28 Aralık 2012 Cuma

BÜYÜK BULUŞMANIN ARDINDAN (Ya da bir Türkiye fotoğrafı)


   
23 Aralık Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezinde büyük bir buluşma gerçekleşti.
     Uzun süreli bir emeğin ürünü olan bu buluşma gerçekten büyüktü. Çünkü sanatımızın çeşitli alanlarından, seçkin ve çok sayıda bir topluluk,  yaklaşık beş bin kişilik bir izleyici kitlesiyle buluşmuştu.
    Her sanatçının kendi sanat alanına ilişkin sunumlarından ve konuşmalardan oluşan ücretsiz gösteride,  Sanatçılar da Sanatçılar Girişimin çağrısıyla, ortak bir toplumsal eyleme katılmanın özverisi ve coşkusuyla yer aldılar.
      “Diktaya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı” büyük buluşma, Kadıköy ve Maltepe Belediyelerinin büyük katkılarıyla, Beşiktaş ve Adalar Belediyesinin destek ve katkılarıyla gerçekleşti. Bu belediyelerimizin başkanlarına, ilgili birimlerine teşekkür borçluyuz.
      Büyük Buluşmada ayrım gözetmeksizin soldaki siyasal partilerimiz ve İstanbul Barosu
 en üst düzeyde onur konuklarımızdı. Diyebiliriz ki toplumsal muhalefet tam kadro olarak orada, sanatçıların yanındaydı.  Köşe yazısının sağladığı olanakla, Ortak girişimimiz adına,  bütün katılımcılara içten teşekkürlerimizi sunuyorum.

***
  Bütünüyle bir özveri ürünü olan Büyük Buluşmada yaşanan kimi aksaklıklar, olmaması gereken bazı olaylar, beklenilebileceği gibi, “medyatik medya”ya malzeme oluşturdu. Bir takım çevrelerin de düşmanca saldırılarına olanak sağladı.. Gerçi bu türden saptırma ve saldırılar bunlarsız da olacaktı, fakat yine de fırsat vermemek gerekirdi...

***
  Programın en yakın izleyicilerinden ve başlıca sorumlularından biri olarak tanıklık ve gözlemlerimi özetliyorum:
           Ahmet Kaya şarkısının yuhalandığı iddiası,  büyük ve seçkin izleyici kitlesine ağır bir hakaret ve iftiradır. Böyle bir şeye en önce ben tepki gösterirdim. Ahmet Kaya’yı kardeş yakınlığında tanır ve severim.  Bir şiirimi de bestelemiş olan,  seçkin, özgün  ve zulme uğramış bir sanatçımızdır. Bu iddiada bulunan, ya da belki onun ağzından böyle bir yalanın söylendiği sanatçı arkadaşımız, o gün karşısındaki kitlenin coşkusunu anlayamadı.
Sahneye çıkar çıkmaz izleyiciyle kendisi arasında bir gerginlik yarattı. Sonrasında da,
“o toplantıya katılmamalıydım, hata ettim” diyerek, iktidar yardakçılarının Sanatçılar Girişimi’ne yönelik düşmanca salvolarına ne yazık ki  işaret fişeği oldu. Asıl hatasının böyle bir şeye yol açmak olduğunu umarım gecikmeksizin anlayacaktır. (Ahmet Kaya şarkısını yuhaladığı iddia edilen topluluk, acaba neden daha sonra Bilgesu Erenus'un söylediği Kürtçe şarkıyı alkışlarla karşıladı?  Bir şey söylediğimizde,, bir suçlama yaptığımızda, sonuçlarını  düşünmek aydın ve insan olma sorumluluğumuzun başında gelmelidir.Tabii önyargılı ve kasıtlı değilsek..)
***
          Levent Kırca olayı tam bir talihsizlik, kötü rastlantılar zinciri oldu. Sanatçılar Girişiminin öncülerinden bu değerli sanatçımız, bilemeyeceğim bir nedenle  akıştaki sırayı beklemeksizin ve  anons edilmeksizin   sahneye fırladığında, sırf  Büyük Buluşma’yı selamlamak için İzmir-Ankara rotasını İstanbul üzerinden değiştiren  sayın Kılıçdaroğlu da Ankara uçağına yetişmek için ayrılma öncesinde ricamız üzerine birkaç söz söylemek için   sahneye çıkıyordu. Bu beklenmedik ve öngörülmedik  karşılaşma nedeniyle kulise dönmek zorunda kalan  değerli sanatçımızın  bu nedenle bir an şaşkınlık yaşaması ve  kırgınlık duyması anlaşılır bir şeydir. Ama keşke ölçü kaçmasaydı

***
          Büyük Buluşma, hiç abartısız büyük bir buluşmadır ve daha büyükleriyle devam edecek...
         Dostlarımızın uyarı ve önerilerine elbette kulak vererek…
     “Taraf”taki, “Dört Bir Taraf”taki bazı  ihbarcı kalem ve ağızları ve  “Eskiden Türk Silahlı Kuvvetleri vardı, şimdi Türk Sanatçı Kuvvetleri ” gibi akılarınca sözcük oyunu yapan erken emekli solcu müsveddelerini  kendi karanlıklarıyla baş başa bırakıyorum.
       Büyük Buluşma’ya ilişkin olarak asıl kendileri için “utanç” verici bir haber yapan “Evrensel” gibi bir gazete ise, umarım Sanatçılar Girişimi’nden özür dileme fırsatı bulacaktır.

Ataol Behramoğlu/291212
http://behramogluataol.blogspot.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

21 Aralık 2012 Cuma

BÜYÜK BULUŞMA


   

   Sanatçılar Girişimi'nin çağrısıyla 23 Aralık Pazar günü (yarın)saat 17.00-23.00 arasında, Bostancı Gösteri  Merkezinde, sanatın çeşiti alanlarından elliye yakın sanatçı, izleyicileriyle  Büyük Buluşma'da bir araya geliyor..   
     Bu gerçekten de büyük bir buluşmadır.  Çünkü sanat ve kültür yaşamımızın çok seçkin değerleri , ilk kez bu kadar büyük bir sayıda,  binlerce kişi olacağını tahmin ettiğimiz  büyük bir izleyici kitlesiyle buluşacak...
      Bu yılın 29 Şubatında “Reddediyoruz” başlıklı basın duyurusuyla varlığını ilan eden Sanatçılar Girişimi, o bildiride ve o günkü basın toplantısı sırasında  yapılan konuşmalarda dile getirilen  “nerede adaletsizlik varsa bizi  karşısında bulacaktır
sözünü tutarlılıkla izleyerek, sayısız adaletsizliğe sahne olan 2012 yılını “diktaya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı” Büyük Buluşmayla kapatıyor...
       Büyük Buluşma çağrısında yer alan “Ferman Padişahın, Ülke Bizimdir” savsözü, Dadaloğlu’nun, Pir Sultan Abdal'ın kişiliğinde bu ülkenin gelmiş geçmiş bütün halk kahramanlarına bir selam olduğu kadar, zulüm ve adaletsizlik  erbaplarına da çok ciddi bir uyarı olarak görülmelidir...
                         ***                           ***                           ***
     İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, siyaset tarihimize Adaletsizlik ve Kanunsuzluk Partisi olarak geçme olasılığı çok fazladır.
      10 yıllık iktidarları süresince, ülkemizin satılmayan, yağmalanmayan bir zenginliği kalmadı.
        Kentsel dönüşüm adı altında rantsal bölüşüm insafsızca, gözü dönmüşçe sürdürülmekte.
       Buna karşılık, üretim anlamında sözü edilebilir  bir etkinliklerinin olmadığını söylemek abartı sayılmamalıdır.
     İşsizlik, yoksulluk bu iktidar döneminde yükselişe geçti ve hızla yükselmeyi sürdürüyor.
       Köylü, memur, küçük esnaf, perişan durumdadır.
          Türkiye gibi büyük, soylu, onurlu bir ülkenin  sadaka ekonomisiyle  yönetilemeyeceği, gün geçtikçe daha iyi görülüp anlaşılmaktadır.
     Hukuk, yargı, hiçbir zaman, bu iktidar döneminde olduğu kadar saygınlığını yitirmedi.
    Özel yetkili kılınmış, mahkeme görünümlü bir takım kuruluşlar, ne hukukla ne vicdanla ne en sıradan insan haklarıyla bağdaşabilir uygulamalarını  sürdürmekteler.
      Sonuçta ,demokrasinin temel ilkesinin, esasında yargı bağımsızlığı demek olan “kuvvetler ayrılığı” kuralının tümüyle ortadan kaldırılmasının dikte edildiği bir evreye ulaştık.
    Getirildiğimiz nokta, Abdülhamit Anayasasının, 2. Meşrutiyetin de gerisindedir.
     Eğitim alanında yapılanlar , başka bütün alanlarda olduğu gibi, Cumhuriyetle elde edilmiş  evrensel kazanımların ters yüz edilmesidir.
     Bir savaşın eşiğine getirilmiş olmamız ise, hiç kuşkusuz, bu ülkeye karşı işlenmekte olan bir savaş suçudur...
               ***                               ***                            ***
   Bu baskı ve gericilik ortamında sanat ve kültür yaşamımız da payına düşeni aldı.        
   Hangi birinden başlayalım...
    Heykele ucube denilmesi, ender yetişebilen bir müzisyenimize alçakça saldırılar, tiyatro ve sinema alanında baskı, sansür ve doğal sonucu olarak korku ve oto sansür, resim galerileri ve müzik dinletilerinin   basılması; yargılanan yazarlar ,çevirmenler, karikatüristler; iktidar eliyle açılan sayısız para ve ceza davaları ; balerinlerin evrensel giyim kuşamlarını ve TV  dizilerini yönlendirmeye kadar uzanan bir pervasızlık, bütün bu alanlarda egemen olan korku, kuşku, tehdit ve mutsuzluk...
        Bu ülkenin ortak vicdanı demek olan Sanatçılar Girişimi, onu oluşturan yüzlerce sanatçının temsilcisi olarak büyük bir sanatçı topluluğuyla, bütün halkımızı yarınki Büyük Buluşmaya çağırıyor…
     Binlerce kişilik gösteri merkezine  sığmayacağımızı biliyoruz.
     Fakat önemli olan bir ucundan da olsa bu büyük buluşmada bir araya gelmektir…
     Diktaya, korkuya, adaletsizliğe,  sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı;  ülkemizin bağımsızlığı; insanımızın özgür, çağdaş, aydınlık geleceği için...

Cumartesi Yazıları/221212
http://behramogluataol.blogspot.com/

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

AYDINLANMA…




   Goethe’nin son sözlerinin “Biraz daha ışık…”olduğu söylenir.
   Bunun bir söylenti mi, gerçek mi olduğunu bilmiyorum.
   Fakat ölümün bir başka adının karanlık olduğunda kuşku yok.
   Yaşam ise öncelikle ışık, aydınlık demektir…

         ***                             ***                   ***

   Aydınlanma kavramı toplumsal ve felsefi anlamıyla 18. yy. Fransız aydınlanmacılarıyla başlıyor.
    Daha öncesi eski Yunan felsefesidir.
    Aydınlanma, akıl demektir.
    İnsan yeryüzündeki karanlığı aklıyla aydınlatmaya koyulmuştur.
    Benimle bugünlerde yapılan bir söyleşide “Neyin mucidi olmak isterdiniz?” sorusunu, “Ateşin…” diye yanıtladım.
     Ateşi keşfeden insan,  dünyayı aydınlatma yolunda ilk adımı atan kişidir.
     Karanlığı kendi becerisiyle aydınlatabildiğini gören insan, kendinde, insan oluşunda , tanrısal bir gücün varlığını da duyumsamış olmalıdır…

           ***                           ***                      ***

     Eski Yunan düşünürleri, dünyayı, evreni, insanı, inançlarla, mitlerle, söylencelerle değil, akılla, maddeyle, mantıkla, açıklamaya çalıştılar.
     İnsanın insanlaşma sürecinde en sağlam altyapı katmanı, bu düşüncelerin toplamıdır.
      Aydınlanmanın temeli, bu akılsal arayışlar ve buluşlardır.
      İnsanlaşma dediğimiz şey, bir aydınlanma sürecidir.
       Bu süreç devam ediyor ve belki hiçbir zaman sona ermeyecek.
       Çünkü aydınlanmanın sona erdiği yerde yaşam tekrara dönüşmüş olur.
        Dünyanın ışığına gözlerini açan her yeni bebek, aydınlanma yolunda yeni bir olanak demektir.
       Aydınlanma arayıştır, yenilenmedir, bitimsiz ve  doyumsuz bir keşif ve  yaratış  ve yaratılış olgusudur…

               ***                                  ***                                   ***

         Goethe kendi çağında, kendi kişisel yaşamında, aydınlanmanın ışığını en ilerilere taşımış bir düşünür ve yaratıcıydı.
       Biraz daha ışık isteği, ölüm bilinmezliğinin karanlığı karşısında doğaötesi bir korku ya da ürpertiden çok, aklın aydınlığını biraz daha yaşamak tutkusuyla;
araştırmayı, düşünmeyi, yaratmayı biraz daha sürdürmek arzusuyla ilgili olmalı…
     Fakat eninde sonunda bu bir bayrak yarışı gibidir kuşkusuz…
     Geçmişten aldığımız aydınlanma mirasını her yeni kuşak kendi katkılarıyla geleceğe taşıyacaktır…
     Geleceğin karanlık belirsizliği, tıpkı ölümünki gibi, belki hiçbir zaman tam olarak aydınlanmayacak.
      Belki bir şeyler hep belirsiz ve karanlık kalacak…
     Fakat insan araştırmaktan, yeniyi araştırma tutkusundan, karanlığı aydınlatma arzusundan hiçbir zaman vazgeçmeyecek…
       Çünkü aydınlanma savaşımın bir parçası olmak, karanlığı bir ucundan da olsa aydınlatma savaşımında bir sıra neferi bile olabilmek, insan olarak yaşanabilecek hazların en büyüklerindendir…
      Günümüz dünyasının egemen güçleri, adları ve sanlarıyla söyleyecek  olursak  kapitalizm ve emperyalizm, dünyayı yeni bir ortaçağ karanlığına doğru sürüklemekteyken, insanlığın büyük aydınlanma mirasının bayraktarı olabilenlere  ne mutlu!
       Ateşi keşfeden insanın günümüzdeki sürdürümcüleri onlardır…
  

Pazar Söyleşileri/231212  

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Aralık 2012 Cuma

SİLİVRİ’DEN…




      Silivri 13 Aralık Perşembe günü izlenimlerimi  neresinden  başlayıp nasıl özetlemeli…
    Duruşma salonunda yer bulabilmek için  çok erken saatte yola çıkanlardandım.
    Epeyce itiş kakışla da olsa mahkeme binasının giriş bölümüne kapağı atabildim.
     Sonrasında da salon kapılarının  önünde,  basın mensupları ve izleyicilerle birlikte, uzun süre beklemek gerekti.
    Silivri’de görülmekte olan düzmece dava, bir sabır sınama süreci.
    Bu kez ilk izlenimim,  sanıkların da, avukatların da, izleyicilerin de, sabırlarının her an  taşma noktasına hızla yükseldiği  ve zaman zaman da taştığı oldu…
    
          ***                              ***               ***
      Bizi Silivri  esir kampına getiren araba, mahkeme(daha doğrusu ceza  ve infaz evi) binasına  bir kilometre kadar uzakta durmak zorunda kaldı.
     İnsanlar arabalardan inmiş, tıpkı 29 Ekim ve 10 Kasım Ankara’sındaki gibi, akın akın  ilerlemektelerdi…
      Aralarına katıldık…
      İşittiğim sevgi, dayanışma sözlerini; el sıkışmak için uzanan elleri ve o ortak kardeşlik, arkadaşlık duygusuyla ışıldayan yüzleri unutamam…
         Duruşma aralarından birinde dışarı çıktığımda Türkiye Gençlik Birliğinin  arabası üzerinde konuşma yaparken   ve daha  sonra yazımı yazmak üzere yine binlerce kişilik kalabalık içinden kimi kez güçlükle  ilerleyerek arabamıza ulaşmaya çalışırken  aynı sevgi ve dayanışma sözleriyle, aynı  kucaklayan bakışlarla bizi kuşatan  o sevgili insan topluluğunu buradan  da sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
         TGB arabası  üzerindeyken  topluluktan yükselen  “Türkiye sizinle  gurur duyuyor…seslenişine  orada   yanıt olarak söylediklerimi  buradan da  tekrarlıyorum:
         Sağolun! Ama asıl biz bu  Türkiye’yle gurur duyuyoruz… Sizlerin, gerçek yurtseverlerin Türkiye’siyle…

           ***                                  ***         ***
     Duruşma salonundaki avukatlar bölmesini hınca hınç  dolduran  büyük avukat topluluğu, mesleklerinin gereğince  yapılmasına  engel olunmasının  haklı öfkesi içindeydiler.
      Mahkeme başkanı yargıç,  sorulara ve taleplere  hukukçu olmayan birinin bile  tutarsızlığını anlamakta güçlük çekmeyeceği kaçamak yanıtlar veriyor, iki de bir duruşmaya ara vermek tehdidini savuruyordu.
     Nitekim bunu birkaç kez yaptı da…
     Bu arada, herhangi bir ön uyarıda bulunmadan, izleyicileri salon dışına çıkarttı.
        Savcısıyla, yargıçlarıyla bütün  bu heyet,  elinde adalet terazisi tutan  bir hukuk kurumu değil; hukuku sopa gibi kullanan  despotik bir infaz kurumu görünümündeydi.
     Zaten bu düzmece davaların  görüldüğü mekân, Silivri Ceza ve İnfaz Evi
adını taşımıyor mu?
      Böyle bir mekânda yargılama yapmayı kabul etmek bile, hukuku, hukukçuluğu daha en baştan küçültüp kirletmiyor mu?
      
          ***                           ***                            ***

   Basına ayrılan bölümde CHP Milletvekilleriyle birlikte oturduk.
  Bu  çirkin ve kötü  gösteri,   bu isyan ettirici adaletsizlik ortamında, hepimiz öfke ve gerilim içindeydik.
       Sivil mahkeme salonunda üniformalı görevliler, yakışıksız bir görüntü oluşturuyor.
     Ben bu genç jandarma subayları adına utanç ve üzüntü duydum.
     Aydınlara, yurtseverlere karşı kullanılan gencecik erlere, çoğu şaşkın bu halk çocuklarına acıdım.
       Başta Balbay, Tuncay,  Haberal , Silivri tutsakları pırıl pırıldılar…
        Tuncay, “Adalet istiyoruz!” diye defalarca haykırdı.
      Balbay, CHP’li meslektaşlarına, “Ankara’da çok işimiz var!” diye seslendi.
      Genç bilimci, sevgili Mehmet Perinçek, bilgece bir dinginlikle gülümsüyordu.
       
         …***                                    ***                     ***
     AKP oligarşisini  ve Tayyip Erdoğan’ı hâlâ ve henüz desteklemekte olan  büyük kitleler var.
    Bu desteğin gözle görülürce azalmasının yanı sıra , aynı büyüklükte  ve sayıları gittikçe artmakta olan kitleler de bu oligarşiye  ve özellikle de  tepesindeki kişiye, ivmesi giderek yükselmekte olan  bir nefret ve hınç duyuyor.
      Türkiye toplumunda sevilen ve sevilmeyen  siyasetçiler her zaman olmuştu, ama bu  kadar nefret edilenini  anımsamıyorum.
     “ Silivri savcısı” ve destekçileri,  böylesine bir  hınç ve nefret birikimini ciddiye almalıdır…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/151212

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

9 Aralık 2012 Pazar

MİMARLIK SANAT OLMAKTAN ÇIKARKEN…





     Mimarlık bir sanatsal yaratı olgusu mu, yoksa kullanımsal işlevin önde olduğu teknik bir çalışma alanı mıdır?
      Bu soruya yanıt aramak, insanlığımızın tarihinde “mağara insanı”nın yaşama ortamına kadar geriye gitmemizi gerektirebilir.
      Mağaralar, bu en eski  atalarımızın ilk doğal barınaklarındandı.
      Onların bu barınakların duvarlarına resimler çizdiğini biliyoruz.
      Bu resimler öncelikle işlevseldi.
      Avlanmak istenilen hayvanın simgesel ele geçirilişiydi.
      Giderek “sanatsal” bir anlam kazandılar.
       Bu dönüşüm, insanın çevreyi ve kendisini algılamasında bir üst aşamaya ulaşmasıydı.
      Aynı dönüşümü, tören ve üretim şarkıları için de söyleyebiliriz.
      Şiirsel sözler ve müziksel ezgiler başlangıçta işlevsel değer taşımaktayken, giderek işlevseli aşan sanatsal güzellik, sanatsal haz, sanatsal ölçü kavramlarını oluşturdular.

                  ***                          ***                    ***

    En eski atalarımızın, mağaralardan başlayarak barınma alanlarını oluşturan “konut”ları da önce sadece  işlevsellik bakımından görmekteyken, zaman içinde onlara başka değerler kazandırmaya yöneldiklerini biliyoruz.
       Daha yeni zamanlarda İnka uygarlığıyla karşılaşan Avrupalı kolonyalistin, bu uygarlığın yaratısı olan kentlerin görkemi karşısında gözleri kamaşmıştı.
      Resimle, şiirle, müzikle başlayan sanatsal yaratı, giyim kuşam ve süslenmeyle, koşut olarak da mimariyle bütün insanlık tarihi boyunca süregelmiştir…

                   ***                         ***                   ***
     Bu süregelişin özellikle 20 yüzyılda ve özellikle de mimarlık alanında tökezlemekte oluşu gözlemleniyor.
     Burada bir çelişki var.
      20 yüzyılın gökdelenlerinin başları, önceki yüzyılların gotik ve barok yapıtlarından çok daha yukarılardadır…
     Öyleyse neden bir tökezlemenin, mimarinin sanat olmaktan çıkışının sözü edilmekte?
      Bu bir çelişki değil mi?
      Bence değil.
       Çünkü bu  mimari yapıtlar, sanayi kapitalizminin toplumlara dayattığı insansızlaştırılmış bir yaşam anlayışının tipik yansımalarıdır.
      İnsan ve doğa geri planlara itilmiş, bireyin sadece ve ancak bir sürünün kişiliksiz parçası olduğu yeni bir yaşam anlayışı egemen olmuştur.
      Bu yaşamda, özgün yaratıya yer yoktur.
       Bireysel fantezi, araştırma ve yaratma şansı yok edilmiştir.
       Her şey, bütün insani olgular, kullanım değerine indirgenmiştir.
       Bu sadece mimari için değil, edebiyattan müziğe, resimden tiyatroya, bütün sanat alanları için böyledir.
      İnsan ilişkilerinin kendisi de derinliksizleştirilmiş, yüzeyselleştirilmiş, sığlaştırılmış; sadece çıkara, yarara, kullanım değerine indirgenmiş, bu anlamda da kullanılıp atılmaya yazgılı kılınmıştır….

               ***                          ***                      ***

      İçinde sayısız çoklukta, fakat  hiçbir özgünlük taşımayan kişisel yazgıların yaşanmakta olduğu bu çağdaş oyuklar, belki bir çırpıda yıkılıp atılmak için programlanmış olmayabilir…
      Fakat bunun hiçbir önemi yok.
       Yıkılan ikiz kulelerin yerine daha  da yükseğini yaparsınız, olur biter.
     Fakat aynı şeyi Sinan’ın Selimiye’si, Paris’in  Notre Dame’ı, Kızıl Meydandaki Ermiş Vasili Katedrali ya Haydar Paşa Garı için söylemek olanaksızdır.
      Mimari sanat olmaktan hızla uzaklaşıyor.
      Çünkü yaşamlarımızın kendisi, insan ilişkileri,gittikçe daha sıradan, daha sığ, daha derinliksiz, daha anlamsız, duygudan ve zekâdan  daha yoksun, daha az özgün olmaktadır….
       Doğayı, uzayı  katleden teknoloji, insanı insan yapan tüm değerlerle birlikte onun en özgün yanı olan sanatsal yaratıcılığını da, sadece mimaride değil sanatın bütün alanlarında, kaba ve sığ bir pazar ekonomisinin, yaşa ve tüket anlayışlı sığ bir kullanım değerinin buyrultuları doğrultusunda biçimlendirmekte, daha doğrusu yok etmektedir.




Pazar Söyleşileri/091212
http://behramogluataol.blogspot.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

7 Aralık 2012 Cuma

Şiir Orhan Veli’nindir...



Sevgili Oktay Akbal’ın Cumhuriyet’teki köşesinde 14 Ekim 2012 tarihinde yayımlanan yazısı “Orhan Veli’yi Anımsama” başlığını taşıyordu.
Ben onun her yazısını eksilmeyen bir ilgiyle okurum.
Edebiyatsever okurun gözünden kaçmamış olduğunu tahmin ettiğim bu yazı özellikle ilginçti.
Oktay Akbal, not defterleri arasında karşısına çıkan, şairin kendisinin mi bir başkasının mı verdiğini anımsamadığı, fakat Orhan Veli’ye yakıştırdığı bir şiiri yazısına alıyor, özellikle edebiyatseverlere, Orhan Veli’nin bu şiirini bilir miydiniz diye soruyordu…
Orhan Veli’nin bütün şiirlerini zihnimle olmasa bile kalbimle ezbere bilen ben, 15 Şubat 1937 tarihli bu şiiri ilk kez görüyordum…
Şiiri birlikte okuyalım:
“Benim, bardağın, sürahinin / Önündesin, rengin uçmuş / Bu, eski sevdiğim bir duruş / Elin içinde benimkinin /… / İçelim, madem ömrümüz hoş / Geçmiş, tadmamışız ayrılık / Madem ne bardağım kırık / Madem ne de sürahimiz boş /… / Bir gün içimizden birimiz / İçmek veya doldurmak için / Burada olmayabiliriz.”
***
Çok ayrıntılı inceleme gerektiren konuyu pazar yazısına nasıl sığdırabileceğimi bilemesem de, hiç değilse satır başlarıyla deneyeyim…
Ben sevgili Orhan Veli’nin Mehmet Ali Sel takma adıyla yayımladığı (Bütün Şiirleri’nin ilk bölümünde yer alan) ölçülü-uyaklı şiirlerini de en az ötekiler kadar severim…
O, sadece o şiirlerle de, Türkçemizin en büyük şairlerindendir.
1936 tarihinden başlayarak Varlık dergisinde yayımlanan şiirlerinden bazılarında neden bu adı kullandığını şöyle açıklıyor: “O zamanlar çok şiir yayınlıyordum. Adımın dergide her zaman görünmesi hem benim için, hem de dergi için doğru değildi. Bir de şu var: Mehmet Ali Sel, benim bazı tecrübelerime alet olmuş bir isimdir” (Baki Süha Ediboğlu, Bizim Kuşak ve Ötekiler, Varlık Yayınları,1968) (Bkz. Ekşi Sözlük). Aynı yerde bu konuda Oktay Rifat’ın da benzer bir şey söylediğini öğreniyoruz: “Galiba yırtmaya kıyamadığı şiirlerini bu adla çıkarırdı…”
***
Şiirden anlayan biri, her şeyden önce, yukarıdaki şiirin (hoş/geçmiş vb. dize kırılmalarıyla) “deneysel” bir yanı olduğunu fark edecektir…
Orhan Veli şiirini bilen biri ise, bunun bir Orhan Veli “denemesi” olduğu konusunda pek az kuşku duyacaktır…
Şiirin içeriğinde Mehmet Ali Sel imzasıyla yayımlanan şiirlerdeki (ve yanı sıra da dilimize Orhan Veli’nin çevirdiği Ronsard vb. Fransız romantik şiirinden de uzak olmayan) tema’lar (ömrün geçiciliği, aşk, özlem vb…) duyumsanıyor…
Sözcük seçimi ve diziliminde de yine Orhan Veli (ve o dönemdeki romantik ürünleriyle Oktay Rifat) şiirini duyumsuyoruz…
Ve son olarak, “sürahi”, “bardak”, “içmek”, doldurmak” sözcüklerinde ve kavramlarında, Orhan Veli’nin onca sevdiği Hayyam şiirini, rubai öğelerini duyumsamamak olası mı?...
***
Ne kadar deneysel olsa; bir kalem denemesi, bir “çırpıştırma” gibi görünse de, bir Orhan Veli şiiri bu…
Onun sözcüklere can veren soluğunun; fırça vuruşunun, elinin hünerinin izlerini taşıyor… l
ataolb@cumhuriyet.com.tr
www.ataolbehramoglu.com.tr

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

SESSİZ ÇIĞLIK




    “Vardiya Bizde” platformunun kendine savsöz olarak seçtiği “Sessiz Çığlık” sözü bana Norveç'in büyük ressamı Edward Munch'un “Çığlık”ını anımsatıyor...
     Bu ünlü tabloda Munch, bir köprü üzerinde,çıldırmanın eşiğindeki, belki de çıldırmış bir insanı resmeder.
       Aşağıda mavinin egemen olduğu bir nehir, yukarıda koyu turuncu bir gök vardır.  Bu koyu renklerin ufuk çizgisinde buluşmasının yaratığı sıkıntılı ortamda olmak,  bir hapishanenin boğucu ortamında bulunmak gibidir...
 Tablonun ön planında çığlık atan kişi, bir uğultuyu duymamak, ya da aklını  büsbütün yitirmemek istercesine, avuç içleriye kulaklarını kapatmıştır.
    Ressam, ön plandaki kahramanın epeyce arkasında, ileriye doğru olağan bir yürüyüş durumunda, belli belirsiz iki insan figürü daha resmetmiş.
     Bu iki figürün simgesel bir anlamı olabilir mi, bilmiyorum.
     Ama geneldeki imgeyle karşıtlıkları; o kaotik, boğucu  ortamla ilgisiz, sanki başka bir dünyada yaşayan kişiler olduklarını gösteriyor...

            ***                                     ***                ***

     Yurtsever Türk ordusunu çökertip sömürge ordusuna dönüştürme amaçlı ihanet planının uygulaması olan düzmece Balyoz  davası, vicdanları kanatan hükümlerle şimdilik noktalandı.
     Eğer kamu vicdanı ve hukukun evrensel hükümleri en yanılmaz yargıysa,  karartılmamış kamu vicdanında ve evrensel hukuk değerlerinin terazisinde hüküm giyenler bu düzmece davanın sanıkları değil,  hukuk adına bu hukuk ve adalet dışı hükümleri verenlerdir...
       Bir düşman ordusu tarafından değil,  hukukçu kimliği taşıyan bir takım kendi yurttaşlarınca  kendi ülkelerinde tutsak edilmiş, rehin alınmış yurtsever subayların yakınları, “Vardiya Bizde” başlığı ile, haksızlığa isyan eden herkesle birlikte, her cumartesi saat 13-14 arasında İstanbul'da Beşiktaş Özgürlük Parkında, Ankara'da Sakarya Caddesi Taş Heykel Önünde, İzmir'de Kıbrıs Şehitleri Caddesi Sevinç Pastanesi yakınında toplanarak “çığlık”larını topluma duyurmaya çalışıyor...
    Toplantıların savsözü “sessiz çığlık” da olsa, tıpkı Munch'un tablosundaki gibi, kulak tırmalayan, yürek paralayan bir çığlık bu...
     Tabii insansak, yurttaşsak, bir kalbimiz , aklımız,vicdanımız varsa.      Tabloda betimlenen  boğucu  baskı ortamının  dışındaymışçasına ve  atılan çığlıktan  habersiz ya da umursamazca,  geriden gelmekte olan iki silik ve duyarsız gölge gibi değilsek... 

               ***                            ***                        ***

   “Vardiya Bizde” platformundan, internet üzerinden bir resim sergisi çağrılığı aldım.
  Prangaya vurulmuş bir fırçadan fışkıran bir kan gölünün üzerinde “Tutsak Eserler Sergisi” yazıyor.
      Kan gölünün yukarısında da “Özgür Tutsaklardan” yazısını okuyoruz...
      Bu gün(Cumartesi) saat 16.00'da Kartal Hasan Ali Yücel Kültür Merkezinde açılacak olan,  tutuklu yurtsever subayların yaklaşık yüz yapıtının yer aldığı “Tutsak Eserler Sergisi” 18 Aralık tarihine kadar görülebilecek. ..

                  ***                               ***                           ***

    Edward Munch'un ölümsüz tablosundaki çığlığı duymuyoruz, fakat onu içimizin en derinliklerine  kadar duyumsuyoruz...
     Adı “Çığlık” da olsa, bu tabloda betimlenmekte olan da bir sessiz çığlıktır...
     Eninde sonunda bütün toplumun vicdanında yankılanacak ve insanlık vicdanında zalimleri sonsuzca mahkûm edecek bir sessiz çığlık...


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 081212
     
 Sanatçı dostlarıma, okurlarıma, tüm yurttaşlara... 13 Aralık Perşembe sabahı omuz omuza Silivri'de olmalıyız...  

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

30 Kasım 2012 Cuma

BOŞ BİR SAYFA ÖNÜNDE…




     Köşe yazarı için en kötüsü belki de, boş bir sayfa önünde ne yazacağına karar veremeksizin  düşünüp durmaktır….
     Diyeceksiniz, konu mu yok?..
     Olmaz olur mu…
      İdamı yazacaktım, hızla gündemden düştü…
      Gündemden düşmüş olması büsbütün ortadan kalkmış olması anlamına gelmiyor….
       Gönlünde başkanlık hayali yatan kişi, hayal gerçekleşecek olursa,   önünde  artık  AB engeli de kalmayacağına göre,  muhaliflerini neden(Humeyni rejimindeki gibi) sehpaya göndermesin….
      Humeyni’nin astırdıklarından kimileri de onun destekçisi bir takım liberal vb. aydınlardı….
     Söz idamdan açılmışken, Ümit Denizer’in yazdığı, Rutkay Aziz’le Taner Barlas’ın oynadığı, sahne tasarımını Metin Deniz’in “Adalet, Sizsiniz”i mutlaka, ama mutlaka görün…
       Yönetiminde Rutkay’ın tiyatro dehasının duyumsandığı bu oyun, bundan böyle  gündemde hep kalması gereken bir tiyatro başyapıtı…

             ***                                ***                          ***
  İdamdan tiyatroya geldik,  oradan Hürrem’e geçelim… 
  Kısa süre önceki Rusya gezimde, taşra kenti otelinde, açık TV önünde uyuklamaktayken, birden tanıdık görüntüler belirdi ekranda…
     “Muhteşem Yüzyıl” harika bir Rusça dublajla karşımdaydı…
      İtiraf ederim ki gurur duydum Türk olarak…
      Çünkü ekrandaki saray, mekânlarıyla, kostümleriyle, oyuncularıyla  ve içinde geçen öykünün akıcılığıyla, hiç de gerisinde değildi başka ülke dizilerindeki  sarayların…
     Bunu bu diziyi yabancı bir ülke TV’sinde izlerken daha iyi duyumsuyorsunuz…
     Gelgelelim diziye yöneltilen   tehditkâr ve  bir o kadar da densiz çıkıştan çok,   bizim Deniz Kavukçuoğlu’nun 28 Kasım Çarşamba günkü yazısı sözcüğün tam anlamıyla bu duyguma limon sıktı…
     Muhteşem Süleyman meğer,  ilk oğlu şehzade Mustafa’ dan sonra Hürrem’den olan beş erkek çocuğundan (bunlardan biri üç yaşındaki Mehmed)üçünü daha boğdurtmuş…      
       Evlat katilliğinin bu derecesini doğrusu bilmiyordum ve itiraf ederim ki arada bir de olsa izlediğim, kimi bölümlerinde  Süleyman’ı  neredeyse sevecen bir baba gibi gösteren dizi, istediği kadar belgesel değil sanatsal olsun, gözümden düştü.
       Ecdadın küçük düşürüldüğü iddiasıyla bu başarılı TV dizisine saldıran kişinin ve medyadaki  tayfasının, bu ecdadın kan dökücülüğünü, evlat katilliğini yeterince gözler önüne sermediği için , “Muhteşem Yüzyıl”ın yapımcılarına teşekkür etmesi daha doğru olurmuş…

             ***                               ***                           ***

     Devam edelim…. Yeni giyim kuşam yönetmeliğiyle ilk okullarda bile türbanın, çarşafın, belki takkenin, şalvarın önü açılmış oldu… Ülkemize hayırlı olsun……
     Balyoz  adı verilen düzmece  davada  adalet ve ahlâk değerlerinin çirkefe batırılışı… Ergenekon’da kaygı dolu bekleyiş… Halkçı, ilerici belediye başkanlarının, belediyelerin ortadan kaldırılmasına yönelik  proje ve uygulamalar…  Bu arada aşama aşama, anadilde eğitime, yani fiilen parçalanmaya doğru ilerleyiş…
      Taksim’in, Tarlabaşı’nın, Sıraservilerin mahvedilmekte oluşu… Yakında oralardan yer altı ve yer üstü otobanlar geçecek ve İstanbul’la özdeşleşen bir hayatın köküne kibrit suyu ekilmiş olacak.
        Üçüncü köprü, Çamlıca’ya Cami, Galata, Karaköy ve Haydarpaşa çevresinin rant  uğruna katledilecek  olması… Ve dikkatinizi çekmek istediğim bir  konu daha:  15 Kasım tarihli Aydınlık’taki köşe yazısına “6 ayda 23 dev şirket yabancılara satıldı” başlığını koyan Mehmet Akkaya son altı ay içinde Amerikalı’lara(8), İngiliz’lere (4), Fransız’lara(2) ve Rusya, Hollanda, Japonya, Singapur  vb. ülkelere satılan şirketlerin adlarını bir bir sayıyor…
         Ve ülkeyi ateşin kıyısına getiren “patriot”lar….

             ***                     ***                   ***
         Başka bir şey kaldı mı? Kalmaz olur mu!.. … “Yurt”taki son yazılarından birinde Nihat Behram,  ülkemizde beslenip konuşlandırılan “özgür Suriye ordusu” patentli katil sürüsünün, günü geldiğinde Türkiye’nin  yurtseverlerine karşı kullanılma olasılığına dikkat çekiyordu…
        Sizce yabana atılacak bir olasılık mı?...
     Bunlar boş bir sayfa önünde tuşlarıma  takılan satır başlarından bazıları…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/011212

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
        

24 Kasım 2012 Cumartesi

NEDEN ÖLECEK MİŞİZ?




    İkinci a harfini  en azından üç dört a kadar uzatarak, vurgulayıp  çatlatarak, sesinin olanca tınısıyla bağırıyor:
    “Öleceksek adaaaam gibi ölelim!...”
    Bağırmanın da tıpkı öfke gibi bir hitabet sanatı olduğunu  sayesinde  öğrenmiş olduğumuz için şaşılacak bir şey yok..
     Fakat yine de bu haykırışta, her zamankinden daha fazla rahatsız edici ve çok daha tehlikeli bir şey var.
    Haykırışın sahibi herhangi biri değil, ülkenin özel yetkili başbakanı.
    Yasalarla tanımlananın çok ötesinde,nereden aldığı belirsiz özel yetkilerini daha da ve sınırsızca çoğaltarak devletin daha da tepesine çıkmak ve  orada  sanki sonsuzca kalmak istiyor.
     Bağırıp çağırmada ölçüyü iyice kaçırmasının nedeni, bu hedefe ulaşmanın pek de kolay olmadığını anlamaya başlaması olabilir mi?

         ***                                    ***              ***
    Onu  ilk kez İstanbul Belediye Binası önünde, görevden alınıp cezaevine gönderilmek üzere olduğu günlerde, orada toplanan bir kalabalığa hitap ederken gördüğümü daha önce yazmıştım...
     Aklımdan geçen düşünce, yine daha önce yazdığım gibi, bu kişinin belediye başkanı filan değil, çok daha başka hedeflere yönelmiş biri olduğuydu.
     Sonradan yaşadıklarımız, topluma yaşattıkları, sezgimin doğruluğunu sayısız kez  kanıtladı...
      Belediye başkanlığından başbakanlığa yükselen kişinin gözü şimdi çok daha yükseklerde.
     Amacına ulaşmak için, ya da ulaşamayacağını anladığında,  gözünü kırpmadan bütün bir toplumu ateşe atabilecek  biri bu...
     Aldığı dinî eğitime uygun bir ses tonuyla ,sesli harflerin üstüne basa basa “adaaaam gibi....”diye bağırmasının başka bir açıklaması olamaz...

           ***                      ***                        ***

   Kendisine kayıtsız şartsız bağlı, ya da henüz öyle görünmeye devam eden bir parti meclisi önünde, dar bir kürsünün arkasında konuşan kişinin dar omuzları üzerinde yükselen başına; öfkeyle kasılmış, gülümsemeyi unutmuş yüzüne  bakıyorum...
    Birleşmiş Milletlere, bugünkü konumunu borçlu olduğu ABD'ye, bütün dünyaya ver yansın ediyor.
     Tıpkı belediye binası önünde toplanmış, kimileri de hiç kuşkusuz oradan geçmekte iken  durup dinleyen meraklı insan kalabalığına hitap eder gibi..
     Oysa bu bir parti meclisi.. .   
     İçlerinden biri çıkıp, ey başbakan, iyi de neden ölelim diye soramıyor...
     Hiç biri belki aklından bile geçiremiyor böyle bir soruyu...
     Bütün bu milletvekili kalabalığı, o tek bir cümlede bütün bir ülkeyi ateşe atmaya hazır ruh durumunu, tehdidi, görmüyor, göremiyor, görmek istemiyor...
      Tersine, sanki sıradan bir halk hatibini alkışlayan sıradan bir sokak kalabalığı gibi, utanç verici, dehşet verici alkışlarla destekliyor bu korkunç
çağrıyı...

                         ***                              ***                          ***
        “Ey Recep Tayyip Erdoğan!...” diye, aklımın, düşüncelerimin olanca gücüyle  bu hatipe sesleniyorum ben de...
        “Kimsin sen? Bütün bir ülkeyi ölüme sürüklemekten  ne hakla söz ediyorsun?  Adaletsiz bir seçim sistemi sonucunda belli bir oy oranıyla  iktidar olmuş, yine öylece  çıkıp gidecek  birisin. Bu bağırıp çağırmalarına  ne Birleşmiş Milletlerin, ne ABD'nin, ne de  hiç bir ciddi ülke, kişi ya da kurumun kulak asmayacağını bilmene rağmen, niye bağırıyorsun, kimi kandırıyorsun,ya da kandıracağını sanıyorsun?...”
         İşinde gücünde, barışçı, mazlum insan topluluklarına;  genç, yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk yurttaşlarıma bakarken düşünüyorum  bunları...   Çoğu büyük olasılıkla  o bir tek cümlenin kendileri için nasıl ölümcül bir tehdit olduğunun  farkında bile değil ne yazık ki...  “Ey Recep Tayyip Erdoğan!..” diye devam ediyorum... “Bu ülkenin çocukları her gün ölüyor zaten... Adaaaam gibi ölmekten söz eden, her fırsatta  şehit edebiyatı yapan sen , cepheye göndermek şurda dursun, ,doğru dürüst askerlik bile yaptırmadın oğullarına...Bunun hesabını bu topluma verdin mi, verebilir nisin?...”



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/241112

20 Kasım 2012 Salı

YAŞAM DİJİTAL BİR OYUN DEĞİLSE... / Ataol Behramoğlu




Hayatlarımıza bilgisayar teknolojisiyle birlikte giren sözcüklerden biri “dijital.”
Ya da ben öyle algılıyorum.
Digital” diye yazılıyor...Karşılığı “parmağa ait”, “parmak gibi”, “bir parmakla yapılan”.. vb..
Az önce Çağlayandaki Adliye Sarayı'nda Oda TV davasını izlerken aklımdan “Yaşam dijital bir oyun mu?”cümlesi geçiyordu...
Kendisini ilk kez gördüğüm Hanefi Avcı, sakin bir ses tonuyla yaptığı uzun savunmada, bu davayı oluşturan “dijital” verilerin sahteliğini bir bir sayıp döküyor.
İddia ve yargı makamında oturmakta olanların bu konuda bilgi düzeyleri nedir
bilemem.
Fakat yapılmış olan sahtekârlıklar ,konuya en uzak olanların bile anlayabilecekleri bir açıklıklıkla gözler önüne seriliyor.
Bunları, ya da benzerlerini, hapishanede yazılan kitaplardan, özellikle de Soner Yalçın'ın “Samizdat”ından zaten biliyorduk...
Ama yine de emekli bir emniyetçinin, cemaatin ipliğini ilk kez pazara çıkaran kitaplardan “Haliçteki Simonlar”ın yazarının duygusallık tonlaması taşımayan bir sesle yaptığı teknik açıklamalar hem yargı kurulunca hem izleyicilerce sessizce dinleniyor...
Dijital sahtekârlıkları irdelerken arada bir “Bu kadar ciddi çalışmayı kim yaptı?” diye soruyor emekli emniyetçi... “Bu tertibi yapanlar kim?
Ben notlarıma “ABD” , “cemaat” sözcüklerini düşüyorum...

*** *** ***

Verilen aradan sonra Soner Yalçın savunmasına başlıyor...
Ara verildiğinde kucaklaşıp iki satır konuşabildik.
Kişisel tanışıklığımız olmamıştı.
Fakat yazılarını her zaman ilgiyle okumuş, katıldığım programlarda yeri geldikçe bu yazılardan kaynak olarak yararlanmıştım.
Kendisinin benim hakkında düşündükleri nedir bilemem, fakat onunla bir zekâ ve duygu kardeşliğimiz olduğunu hep hissettim.
Kendi türünde bir başyapıt olan “Samizdat”ta bu zekâ ve duygu adamını daha yakından tanıdığımda, hislerimde yanılmadığımı gördüm...
Onın da sakin, fakat duygu dolu bir sesle yaptığı konuşma, ancak bir bilgenin yapabileceği türdendi...
Soner Yalçın'ı dinlerken, bu davaların, bu duruşmanın, o anda içinde bulunduğumuz ortamın zihnimde uyandırdığı sorular,duygular, izlenimler, bir zekâ ve duygu kardeşinin kurduğu mükemmel cümlelerde sanki bir bir ete kemiğe bürünüyor...
Düşünceyi suç sayan bir anlayışla bir “dil” sorunumuz olduğu vurgusuyla “savunma”sına başlayan Soner Yalçın, “teknisyen hukuk anlayışı gerçeklikle bağını koparmıştır...” diye sürdürüyor konuşmasını..
Savunma” sözünü tırnak içine aldım... Çünkü bu konuşma bir savunma olmanın çok ötesinde, çürümüş, çökmüş, insana yabancılaşmış bir yargı sisteminin tepeden tırnağa yargılanması anlamına geliyor...
Yargılanan ve yargılanan yer değiştiriyor...
Bilim ahlâkına aykırı “varsayım” ve “kurnazlık”larıyla “kendini savcı ve polis yerine koyan” TUBİTAK ve gazetecilik ahlâkıyla ilgisi bulunmayan bir medya da, yine bir bilgenin duygulu, sakin, ama tam hedefe ulaşan vurgularıyla payına düşeni alıyor...

*** *** ***
Duruşmaya Soner Yalçın'ın konuşmasının ardından öğleden sonra dörde kadar ara verildi.
Ben yazımı yetiştirmek için gazeteye geldim.
Duruşma nasıl sopnuçlanacak?
Devletin karanlık izbe yerlerinde hazırlanmış sabıkalı iki word dosyası”, iki uydurmasyon dijital veri, daha ne kadar süre kanıt değeri taşıyacak?
Bir bilgisayarda zararlı yazılım varsa o bilgisayar delil olarak kullanılamaz” saptamasından, iddia ve yargı makamı ne ölçüde etkilenecek?
Yaşam dijital bir oyun değilse, bütün insani değerler birer hakikatse, etkilenmeleri gerekir...
Etkilenmiyorlarsa(bunu sadece bu dava bakımından değil Ergenekon, Balyoz ve benzer bütün davalar için söylüyorum) o kürsüleri işgal edenlerin insanlıklarının hakikiliği de kuşkuludur...
Onlar, Soner Yalçın'ın konuşmasındaki kavramlarla , “ahlâki adalet”in değil, “yasalaştırılmış adaletsizliğin” temsilcileri olarak anılacaklardır...


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/171112

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

11 Kasım 2012 Pazar

ÇAĞDAŞ DRAMA DERNEĞİ




       Elimdeki çağrılığa yanılıyor olabilir miyim diye bir kez daha baktım.
      Hayır, yanılmıyorum.
       Seminer çağrısı  Çağdaş Drama Derneği Şanlıurfa Temsilciliğinden…
       Konu, “Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama” bağlamında “Ritüeller ve Yaratıcı Drama”…
        Eğer Urfa’da olsaydım herhalde kaçırmayacak olduğum seminer 14-18 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilecek.
        Şimdi belki haklı, ama bana kalırsa haksız olarak, bunda şaşılacak ne var diye sorabilirsiniz…
        Bu türden etkinliklerin büyük kentlerde, başlıca da İstanbul’da yapılıyor olmasına o kadar alışmışız ki “Urfa” ve “Yaratıcı Drama” sözlerinin bir arada oluşu başta yadırgatıyor insanı…
       Sonra içiniz ısınıyor ve benim yaptığım gibi bilgisizliğinizi gidermek için
(şimdilik elimizde bulunan, yarın ne olacağı belirsiz) internete göz atıyorsunuz…

                               ***                         ***                ***

  Bilgi sahiplerinden, konunun uzmanlarından  ve derneğin kendisinden özür dileyerek, edindiğim bilgileri okurlarımla paylaşıyorum.
     Çağdaş Drama Derneği 5 Nisan 1990’da  Prof. Dr. İnci San ve değerli tiyatro adamı, arkadaşım, sevgili  Tamer Levent’in öncülüğünde  Ankara’da kurulmuş.
     Sayın San da güzel sanatlar eğitimi alanının seçkin bir uzmanı ve öğretim üyesi.
        Şu anda genel başkanlığını sayın Doç.Dr. Ömer Adıgüzel’in  üstlenmiş olduğu Derneğin kuruluş amacı  özetle “drama çalışmalarının eğimde ve tiyatroda yaygınlaştırılması için araştırmalar yapmak” olarak belirtiliyor.
    “Yaratıcı dramanın ülkemizde yaygınlık kazanabilmesi, çocuk ve gençlerde
yaratıcı kişilik gelişimini sağlamak ve hızlandırmak bakımından bir öğretim yöntemi ve ayrıca başlı başına bir disiplin olarak yerleşmesi…..”konularında araştırmalar yapmak, yapılan çalışmaları desteklemek, bunun için seminer ve atölyeler düzenlemek bu genel amacın kapsamı içinde……
     Şanlı Urfa Temsilciliğince düzenlenecek olan, bu seminerlerden 21.si….

                     ***                            ***                 ***

    Merkezi Ankara’da olan Çağdaş Drama Derneği’nin İstanbul, İzmir ve Eskişehir’de şubeleri; Trabzon, Muğla ve Kocaeli’nde ve belki daha başka il ve ilçelerimizde temsilcilikleri bulunmakta.
    Sempozyumla ilgili olarak Şanlıurfa temsilciliğinin  açıklamalarından  2007 yılına kadar Ankara’da düzenlenen sempozyumları, bu tarihten sonra Hatay, Adana, Antalya,Eskişehir, İstanbul, Kocaeli sempozyumlarının izlediğini öğreniyoruz.
      Şanlıurfa’da gerçekleştirilecek olan, sanırım bu ilimizde bu alanda düzenlenen ilk sempozyum olacak…

                   ***                           ***                     ***

     Konuyla ilgili heyecanımı sizlerin de paylaşacağını umuyorum…
      Sanat yapıtlarının siyasal iktidarın tepesinde bulunan kişilerce yakışıksız sözlerle aşağılanmak istendiği(aslında böylece aşağılanmış olan bu yapıtlar değil bu yakışıksız sözlerin sahipleridir), klasik müzik konserlerinin ve resim galerilerinin yine bu iktidardan destek bulan serseri çetelerince basıldığı, uluslararası değere sahip bir müzisyenin  yine aynı kişi ve çevrelerce alçakça hakarete uğrayıp sonrasında da  adi bir suçluymuşçasına yargıç önüne çıkarıldığı bir ülkede, Şanlıurfa’da “Ritüeller ve Yaratıcı Drama” başlığı ile bir seminer gerçekleştirilecek olması yürekten alkışlanacak bir olaydır.
          Çağdaş Drama Derneği’nin, şube ve temsilciliklerinin varlığı,  Şanlıurfa Temsilciliğince gerçekleştirilecek olan yaratıcı drama semineri, benim ülkemize olan ve hiçbir zaman yitirmediğim umudumu pekiştirdi…
         Şanlıurfa ve çevresinde yaşayan aydınlar, konuyla ilgili herkes, aydınlanmadan yana karanlıkçılığa karşı savaşım veren sivil toplum ve siyasal parti temsilcileri, başlarını bir an kısır siyasal çekişme çölünün kumlarından çıkararak Çağdaş Drama Derneği Şanlıurfa Temsilciliği’nin etkinliğine kulak vermeli, destek olmalıdırlar….


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 111112

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..