31 Ekim 2019 Perşembe

İRDELEYEN AKIL

       Aziz Nesin bilinen polemikçi üslubuyla, Türk milletinin yüzde şu kadarı akılsızdır dedi…
       Üstelik akılsız yerine daha ağır bir sözcük olan aptal’ı kullanarak  ve önemli bir  yüzdeyle…
       Atatürk ise  Cumhuriyetin 10. yıl söylevinde Türk milletinin zeki olduğunu söylemişti…
        Birbirine taban tabana  karşıt görünen bu iki değerlendirmeden hangisi doğru, ya da doğruya  daha yakındır dersiniz?..
      “Karşıt görünen…”dedim, çünkü akıl ve zekâ kavramları öyle sanıyorum ki aynı şey değil…
        Akıl, bilgiyle ilişkili olmalı…
        Bilgiden yoksun, eksik  bilgili  bir akıllılık, ne ölçüde bu nitelemeyi hak edebilir?..
        Zekâ ise çabuk kavrama becerisi olarak bilgiyle yine ilişkili olsa da,bilgiye tam da bağımlı olmayan bir yetenek olsa gerek…
          Tam bu noktada kurnazlık kavramanın da devreye girmek için sabırsızlandığını görür gibiyim…

                                                             ***
           Başa dönerek devam edelim…
           Aziz Nesin saptamasını  protein eksikliğiyle temellendirmeye çalışmıştı…
           Bir haklılık payı olsa da bütünüyle haklı sayılamayacak bir görüş.
           Eğer bir millete özgü  akıldan söz edilecek olursa, bu aklın yüzlerce belki binlerce yıllık süreçlerde oluştuğunu  düşünmek gerekir.
           Bu bağlamda da hiçbir milletin akıllı ya da akılsız, ya da bir ötekine göre daha akıllı daha akılsız olduğunu ileri sürmek doğru olmaz.
          Olsa olsa tarihsel  süreçlerden, dönemlerden söz edilebilir.
          O dönemlerden sonra da bir milleti o millet yapan(tarihle, coğrafyayla, yaşanmışlıklarla ilişkili) genel özellikler yeniden kendini gösterecektir…
         Milletimizin başka milletlerden daha akıllı ya da daha akılsız olduğu kanısında değilim.
           Bu anlamda eksiğimiz bilgi dağarı(hazinesi) ve düşünme yöntemi konularındadır.
            Bunlara, zaten bu yazının ana fikri olarak  aşağıda değineceğim.
            Zekâ konusunda ise Atatürk’ün düşüncesine katılıyorum.
            Kimi kez kurnazlıkla karışsa ya da  yerine göre suskunlukla  geçiştirilse de, Anadolu insanında, belki başka bir çok milletin insanından farklı bir çabuk kavrama yeteneği olduğu
kanısındayım…

                                                      ***
                Şimdi yukarıdaki paragrafta sözünü  ettiğim bilgi sahibi olma olgusuna ve düşünme yöntemi konularına gelelim…
               Bilgisiz olduğumuz, üstelik sadece yeterli eğitim alamamış sıradan halk insanları olarak değil   büyük çoğunluğumuzla  bilgi yoksulu olduğumuz çok açık…
              Aydınlar olarak kendi uzmanlık alanlarımızda bile çoğu kez en temel bilgilere sahip olmada ciddi eksiklerimiz var….
                 Bu üzüntü verici durumun sayısız nedenlerini anlayıp açıklamaya çalışmak bir yazıyla yapılabilecek şey değil.
              Bütün bir milletçe, doğal ve toplumsal bilimler alanında, büyük, çok büyük bir bilgi edinme seferberliğine gereksinimimiz var…
              Böyle bir seferberlik nasıl ve kimlerce gerçekleştirilecek?..
              Herhalde ve ne yazık ki günümüzde siyasal erki ellerinde tutanlarca değil…
        Çünkü onların görevi ve işlevi, yine ne yazık ki, kuruluşunun 96. yılını kutladığımız Cumhuriyetin ve insanı insan yapan aydınlanma fikrinin ilkelerini, değerlerini tersinden okumak…
              Bilgisizlik gerçeğimizi kabul etmek ve tıpkı Cumhuriyetimizin ilk dönemlerindeki gibi büyük bir bilgi edinme seferberliğine girişmek ise, bütün cumhuriyetçi kuruluşların, tek tek hepimizin omuzlarındaki yurttaş ve insan olma görevidir…

                                                                   ***

      Yazının başlığını  oluşturan “irdeleyen akıl” ya da irdeleyici akıl konusuna gelince…
       Öyle sanıyorum ki yine toplumca, milletçe, en büyük bir eksikliğimiz de bu düşünme yöntemi alanındadır…
        Sıradan halk insanımızı yine bir yana bırakıyorum…
        Aydınlar, üstelik aynı ya da benzer dünya görüşlerini paylaşan aydınlar arasındaki tartışmalara kulak verelim…
       Özeleştiri yoksunluğu, alınganlık, yapıcı olmak bir yana nesnel bile olmayan yıkıcı eleştiri…
       Bütünüyle bakıldığındaysa, irdeleyen, irdeleyici akıl yoksunluğu…
       Bu demektir ki  Cumhuriyetimizin yıldönümlerini hakkıyla kutlamak için  aşılması gereken  uzun bir yol var önümüzde…
     

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/301019

23 Ekim 2019 Çarşamba

Sivil Darbe... (x)


Bizde ''darbe'' sözcüğü ''asker'' i çağrıştırır... Geçen günlerde bir gazeteci arkadaş bir TV programında ''sivil darbe'' deyimini kullandı... Ona göre, DEHAP'ın yargılanma sürecinde olup bitenler AKP'ye karşı bir sivil darbeye benziyordu... Aynı günlerde ''sivil darbe'' sözcükleri benim de zihnimden geçmişti... Fakat bambaşka bir ''bağlam'' da... Bence AKP'nin kendisi bir sivil darbe girişimi içindedir... AKP'nin yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ancak ve sadece ''sivil darbe'' sözcükleriyle nitelenebilir. Tabii, henüz girişim sürecindeki bir sivil darbe...

****
AKP'nin, seçmen sayısının yüzde yirmi beşi, kullanılan oy sayısının yüzde otuz beşiyle TBMM'deki sandalye sayısının yüzde altmış beşini ele geçirdiği belleklerden silinmeyecek kadar çok yinelendi. Bugün yaşanmakta olan sivil darbe girişiminin başlangıç noktası budur. Bir siyasal parti eğer böyle bir oy oranıyla böyle bir sonuca ulaşabilmişse bu kendiliğinden bir sivil darbedir... Şimdi bu parti kendi doğasının gereğini yerine getirmeye çalışıyor... Halk vicdanında, toplumda çoğunluğa sahip olmayan bir siyasal erk parlamentoda mutlak çoğunluğu ele geçirebilmişse, ondan daha başka türlü davranması beklenemez, beklenmemeli... Tersine bir beklenti, eşyanın doğasına aykırı olurdu...
****
Sözü edilen siyasal erk mutlak çoğunluğu hakkıyla elde ederek parlamentoya gelmiş olsaydı bugün ''sivil darbe'' diye adlandırdığımız girişimlerde bulunmaya hak kazanmış olacak mıydı? TBMM'nin açılışında verdiği demokrasi dersinde Cumhurbaşkanı bunu açık seçik yanıtlıyor: ''Sayısal çoğunluk, kamu yararı ve hukuk devleti ilkesiyle sınırlandırılmıştır.'' Demokrasi tanımında artık çocukların bile anlayabileceği bu açık seçik ve yalın gerçeği sadece iktidardaki parti değil, liberal ya da eski solcu birtakım aydınlar bile ne yazık ki yeterince anlamıyor görünmekte...
****
Gerçek anlamda bir sayısal çoğunluk temeline de sahip olmayan bugünkü siyasal erkin sivil darbe girişimlerini tek tek sayıp dökmeye gerek yok... Irak'a asker gönderme konusu ve üniversitelerle çatışma yeterli örneklerdir. Başka arkadaşlarca da yazıldı; bugünkü AKP yönetiminin yarattığı ortam Menderes döneminin bir karikatürüne benziyor. Karikatür, çünkü günümüzdeki sivil dikta heveslilerinin çapı Menderes'in ve dönemindekilerin çok aşağısında... Ama bu dönem, sözü edilen bir öncekinden çok daha tehlikeli... Çünkü aydınlanmanın, ülke bağımsızlığının, Cumhuriyet Türkiyesi'nin en temel değerlerinin karşısında çok daha örgütlü, sinsi ve kurnaz bir güç var...
****
TBMM'nin açılışındaki demokrasi dersinde Cumhurbaşkanı, demokrasiyi ''sayısal çoğunluğa'' indirgeyen ilkel anlayışa karşı çağdaş demokrasi tanımını aşağıdaki saptamalarla da vurguladı: ''Parlamenter sistemlerde egemenlik yalnızca Meclislerin değildir. Cumhurbaşkanı, yargı organları ile özel kurullar da, Anayasa'da belirtilen görev ve yetkileriyle egemenliği kullanırlar.''
Yeni öğretim döneminin açılışında rektörler ve kuvvet komutanları da aynı içerikte konuşmalar yaparak söz konusu sivil darbe girişimlerine karşı Cumhuriyetin temel değerlerinden yana görüşlerini yeterince açıklık ve kararlılıkla dile getirdiler...
Yine de bir şey sanki eksik...
Örgütlü, bilinçli, birleşik halk gücü...
Demokrasinin içeriği eğer memurların, işçilerin, tüm emekçilerin örgütlü, bilinçli, birleşik gücüyle donatılamazsa ya da donatılamadıkça, bu sistem gerçek niteliğine kavuşamadığı gibi sivil darbe heveslilerinin aracı olmaktan kurtulamaz...
04.10.03.

(x) Üst üste seyahat vb.. yorgunlukları yeni bir yazı yazmamı engelledi. Sizinle bu hafta, şu günlerde yeni bir basımı yapılan Sivil Darbe adlı kitabımdaki ilk yazıyı, kitaba adını veren Ekim 2003 tarihli Sivil Darbe başlıklı yazımı paylaşmak istedim. Bir hatırlatma olarak, yazıda sözü edilen Cumhurbaşkanının sayın A.N.Sezer olduğunu belirteyim. AB

17 Ekim 2019 Perşembe

Şiir ve barış

Dünya Şiir Hareketi (İngilizcesiyle World Poetry Movement/WPM) 2011’de Colombia’nın Medellin şehrinde, bu şehrin adını taşıyan uluslararası şiir festivali sırasında, bütün kıtalardan ve pek çok ülkeden, aralarında benim de bulunduğum 37 şair tarafından kuruldu… (https://www.wpm2011.org sitesinden bu hareketin kuruluşu ve o günden bugüne etkinlikleri konusunda bilgi edinilebilir.)
Yine aralarında olduğum on kadar eşgüdüm kurulu üyesi yaklaşık ayda bir, sadece bu amaçla oluşturulmuş bir internet bağlantısı yoluyla yaklaşık -ortak dil İngilizceyle- bir saat kadar söyleşiyor; şiiri (bu demektir ki insanı) ilgilendiren konuları değerlendiriyor, sonuçta da önümüzdeki günlerin ve ayların etkinlik hedeflerini ve programlarını kararlaştırıyoruz. (Bu bilgiler, yukarıda adresini bildirdiğim site yoluyla, sayısını tam bilmesem de, binlere, on binlere belki daha çok sayıda izleyiciye ulaşıyor.
Geçen dönemin en ilginç etkinliklerinden biri “Duvarsız Bir Dünya” hedefine yönelikti. Ülkemizdeki etkinliklerden birinin Gebze-Flormar fabrikasının dikenli tellerle kaplanmış kapı ve duvarları önünde gerçekleştirilmesi, yağmur altındaki bu etkinlikte direnişteki kadın işçilerin de şairlerle birlikte şiirler okumaları unutulmazdı. (Direnişin başarıyla sonuçlanmasında bu etkinliğin de çorbada tuz örneği de olsa katkısı olduğunu düşünüyorum.)
Şiir insanın olduğu her yerdedir. Öyle olmalıdır. İnsanın acıları, sorunları da bitmek bilmiyor. Güzel günler geliyor derken kötüleri de eksik olmuyor. Şu anda ülkemizde yaşanmakta olduğu gibi.
Dünya şairlerinin temsilcileri olarak önümüzdeki kasım-aralık etkinliklerini “Şiir ve Barış” kavramları üzerine planlamışken ülkemiz de yine bir savaşın içinde buldu kendini. Böylece bizler için daha da somutlaştı ve güncelleşti şiir ve barış konusu.
Savaş sözcüğü dilimizde “sav” sözcüğünden türetilmiş olmalı… Sanki savların, farklı görüşlerin karşılaşması, kapışması gibi… Oysa savaş öncelikle silahlı mücadele demektir. Burada konuşan savlar değil silahlardır. Nereden bakılırsa bakılsın, adı ne olursa olsun, savaş kötü bir şeydir. Acıdır. Ölümdür. Kandır. Yok oluştur. Yıkımdır. Vatanı savunmak için girilen savaş bile, haklıdır kuşkusuz, kaçınılmazdır, ama böyledir…

***

Dünya mutlak bir barışa ne zaman kavuşacak, kavuşabilir mi, kavuşabilecek mi?
Bu soruyu herkes kendi mizacına göre yanıtlayacaktır.
Kötümserin yanıtı kuşkusuz hayır olacak, iyimser ne kadar güç olsa da olumlu yanıt vermeye çaba harcayacaktır.
Ben iyimser taraftayım… Ama irdeleyici akılla... Elden geldiğince bilimden destek almaya çalışarak…
Bu konudaki düşüncem de özetle şudur:
İyilik ve kötülük mutlak olgular değil, süreçlerin ürünleridirler…
Fakat insan türünün bugün ulaştığı aşamada, bugün bu kavramlar mutlaklık kazanmıştır.
Örneğin, amaç, gerekçe ne olursa olsun, bir insanın bir başka insanı öldürmesi kötüdür.
En kaçınılmaz, en zorunlu olduğu durumlarda bile.
Böyle bir şeyin olmaması istenir, arzu edilir.
Barışın, dostluğun, iyiliğin olumlu kavramlar olduğunu ise akıl sağlığını yitirmemiş kimse yadsımayacaktır.
Öyleyse kötülük neden sona ermiyor?



***

Bu soruyu da bilim ve sanat (şiir) kendi alanlarından, kendi ölçüleriyle yanıtlayacaktır.
Bilim, kötülüğün çok büyük ölçüde kötü sistemin ürünü olduğunu gösteriyor.
Öyleyse kötülüğün kaynağı olan sistemden (adına ne dersek diyelim) para, hırs, sömürü düzeninden kurtulmak; (ve adına ne dersek diyelim) adil, eşitlikçi, insanlığın ve dünyanın bugününü olduğu kadar geleceğini de düşünüp kollayan bir düzen kurmak gerekiyor.
Bu olabilir mi?
Neden olmasın?
Sanat (şiir) ise insana, mutluluğun gözü doymaz bir tüketme hırsında, sınırsız bencillikte değil, sadelikte, alçakgönüllülükte, çalışkanlıkta, dostlukta, iyilikte, barışta olduğunu duyumsatarak onu hem kendi nefsindeki hem çevresindeki kötülüğe karşı güçlü kılacaktır.
Önümüzdeki iki ayda Dünya Şiir Hareketi ve Türkiye Yazarlar Sendikası öncülüğünde şairler, yazarlar, müzisyenler, tüm sanatçılar barış gösterileri, barışçı etkinlikler için kolları sıvayacağız…

10 Ekim 2019 Perşembe

Hayvan hakları


İçinde bulunduğunuz ekim ayının dördü bütün uygar dünyada hayvanları koruma günü olarak kutlanıyor ya da hayvanlara karşı sorumluluklarımız anımsanıyor.
Bu yıl bizde de sosyal medyada ve geleneksel medyada sanatçıların, siyaset insanlarının hayvanlarla fotoğrafları yayımlandı.
Hayvanlara sevgimiz ve sorumluluklarımız dile getirildi.
Fakat bunlardan başka ne yapıldı, belli değil.
Daha doğrusu belli: Hiçbir şey...
Örneğin hayvanlara karşı işlenen suçlarda hapis cezası getirilmesi konusunda ilgili kanunda yapılması gereken değişikliklere ilişkin somut bir adım atılmış değil.
Bunun gibi hayvan barınakları, hasta ve yardıma muhtaç hayvanların tedavileri ve korunmaları konularında laftan öteye somut bir şeyler yapılmış ya da yapılmakta olduğunu da pek sanmıyorum.

***

1822’de İngiltere’de kurulan Hayvanları Koruma Birliği bu alanda bilinen ilk girişim.
Bizde de 1908’de aynı adla bir dernek kurulmuş.
Bence ülkemizde hayvan hakları konusunda bilinçlenmenin bu ilk adımını önemsemeli, 4 Ekim’lerde o derneği de anımsamalı, anmalıyız.
Hayvan haklarını koruma dernekleri daha sonra Hollanda’nın Lahey kentinde bir araya gelerek Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu’nu oluşturmuşlar.
1931 yılında bu kez Floransa’da toplanan bu kuruluş 4 Ekim tarihini Dünya Hayvanları Koruma Günü ilan etmiş.
15 Ekim 1978’de Paris UNESCO evinde ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi ise bu alanda dünya ölçeğinde atılmış en önemli adımdır.

***

Dünyayı ve ülkemizi ilgilendiren yaşamsal önemde bunca siyasal sorun varken hayvan haklarının tarihçesi ve ayrıntıları hakkında kafa yormamı yadırgayan okurlar olabilecektir belki.
Fakat ben ülkemizde de bu konunun öneminin farkında olanlarımızın çoğaldığını mutlulukla görüyorum. 24.06.2004 tarihinde TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu gerçekten de kapsamlı, ayrıntılı bir yasadır.
Zayıf yanı ise, son zamanlarda tartışıldığına tanık olduğumuz gibi, hayvanlara karşı işlenen en ağır suçların bile para cezalarıyla geçiştirilmiş oluşudur.
Kendi payıma, ben hayvanlara karşı işlenen suçların karşılığının, korunmaya muhtaç insanlara, çocuklara karşı işlenen suçlar için uygulanan cezaların ağırlığında olması gerektiğine inanıyorum.

***

Bu yıl Kırmızı Kedi “Turuncu Kitaplar” dizisinde yayımlanan “Hayvan Hakları” başlıklı kitap, bu alanda öğretici bir el kitabıdır.
Bu küçük, oylumlu, fakat zengin içerikli kitapta, konu felsefi, ahlaki, yasal bütün yönleriyle ele alınıyor.
Hem “insana indirgenmiş” (insanla benzeştirilmiş), hem onun karşıtı olarak “nesne-hayvan” (hayvan-makine) kavramlarının her ikisinin de eleştirildiği kitapta, özetle, “hayvanlara haklar tanımanın aslında insana doğa üzerindeki, hayvanlar da içinde (bence en başında) olmak üzere tüm varlıklar üzerindeki egemenliğini sınırlandırma sorumluluğunu yüklemek” demek olduğu irdelenip derinleştiriliyor...
Konu tam bu noktada böylece hayvan haklarını savunmanın da ötesine geçerek insan dediğimiz bu canlının bütün tarihiyle, şimdisiyle ve böyle giderse onu bekleyen geleceğin ne olabileceğiyle yüzleşmesi olarak daha da yaşamsal bir boyut ve anlam kazanıyor.
Ve yine bu noktada insan olma bilinci bir üstünlük değil sorumluluk, egemen olma değil eşitlik, sömürüp tüketip yok etmek değil, koruyup üretip var etmek bilinci olarak gerçek insan olmaya götürecek yolu işaret ediyor...

3 Ekim 2019 Perşembe

AHRET-AHRETÇİLİK


    
      Çocukluk  ve ergenlik yıllarımın büyük bölümünün geçtiği Çankırı’da biz çocuklar kendi aramızda da ahret sözcüğünü sıklıkla kullanırdık.
      Örneğin kafesteki bir kuşu özgürlüğe salarken söylenen “azap mezet yarın ahirette beni gözet” tekerlemesi aklımda o günlerden kalmıştır…
      “Yarın ahrette…” diye başlayan cümleler de…
       “Yarın ahret…” bu günlerde yapılan kötülüklerin, yanlışların, işlenen günahların hesabının  verileceği yer ve zamandır…
        Özellikle çocuklukta söylenen bu sözler herhangi bir katı dinsel inanışın ürünü değil, saf bir iyilik inancının, günlük yaşam kültürünün ürünleriydiler…
       Sonraki yıllarda iyilik inancı kişiliğimde çocuksu duygusallığın ötesinde-bence onu da içererek- bir dünya görüşü, bir felsefe, uğruna mücadele edilecek bir hedef olarak yerini alırken, ahret(ahiret) dine ilişkin bir  kavram olarak kaldı.
         Bu kavramı bir gerçeklik, hatta başta gelen gerçeklik olarak algılayanlarla(yeri geldiğinde tartışma, bazen şakalaşma dışında ) bir sorunum olmadı. Kişisel olarak kaldığı ölçüde böyle bir sorunun nedeni de olamazdı kuşkusuz. Fakat ahret fikri bir zorlamaya, “ahretçilik”  de bir ideolojiye ve dayatmaya dönüştüğünde hesaplaşmak kaçınılmaz olur…

                                                           ***
“Ahretçilik”le bir kavram olarak ilk kez Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi adlı muhteşem yapıtında karşılaştım.
    Daha öncelerde de bir çok kez yazdığım ve konuşmalarımda dile getirdiğim gibi bu kitap bence Atatürk’ün kişisel(ve Cumhuriyetin genel) felsefesi için eşsiz değerde bir başyapıttır.
      Şu anda elimin  altında olmadığı için söz konusu kavramanın hangi sayfada hangi bağlamda geçtiğini söyleyemiyorum.
        Fakat sanki Latincesi ve kısa bir tarihçesi de veriliyordu.
        Özetle, Ortaçağlar kilise ideolojisinin bir kavramıydı bu.
        Önemli olanın, asıl olanın bu dünyadaki hayat değil ölüm sonrası olduğu…
        Bugün o çağlarda din adına işlenen cürümlere, zulümlere ve dinin siyasal iktidar oluşunun sonuçlarına bakıldığında ahretçiliğin dinsel bir ideoloji değil bu dünyaya ilişkin bir sapma, yalan, korkutma ve sömürü aracı olduğu apaçık görülmekte.

                                                                ***
         Söz konusu kavramla ilişkili olarak internette bir gezinti yaparken Cumhuriyet’in ilk dönem aydınlarından, Kadro dergisi kurucularından Vedat Nedim Tör’ün “Osmanlı Hastalığı” başlıklı bir yazısıyla karşılaştım. Yazar bu hastalığın “aşağılık duygusu”, “sorumluluk korkusu”, “övülme bağımlılığı”, “maymun iştahlılık” gibi arazları arasında “ahretçiliği” de sayarak şunları söylüyor: “ Osmanlı efendisi ve Osmanlı softası  Türk insanının sefalet, mahrumiyet,ıstırap karşısındaki yüksek mukavemet kudretini ahretçilik serabı ile istismar etti. Hayat ahrete götüren bir köprüdür.. Aslolan ölümdür… Dünya yalandır…vb..”
      Tıpkı Suat Sinanoğlu gibi DTCF’den hocamız Mustafa Akdağ’ın da 8 Ocak 1968’de Ulus gazetesinde
“Devrimci Türkiye’de Yeniden Ahretçilik Akımı” başlıklı bir yazısının  yayınlanmış olduğunu gördüm. Bu yazıya da mutlaka ulaşmalıyız…
 
                                                                      ***
             Akdağ Hocanın, tıpkı öteki aydınlanmacı düşünürlerimiz gibi sözünü ettiği  bu akım, yandaşlarından birinin şu sözlerinde özetleniyor
         “İnkârcılar dünyayı ahiret için geçici bir yaşam bölgesi olarak hazırlayan Allah’ın Kuran-ı Kerimdeki uyarılarını dinlememiş olmanın bedelini inanmadıkları ahrette ağır şekilde ödeyeceklerdir.”
                   Şimdi bu tehdide göre, kansere karşı mücadelesinde hayranlık verici bir örnek sergileyen , bu nedenle de  profesör ve yazar titri taşıyan kimilerince “laik dünya görüşüne sahip olduğu”, “yaşamı önemsediği”, “hastalığını sevmediği” için  ölümünden sonra hedef tahtasına oturtulan o canım, o güzelim genç kızımız şimdi de öteki dünyada  sorguya çekilmekte…
          Kavramların böylesine ters yüz edilişi, bu utanmazlık ve bu  vampirce acımasızlık,  akıl ve aydınlanmanın ulaştığı aşamalar düşünülürse,  beyin ve ahlâk çürümesi yarışında  Ortaçağ kilisesini de  Osmanlı softasını da gerilerde bırakmış oluyor…  

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/021019