanmayan katliamın 19’u çocuk olan 34 kurbanının anneleri, kardeşleri,eşleri, başkaca yakınlarıydı…
Yarı karanlıkta yüzleri tek tek seçemediğim için ön sırada HDP Milletvekillerinin olduğunu sonradan öğrendim.
İki şiirimi okuma öncesindeki kısa konuşmamda, bir ülkede tek bir insan, hele tek bir çocuk, tek bir bebek acı çekmekteyse, bunun bütün bir ülkenin acısı olduğunu, böyle olması gerektiğini söyledim.
Ardından, “Kan Dökücülüğün Tarihi Yazıldığında” ve “Erdem ve Erdemsizlik Üzerine” adlı şiirlerimi okudum.
Orada, yarı karanlıkta, beyaz başörtülerini seçebildiğim annelere, eşlere, kardeşlere, kurbanların çocuklarına buradan da sevgilerimi göndererek, “Kan Dökücülüğün Tarihi Yazıldığında” başlıklı şiirimden bir bölümünü buraya da almak istedim:
Kan dökücülüğün tarihi yazıldığında 
Kendileri gibi düşünmeyenlerin 
Kanına susayanlar 
Yerlerini alacaklar ilk sırada
Vicdansızlığın tarihi yazıldığında 
Gözyaşı üstüne kurulu saraylarda 
Güvende olduklarını sananlar 
Bir başka dünyada değil bu dünyada 
Vicdanlardan yükselen alevlerin 
Cehenneminde yanmaktan kurtulamayacaklar
(“””)
Yalanın tarihi yazıldığında 
İnanç ticaretinde ustalaşanlar 
Gerçeğin ışığı köreltince gözlerini 
Karanlıkta beslenen yaratıklar gibi 
Çırpınıp kaçmaya çalışsalar da 
Aklın aydınlığında yok olacaklar 
(….)
Bütün bu tarihler yazılacak bir gün 
Ve zaten yazıldı, yazılmakta da 
Fakat sadece cinayet tasarımcıları 
Ve kapı kulları değil 
Korkak suskunluklarının lanetli rahatlığında 
Cinayete seyirci kalanlar da 
Sıralanacaklar kanlı sayfalarda 



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/301217
________________________________________________________________
Bu Cumartesiyi Pazara bağlayan, gece yarısı saat 1’de, HALK TV’de, Haluk Çetin’in Şiir İçi Şarkılar programında olacağım.


23 Aralık 2017 Cumartesi

CHP’Yİ KORUMAK


Hamburg
Cumhuriyet Halk Partisi Hamburg Birlik Başkanı, yakın dostum Coşkun Coştur’un davetiyle birkaç gündür Hamburg’dayım.
Eşimle birlikte bu gelişimiz daha çok bir kaç gün gezip dinlenmek içindi.
Nitekim Kiel’de, Günter Grass müze evini de gezdiğimiz Lubec’de ve dünya masalları içinde en sevdiklerimden biri olan o sevgili Bremen Mızıkacıları’nın kenti olan Bremen’de, kısa süre içinde de olsa güzel zamanlar geçirdik…
Fakat, Giresun’un bir köyünden çocuk denebilecek bir yaşta geldiği Hamburg’da fabrika işçiliği ve uzun süre işçi temsilciği yapan, aldığı eğitimle ve yetenekleriyle kendini seçkin bir aydın olarak yetiştirmeyi başaran Coşkun Coştur’un Hamburg’a kazandırdığı “Hamam Hafen”in restoran bölümünde çoğunluğu CHP’li ya da CHP’ye yakın arkadaşlarla yaptığımız söyleşi olmasa bu güzel gezi eksik kalırdı…
Bu yazının asıl konusu bu buluşmada konuştuklarımız olacak…

***
İyi Parti adı altında, ülkemiz siyasetinde merkezdeki boşluğu doldurmaya aday bir partinin kurulması, son yıllar siyasal yaşamımızın kuşkusuz en önemli olaylarından biri, belki en önemlisidir.
Çünkü AKP büyük ölçüde bu boşluktan yararlanarak iktidar olmayı başardı ve yine bu boşluk sayesinde iktidar olmayı sürdürebildi…
. İyi Parti merkezdeki boşluğu doldurabilecek mi? Kuşkusuz haklı bir sorudur bu. Ben iyimserliğimi sürdürüyor ve öyle olmasını diliyorum. Geçmişe dönük kuşku ve eleştirilerin bu gün için iktidarın ve yardakçılarının işine yaramaktan başka bir anlam taşımadığını düşünmeye devam ediyorum. Hayat geriye doğru değil, ileriye doğru akıyor. Şu anda muhalefet partileri arasında yaklaşan seçimlere ilişkin ortak hareket konusundaki olumlu söylemler ve sinyaller de bu görüşümü doğruluyor.
Hamburg’da konuşulanların odaklandığı sorunlardan biri buydu.
Fakat CHP’li arkadaşları kaygılandıran asıl konu, CHP’den İyi Parti’ye yönelik bir oy kayması yaşanıp yaşanmayacağı sorunuydu… Bu soru doğal olarak Türkiye’de de sorulmakta. Şimdi, bu konuda, Hamburgda ve daha önce başka toplantılarda ve yazılarımda dile getirdiğim görüşlerimi bir kez daha özetlemek istiyorum…
***
Cumhuriyet Halk Partisi sınıf partisi değil, kitle partisidir.
Fakat onun asıl ve daha temeldeki niteliği bir ideoloji partisi olmasıdır.
Bu ideolojinin adı, büyük harflerle yazıyorum, AYDINLANMA’dır.
Aydınlanma, Atatürk adıyla özdeşleşen Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ilkeleridir.
İnsan merkezli dünya, laiklik, akıl ve bilim öncülüğü demektir.
Cumhuriyet Halk Partisi bu ilkelerin ve bu demektir ki Türkiye Cumhuriyetinin varlığının biricik, başta gelen güvencesidir.
Cumhuriyet tarihimiz bunu böyle kodlamıştır ve bu gün bu her zamankinden daha çok böyle olmak zorundadır ve böyledir.
Aydınlanma ideolojisinin güvencede olmasının koşulu ise, Cumhuriyet Halk Partisinin emekten, sosyal devlet anlayışından yana, sola dönük bir parti olma zorunluluğudur.
Yeni kurulan parti, gerçekten merkezde bir parti olacaksa, iktidardaki gerici kliğe karşı toparlayıcı bir seçenek oluşturmak amacındaysa, bunu ancak Cumhuriyetin temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla yapabilir. Fakat savunacağı ekonomi politikası, kaçınılmaz olarak, liberalizm, Pazar ekonomisi politikaları olacaktır… Söylemlerinde ve etkinliklerinde de, aydınlanma ideolojisinden ödünler verecek olması kaçınılmazdır…
CHP ve böyle bir merkez parti arasında, Batı’da ve zaman zaman bizde de görüldüğü gibi ittifaklar yapılabilir, yapılmalıdır.
Bu gün bu bizim için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Fakat bu ittifak, CHP tabanından merkeze kaymalar olacağı anlamına gelemez, gelmemelidir.
Tersine, asıl şimdi, CHP bütün üyeleri ve seçmeniyle aydınlanma ideolojisinde daha da çelikleşmek, sola açılan ekonomi politikalarında da daha açık, kararlı ve etkin olmak zorundadır ve şimdi bunu başarmada daha fazla şansa ve olanağa sahiptir.



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/231217

16 Aralık 2017 Cumartesi

Aydınlanma ve Atatürk Devrimleri Çalıştayı’nda


Bu haftaki yazımı CHP Bilim Yönetim Kültür Platformu Başkanlığı’nın Kadıköy Belediyesi Kozyatağı Kültür Merkezi’nde düzenlediği aydınlanma konulu çalıştayından yazıyorum.
Çalıştay bugün (Cuma), platform başkanı Prof. Dr. Onur Bilge Kula’nın mükemmel açılış konuşmasıyla başladı. Onur Bilge Kula, Almanca ve Felsefe profesörü; bilim insanı olduğu kadar da seçkin bir edebiyat düşünürüdür. Konuşmasında aydınlanma kavramının Doğu’da ve Batı’daki düşünsel temellerini ve gelişimini edebiyat alanından örneklerle de anlatıp açıkladı. Örneğin ben büyük İslam düşünürü İbn-i Sina’nın ilk felsefi romanın yazarı olduğunu da bu konuşmadan öğrendim. Fransız aydınlanmacı düşünür ve yazarı Denis Diderot’un “Kaderci Jacques ve Uşağı” romanından Hegel’den geçerek Brecht’in “Puntila ve Efendisi” oyununa ulaşan bağlantıyı da bu konuşmadan öğrenmiş oldum.
Çalıştayın ilk oturumunda Prof. Dr. Taner Timur, Prof. Dr. Betül Çotuksöken ve sevgili Ali Sirmen konuştular. Taner Timur aydınlanma felsefesinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi konusunda önemli bir analiz yaptı. 18.yüzyılda başladığı varsayılabilecek Osmanlı aydınlanmasının 19.yüzyıl süreçlerinden geçerek Atatürk’ün aydın ve devlet adamı kişiliğinde nasıl bir zirveye ulaştığını anlattı.
Burada, Onur Bilge Kula’nın yine Atatürk’ün aydın kişiliğiyle ilgili saptamasını paylaşman isterim. Kula’nın çok haklı olarak belirttiği gibi büyük önderi sadece asker ve hatta devlet adamı kişiliğine indirgemek yanlıştır. O aynı zamanda büyük bir aydın, ender yetişen bir aydınlanma düşünürüdür. Onur Bile Kula, Atatürk’ün Anıtkabir’deki kitaplığında yaptığı araştırmada büyük önderin aydınlanma konusunda altlarını çizerek okuduğu 57 kitap saptamış. Toplam olarak üç binin üzerinde kitap okuduğunu biliyoruz. Günümüz siyasetinde şu anda iktidarda olanlarla ne hazin bir karşıtlık.
Prof. Dr. Betül Çotuksöken’in konuşmasında altını önemle çizdiğim kavramlardan biri “kişisel onur” kavramının aydınlanma düşüncesindeki temel önemi ve bunun dünyanın değer kazanmasıyla ilişkisi oldu. Altını çizdiğim bir başka kavram Kant’tan hareketle ele aldığı “aklın özel bir kamusal kullanımı” oldu.
Gerek Onur Bilge Kula’nın, gerekse Taner Timur ve Betül Çotuksöken hocaların konuşmaları mutlaka yayınlanmalıdır ve sanırım yayınlanacaktır.
Aynı oturumda konuşan Ali Sirmen’in Batı’nın Türkiye Cumhuriyeti devrimini yeterince anlayıp değerlendiremediğini söylerken çok haklıydı.
Bir sonraki oturumun konuşmacıları Prof. Dr. Ayşe Erzan, Prof. Dr. Burhan Şenatalar, Batuhan Aydagül, Atatürk dönemi aydınlanma düşüncesi ve eğitim alanındaki uygulamaları konusunda saptamalar yaptılar.
Ben öğleden sonraki oturumda, Gülriz Sururi ve Suna Kan’dan sonra konuştum. Konumuz Atatürk devrimleri, aydınlanma ve sanattı. Değerli sanatçılarımızın konuşmalarından sonra yaptığım konuşmada ben de aydınlanma düşüncesi ve var olma duygusu; bu kavramla insan oluşumuzun özdeşliğine ilişkin düşüncelerimi anlattım. Bu varoluş, insan oluş olgusunda (süreçlerinde) sanatın, bilime özgü kavramsalı da kapsayan imaj yaratma özelliği ve bu sentezin insan varoluşundaki öneminden söz ettim.
Şu anda bunları yazarken yanı başımdaki arkadaşım Elif Akkaya el yazılarımı aynı anda gazeteye göndermek üzere bilgisayara geçiriyor ve ben bir yandan da şu andaki oturumun konuşmacıları Orhan Bursalı, Alper Akçam’ı dinleme sonrasında Merdan Yanardağ’ın konuşmasına kulak veriyorum. Az önce CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu da girdi salona. Birazdan da Doç.Dr. Barış Doster konuşacak.
Önemli bir çalıştaydı. Sonraki iki oturumda da yine değerli aydınlarımız konuşacaklar. Fakat yazımı gazeteye yetiştirmek için burada durmak zorundayım. Aydınlanma düşüncesini, bilimsel düşünme yöntemi ve bilgi birikimini bütün topluma ulaştırmalıyız. Burada Cumhuriyet Halk Partisi’ne öncü ve çok önemli bir görev düşüyor.
İlk adım olarak bu çalıştayın ve benzerlerinin başka şehirlerimizde de tekrarı gerekiyor.



15.12.2017

9 Aralık 2017 Cumartesi

AH İSTANBUL!..


Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunda kuşku yok.
Belki de en güzelidir.
Nereden geliyor bu güzellik?
Coğrafyadan öncelikle.
İçinden deniz geçen bir başka şehir olduğunu görüp işitmedim.
Bir tek Sydney’de, Okyanusla şehrin buluşmasında İstanbul’dakine benzer bir şey duyumsamıştım.
Benzersiz çekiciliğinin bir başka büyük nedeni sahip olduğu kültür sentezi olmalı.
Hıristiyan ve İslam kültürü ve sanatı bu şehirde hiçbir yerde olmadığı kadar yüzyıllarca birlikte yaşamayı sürdürdü…
Kuşkusuz Ermeni, Musevi dinsel inançları ve yaşama kültürleriyle bir arada…
Günümüzde de bu birlikteliğin izleri hâlâ görülebiliyor…
Fakat artık sadece iz olarak…
İstanbul Boğazı(Bosfor) çok şükür yerli yerinde…
Fakat onu çevreleyen tepelerin ve kıyıların da, değil geleneksel İstanbul’la, 1900’lerin ikinci yarısına kadar yaşamını sürdüren İstanbul’un görünümü ve kültürüyle de hemen hemen ilgisi kalmadı…
İster modernleşme, ister yozlaşma denilsin…
Bu gün yaşadığımız İstanbul, bu şehirden birkaç günlüğüne gelip geçen yerli ve yabancı konukları büyülemeyi sürdürse de, hangi sınıftan ve gelir tabakasından olursa olsun yerleşik sakinlerini mutlu etmeyen, onların her birine olanakları ve hayal güçleri ölçüsünde onu terk etme planları yaptıran bir şehirdir.
Melisa Gürpınar’ın “Tiyatro Ayna” topluluğundan izlediğimiz “İstanbul’un Gözleri Mahmur” adlı oyunu bu acıtıcı gerçeği tam da başladığı süreçlerden yakalayıp anlatıyor…
***
Sevgili Melisa’nın oyununda sıklıkla tekrarlanan bir cümle, oyunda işlenen konunun özlü bir özeti gibidir:
İstanbul’da önce yollar açıldı, sonra Anadolu’ya açıldı bu yollar…”
1950’lerden söz ediliyor böylece.
Denebilir ki gelişmenin, modernleşmenin, kaçınılmaz olduğu kadar gerekli de bir evresiydi bu.
Böyle bir açıklama kabul edilebilir de olsa, sözü edilen modernleşme süreci denetlenemez miydi sorusuna engel oluşturamaz.
Nasıl mı engellenirdi?
Anadolu’da tarımı modernleştirerek, fabrikalar açarak, iş olanakları sağlanarak.
Ulusal ekonomiyi var olan zenginliklerin yağmalanması üzerine değil yeni zenginlikler yaratma üzerine kurarak.
Böylece de İstanbul’a Anadolu’dan göç kapılarını sınırlamış olarak…
Yapılanlar ise yapılması gerekenin tam tersi oldu…
***
Bu gün gelinen nokta en vahim olanıdır.
İstanbul İstanbul olalı…” böylesine hoyratça bozulup yağmalanmadı...
Açılan ve açılması planlanan yollar, köprüler, kanallar vb. yaşamı bir ölçüde kolaylaştırıyor gibi görünse de doğayı daha da tahrip ederek , İstanbul ve İstanbullu kimliğini yok ederek bu sevgili şehre bütün tarihinde görülmedik ölçüde kötülük yapıyor…
Boğaz artık İstanbul’a ait değilmiş gibi, yabancıymışız gibi , sevinçsiz, amaçsız akıp gidiyor…
Ah İstanbul…” kayıp gidiyor ellerimizden…
Dilek Türker ve arkadaşları; Melisa Gürpınar’ın duygulu, bilinçli aracılığı ve Hakan Altıner’in deneyimli,etkileyici yorumuyla bu gerçeğe “ayna” tutuyor…
Fakat yine de umutsuz olmadan…
Dirençle, meydan okuyarak…
Oyunun sonunda sevgili Dilek’in, sadece en uzak aile kökenlerinden İstanbullu olarak değil kendisi İstanbul olarak izleyiciye seslenirken, bir direniş anıtı gibi dile getirdiği final cümlelerindeki gibi:
Ben hep buradayım.
Herkes gitse de mi?
Evet.
Nefes almak bile zorlaşsa da mı ?
Evet.
Peki ama neden ?
Çünkü ben İstanbul’um….”


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/091217

2 Aralık 2017 Cumartesi

KİTAP FUARLARI


Ülkemizin neredeyse her yöresinde kitap fuarları açılıyor. Öylesine bir yoğunluk ki yetişmek neredeyse olanaksız ve yorucu. Fakat öte yandan çok önemli bir kültür hizmeti , muazzam ve sanırım bu biçimiyle bize özgü bir olay.
Kitap Fuarları TÜYAP’la başladı. İlki 1982’de Tepebaşında açıldı ve Beylikdüzü’ne taşınıncaya kadar da her yıl orada devam etti. Tepebaşı günlerini nostaljiyle ve o günleri birlikte yaşadığımız pek çok yazarımızın bu gün yaşamda olmayışının hüznüyle anımsıyoruz.
Daha öncelerde de yazmış olmalıyım. 1983 yılı Aralık ayında açılan Tüyap İstanbul Kitap Fuarına ilişkin bir anımı bir kez daha paylaşmak istedim.. . O yılın Kasım ayında 8 yıl hapis cezasına mahkûm edilen bir kaçak olarak gizlendiğim bir evde Cumhuriyet’in kitap fuarına ilişkin ekinde gördüğüm karikatür şu andaymışçasına gözlerimin önündedir.
Boş bir masa önündeki kuyrukta şen şakrak bekleyen insanlar. Masanın arkasında iki fuar görevlisi konuşuyor:
-Yazar sekiz yıla mahkûm oldu gelemiyor demediniz mi?
-Dedik, ziyanı yok,bekleriz diyorlar…
***
Bu yıl ajandamda görebildiğim kadarıyla Ocak ayında Ankara Kitap Fuarı ve Tüyap Adana Kitap Fuarına; Şubatta Tüyap Samsun ,Mart ayında Isparta Belediyesi Kitap Fuarı ile Tüyap Bursa ve İzmir Konak Belediyesi Kitap Fuarlarına katılmışım. Bunları Nisanda Konya ve Merzifon Belediyelerinin kitap fuarları , Tüyap İzmir Kitap Fuarı ve Susurlukta bir kitap fuarı izlemiş… Mayısta Kadıköy Belediyesinin Haydarpaşa Garındaki muazzam Kitap Fuarı… Ağustos’taki Edremit Belediyesi Kitap Fuarını Ekim’de Edirne, Eskişehir, Van, Kayseri kitap fuarları izliyor…Kasım’da Tokat, Çorlu Kitap Fuarları ve son olarak da Antalya Konyaaltı Belediyesinin bu yıl gerçek bir zirve yapan kitap fuarı…
Bunlar benim katıldığım fuarlar…. Katılamadıklarım da olmuştur… Sadece yukarıdaki liste bile, kitap fuarı olgusunun nasıl büyük bir kültür olayına dönüşmekte olduğunun göstergesidir.
Hemen her birindeki çok büyük okur ilgisi ise, insanımızın kültüre, bilgiye, kitaba susamışlığını gösteriyor…
***
İlk kez gördüğüm Tokat’a biraz da gecikerek ulaşıp fuar alanına girdiğimizde, stendin önünde uzayıp giden okur kuyruğunun beni şaşırttığını gizleyemem… Belki yarısından da çoğu başı örtülü,fakat bakışları ışık dolu kızlarımızla şiir, aşk ve her şey üzerine söyleşilerimiz ise unutulmazdı… Oradaki söyleşimde Tokat’lılara sevgili şairleri Külebi’den de dizeler okudum…
Isparta Kitap Fuarı içindeki özel bir alanda belki bin kişi izledi konuşmamı….
Nuriye ve Semih için bir günlük sembolik açlık grevim Malatya Kitap Fuarına rastladı…
Konya’da konuşma yapmama çıkarılmak istenen engeli aşarak yaptığım konuşmada Mevlana üzerine söylediklerim fuar yöneticileri için sanırım beklenmedik bir şeydi… Hele Türkçesiyle birlikte bana hediye olarak vermek için getirttikleri Rusça Mesnevi’den bölümler okuyarak karşılaştırmalar yapışıma bir hayli şaşırmış olmalılar….
Kayseri Kitap Fuarını İhsan Eliaçık’a yapılan saldırı ve Prof.İbrahim Kaboğlu’na engelleme üzerine protesto ettik. Sonrasında yine Kayseri’de gerçekleştirdiğimiz toplantı ise muhteşemdi. Bu yazarlarımız 2018 Kayseri Kitap Fuarının onur konuğu olmalıdır.
***
Kitap Fuarlarının yanı sıra Üniversitelerin, başta TED’inkiler olmak üzere kolejlerin,başkaca okulların ve derneklerin toplantılarında , bütün ülkede,her yaştan okurla karşılaşıp söyleşmek, onlara kitap imzalamak, onların sevgi sözlerini işitmek bir yazarın alabileceği en büyük ödül, tadabileceği en eşsiz mutluluk olmalı… “Yurdu Teninde Duymak” derken de düşündüğüm böyle bir şeydir…
Sekiz yıla mahkûm olmuş yazarına kitap imzalatmak için sekiz yıl beklemeye hazır olan bir okur kitlesini hiçbir karanlık güç teslim alamaz…
__________________________________________________________________________
Haluk Çetin’in yeni albümü yayınlandı.”Yürüdüm sana Doğru”/Ada Müzik


26 Kasım 2017 Pazar

HİNDİSTAN


Bu hafta Hindistan izlenimlerimi paylaşmak istedim sizlerle.
Hindistan’ı görmüş ya da bu ülkeyle özel olarak ilgilenmiş olanlar haklı olarak hangi Hindistan diye soracaklardır…
2017 sayımına göre 1 milyar 324 milyon nüfusuyla Çin’ den sonra dünyanın ikinci en kalabalık ve 3.287.263 km2 yüzölçümüyle en büyük yüzölçümüne sahip sekizinci ülkesinin her yöresini gezip görmedikten, neredeyse insanlık tarihi kadar köklü ve eski tarihini okuyup öğrenmedikten sonra, sadece tek bir bölgesinde birkaç günlük bir seyahatten sonrasında böyle bir ülke hakkında ne söylenebilir?
Sadece büyük ölçüde yüzeysel izlenimler…
Benim şimdi söyleyeceklerim de ister istemez böyle olacak.
İlk kez 2012’de Hindistan’ın eyalet devletlerinden en güneydeki Kerela’nın başkenti Trivandrum’daki uluslar arası Kritya Şiir Festivali’ne çağrılı olarak bu ülkeye gitmiştim.
O günlerden en unutamayacağım izlenimim, Hint Okyanusunda yüzme deneyimimin, daha ilk adımımı attığımda herhalde bir alt dalganın attırdığı ters taklayla kendimi yine ayaklarım üzerinde aynı yerde bulmam üzerine, başlamadan sona erişi oldu… Bu kez içimden ne kadar gelse de bu güvenilmez denize bir daha adım atmayı göz alamadım…
Bu yıl 8-13 Kasım günlerinde yine aynı Festival için, fakat şimdi onur konuğu olarak yine Kerelada’ydım… Onur konukluğu da lafta değildi doğrusu… Çeşitli ülkelerden konuk şairlerin portrelerinin bulunduğu afişlerde benimki neredeyse iki katına yakın büyüklükte konulmuştu… Bundan biraz rahatsızlık duyduğumu da gizleyemem… Nitekim açılış ve kapanış törenlerinde yaptığım konuşmalarda, Cemal Süreya’nın “Bir mısra söylesek sanki her şey düzelecek” dizesini örnek vererek, tek bir dizeyle bile şair okunabileceğini, şairler arasında büyüklük küçüklük gibi ayrımlar olamayacağını, şiire emek veren herkesin eşit olarak sevgiye ve saygıya layık olduğunu içtenlikle anlattım ve sanıyorum etkili de oldu bu sözlerim…
Yine bu kez en unutulamayacak izlenimim Devlet Hapishanesinde mahkûmlarla buluşmamız oldu… Ben başka arkadaşlardan farklı olarak, bizim burada da çoğu kez yaptığım gibi, sahneden izleyicilerin arasına inerek yaptım konuşmamı. Orada söylediklerim ise özetle, cezaevinde bedenlerimiz tutsak olsa da ruhlarımızı şiirle özgürleştirebileceğimiz ve bunu kendi deneyimlerinden bildiğimdi… Sonra “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var”ı okudum… Konuşmalar İngilizce yapılıyor, Kerela’nın resmi dili olan Malalayama diline çevriliyordu… Şiirimin kuşkusuz yazıldığı dilde okuduğum her kıtasından sonra Malalayama diline yapılmış çevirisi okunuyordu… (Hindistan’da ulusal düzeyde resmi dil olarak Hintçe ve İngilizce kabul edilmiş. Bundan başka 22 Eyalet dili ve bütün ülkede de 400’ü aşkın dil ve lehçe bulunuyor…
Unutulamayacak bir başka ziyaret öksüzler yurdunaydı… Orada da yerde onlarla oturarak bütün ailesini 1915’lerde iç çatışmalarda yitirip ilk eğitimini öksüzler yurdunda almış bir babanın çocuğu olduğumu, bu babanın her biri yüksek meslek sahibi olmuş dört çocuk yetiştirdiğini anlattım… O esmer yüzlerde, dikkatle açılmış çocuk gözlerinde, gerçekten de Karabekir’in Erzurumda açtığı yetimler yurdundaki çocuk babamı görür gibi oldum…
Hapishanede ve öksüzler yurdundaki konuşmalarım medyada çokça yer tuttu…
Hindistan izlenimlerime bir fırsatta yine döneceğim…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/25.11.17

18 Kasım 2017 Cumartesi

İTTİFAK ZORUNLULUĞU


Tarihler değişmezse yerel seçimler 2019 Martında, genel seçimler ve başkanlık seçimi aynı yılın Kasım ayında yapılacak.
Tarihler değişmezse… çünkü Türkiye’de her şey her an değişebilir.
Zaten asıl sorun da bu;Her şeyin her an değişebileceği bir ülkede yaşıyor olmamız.
Seçimlerde ittifaklar konusu da bu sorunla doğrudan ilgili.
Her şeyin her an değişebileceği, daha açık bir deyişle de keyfi bir yönetimin, tek adam diktasının daha da kalıcılık kazanarak devam edeceği bir Türkiye’de mi, parlamenter demokrasinin yeniden geçerlilik kazanacağı bir ülkede mi yaşamlarımızı sürdüreceğiz…
Seçimlerde ittifak konusu öncelikle bu soruna bakışımızla ilgili…

***
Birkaç zamandır yeni bir Tayyip Erdoğan imajıyla karşı karşıyayız.
İslamcı, ümmetçi, despot, demokrasi karşıtı, Amerika’nın Ortadoğu projesinin ürünü ve uygulayıcısı Erdoğan imajı, yerini giderek Amerika ve Batı emperyalizmi karşıtı, milliyetçi, Avrasyacı, yine de dediğim dedik olmakla birlikte milletin neredeyse bilge ve şefkatli babası görünümünde yeni bir Erdoğan imajına bırakıyor gibi…
Buna şimdilerde Atatürkçülük de eklendi eklenecek…
Henüz çok açık söylenmiyor olsa da, satır aralarında görülüp okunanlar bunlar…
AKP’lilerle Bahçeli MHP’si için bu konuda bir sorun yok.
Onlar Tayyip Erdoğan’ın ne olup ne olmadığını kuşkusuz bilmekteler ve oyları bellidir
Erdoğan’ı anti emperyalist, anti Amerikancı olarak cilalayanların yapacakları ise,tutarlı olacaklarsa, herhalde farklı olmayacaktır…
***
AKP ile Bahçeli MHP’si ve dışarıdan destekçileri dışında kalan partiler ve çevreler arasında seçimlerde ne gibi ittifaklar olasıdır, olabilir, olmalıdır…
Bunu belirleyecek olan da, bu parti ve çevrelerin bugünkü yönetime bakışlarındaki tutarlılık ya da tutarsızlıklardır…
Seçim parlamenter demokrasiyle tek adam diktası arasında olacağı için, burada tereddüde, ikircime yer yoktur.
Ya karşı ya yandaşsınız. Böyle bir konuda ortada olunamaz.
Fakat kararlı olmak da yeterli değildir. Aynı zamanda akıllı olunması gerekiyor.
Şu anda elinde iktidarı tutmakta olan siyasal erk, sonsuz maddi güce, devlet kaynaklarına ve sınırsız propaganda olanaklarına sahip.
Böyle bir güce karşı aynı olanaklara sahip olarak mücadele etmek ve kazanabilmek mümkün olmadığa göre, hem yerel seçimlerde hem sonrasındaki parlamento ve başkanlık seçimlerinde birlikte hareket etmeleri kaçınılmaz olan siyasal parti ve çevrelerin; bencillikten uzak, cesur, birleştirici, samimi adımlar atmaları gerekiyor.
Çok partili sisteme geçildiğinden bu yana alışık olduğumuz siyasal ağız dalaşlarının, kısır iddiaların, kof meydan okumaların,ölçüsüz suçlamaların çok ötesinde bir yerdeyiz.
Muhalefetteki siyasal partiler ve yöneticileri, çok ağır, çok büyük sorumluluk altındalar.
Geniş, güçlü, yapıcı,uzlaşıcı, birleştirici bakıp davranamayanlar, geri dönülmez felâketlerin sorumluları arasında yer alacaklardır.
***
Somuta indirgeyerek ve her türlü suçlamayı ve eleştiriyi göze alarak devam ediyorum:
CHP,İYİ Parti, HDP, Saadet Partisi, DSP,ÖDP, TKP, Birleşik Haziran Hareketi vb. arasında, halk oylamasında fiilen oluşan cephe korunmalı, güçlendirilmelidir.( İYİ Parti o sırada yoktu, fakat kurucuları ve seçmen potansiyeli hayır cephesinde yer almıştı.)
Bu gün ülkemiz için yaşamsal önemdeki 2019 seçimleri öncesinde, hiçbir anlamdaki ideolojik farklılığın, aidiyetin önemi yoktur.
Seçim çok açık olarak demokrasi ve dikta arasındadır ve demokrasi ancak bütün muhalefetin birlikte hareketiyle kazanılacaktır.
Adaylar hiçbir ideolojiyle övünmeksizin ve eleştiriden de çekinmeksizin , akılla, samimiyetle, öngörüyle ve açıkça görüşülüp konuşularak belirlenmeli ve öylece de elbirliğiyle savunulmalıdır…
Parlamenter demokrasi kazanırsa, ideolojik farklılıkları konuşup tartışmaya çok vaktimiz olacak…
Kaybederse, diktanın dikte edeceği dışında herhangi bir ideolojiyi değil örgütleme,
konuşup tartışma olanakları da sanırım bütünüyle yok olacaktır.

Ataol Behramoğlu/ Cumartesi/18.11.17


12 Kasım 2017 Pazar

DÜNYA ŞAİRLERİNDEN ŞİİR VE ŞAİR ÜZERİNE

Bir kaç gündür Hindistan-Kerela’da uluslararası şiir festivalindeyim.
Bu hafta Rusya, Küba ve Macaristan’dan, ikisi 19. Yüzyıl, üçüncüsü çağdaşımız üç büyük dünya şairini, dilimize çevirdiğim ve „Kardeş Türküler“ adlı kitabımda yer alan şiir ve şair üzerine şiirleriyle anmak istedim. Üçü de de genç yaşlarda, Lermontov bir komplo düelloda, Marti savaş alanında, Attila nice anlayışsızlıklar sonucu bir intiharla , geride büyük bir şiir ve insanlık mirası bırakarak yaşamdan ayrıldılar.



ŞAİR

Mihail Lermontov/Rusya(1814-1841)


Parlıyor altın işlemesi hançerimin.
Gövdesi kusursuz ve sağlamdır.
Gizemli direnci çeliğinin
Doğunun savaşçılığındandır.

Dağlarda bir dağlıya çalıştı yıllarca
Hizmetine karşılık ücret beklemedi.
Açtı birçok göğüste birçok korkunç yara
Deldi birçok çelik giysiyi.

Eğlenirken bir köleden de uysaldı, ama
Çınlardı bir söz kırdı mı onurunu.
O günler, oymalı, zengin bir süs ona
Yabancı, utanç verici bir giysi olurdu.

Onu,yiğit bir Kazak, Terek nehri ötesinde
Soğumuş ölüsünden almıştı sahibinin.
Sonra, fırlatılmış, yatıp durdu uzun süre
Gezici dükkânında Ermeninin.

Şimdi öz kınlardan, savaşta hırpalanmış,
Yoksundur zavallı yoldaşı kahramanın.
Altın bir oyuncak halinde, şerefsiz ve zararsız
Parlayıp duruyor üstünde duvarın.

Artık özenli, alışkın bir elle
Onu silen, okşayan kalmadı.
Ve dua ederek şafaktan önce
Okumuyor kimse üstündeki yazıtı.

Şair! İşte bu gevşek çağda sen de
Böylesin! Yitirdin önemini!
O altınla değiştirdiğin kudrete
Dünya saygıyla kulak verirdi.


Güçlü sözcüklerin ölçülü sesiyle
Savaşçı ateşlenirdi savaşa.
Tütsü dua saatine nasıl gerekliyse
Kadeh şölene nasıl, gerekliydin halka.

Şiirin tanrısal bir ruh gibi, kalabalığın üzerinde -
Uçup dururdu ve soylu düşünceler, yankılanan -
Çınlardı o çan gibi,halkın bayram ve yıkım günlerinde -
Kurultay kulesi üstünde çalan.

Şimdi yalın ve onurlu bir dil sıkıyor bizi, yalnız;
Eğleniyoruz parlak pullar ve aldatılarla.
Yıpranmış bir güzellik gibi, ki yıpranmış dünyamız
Alışkındır kırışıklıklarını gizlemeye allıklar altında.

Ey alay edilmiş peygamber,yeniden uyanacak mısın?
Ya da intikam çağrısına hiçbir zaman -
Altın kınlardan çıkarmayacak mısın
Kılıcını, hakaret pasıyla kaplanan?...

KABARAN BİR DALGA GÖRDÜĞÜNDE SEN
Jose Marti/Küba(1853-1895)
Kabaran bir dalga gördüğünde sen
Şiirimi görüyorsun demektir
Yükselir göğe, fakat bazen
O hafif ve uykulu bir yelpazedir
Öyle bir hançerdir ki şiirim
Çiçeklenir elde kabzesi
Şiirim bir çağlayandır
Suyu berrak, kristal gibi
O fışkıran bir yeşilliktir
Pırıl pırıl; ve alev kızıllığında.
Şiirim yaralı bir geyiktir
Bir sığınak arayan ormanda
Şiirim kardeştir cesarete
Yalın, içten ve özlüdür
O, kendisinden kılıç yapılan
Çelikle aynı örste döğülmüştür.

ŞİİR SANATI
Attila Jozsef/Macaristan(1905-1937)

Şairim ben; ama şiiri
Kendisi olarak umursamam bile.
Gece ırmağının taşıdığı yıldız
Çirkinleşir göğe tırmanmak isterse.
Zaman damla damla eriyip gitmede
Karnım tok sütüne masalların
Ben gerçek ve elle tutulan bir dünyayla beslenmekteyim
Göğün köpükleridir yükselen üstünde o dünyanın
Girip yıkanasın diyedir kaynak
Orada ürpertili ya da dingin sular
Birbirlerine karışıp sarmaşırlar
Sevimli, akıllı şeyler konuşarak
Bir takım şairler -ırak olsunlar benden-
Tepeden tırnağa çamur içinde
Yalandan bir sarhoşluğun imgelerini kusarak
Yolculuk etmedeler birinci mevki bir esrimede
Meyhaneler de ırak olsun benden
Ben akla giderim ve daha öteye…
Hiçbir şey ruhumu alçaltamaz
Dalkavukluğa, ikiyüzlülüğe…
Sev, ye, uyu, iç; kendine
Ölçü olarak evreni almalısın.
Bizi yoksul ve tutsak kılanlara
Bir zerresini bağışlamam yaşama hakkımın.
Hiçbir uzlaşmaya yanaşmadan
Mutlu olma hakkımı haykırırım
Kızarır yanaklarım tutkudan
Tutuşur ateşler içinde kanım.
Hiç kimse beni susmaya zorlayamaz
Bilimdir bana omuz veren çünkü.
Çağ beni koruyor, onun oğluyum ben
Beni düşünüyor sürerken sabanını köylü
İşçinin içine doğan şey benim
Mekanik iki hareket arasında.
Şu hırpani kılıklı delikanlı
Beni bekliyor sinema kapılarında.
Ve benim yakıcı dizelerimi
Vurmaya kalkıştığında alçaklar
Yola çıkar kardeş tanklar
Gümbürdeyerek şiirlerimi
İnsan çocuk daha, bunu biliyorum
Ama büyümek istiyor, işte bu onun deliliği.
Anne-babası sevgi ve akıl
Ona göz kulak olsalar bari.


Cumartesi/ 111117