30 Eylül 2017 Cumartesi

MERAL AKŞENER GERÇEĞİ


Sahnede pırıl pırıl, apaydınlık bir kadın konuşuyor…
Samimi, bilgili, açık sözlü, zarif.
Slogandan uzak, cesur, esprili.
Zaman zaman izleyiciler arasında tanıdığı birine seslenerek, diyaloglar kurarak,(kimileri ayakta, ya da komşu salonlarda)1500 kişi olduğu tahmin edilen bir izleyici topluluğu karşısında, gösterişten uzak, alçak gönüllü, fakat gerçek bir yıldız gibi parlıyor…
27 Eylül Çarşamba akşamı Avcılardaki Mira Palas Düğün Salonundaki yemekte konuşan sayın Meral Akşener’den söz ediyorum.
Az önce komşu salonlardan birinden, büyük salondaki ekranlardan da biraz gecikmeyle ve kesintilerle de olsa izlenebilen basın toplantısından geldi…
Konular doğal olarak aynı. Ülkenin durumu. Yapılması gerekenler. Aşılan ve aşılması gereken zorluklar.
Beklenen parti henüz kurulmadı, fakat Meral Hanım şimdiden “genel başkan “olarak takdim ediliyor ve kuşkusuz bunu hak ediyor.
Konuşmasında, bu buluşmanın daha az sayıda bir arkadaş çevresi için planlandığı, fakat salonu coşkuyla dolduran kalabalığın kendisini bile şaşırttığını söylüyor.
Ve haklı olarak, bunun gururunu ve mutluluğu yaşıyor.

***
Basın toplantısı ve yemek salonunda yapılan konuşmaların bilgilerine, verildiği kadarıyla, medyadan ulaşmış olmalısınız.
Verildiği kadarıyla, çünkü iktidar Akşener hareketinden korkuyor.
Bu hareketin onlar için korkulu bir rüya olduğundan , uykularını kaçırdığından kuşku yok.
Sahibinin sesi medyadan söz etmeye değmez.
Ortada sayılabilecek medya ise temkinli, korkak.
Kala kala birkaç bağımsız medya kanalı, birkaç cesur kalem kalıyor…
Fakat Akşener hareketi , başkaca yazar ve gazeteci arkadaşlar gibi davetli olarak katıldığım bu yemekli toplantıda da görülebileceği gibi, görmezden gelinemeyecek boyutlara ulaşmakta olan bir gerçek.
İktidar korkmakta haklı.
Açıkça ya da kapalı kapılar ardındaki planlarla engeller çıkarmak için ellerinden geleni yaptıklarında ve yapmayı sürdüreceklerinde kuşku yok.
Asıl önemli olan bütün kanatlarıyla “sol”un bu hareketi nasıl görüp değerlendirdiği.
Hiç kimse bu soldan kendi hedeflerinden vazgeçerek Akşener hareketinin kuyruğun takılmasını istemiyor ve beklemiyor.
Bunu Akşener’in kendisi de istemez ve beklemez.
Fakat iktidarı gasp etmiş olan despotik gücü en zayıf yanından vurarak alt etmek için bu hareketi desteklemek, yanında yer almak gerektiğini görmemek için de siyaseten kör olmak gerekiyor…

***
Sayın Akşener’in konuşmasında altını önemle çizdiğim cümlelerden biri şu oldu:
Türkiye’nin bilgiye, görgüye dayalı dış politika aklına ihtiyacı var”…
Sevgili Meral Hanım, konuşmanızın pek çok başka yerinde sizin de belirttiğiniz gibi Türkiye’nin her alanda böyle bir akla ihtiyacı var.
Bu ihtiyacın bir başka adı da, normalleşmedir.
Ülkenin sağıyla, soluyla, ortasıyla normalleşmesinde çok önemli bir işlev üstlendiğinizi, işinizin çok güç olduğunu görüyorum ve biliyorum.
Yıllar önce bir hanım siyasetçi başbakan olduğunda, az kalsın bir övgü ve sevinç yazısı yazarak hayatımın sonradan çok pişman olacağım en büyük hatalarından birini yapmış olacaktım…
Çok şükür yapmadım böyle bir hata.
Fakat şimdi sizin için büyük bir güvenle bunları yazıyorum…
Devlet yönetiminde önemli görev üstlendiğiniz bir dönemin payınıza düşen sorumluluğunu üstlenmedeki açık yürekliliğiniz de bunda etken olmuştur.
Solda bir arkadaşınız olarak karşılaşacağınız bütün güçlüklerde yanınızda olmakta tereddüt etmeyeceğim.
Yurdumuza olan ortak sevgimiz, saygılarım ve alkışlarımla.



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/300917

23 Eylül 2017 Cumartesi

CESARET VE İSYAN ŞİİRLERİ


Bizim edebiyatımızda cesaret şiirleri denildiğinde aklıma en önce Şarkışlalı Âşık Serdari’nin “kısa çöp uzundan hakkın alacak” dizesinde ölümsüzleşen destan şiiri gelir…
Sivasın Şarkışla ilçesinde 1834’te doğup 1918’de(kimi kaynaklara göre 1921 ya da 22 de) yaşamdan ayrılan Serdari bu ünlü şiirinde 1886-87 yıllarındaki kuraklığı konu almış. Aşağıya giriş ve sonuç dörtlüklerini alacağım bu destan şiir, toplumsal adaletsizlik devam ettikçe bir cesaret ve isyan şiiri olarak gündemde kalmayı sürdürecektir….

Nesini söyleyim canım efendim
Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim
(…)
Serdari halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akıbet dağılır ilimiz bizim
Pir Sultan’ın, Veysel’in hemşerisi Serdari’nin kehaneti doğrulanmış , şairin seksen yılı aşkın ömrünün süreçlerinde parçalanıp dağılması süren Osmanlı Devleti, yine Serdari’nin tanık olduğu Balkan Savaşları ve İlk Dünya Savaşının yıkımları sonucunda da tarih sahnesinden çekilmiştir..

***
Bizim halk şiirimizin, dilimize, siyasal ve yazınsal tarihimize özgü nedenlerle, dünya halk şiirinin en yüce doruğunda bulunduğundan kuşkum yoktur.
Ferman Padişahın, dağlar bizimdir”(Dadaloğlu,18-19.yy.) meydan okuyuşu, idam sehpasına giderken”Benden selam olsun ev külfetine/ Çıkıp ele karşı ağlamasınlar”(Pir Sultan Abdal 15-16.yy.) gibi bir sesleniş, “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu”(Köroğlu,16.yy.) gibi özdeyişsel dizeler, Türkçe ve şiir yaşadığı sürece var olmayı ve etkilerini sürdürecektir…

***
Namık Kemal(1840-1888) benim her zaman en ön sıradaki şairlerim arasında olmuştur. Zalim avcıya hizmet etmekten köpekler zevk alır diyebilmek günümüzde de her babayiğidin harcı değildir…
Ve çok zaman önce okuduğumdan bu yana hep ezberimdeki şu “rubai”ye bakın:
Zalim olsa ne rütbe bÎ-perva
Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız
Merkezi hâke atsalar da bizi
Küreyi arzı patlatır çıkarız…

(Zalim ne kadar pervasız olursa olsun/Yine zulmün temelini biz yıkarız/ Yerin dibine de atsalar bizi/ Yer küresini patlatır çıkarız.)
Böyle muhteşem dizelerin, bir insanın kaleminden çıkmış olduğuna insanın inanası gelmiyor…

***

Ve Tevfik Fikret… Çağdaş şiirimizde cesaret ve isyan şiirinin en büyük öncüsü ve bence her anlamda gelmiş geçmiş en büyüğü:
İnsanlığı pâ-mâl eden(çiğneyen, ayak altına alan) alçaklığı yık ez
Billah yaşamak yerde sürüklenmeye değmez

***
O duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız” diye haykıran Nâzım’dan, “Yürü üstüne üstüne/Tükür yüne celladın” çağrısının sahibi Ahmed Arif’e; “Kızılırmak”ın şairi Hasan Hüseyin’den “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” dizesinin şairi Metin Demirtaş’a, “isyan” sözcüğünü günümüz şiirinde belki ilk kez ve defalarca kullanan Nihat Behram’a kadar, geçmişten bu günlere büyük bir cesaret ve isyan şiirleri ırmağı akıp gelir ve dünya şiir okyanusuna karışarak devam edecektir…
Yazıyı iki alıntıyla tamamlayım… İlki benden olsun:
Sesime kulak ver gülüm
Tutsaklığa yeğdir ölüm
Nerde varsa böyle zulüm
Çaresi isyan olmuştur.

Ve Leton şiirinin büyük ustası Yan Raynis’ten(1865-1929) dilimize çevirdiğim , “Gücümün Kaynağı” başlıklı evrensel bir cesaret ve isyan şiiri:


Umutsuzluk kaçar türkülerimden
Ölüm orada yer bulmaz kendine
Orada umut, direniş ve güç
Ateş, inat ve öfke

-Nasıl başardın bunu, şu günlerde
Acı kapı kapı dolaşmadayken?
-Gelecek düşüncesidir koruyan beni
Emekçi halktır bana güç veren.



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/230917

17 Eylül 2017 Pazar

ÇÜRÜME


Çürüme başlığı ile bir yazı yazmayı tasarladığımda, Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirindeki “bir mendil nasıl kanar?” sorusu zihnimde “bir toplum nasıl çürür”e dönüşüverdi.
Bir toplum nasıl çürürün pek çok yanıtı, çürümenin birden çok nedeni olsa gerek. Fakat toplumumuzdaki çürüme artık gizlenemeyecek bir boyutta ve kısa süre önce bir yönetici siyasetçinin başka bir nedenle kullandığı sözcüklerle söyleyecek olursak burnumuza pis kokular gelmektedir.
Türkiye toplumu çürüyor.
Önce ardı ardına gelen iki haberden ilkine bakalım.
Dede yedi yaşındaki torununa tecavüz ediyor.
Bu çürümedir.
Denebilir ki tekil bir olay bu, sapıklık.
N e yazık ki öyle değil.
Örnek gerçekten kusturucu, akıl almaz ölçüde acıtıcı
Fakat son günlerde ortaya dökülen istatistik sonuçları ensest denilen pisliğin bu toplumun iliklerine kadar işlemiş olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu ahlâk çöküntüsünün, çürümenin geçmişten bu günlere çeşitli nedenleri, çözüm çareleri, alınması gereken önlemler elbette düşünülmeli, irdelenmeli, araştırılmalı, yapılması gerekenler yapılmalıdır. Fakat bu konuda kimse din eğitimi eksikliğinden, inanç sorunlarından söz etmesin.
Çünkü özellikle bu türden eğitim veren okullarda, bu nitelikteki öğrenci yurtlarında her nasılsa ortaya çıkan rezilliklere ve ört bas etme çabalarına hep birlikte tanık olduk.
***
Bir başka toplumsal çürüme örneğini yine bu günlerde yaşadık.
HDP eş başkan yardımcısı Aysel Tuğluk’un vefat eden annesi Hatun Tuğluk’un defnedilmesi sırasında mezarlığa giren bir güruh (saldırgan, serseri topluluğu), cenazenin burada toprağa verilmesine engel olmak istediler.. Ardından birkaç yüz kişilik bir destekçi güruhun gelmesi üzerine cenaze mezardan çıkarıldı ve defnedilmek üzere ailenin memleketi olan Tunceli’ye gönderildi.
Haberi veren medya organlarının yayınladığı fotoğrafta, tutuklu bulunduğu cezaevinden annesinin cenaze törenine katılmaya özel izinle gelen sayın Aysel Tuğluk’un iki kişinin kolları arasında
perişan görüntüsü var.
Yapılan şey, hiçbir dinde, hiçbir ahlâkta, hiçbir inançta yeri olmayan ve olamayacak bir ahlâk çöküntüsü; sırtlanların,akbabaların bile utanç duyabileceği bir kötülük, vahşet, insanlık dışılıktır.
Savaş alanından toplanan düşman cesetlerine bile uygulanamayacak bir vicdansızlıktır. (Burada Çanakkale örneğini, düşman ordularının orada yatan askerleri için Mustafa Kemal’in söylediği yüce
insanlık değeri taşıyan sözlerini tekrara gerek yok. Toplumca bu yüceliğin çok altında, bir çürüme çukurundayız.)

***
Bir başka çürüme örneği ölümle aralarında artık kıl payı mesafe bulunan Nuriye ve Semih’e uygulanan zulümdür.
Dünyanın hiçbir az yada çok uygar ülkesinde , işlerinden neden çıkarıldıklarının inandırıcı, hukuksal, yasal açıklaması bulunmayan iki insan, artık ölüm sınırına ulaşmış bir açlık grevindeyken tutuklanıp cezaevine konulmaz. Getirilmedikleri duruşmada da, orada olmadıklarından tahliyeleri konusunda bir karar verilemeyeceği hükmünde bulunulmaz. Böylesi bir vicdan çürümesi ,
bildiğimiz örnekleriyle ancak ortaçağlarda, insanlığın daha da ilkel dönemlerinde görülmüştür. Günümüzde de o çağların aşılmadığı, ya da bizdeki gibi hortladığı, hortlatıldığı toplumlarda görülebilir.
Vicdan, hukuk, adalet çürümesi, bütün çürümelerin nedeni, kaynağıdır.
Ülkemizde adalet çürümüştür. Cüzam, frengi gibi, durdurulup önlenemezse eğer bütün toplumu kemirip yok edecek bir bozulma, ölümcül bir çürümedir.
***
Bir toplum, dünyayı kendine düşman edip o toplumun en az yarsını da yine düşman ilan eden bir yönetimle bu çürümeyi durduramaz.
Herhangi bir toplum, kendisinden ve çevresinden yayılan pis kokulara karşı önlem almaya çalışanları bu pis kokuların kaynağı ve nedeni olarak göstermeye çalışan çarpık ve hasta akılların oyuncağı olamaz.
Herhangi bir toplumda çürümeyi durdurmanın ilk adımı böyle bir yönetimden kurtulmaktır.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/160917

9 Eylül 2017 Cumartesi

İKİ EYLÜL ŞİİRİ


Bu hafta iki Eylül şiirimi paylaşmak istedim sizlerle.
İlki, “Hapishanede Bir Sabah Şiiri”, adı üstünde hapishanede(1982’de) yazılmış epeyce bilinen bir şiirimdir.
İkincisi, “İşte Eylül” , “Okyanusla İlk Karşılaşma” adlı kitabımdan. On yıl kadar öncenin bir şiiri.
Her ikisini de, önce Nuriye ve Semih’e, yanı sıra da başta Cumhuriyet’ten arkadaşlarım olmak üzere, hiçbir ayrım gözetmeksin, cezaevlerinde vicdansızca tutulmakta olan bütün “düşünce suçluları”na ve kanayan bir yara olmaya devam eden F tipi vb. cehennem hücrelerindeki tutuklu ve hükümlülere gönderiyorum.
Her şeye rağmen umutla… Kötülüğe karşı iyiliğin, aptallığa karşı zekânın, korkaklığa karşı cesaretin yenilmezliğine sarsılmaz inançla…

HAPİSHANEDE BİR SABAH TÜRKÜSÜ
Maltepe askeri cezaevinin avlusunda
Sisler içindeki Büyükada’nın karşısında
Oturmuş yazarım bu şiiri
Eylül başlarında bir cumartesi sabahı
Lodos titretiyor ağaçları
Yağmur geceden yıkamış çiçekleri
Gökyüzü mavi, bulutlar beyaz
Ardından baharın geçti koca bir yaz
Hapisteyiz hâlâ ve güzün ilk serinlikleri
Avlunun dört yanı dikenli teller
Tellerin gerisinde nöbetçiler bekler
Kapanır uykusuzluktan gözleri
On gündür çocuk sesi duymadım
Özledim “baba” deyişini kızımın
Özledim beni görünceki sevincini...
Hayatım benim, kırk yıllık hayatım
Seni başarabildiğimce dürüst yaşadım
İçim burada da pırıl pırıl şimdi
Geçer, güzelim, bu günler de geçer
Sökülüp atılır dikenli teller
Koparır halk bir gün zincirlerini

İŞTE EYLÜL

İşte Eylül, onu kalp atışlarından tanıyorum
Onu ayak seslerinden, saçlarını savuruşundan
Sudaki ürperişten tanıyorum onu, ayın dudağındaki uçuktan

İşte Eylül, azıcık grileşen tonlarıyla geliyor mavinin
Sararmaya yüz tutmuş yeşille,turuncuya özenen kırmızıyla
Bir gül goncasındaki utangaç yağmur damlasıyla

İşte Eylül, dünyanın bütün acıları birikmiş gibi bir kalpte
Özlenen bir sevgili gibi geliyor,bürünüp sabah sisine
Ve hazırlıyorum kendimi öpüşlerine




Cumartesi,09/09/17

2 Eylül 2017 Cumartesi

SANAT ÇALIŞTAYINDAN NOTLAR


26 Ağustosta başlayıp dört gün süresince 8 panel ve 77 çalıştayın gerçekleştirildiği Adalet Kurultayı’ındaki çalıştaylardan biri de sanat- kültür konusundaydı.
Katıldığım bu çalıştayda on kişi kadardık.
Çağrılı olduğu söylenen pek çok sanatçı arkadaş- kuşkusuz her biri kendilerince haklı nedenlerle- gelmemiş ya da gelememişlerdi.
Edebiyat alanını ben ve Tuğrul Keskin temsil ediyorduk.
Ressamlardan, bu alanın ağır toplarından Mehmet Güleryüz ve Bedri Baykam oradaydılar.
Tiyatro alanı temsilcileri, başta Sanatçılar Girişimi kurucularından Orhan Aydın ve Orhan Kurtuldu olmak üzere, Haluk Işık, Ezel Akay, Eren Aysan, Emre Yetim,Volkan Yosunlu’yla çoğunluktaydılar. Bu ekibe, çalıştay katılımcıları arasında olmasa da saatler süren konuşmaları baştan sona izleyen ve zaman zaman görüşleriyle katkıda bulunan Berhan Şimşek’i de eklemek gerekir.
Çalıştay’ın örgütçüsü, başta sinema alanı olmak üzere sanat ve sanatçı örgütlenmesinde yıllardır yorulmak bilmez çalışmalar gerçekleştiren Vecdi Sayar, yöneten ise CHP adına genç avukat arkadaşımız Sera Kadıgil’di…
Çalıştay’ın açık konuşmasını arkadaşların isteğiyle ben yaptım.Kısa konuşmamda siyasetin klişeleşmiş dilinin sanatın dilinden yararlanması gerektiği ve bunun nasıl yapılabileceği üzerinde durdum.
Sözlerine “Sanat katledildi” cümlesiyle başlayan Mehmet Güleryüz, gerici siyasetin figüratif sanat düşmanlığını;giderek soyuta, ebruya,dinsel yazılara, hat sanatına yönelişini örneklerle anlattı…
Güleryüz, sanat karşıtı, çirkin kentleşme olgusunu, bu konuda yerel yönetimlerin sorumluluğunu ve görevlerini de dile getirdi.
Bedri Baykam’ın konuşmasında CHP yönetimine, Kültür Bakanlığı da yapmış olan Ercan Karakaş’ın bir ara bulunduğu kültür danışmanlığı görevinin neden kaldırılmış olduğu sorusunu yöneltti.
Orhan Kurtuldu bir çok kentimizde ve ilçemizde tiyatro-sinema-sergi salonları bulunmadığını, bulunanların da işlevine uygun olmadığı ya da kullanılmadığın belirterek sözlerini kurultayın ana hedefine de uygun olarak çarpıcı bir cümleyle,”bu il ve ilçelerimiz için âdalet istiyoruz” diyerek tamamladı…Orhan Kurtuldu’nun konuşmasında Devlet Tiyatrosu’nun yok edilmek istendiği gerçeğinin de altın çizdi…
Orhan Aydın Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve İstanbul Şehir Tiyatrolarının işgal altında olduğunu, Beşiktaş ve Kadıköy Belediyelerinin salonları dışında İstanbul’da oyun sahnelenecek tek bir kamusal salon bulunmadığını açık ve acı bir dille belirtti…
AKM konusunda CHP yönetimini en üst düzeyde tavır almaya çağırdı.
Kaçak saray”daki 28 “sanat danışmanı”nın bir ara Gülen etkisindeki Yunus Emre kuruluşlarına destek sağlama dışında neyle meşgul olduklarının sorulması gerektiğini belirterek büyük bir sanat kurultayı yapılması çağrısında bulundu…
Orhan Aydın’ın yine çok somut ve güncel bir önerisi de, AKP’li Belediyenin Altın Portakal Film Yarışmasının ulusal filmler bölümünü kaldırımasına karşı, yine aynı kentte Muradiye, Konyaaltı vb. CHP’li belediyeler eliyle bu festivalin mutlaka aynen sürdürülmesi gerektiğiydi.
Haluk Işık, Tuğrul Keskin, sanat danışmanlığının kaldırılması sonucunda CHP il ve ilçe yönetimlerinde de bu alandaki çalışmaların giderek yok olduğunu belirttiler. Tuğrul Keskin CHP üst yönetiminde sanattan sorumlu birkaç yardımcılığın şart olduğunu söyledi.
Ezel Akay, Berhan Şimşek,Emre Yetim ve Volkan Yosunlu’nun konuşmalarında, bütün katılımcıların görüş birliğinde olduğu bir konu olarak, eylemin ve sokağın önemi vurgulandı…
Vecdi Sayar ise toparlayıcı konuşmasında, partinin sanat ve sorunları konusunda bilinçlenmesi,danışmanlık kurumunun mutlaka yeniden kurulması, sanat ve sanatçı için bir destek mekanizması oluşturulması,
görevlendirmelerin her alanda ve konuda “liyakat”e göre yapılması gerektiği gibi temel yapısal sorunlar üzerinde durdu.
Yönetici arkadaşımız aldığı notlarla bütün bu sorunları ve önerileri partisinin üst yönetimine çok daha geniş ve ayrıntılı aktaracak ve CHP umarım ki
yaşamsal önemdeki sanat ve sanatçı sorunları konusuna gereken önem ve kapsamda eğilecektir.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/020917