28 Mayıs 2020 Perşembe

BİR ANNE’NİN İLETİSİ ÜZERİNE

   Sayın  Nermin Ünsal, emekli hakim.
   E-posta adresime gelen iletinizi birkaç kez dikkatle okudum.
   Şu anda da, bu satırları yazmakta olduğum internet sayfasında kaydedilmiş olarak duruyor.
    İletinize, tek çocuğunuz, oğlunuz, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından      Aytaç Ünsal’ın ve onunla birlikte tutuklu avukat arkadaşlarının durumunu özetleyerek başlıyorsunuz.
      20 Eylül 2017’de (günümüzde giderek ve artık iyice kanıksanan; inandırıcılığını yitiren;her türlü ve her çevreden muhalefeti korkutup yıldırmak için kullanılan) terör vb. suçlamalarıyla tutuklanan, aralarında oğlunuzun da bulunduğu avukatlar  bir yıl yargıç önüne çıkmaksızın cezaevinde kalıyorlar.
         Bir yıl sonra çıkarıldıkları mahkemede “avukat oluşları, mevcut delil durumu, Anayasa Mahkemesinin ve AİHM’nin içtihatları “ gerekçe gösterilerek tahliye ediliyor, fakat tahliye üzerinden altı saat geçmeden aynı mahkeme tarafından herhangi bir yeni delil olmaksızın  yeniden tutuklanıyorlar.
        Ardından, iki gün içinde, tahliye kararı vermiş olan heyet değiştiriliyor, yerine atanan heyet yargılama yapmadan ağır cezalara hükmediyor.
          Aralarında oğlunuzun da bulunduğu Halkın Hukuk Bürosu avukatları bu durumda üç yıla yakın süredir hapisteler ve dava dosyası Yargıtay’da beklemede…

                                                  ****
         İlginç bir rastlantıyla,  gazetedeki posta adresime gelen mektuplar arasında avukat Aytaç Ünsal’dan da bir mektup var.  Belli ki edebiyat ve şiir sever, duyarlı bir genç insan. “…uzun bir aradan sonra gazetede yazınızla karşılaştığımda uzun süredir görmediğim bir yakınımı görmüş gibi hissettim…” diyor… “Belki hiç tanışmadık yüz yüze, ama olsun, halk kocaman bir ailedir” diye devam ediyor… “Ve bu ailenin üyeleri birbirleriyle  tanışmasalar da  doğal bir bağ vardır aralarında.”
       Gazetede birikmiş bekleyen postalar arasında, belli ki  epeyce önce yazılmış mektubunda Aytaç Ünsal, Grup Yorum’un avukatı olduğunu,  2.5 yıldır tutuklu , açlıklarının da 56. gününde olduklarını yazıyor…
         Mektup yazıldığında Helin , İbrahim, Mustafa Koçak henüz hayattalar…

                                                  ***
       Tekrar sayın Nermin Koçak’ın iletisine dönerek onun satırlarıyla devam edeyim:
     
         Aile olarak karşı koymalarımıza rağmen kendisine yapılan hukuksuzluklar ve adil yargılanma talebiyle  03 Şubat'ta süresiz açlık grevine başlamıştı. Hem doğum günü, hemde avukatlar günü olan 05 Nisan'da anne olarak dilim varmıyor, içim yanıyor ama bu grevi  maalesef ÖLÜM ORUCUNA çevirdiğini öğrendik.
Aile olarak o an, tam da yıkıldığımız andı. Bu anlatılamaz..
Ataol bey, oğlum henüz 32 yaşında ve tek çocuğumuz. Dosya Yargıtay da ve 4 aydır ele alınmıyor.
Her ziyaret edişimde eridiğini gördükçe içim kan ağlıyor. Bugün itibariyle Öĺüm Orucunun 110.gününde, durumu  her geçen gün kritikleşiyor.
Yardımlarınızı bekliyorum.
Saygılarımla
Emekli Hakim Nermin Ünsal”

                                                    ***
           Yazıya başlama öncesinde internet sayfalarında bu davaya ilişkin haberlerin gerçek anlamıyla  yürekler acısı, iç daraltıcı labirentlerinde dolaştım… Hukuk ve hukukçuluk adına üzüldüm, utandım.  Aynı mahkemede alt saat içinde karar değişiyor. Bir heyet görevden alınıyor, yerine atanan heyet bir öncekinin tam karşıtı bir hüküm veriyor?  Hukukçu anne feryat ediyor.  Hukukçu genç insanlar yıllardır ceza evinde, adalet beklentisi içinde  canlarını ateşe  atarlarken ,  dava dosyası aylardır Yargıtay aşamasında raflarda bekliyor. Günlük yaşam sanki bütün bu kötülükler, haksızlıklar , zulümler yokmuşçasına,  aldırışsızca  alışıldık döngüsünü sürdürmekteyken, avukata ve avukatlık mesleğine yönelik bu hukuk dışı ,yaşam söndürücü, cana kastedici uygulamalar karşısında Türkiye Barolar Birliği acaba ne yapıyor?  Dosyanın Yargıtay’da bir an önce görüşülmesi için ne gibi girişimlerde  bulunuyor? Hukukçuların adalet beklentisiyle  ölüm orucuna yattığı bir ülkede, Yargıtay bu girişimi belki de sonlandıracak çalışmaya başlamayı neden geciktiriyor?

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/27052020

22 Mayıs 2020 Cuma

KORONA’NIN ÖĞRETTİKLERİ

 
      Çok uzun süre  olmasa da (toplam 10 ay!) cezaevi yaşantısından haberli biri olarak korona’nın öğrettiklerinin bir kısmını  zaten biliyorum. Fakat yine de böyle bir yaşantım olmamışçasına yazımı koronanın öğrettikleri üzerinden sürdüreyim…
        Öncelikle yürümek…
        Evde uzun süre kaldığınızda, bulunduğunuz mekânın uygunluk durumuna göre içerde volta da atsanız; dışarıda, açık havada, gökyüzü altında, toprağa basarak yürümek başka bir şey… Bambaşka bir mutluluk…
       Volta, malûm, cezaevi jargonudur. Ahmed Arif’in dizelerini anımsamanın sırasıdır:
                         Kürdün Gelinini söyler maltada  biri
                          Bense voltadayım ranza dibinde…

       Volta tamam da, malta ne demek… Bilmiyordum doğrusu… Şimdi baktım… Hapishanede volta atılan alan demekmiş, yani havalandırmaya çıkılan yer…
          Şair belli ki oraya çıkmak istememiş… Belki yalnız kalmak istemiş… Ranza dibinde ne kadarcık bir alan var ki, volta atabiliyor… Kendi payıma, nerede,ne zaman öğrendim bilmiyorum, birkaç adımlık alanlarda da volta atabilen biriyim…  Ahmed Arif’in bunu yapabilmesi doğal…
           Konumuza dönelim…
           Korona günleri sanırım çok kişiye yürümenin mutluluk  olduğunu anımsattı, ya da öğretti…

                                                         ***
         Yanı sıra öğrendiğimiz bir başka şey, dokunmanın önemi…
          Olur olmaz zamanda  el sıkışmaktan pek hoşlandığımı söyleyemem.
         İnsanların el temizliğine pek de dikkat etmediklerini bilip gördüğümden olmalı…
          Fakat kuşkusuz, el sıkışmanın  gerektiği zamanlar da vardır…
           Dokunmak derken asıl kastettiğim  ise, sevdiklerimizle, yakınlarımızla kucaklaşmak… Onların yüzüne, saçına, omzuna, koluna, bir yerine dokunmak,temas etmek… Biz böyle alıştık… Ya da ben böyle biriyim…Dokunmak önemlidir benim için…
         Şimdi de kendimden, 12 Eylül  sonrasındaki günlerde neredeyse şimdiki gibi büyük ölçüde evlere kapanmışken, dostlarla görüşmeler en aza inmişken yazdığım Sesler adlı şiirimden bir örnek vereyim:
                 
                Ve dostların sesi, bunaldığımda
                  Dokunurcasına duymak istediğim…

      Dokunurcasına duymak … Sadece duymanın yetmeyişi… Duymanın dokunurca çoğaltılması…
       Kuzey ülkelerin insanları için dokunmak çok da önemli olmayabilir… Fakat biz sıcak kanlılar, dokunmadan yaşayamayız pek… Korona sonrasında nasıl olacak bu, bilmiyorum, göreceğiz…

                                             ***
         Korona günlerinin öğrettiği bir başka şey, zamanın değerliliği.
        Hepimizin bildiği  “zaman öldürmek” diye bir  deyim var dilimizde… 
        Zamanı boşa geçirmemek  gerektiği anlamında kullanıldığı gibi, bir şey yapmayıp boş boş oturmak anlamında  da kullanılıyor… 
         Bu ikinci anlamı  başka dillerde de karşılayan deyimler olduğu kuşkusuz. Fakat  herhangi bir başka dilde,özellikle bu ikinci anlamıyla,  zaman ve öldürmek sözcüklerinin bir arada olduğu bir deyim var mıdır, bilmem.
        Korona günleri kendi payıma bana zamanın değerliliğini bir kez daha kanıtladı.
         Kendime ait çok zamanım var ve böyleyken de çalışma  masamdan kalkmaya pek vakit bulamıyorum…
         Demek ki olağan zamanlarda dışarılarda, örneğin yollarda fazlaca zaman harcamıştım… Çalışma masasında geçirilecek zamanları  israf etmişim… Bir başka deyişle de, zamanı öldürmüşüm…
            Çağdaş yaşamda ve özellikle büyük şehirlerde  bu pek çoğumuz için böyle…

                                                                    ***
        Ve tenhalığın güzelliği…
         Batı ülkelerini gören ya da oralarda yaşayanlar, Pazar günleri  özellikle belli şehir merkezlerinin dışında ve daha da çok taşra şehirlerinde sokakların tenhalığını bilirler.
      Yabancı biri için bu tenhalık hüzün vericidir.
      Fakat  şu korona günlerinin tenhalığı bana hüzünle değil başka bir duyguyla o Pazar günlerinin tenhalığını anımsattı. 
        Çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın kalabalıklarla dolup taşmayan; birine  çarpmaksızın  ya da biri size çarpmaksızın  yürüyebildiğimiz sokaklarını özlemle duyumsattı…
                                                            ***

  Korona sonrasında nasıl bir dünya bekliyor bizi?
 Bu konuda düşünmeyi bir başka yazıya bırakalım…
             
Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/20052020

13 Mayıs 2020 Çarşamba

BOZULAN KİMLİĞİMİZ


Türkiye insanı nasıl biridir?
Toplumsal sınıflar, bölgesel ve etnik aidiyetler göz ardı edilerek biz Türkler diye bir genelleme yapılabilir mi?
Bence bütün farklılıkların üstüne yükselen bir genelleme yapabilir ve bunu ulusal kimlik diye adlandırabiliriz…
Fakat benim bu yazıda yapmak istediğim ulusal kimlik kavramının ne olup ne olmadığını irdelemek değil, kısaca köylü, kasabalı, kentli diye ayıracağım insan tiplerimizde zaman içinde gözlemlediğim bazı değişimler ve olası nedenleri üzerinde düşüncelerimi paylaşmaktır.
***
Köylüden başlayalım…
1950’lerden itibaren hızlanan bir süreçte kentleşme ve buna bağlı olarak göç olgusu köyleri dağıttı.
Fakat ülkemizde bu olgu sağlıklı bir oluşum sürecinde gerçekleşmedi.
Sanayisi gelişmiş ülkelerde tarım ekonomisi ve dolayısıyla da köylülük sapasağlam yerinde dururken, bizde bugün ne köy ne de ekonomisi kalmıştır.
1970’lerdeki yurt dışı yıllarımda, Fransa ve İsviçre’deki bağlarda, biraz serüven duygusu biraz para kazanma gereksinimiyle, o ülkelerin köylüleriyle omuz omuza çalışmış, öğle yemeklerini yer sofralarında birlikte yemiş, aralarında bu gün de dostlukla anımsadığım arkadaşlarım olmuştu.
Bu gün de yakınlarından trenle ya da başka araçlarla geçerken, bu Avrupa ülkelerindeki kırsal yaşam zenginliğine , bitek tarlalara, besili hayvan sürülerine imrenerek bakıyoruz…
Bizde ise köyler boşalmış, köylü dediğimiz kişiler de artık sadece, ya da çok büyük ölçüde, köyden ve köylüden söz eden romanlarımızın kahramanları olarak kalmışlardır.
Onlara bir de , kentlerin insan pazarlarında iş bekleyen; işçi olarak inşaatlarda ter döken kol emekçileri olarak rastlarız.
Kentlerde oturdukları, barındıkları yerler de uzak semtler, niteliksiz konutlardır.
Cumhuriyet onun efendi olmasını hedeflemişti.
Bu hedeften sapılmış, köylü geleneksel kimliğini de yitirerek efendilerin hizmetçisi konumuna geriletilmiştir…
*****
Kasaba her zaman köyle kent arasında bir ara bölge konumunda olmuş, kasabalı da köylü ve kentli arasında bir kimlik sahibi, genellikle tutucu, fakat aynı zamanda da güvenilir, sağlam, geleneksel bir toplumsal kesim insanı sayıla gelmiştir.
Bugün ise, çarpık kentleşme olgusu ve yine köylerden göçler gibi nedenlerle bozulup değişen, tanımlanması güç bir kasaba ve kasabalı gerçeği söz konusudur.
****
Kentlerimizi küçük, orta büyüklükte ve büyük kentler diye sınıflandırabiliriz. Bir de mega kentimiz İstanbul var…
Küçük kentler boşalmakta, köyle kasaba arası, niteliksiz yerleşim yerleri olmaktadır.
Orta büyüklükte kentlerimiz kültür ve uygarlıkla bağıntıları genellikle AVM’ler yoluyla karşılanan, yaşam nitelikleri büyük ölçüde yönetimdeki Belediyelerin niteliğine ve çabasına bağlı yerleşim yerleridir.
Mega yada yığma kent İstanbul ise yaşanması da nefes alınması da gitgide güçleşen bir insan cangılıdır…
***
Türkiye insanı Cumhuriyet devrimi ilkelerinin uygulanma süreçlerinde, 1940’lara kadar; köylüsüyle,kasabalısıyla, kentlisiyle, geleneksel kimlik özellikleri üzerinde, yeni ve çağdaş bir ulusal kimlik inşa etmenin sancılarını ve heyecanını yaşamış, bilincini duyumsamıştı….
Sonrasında bu bilinç ve heyecan yitirilmeye başlanmış, hem farklı toplumsal kesimlerin kimlikleri, hem de bütünüyle ulusal kimliğimiz dağılıp bozulmaya yüz tutmuştur.
Bu dağılıp bozulma hızlanan bir süreçte günümüzde denebilir ki tepe noktasına ulaşmıştır.
Türkiye toplumu Cumhuriyet tarihi boyunca, 1950’lerin “vatan cephesi” saçmalığı bile içinde olmak üzere, hiç bir zaman bu kadar bölünmemiş, aynı ulusun yurttaşları olma duygusunu yitirmemiş, birbirine böylesine diş bileyen düşman gruplara ayrılmamış; çocuklar bu kadar sahipsiz, gençler bu kadar amaçsız ve kimliksiz olmamıştı…
Gelinen noktanın sorumlusu ise , hiç kuşkusuz, bölgede çıkarları olan emperyalist güçlerin bilinçli ya da bilinçsiz güdümünde, Cumhuriyetimizin temel ilkelerini,demokrasiyi, laikliği ayaklar altına almış olan günümüzdeki siyasal yönetimdir.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/
13/05/2020

8 Mayıs 2020 Cuma

DUAGÛYAN

     Dua Arapça bir sözcük.
      Osmanlıca-Türkçe sözlükte anlamı şöyle açıklanıyor:
     1)Tanrıya yalvarma, yakarı.
     2 )Birinin iyiliği için Tanrıya yalvarma.
     3)Böyle bir yakarışta okunan ibareler.
                              ***
     
   Arapça dua’dan bu kez farsça, duacı anlamına gelen  duagû sözcüğü türetilmiş…
    Bunu biz mi yaptık,  yoksa böylece Farsçadan mı aldık, bilmiyorum doğrusu.
    Duagû dua eden demek ama, bir karşılığı daha var: Vakıf idaresinden ücreti olup karşılığında dua etmekle ödevli kimse….
      Böyle bir maaşlı duacı tanımıyla benim gibi ilk kez  karşılaşmış olanlar da benim gibi şaşırmış olmalılar…
       Duagûyan da duagû’nun çoğulu…  Yani dua etme karşılığında Vakıf idaresinden ücret alanlar…

                                                 ***
      Almanya’da   cenaze törenlerinde ücretli ağlayıcılar diye  bir meslek olduğunu işittiğimde şaşırmıştım…
       Bunlar herhalde özel şirketlerin elemanı olmalıdır…
        Osmanlının  ücretli duagûyanı bana bu meslek erbabını düşündürdü. 
        Vakıf idaresinden ücretli olduklarına göre  kuşkusuz  resmi bir görevleri olmalı…
       Bu da olasıdır ki ordu savaşa giderken ve  savaştayken dua etmekti…
       Bu kurumun varlığı ne kadar süre devam etmiştir, bir başka deyişle de bütçedeki yükü ne zaman anlamsız ve ağır gelmeye başlamıştır incelenmeye değer.
                                                       ****
      Çağdaş, laik toplumlarda da  bir dine bağlılık  ve esas olarak da bu inançtan kaynaklanan dua gereksinimi ,  kişisel bir    olgu olarak  hiç kuşkusuz anlaşılır bir şeydir ve saygıya değer.
        Buna karşılık  dinsel ifade ve deyimlerin  resmi ağızlarda giderek daha sık kullanılır olması, dua olgusunun kişisel bir inanç ifadesi olmaktan çıkarak kurumsallaşmaya yönelişi;  devlet kurumlarının her  inanca eşit mesafede olması gereken çağdaş, laik  bir toplumun varoluş   ilkeleriyle  bağdaşamaz.
        Günümüzde “düagûyan” adında bir meslek  grubu bulunmuyor. 
             Fakat dertlerine deva bulunmasını bekleyen  samimi inanç sahibi  çaresiz insan topluluklarının  sorunlarını ve sorularını  dualarla karşılayıp  ört bas etme çabasındaki   düagüyân erbabının  devletin  her kurumunda,  üstelik yönetici olarak varlıkları  açık seçik ortadadır..
         

                                               ***
         
Devlet yönetiminin her kademesindeki kişilerin ağızlarından çıkan her sözcüğün oradan tartılarak çıkması gerekir.
         Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlet kuruluşunun adıdır.
         Laiklikle bağdaşmayan  sözler ve davranışlar,  kimin tarafından söylenmiş ve yapılmış olursa olsun, devlete, cumhuriyete karşı işlenmiş suçlardır.
           Her birey kendi kişisel yaşam alanında, inancının  gereği olduğuna inandığını  dile getirmek  ve gerçekleştirmekte özgürdür kuşkusuz.
            Fakat  devlet(ve toplum), kimi kez yatıştırma aracı, kimi kez inanç sömürüsü, kimi kez sopa gibi kullanılan  dinsel ifadeler ve dualarla değil, hukukla, bilimle yönetilir. 

Ataol Behramoğlu
06.05.20