27 Şubat 2016 Cumartesi

ÇORUH AKŞAMLARI

     
    Ders kitaplarında yer almamış olsa adını korkarım çok az şiir severin bileceği Ömer Bedreddin Uşaklı benim çok sevdiğim bir şairdir.
     Bu çok sevmek sözünü rastgele kullanmıyorum.
    Çünkü o,  on yıl önce bu sütunda, sonra “Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda yayınlanan  “Kaçkar Dağları Dumanlı” başlıklı bir yazımdaki  sözlerimle söyleyecek olursam, “memleketçi şiirimiz”in ilk ve en güzel ustalarındandır…
    Yine  aynı  yazıda adını andığım “Çoruh Akşamları” ve yanı sıra “Bataklık Güneşleri” adlı şiirleri beni her okuyuşumda ürperten güzelliktedir…
    Sözünü ettiğim yazı Artvin’i ve Çoruh nehrini ilk kez görmenin heyecanıyla yazılmıştı…
    “Çoruh Akşamları”nı ve şairini anımsayışımın Artvin’deki direnişle ilgili olduğunu tahmin edersiniz…
       İzninizle bu yazıdan, Şavşat yönünden geldiğimiz  Artvin’e ilişkin bir bölümü almak isterim:
  “Artvin önce dağlar arasından yüzünün bir yanını gösteriyor…
Az sonra bu –dağdan yapılma- (peçe,yaşmak,ne derseniz deyin) örtü açılacak ve yalçın bir tepenin dimdik eğimli  yamacına yapışmış gibi duran kentin tümü görünecektir…
İnsanın başı dönüyor…Bu evler aşağıya, Çoruh Vadisi’ne uçmaz mı?
Fakat hayır,bu yalçın kayalı dağlar Artvin’i kucaklamış, bağrına basmış.Artvin onların çocuğu, bir parçası…”
     Evet. Altın ve bakır çıkarmak için parçalanmak, delik deşik edilmek istenen böyle bir coğrafyadır…
                                                                 ***
     “Sıradan yurttaş”ımız genellikle şöyle düşünmeye yatkındır:
     Altın ve bakır çıkarılmasına neden karşısınız?
  Siz ülkemizin zenginleşmesini istemiyor musunuz vb…
   Bu insanlarımıza şunları anlatmak gerekir:
  Bir ülkenin, insanıyla birlikte asıl ve en büyük zenginliği doğasıdır.
  Türkiye doğasal güzellikleriyle gezegenimizin eşsiz, benzeriz bir ülkesidir.
  Her yere rastgele iş makineleriyle, kazmalarla giremezsiniz.
 Bunu hele o yörenin insanlarının iradesine karşı yapamazsınız.
Kaldı ki, böyle bir  coğrafya, eninde sonunda bitecek olan altına ve bakıra karşı, turizm değeriyle ve olanaklarıyla, ülkemize kat kat ve bitimsiz zenginlikler taşır…
Onlara şöyle bir örnek de verebilirsiniz: Diyelim ki tarihsel anlamı ve değeri olan bir mekânın, örneğin Süleymaniye’nin ya da Topkapı Saray’ının altında değerli bir madenin bulunduğu keşfedildi. Camiyi ya da sarayı bu madene ulaşmak için yıkacak mıyız?
 Söz konusu yurttaşa bunları anlatabiliriz ve anlatmalıyız…  Fakat talancı, sömürücü, ahlâksız,  “millet” ve yurt duygusundan yoksun, para ve mal mülk hırsını her şeyin üstünde tutan  bir anlayışın temsilcilerine karşı ne yapılabilir?
 Yapılması gereken, sadece ve ancak Cerattepe direnişçilerinin yaptığıdır…
 Bu kahramanca, özverili, gözü pek ve yurtsever direniştir…
Kalbimiz onlarla birlikte ve bedenlerimizle de yanlarında olmaya hazırız…
Cerattepe’de doğa ve halk düşmanlığı  kazanamamalıdır  ve kazanamayacak…
                                                             ***
  “Çoruh Akşamları” nın bir yerinde şair bu nehri  zincirlenmiş bir esire benzeterek şöyle diyor:
   Girdapların kararmış gözleri süzülünce
     Korkunç birer dev gibi sulara girer dağlar
    Karlı dağlar ardından titrek bir ay gülünce
  Çoruh zincir içinde bir esir gibi ağlar…
   Korkunç birer dağ gibi sulara girer dağlar…”
   Yurdumuzu yurt sevgisinden, vicdandan, “millet” saygısından yoksun soygun çetelerinin  elinde  “zincir içinde bir esir gibi” ağlatmayacağız, ağlatmamalıyız…
Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/270216


28 Şubat Pazar günü 15.00-17.00 arasında Ataşehir Zübeyde Hanım Öğretmenevi Konferans Salonundaki  “İyi Bir Yurttaş Aranıyor” başlıklı dinleti ve  gösteriye bütün sanatseverleri bekliyoruz…(A.Behramoğlu,U.Asan, E.Ataer,T.Büyükkaya, H.Çetin, N.Özgentürk,G.Tuncer,M.Uca)

20 Şubat 2016 Cumartesi

SIRADAN YURTTAŞ(2)


      Aynı adı taşıyan geçen haftaki yazım okurlarımdan ve arkadaşlarımdan olumlu tepkiler aldı.
    “Sıradanlık” kavramının küçümseme olarak anlaşılabileceğini söyleyen dostlarım da oldu.
     Kuşkusuz ki amacım küçümseme değil bir saptama ve bu  yurttaşa nasıl ulaşılabileceği üzerine düşünmektir…
      Onlardan biriyle, bir taksi sürücüsüyle, aramızda  sıcağı sıcağına geçen bir konuşmayı özetleyeyim.
      Arabanın radyosundaki haber programında devlet yetkili ve sorumlularının Ankara’daki yeni katliam konusunda “kınama”ları sayılıp dökülüyor…
      Yüksek sesle “Sizin göreviniz kınama değil,önceden istihbaratını alıp olaya engel olmaktır” dedim ve sürücü arkadaşa bu konuda düşüncesini sordum.
       Diyalogumuz özetle şöyle oldu:
   “    -Ne yapsınlar? Devlet her şeyin önceden haberini alamaz ki? Adamlar çok iyi hazırlanmışlar.
       -İyi ama, devlet Ankara’da bir önceki katliamın da istihbaratını alamadı. Ya açılım denilen süreçte devletten habersiz  hendeklerin kazılması, silahların depolanmasına ne diyeceğiz?
      -Açılım zaten yanlıştı. Belediyeler onların elinde. Devlet ne yapsın!
     -Devletin valisi, kaymakamı, askeri,polisi yok mu? Türkiye polis kaynıyor. Yüz binlerce polis var.Onlardan habersiz bütün bunlar nasıl olabildi?
       - Bizler de kabahatliyiz… Gördüklerimizi, şüphelendiklerimizi haber vermeliyiz…”
                    Devlete(bu demektir ki hükümete) toz kondurmamaya yeminli sürücü arkadaşın, bu kez savaş tehlikesi üzerine düşüncesini öğrenmeye çalışıyorum. Suriye ile ne sorunumuz vardı , ne diye Ortadoğu bataklığına sürüklendik diye soruyorum. Bize Musul’u filan vermezler. Alabilsek Kurtuluş Savaşı sırasında alırdık filan gibi açıklamalarda bulunuyorum…
                Gelen  dağınık yanıtların satırbaşları özetle şöyle: “Nato bize kalleşlik yapıyor… Esad da orada adam öldürüyor… Erdoğan akıllı adamdır, bizi savaşa sokmaz.” Vb…
                  Arabadan inerken ,” görüyorum ki  Tayyip’çisin, ben karşısındayım, ama senin görüşüne de saygı duyarım. Yeter ki bütün bu konularda biraz daha düşün” dediğimde, aldığım beklenmedik yanıt “Hayır, Tayyipçi değilim” oluyor…
                 Tam bir bilgi curcunası ve çorbası…
                 Enformasyon zehirlenmesi denilen şey…
                                    Ne yazık ki sadece AKP ve Tayyip Erdoğan yandaşları değil, öğrenimsizlerin yanı sıra pek çok öğrenim görmüşü de içinde olmak üzere  yurttaşlarımız çoğunlukla bu bilgi ve zihin karışıklığında bocalamakta…
                     En sıradanları ise, kolaycılığı  ezbercilikte bulmuş. Yukarıdaki örnekte görülebileceği gibi, genellikle yandaş medyanın yalan ve saptırma şablonlarını, üzerlerinde bir nebze düşünmeksizin tekrarlayıp duruyor…
                
                                                             ***
    Değişimden korkan, dinsel ve sosyal otorite tapınıcısı, sabit fikirli, öte yandan da ülkesine bağlılığından ve özverisinden kuşku duyulamayacak bu yurttaşlarımıza nasıl ulaşacağız…
      Sanıyorum öncelikle, kızmadan, küçümsemeden, o insanlarımızı çok iyi anlamaya,  tanımaya, düşünme yetilerinin takılıp tökezlediği noktaları, anketlerle, kişisel ilişkilerle, yaşamlarının içlerine girerek  görüp saptamaya çalışarak…
       Bu konuda kaygı duyan ve sorumluluk sahibi bütün kurumların, partilerin, sendikaların, derneklerin,sivil toplum kuruluşlarının, laiklik ve aydınlanma değerlerine bağlı herkesin, içtenlikle, özveriyle, açık sözlülük ve cesaretle, her koşulda ve her olanağı değerlendirerek  üstlenmesi gereken bir eğitim seferberliğiyle…
   Başta laiklik olmak üzere aydınlanma değerlerinin, bu demektir ki gerçek anlamıyla insan olmanın gereklerini savunanlar sıradan yurttaşa ulaşmada yetersiz kalırken,   bu değerlerin  yeminli düşmanları  iktidarda olmanın sağladığı eğitim, medya, propaganda  olanaklarıyla;baskı, tehdit, yıldırma, göz korkutma yöntemleriyle,   bütün bir toplumu sıradanlaştırma yönünde  hızla yol alıyor…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/200216

13 Şubat 2016 Cumartesi

SIRADAN YURTTAŞ


    Bir süredir zihnimde “sıradan yurttaş” kavramı dolanıp duruyor…
   Çünkü onunla sorunlarımız var…
   Bu sorunlardan başta geleni de, siyasal iktidarın büyük ölçüde bu yurttaşın oylarıyla belirleniyor olması…
   Çünkü sıradan yurttaşın çoğunluk oluşturduğu bir ülkede yaşamaktayız..
  Peki kimdir bu sıradan yurttaş?
    Sıradanlık nedir?
   Bu  kavram ülkeden ülkeye değişir mi, değişmez mi?
    Yerimiz elverdiğince irdeleyip yanıtlamaya çalışalım…
                                            ***
    Sıradanlık kavramı kuşkusuz ki ülkeden ülkeye değişir.
    Bizim örnek almaya alıştığımız Batı ülkelerinin bütün yurttaşları, çok az istisna dışında, ortalama kültür sahibidir.
    Ortalama bir eğitimden geçmiştir.
  Sıradanlığın karşıtı seçkinlik ise, yine hiç kuşkusuz o ülkelerin küçümsenemeyecek sayıda seçkin aydını vardır.
      Fakat seçkinlikle sıradanlık arasında  bizde olduğu gibi uçurumlar bulunmaz.
      Her iki tür insan pek çok konuda farklı görüşlere sahip olsa da temel bilgi alanlarının hiç  birinde birinin  ak dediğine öteki kara demez.
 Bu iki tür insanı, sıradanla seçkini birleştiren en önemli olgu ise, kanımca  din inancıyla ilgili olandır.
  Herhangi bir mistik inancı olsun ya da olmasın, bu gibi ülkelerde, yine çok az istisna dışında, evrenin ve insanın varoluşunu bilimsel verilere aykırı gerekçelerle açıklamaya çalışana pek de rastlayamazsınız.
    Özetle, din bir bilimsel açıklama aracı ya da yöntemi değil, kişisel inanç olgusudur.
     Bu nedenlerle de, sözünü ettiğimiz Batı ülkelerinin ortalama yurttaşını, sıradan sıfatıyla nitelemek pek de doğru olmaz.
     Bu toplumlarda da ( yakın tarihin Nazizm, Balkanlardaki boğazlaşmalar vb. örneklerindeki gibi),  topluca geriye gidiş olasılıkları, büsbütün görmezden gelinemeyecek de olsa  geçici ve kural dışı(istisnai) sayılmalıdır…
                                                   ***
       Eski ya da yeni sömürgelerde, örneğin pek çok Afrika ülkesinde, Güney Amerika ülkelerinde, sanayileşmede gecikmiş Doğu ve Ortadoğu  coğrafyası ülkelerinde, durum farklıdır.
      Bu gibi ülkelerdeki sıradanlık ve seçkinlik olgularını kendi özellerinde  ayrı ayrı irdelemek gerekir.
      Fakat özetle söylenecek olursa, feodalizmin, köylülüğün, sözlü kültür değerlerinin aşılmamış olduğu  bu tür ülkelerde , sıradanlık ve seçkinlik arasında bizde olduğundan daha da büyük  uçurumlar vardır…
      Bu uçurumların (örneğin Güney Amerika ülkelerinde halk kitlelerinin  sahip olduğu  isyancı gelenekler gibi her toplumun kendine özgü özelliklerinin bir sonucu olarak)her zaman sıradanlık aleyhine olmadığı ise apayrı bir konudur…
                                                       ***
     Bize gelelim…
     Sıradan diye adlandırdığım, en iyimser bir oranlamayla dört kişiden rahatlıkla ikisinin  oluşturduğu bu yurttaş türü büyük ölçüde eğitimsizdir.
   Temel bilimsel bilgilerden, çağdaş aydınlanma değerlerinden habersizdir.
     Bu nedenlerle de  bilimsel bilginin ve ahlâk değerlerinin kaynaklarını  din inancında aramaya yatkındır…
        Bizdeki  sıradan insan aynı zamanda otorite tutkunudur…
        Zaten tartışılmaz bir otorite olan dinsel inançla geneldeki otorite tutkusunu kişiliğinde birleştiren bu yurttaş tipinde demokrasi, özgürlük, çağdaş anlamlarıyla yurttaşlık  ve bağımsız kişilik  bilinci  aramak boşunadır…
     Sömürgelik yaşamamış; tersine,akıncı, savaşçı   bir geçmişin günümüzdeki temsilcileri olan bu insanlarımızın, otoriteye itaatin  yanı sıra  bu geçmişten tevarüs ettikleri,  kendini beğenmişlik,her anlamda ve her alanda sabit(değişmez) fikirlilik,düşünce ve inançlarının tartışılmazlığı gibi  özeliklerinin de altını ayrıca çizmek gerekir…
     İyi kötü eğitim almış ve bu eğitsel donanımın  gereği olarak  kendini sorgulama bilincine sahip aydın çevrelerle,  düşünme yeteneği doğmalarca tutsak edilmiş sıradan yurttaş arasında, bu anlamda da aşılması güç uçurumlar bulunmaktadır…
        Bu uçurumlar nasıl aşılacak, aşılabilir mi?
      Ortalama ve ortalama üstü  kültüre sahip yurttaşla sıradan yurttaş arasında ortak bir dil bulunabilecek mi, bulunabilir mi?
 Bunların hiç değilse bir bölümünü irdelemeyi de önümüzdeki haftaya bırakalım…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/130216

6 Şubat 2016 Cumartesi

AMİRAL ERDAĞ’IN KİTABI(*)


      Balyoz sürecinin bana kazandırdığı dostlarımın başında,bu hain tertibin mağdurlarından amiral Turgay Erdağ gelir.
      Mağdur sözünün burada yetersiz kaldığının farkındayım.
     Çünkü dostum Erdağ’ın uğradığı zararlar, kendisine ve ailesine yaşatılan sıkıntılar, onunla aynı sahte davada yargılanarak yıllarını cezaevinde geçiren, mesleklerinden olan pek çok meslektaşı ve arkadaşı gibi,  mağduriyetin çok ötesindedir.
     Kurban demek de istemem.Çünkü Turgay Erdağ, yine aynı sahte davada yargılanan meslektaş ve arkadaşları gibi, alçakça iftira ve suçlamalar karşısında gerilemeden,bir milim eğilip bükülmeden, insan ve aydın olma duruşundan ödün vermeden, karanlık günleri aşmayı başardı.
      Daha da öte, o karanlık günlerde sıcağı sıcağına aldığı notlarını kitaba dönüştürerek  en zor koşullarda da nasıl insan kalınabileceğinin seçkin bir örneğini sundu.
                                                   ***
        Girişte okuduğumuz tek sayfalık biyografik dökümün Balyoz tertibine ilişkin satırları, bu sahte davanın nasıl zaman içinde inişli çıkışlı kurgulandığını, vicdan ve hukuk dışı iç yüzünü de yeterince açıklıkla gösteriyor.
        2008 yılında tuğamiral olan Turgay Erdağ 2010 yılında “aklından bile geçirmediği bir darbeye karıştığı iddia edilerek Beşiktaş Adliyesinde” tutuklanıyor…
        Tutukluluk 17 gün sona eriyor….
        Cadı kazanı da böylece kaynamaya başlıyor…
        Bir amirali 17 gün sonra salıverilmek üzere tutuklamak böylesine kolay bir şey mi_
       Derken aynı yıl hakkında yakalama kararı çıkarılıyor… Çok geçmeden bu karar da iptal ediliyor…
        Fakat aynı yılın Aralık ayında Balyoz davasında sanık olarak yargılanmaya başlıyor ve 11 Şubat 2011’de yeniden tutuklanıyor…
      Tutuklama, serbest bırakılma; yakalama kararı, karın iptali, tekrar tutuklama… Nedir bu?
Yaşamı altüst eden bir kâbus mu? Bir kedi fare oyunu mu?  
       Oyunu kurgulayanlar her kimse, kendi içlerinde de  bir tutarsızlık, çelişki gelgiti içinde oldukları görülüyor…
         Sonrası…Hasdal ve Hadımköy Askeri Cezaevleri… Ve ağustos 2012’de Yüksek Askeri Şura  kararları ile Silahlı Kuvvetlerden “tasfiye” edilerek  Silivri Cezaevine naklediliş…
       Tam bu noktada, eski deyimiyle söylersem, kalem bir an  kâğıt üzerinde titriyor ve  duraksıyor…
       Bu nasıl bir Yüksek Askeri Şura’dır ki, 1974 yılında,14 yaşında, Deniz lisesi sınavını kazanarak Heybeliada’da okumaya başlayan, 21 yaşında Deniz Harp Okulu’ndan teğmen olarak mezun olan, meslek yaşamını başarıyla sürdürerek yine genç bir yaşta amiralliğe terfi eden bir meslektaşlarınıı, bir anda meslekten “tasfiye” edebiliyor…
    Hem de hakkında o sırada henüz verilmiş ya da kesinleşmiş bir yargı kararı da yokken…
    Balyoz tertibinin ordu üzerinde bıraktığı bir kara leke varsa, o da bu  sahte davanın sahte suçlamaları değil, ordunun kendini savunmadaki acizliğidir.
      Nitekim Erdağ’ın kitabında da zaman zaman bu konuda sitemlerle karşılaşıyoruz…
                                         ***
      Yaklaşık 600 sayfalık bir yapıtı bir köşe yazısında özetleyemeyiz…
      Baştan sona dikkatle, sevgiyle, saygıyla okunması gereken bir kitap bu…
     Arka sayfalardaki isimler dizinine göz attığınızda, ön sıralarda Cumhuriyet yazarlarının açık farkla yer aldığını görüyorsunuz…
     Bu da gerek Balyoz gerek Ergenekon süreçlerinde Cumhuriyetin ve yazarlarının gerçeklikten yana dayanışma bilincini nasıl yükseklerde tuttuğunun bir başka göstergesi…
     Turgay Erdağ’ın “Bir Amiralin Hapishane Günlükleri”adıyla bu yılın ilk günlerinde yayınlanan kitabı Balyoz tertibinin iç yüzünü bir kez daha gözler önüne seren bir belgesel olmasının yanı sıra; bir yurtseverin, bir eş ve baba olarak bir “roman kahramanı”nın o süreçlerdeki iç yaşantılarını okuduğumuz; sıkıntılarını, umutlarını, beklentilerini, düş kırıklıklarını paylaştığımız yazınsal bir yapıt olarak da bir başucu kitabı olma özelliklerini taşıyor…


___________________________________________________________________________
(*) Sevgili okurlarıma: Uzun süren ve henüz tümüyle de geçmemiş “zatürree” benzeri ağır bir grip sonrasında “Cumartesi Yazıları”yla yeniden buluşmanın sevinciyle… A.B.