8 Ekim 2020 Perşembe

VİCDAN-VİCDANSIZLIK

Vicdan kavramından benim anladığım;akıl, sağduyu, adalet ve merhamet(acıma) duygularının toplamı olduğudur.

Bazı batı dillerinde vicdan(concience/consience) , bilinçle eş anlamlıdır.

Vicdansızlık ise doğal olarak bunların tam tersi; akıl ve sağduyu yoksunluğu, adaletsizlik, merhametsizlik demektir.

Denebilir ki bunlar görece kavramlardır.

Değil.

İçlerinde tartışmaya en açık görünen aklın ne olup ne olmadığının tartışılabilirliği de yine akıl dediğimiz şeyin kendisiyle, bilgiyle ilgilidir.

Bilgi ise ortada, gözler önündedir. İsteyen istediği kadarını, gücünün, aklının yettiğince alır.

Örneğin, İnsan dediğimiz canlının kutsal bir güç tarafından yaratılmayıp tıpkı öteki canlı—cansız nesneler gibi bir takım oluşum süreçleri sonucunda bugünlere gelmiş olduğu ve bu süreçlerin devam ettiği, bir inanç konusu değil bilimsel gerçekliktir.

***

Vicdan kavramının(olgusunun) ne ölçüde akılla, ne ölçüde inanışlarla ilgili olduğu konusu gerçekten düşünüp irdelenmeye değer.

Benim bu konuda özetle söyleyebileceğim, insanlığın bu gün ulaşmış olduğu bilgi düzeyinde bu kavramın adalet kavramıyla tam anlamda örtüşmüş olduğudur.

Buna karşılık, dinci,şoven milliyetçi vb. bilim dışı, akıl dışı inanışlarla vicdan olgusunun çatışkısının acı örneklerini günümüzde de görüp yaşamaktayız.

***

Toplumun bütününün benimsediği ortak değerler, yani toplumsal vicdan anlamında bir zamanlar çok kullanılan, uzun süredir hiç rastlamadığım “maşerî vicdan” kavramı üzerinde duralım…

İnançlar ve vicdan arasındaki çatışkının belirginleştiği günümüzün çoğulcu ve akılcı dünyasında, bir toplumu çevresinde bütünüyle toplayacak ortak- vicdanî değerler ancak akla ilişkin değerler olabilir.

Bütün bireyleri adaletli, merhametli, sağduyulu, akıllı, özetle vicdanlı ya da tam tersi bir toplum kuşkusuz söz konusu olamaz.

Gerçekçi olan,bir toplumda aklın, sağduyunun, adalet ve merhamet duygularının, özetle vicdanın ağır basmasıdır.

Ya da ne yazık ki bunun tersi…

Yani bir toplumda akılsızlığın, sağduyusuzluğun, adaletsizliğin, özetle vicdansızlığın ağır basması….

Var olan değerlerin de aşınıp yok olmaya yüz tutması...

***

Bir toplumda vicdanın ağır basması, bireysel ve toplumsal ilişiklerde bir dengenin de varlığı demektir.

Ekonomide adaletin yanı sıra eğitim, kültür, bu dengeyi besler, güçlendirir.

Yönetici güçlerin bu yönde sorumluluğu vardır.

Ekonomiyi dengede tutmak ve toplumda bilimsel aklı güçlendirip yaygınlaştıracak eğitimi sağlamak…

Buna karşılık yönetici güçlerin ellerindeki sınırsız olanaklarla topluma vicdansızlık(akıl –bilim dışılık , her alanda ve anlamda adaletsizlik ) dayattığı ülkelerde, bunlar zaten toplumsal dengelerin bozuk, genellikle de örgütsüz ve eğitimsiz ülkelerse ; akıl dışılık, vicdansızlık, yukarıdan aşağıya, giderek her alanda egemen olacaktır.

***

Bence ülkemiz tam olarak böyle bir yerde bulunmaktadır.

Parçalanmanın, yok oluşun eşiğindedir.

Buna neden olanlar kadar bu gerçeği görmeyenler, göremeyenler, görüp suskun kalan ya da hafife alanlar da gelecekte yazılacak bir Türkiye tarihinin kapkara sayfalarında yer alacaklardır.

Bu tarihin bizim tarafımızdan mı, parçalanıp yok oluşumuzun ardından başkalarınca mı yazılacağı ise belirsizdir.

.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/07102020

_________________________________________________________

Sevgili Okurlarıma: Bu yazı bu sütunda yayınlanan son yazımdır. Nedeni, yorgunluk olduğu kadar ülkemize ve sizlere köşe yazılarımdan daha çok şiirlerimle yararlı olabileceğimi düşünmemdir. Pazar ekimizde on beş günde bir kültür-sanat yazılarımı sürdüreceğim. Zaman zaman gazetede şiirlerimi, arada bir belki ikinci sayfada yazılarımı , yine belki başarabildiğim ölçüde dizi yazısı türünden çalışmalarımı göreceksiniz. Gazetemiz benim için çok değerlidir. Ülkemizin olmazsa olmazlarındandır. Cumhuriyet yazarı olmanın onurunu her zaman taşımak isterim. .Herkese, hepinize içten sevgi ve saygılarımla. AB

30 Eylül 2020 Çarşamba

RTÜK NEDİR?

 RTÜK dediğimiz kuruluşun bu kısa adının açılımının Radyo ve Televizyon Üst Kurulu demek olduğunu biliyoruz..

Ya da yaşamlarımıza girdiği için ister istemez öğrendik.

Fakat ne zaman ve neden kurulmuş, kime bağlıdır?

Üst kurul ne demek?

Kimin üstü?

Bu üst kurulun da üstünde biri, bir kurum var mı?

Bunlar ise sade bir yurttaş olarak benim zihnimi kurcalayan bazı sorular.



***

Konuyla ilgili internet siteleri ülkemizde özel radyo ve televizyonların 1990 yılından itibaren herhangi bir yasal düzenlemeye tabi olmaksızın yayın dünyasına girdikleri bilgisiyle başlıyor.

1993 yılında bir Anayasa değişikliği yapılarak radyo ve televizyon yayınları üzerindeki kamu tekeli ortadan kaldırılmış.

Bu açıklamadan anlaşılan, söz konusu anayasa değişikliği ile fiili durumun yasaya uydurulmuş olduğu.

Bunu, bir yıl sonra Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun kurulması izlemiş.

Bu tarihte siyasal yönetimde Tansu Çiller’in başbakanlığında Doğru Yol-Sosyal Demokrat Halkçı Parti koalisyon hükümeti bulunduğunu, Cumhurbaşkanının Süleyman Demirel olduğunu dip not olarak düşelim.

***

Yine ilgili sitelerde RTÜK’ün görev ve yetkileri özetle şöyle açıklanmakta:

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, radyo ve televizyon faaliyetlerini düzenlemek ve denetlemekle görevli, Anayasanın 133. maddesi kapsamında üyeleri TBMM Genel Kurulunca seçilen, özerk ve tarafsız bir kamu tüzel kişiliğidir. “

Söz konusu 133 .madde 1982 Anayasasında tek cümledir ve şöyledir: Radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek kanunla düzenlenecek şartlar çerçevesinde serbesttir.”

Bu maddeye 2005 yılında eklenen bir fıkrayla ise Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun bu günkü konumu belirleniyor…

Buna göre, dokuz üyeden oluşan üst kurula bu üyeler ,”.. siyasi parti gruplarının üye sayısı oranında belirlenecek üye sayısının ikişer katı olarak gösterecekleri adaylar arasından, her siyasi parti grubuna düşen üye sayısı esas alınmak suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca seçilir.”

Çok karışık, öyle değil mi?

Yoksa bilerek mi karıştırılmış?

Bu karışık cümleler içinde söylenen ve uygulamadaki durum çok açık olarak şudur:

RTÜK üyelerinin çoğunluğu, parlamentoda çoğunlukta olan partinin, yani iktidardaki partinin milletvekillerince belirlenir…

Böyle olunca da, “özerk ve tarafsız kamu tüzel kişiliği” sözü doğal olarak havada kalmaktadır.

****

Şimdi de girişteki soruları kısaca yanıtlayalım:

Ne olduğunu, neden, nasıl ve ne zaman kurulduğunu öğrenmiş olduk. 2005 tarihli ek fıkrada bunlar açıkça yazılı.

Üst kurul ne mi demek? Astığım astık kestiğim kestik demek.

Kimin mi üstü?Özel radyo ve televizyon kuruluşlarının üstü, amiri.

Bu üst kurulun üstünde biri, bir kurum var mı?

Olmaz olur mu! Onun üstünde üyelerin çoğunluğunu oluşturan iktidardaki siyasal parti, ülkemizin günümüzdeki koşullarında da tek adam var.

Böylece RTÜK denilen kuruluşun bütün bu süslü püslü yasal kılıfların ardında, siyasal iktidara bağlı hem bir sansür, hem bir ceza-infaz kuruluşu olduğunu görüp anlamış oluyoruz.

***

Sorularla başlamıştım, yazıyı zihnimi kurcalayan bir başka soruyla tamamlayayım:

2005’teki değişiklik sırasında muhalefetin tutumu ne oldu, bugünkü despotik uygulama öngörülebildi mi?


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/30092020

24 Eylül 2020 Perşembe

PAÇAVRA

 Paçavra sözcüğü dilimize Rumcadan girmiş.

Eskimiş bez parçası anlamına geliyor.

Fakat bir de mecazi anlamı var ki herhangi bir nesneyi ya da kimseyi aşağılamak için sanırım daha ağırı bulunamaz.

Örneğin, “alçak”, “ahlâksız” gibi aşağılayıcı sıfatları şaka yollu kullandığımız da olur. Fakat paçavra sözü için bu pek olası değil.

Örneğin biri için paçavranın tekidir dediğimizde, hakaretin, küçümsemenin, değersizleştirmenin en ağırlarından birini, belki de en ağırını söylenmiş oluruz.

Birini paçavraya çevirmek; onu sözle yerin dibine batırmak , kendini savunamaz duruma getirmek demektir.

Nesneler, özellikle de kitap, gazete vb. yazılı ürünler için de bu sözcüğün kullanıldığı olur.

Örneğin Puşkin otobiyografisi adıyla İngilizce yayınlanan, dilimize de çevrilen bir paçavra vardı.

Kısa ömrü sansür ve polis takibi altında geçen, yaşamını da yine polis rejiminin kurduğu bir tuzak düelloda yitiren büyük şair, güya tuttuğu Fransızca günlükte, yine güya o koşullarda, rejimin soluğu ensesindeyken neredeyse her gün yaşadığı , aralarında grup seksler de bulunan pornografik, sapkın ilişiklerini dile getiriyordu…

Bu olmayan günlük sözüm ona yüz yıl sonra bulunmuş, Fransızcadan İngilizceye çevrilmiş, oradan da dünyaya dağılmıştı. .

Türkçesinden bir kaç sayfa okuduktan sonra çöpe attığım, günümüz porno edebiyatının ürünü olduğu her satırında belli bu paçavra, yine o sıralarda, Frankfurt kitap fuarı Rusya pavyonunda büyük şairin ana diline de çevrilmiş olarak karşıma çıktı…

Kitap pavyonu sorumlusu olmaktan çok gerçekten de pavyon görevlisine benzeyen kişiye söylediklerim kelimesi kelimesine aklımdadır: “Puşkin sizin ulusal kahramanınızdır. Böyle bir paçavrayı yayınlamanız ayıp değil mi?”

Yüzüme bakamaksızın verdiği yanıt tek kelime olmuştu: “Business”…

***

Paçavra” sözcüğüyle birkaç gün önce Cumhuriyet’in bir haberinde karşılaştım.

AKP Milletvekili ve TBMM Aile, Sağlık,Çalışma ve Sosyal İlişkiler Komisyonu Başkan Vekili Tuba Durgut , Yeni Akit Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali Karahasanoğlu’na 12 yaşındaki çocuğa cinsel istismardan tutuklanan tarikat şeyhini hoş gören yazısından ötürü tepki göstererek sosyal medya hesabında şöyle yazıyor:

İnsaniyetten,İslamiyetten, ahlâktan ve vicdandan birazcık nasibi olan herkesin bütün hücreleriyle isyan edeceği , lanetleyeceği bir olayı ne kadar da empatik bir dille,nasıl da büyük bir anlayışla ve soğukkanlılıkla kaleme almış bay yazar.Büyük bir camianın namuslu kadınlarına fahişe demekte beis görmeyen paçavranın yazarı, esfeli safiline inmiş ahlâksız,, sapık tecavüzcüye ise şımarık demekle iktifa ediyor.”

***

Sözü edilen yazıyı internette aradım, bulamadım.

Zaten konu bu yazı değil, söz konusu gazetenin bir AKP milletvekillini “paçavra” dedirtecek kadar çileden çıkaran yayın anlayışıdır.

Sayın Tuba Durgut’un adını ilk kez duyuyorum.

Esfeli safil”(en aşağıdaki yer, cehennemin dibi) gibi anlamını ve Kuranda bir surede geçtiğini bu vesile ile öğrendiğim Arapça bir deyimi bildiğine göre inançlı bir Müslüman..

Kendisine de inancına da saygı duyarım.

Bizden ya da bizden değil gibi basit, küçük, takım tutucu bir ayrıma değer vermeyerek, insani değerleri öne çıkardığı için bu hanımefendiye teşekkür ederim.

Davranışının sadece mensup olduğu partinin yöneticileri, milletvekilleri ve yandaşları için değil, herkes için örnek olmasını dilerim.

Çünkü yaşam, paçavraya ve paçavralaşmaya karşı sesini yükseltmekten çekinmeyen; hangi dünya görüşü ve inançta olurlarsa olsunlar, vicdanlı, namuslu, cesur insanlar var olduğu için yaşanmaya değer.


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/23092020

17 Eylül 2020 Perşembe

40.YILINDA 12 EYLÜl’Ü İSTER İSTEMEZ ANIMSARKEN

 Ülkelerin tarihinde mutlu günler olduğu kadar mutsuzluk çağrıştıran günler de vardır.

12 Eylül 1980 bunlardan biri ve yakın tarihimizde sonuçları bakımından en karanlık ve yıkıcı olanıdır.

1960’larda yaşanan görece demokrasi ortamı 1970’li yıllarda askeri muhtıralar ve demokrasi karşıtı etkinliklerle aşındırılıp 1980’darbesiyle yok edilmiştir.

İ980 darbesinin hedeflerinden biri de kurucu ve yöneticilerinden biri olmak-tan her zaman onur duyacağım Türkiye Barış Derneğiydi..

Hemen hepsi ülkemizin tanınmış aydın, öğretim üyesi, siyasetçi ve sanatçıları olan Türkiye Barış Derneği yöneticileri 1982 Şubat-Mart aylarında tutuklanarak cephanelik olarak yapılmış Maltepe Askeri Cezaevi’ne kapatıldılar.

İddianame hazırlanması aylar sürdü.

Taş koğuşlarda yaklaşık kırk kişi o sırada ceza yasasında ağır bir suç konusu olan komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla aylarca tutuklu kaldık..

Duruşmalara kelepçelenerek ve tek tip cezaevi giysileriyle götürüldük.

Birbirimize zincirlendiğimiz de oldu.

***

Maltepe’den Sağmalcılar Cezaevine sevk edildiğimizde, orada (cinayet, tecavüz, hırsızlık vb.) suç konularından tutuklu mahkûmların bulunduğu koğuşlara dağıtılmak istendik.

Bu canice girişim, büyük ölçüde, Barış Derneği tutukluları ararındaki İstanbul Barosu Başkanı Avukat Orhan Apaydın’ın ve dışarıdaki avukat kardeşi Burhan Apaydın’ın çabalarıyla önlendi.

Topluca konulduğumuz kaçakçılar koğuşunda da birkaç ay kaldıktan sonra serbest bırakıldık.

Fakat dava devam ediyordu.

O süreçte hükümetin manevi kişiliğine hakaret suçlamasıyla kesinleşmiş bir yıl hapis cezam daha vardı.

Ayrıca ben TYS’na açılmış bir davada ve yanı sıra Türkiye Komünist Partisine karşı yine TCK 142. Maddesi uyarınca açılmış bir başka davada da sanıktım.

Ceza yasasında iki 141-142 mahkûmiyetinin idam cezasına dönüştürüleceği yönünde de bir hüküm bulunmaktaydı.

Bu nedenle Barış Derneği davasının Kasım 1982 tarihindeki karar duruşmasına rapor alarak katılmadım.

Nitekim o duruşmada sekiz yıl ağır hapis ve bir o kadar sürgün cezasına çarptırılanlar arasındaydım.

O gün o uğursuz salonda bulunan sevgili arkadaşlarım daha orada kelepçelenecek ve yaşamlarından yıllar çalınacaktı.

***

Bu kez teslim olmamak kararındaydım. İstanbul’da bugün anlatılması ve anlaşılması güç ve acı koşullarda bir ay kadar saklanarak bana ait olmayan bir pasaportla ülke dışına çıkmayı denedim ve ne mutlu ki başarabildim.

Başarısızlık, o günlerin koşullarında, büyük olasılıkla “faili meçhul” kurbanlarından biri olmamla sonuçlanırdı…

Bugünkü ben o gün böyle biri girişimi göze alabileceğim konusunda kuşkuluyum…

Bir yıl kadar sonra da o sırada dört yaşındaki kızımın ve annesinin, , yurt dışına çıkış izni verilmediği için onlara ait olmayan pasaportlarla , yardımlarıyla bulunduğum Fransa’ya gelmelerini sağlamayı başardık.

Birkaç ay sonra kızımın ablasını da , zorunlu olarak yine benzer yollarla yurt dışına çıkarabildik.

Bunlar, 1980 darbesinden bizim hissemize düşen, büyük olasılıkla en küçük acılardır

***

Fransa’da 1985 başından 1989 ortalarına kadar süren sürgün yılları ayrıca güç ve acı zamanlardı.

Bütün davaların beraatla sonuçlanması sonucunda beklemeksizin ülkeye, bu kez işsizliğe ve kesintiye uğrayan yaşamlarımızı onarma çabalarına dönüş yaptık.

Onlar da ayrıca sıkıntılı yıllardı.

Bütün bunlar bizler için ne bir yakınma, ne de bir övünç konusu olabilir.

Çekilen sıkıntılar, yurdumuza, insana ve emeğine, özgürlüğe, adalete ve

aydınlığa olan inancımızın bedelidir.

Tekrar başlayacak olsam, aynı yollardan, inandığım değerlere aynı bağlılıkla geçmekte bir an duraksamam.

Bu süreçte yitirdiğimiz dava , cezaevi ve sürgün arkadaşlarımı saygı , sevgi ve özlemle anıyorum.

Ne mutlu barış ve özgürlük savaşçılarına!


Ataol Behramoğlu/Foça, 11.09.2020

10 Eylül 2020 Perşembe

BÜYÜK GÜNLERİN YÜZÜNCÜ YILINDA

       Geçen yıl 19. Mayıs 1919’un yüzüncü yılındaydık

        Sadece 19 Mayıs’ın mı?

       Erzurum, Sivas Kongreleri, Amasya Bildirisinin yayınlanması, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Ankara’ya ayak basışları hep geçen yıl yüzüncü yıllarını tamamladı.

            Bunların  yanı sıra Mondros Ateşkes Antlaşmasının(Ekim 1918) ardı sıra Türkiye’nin paylaşılmasının tescillendiği Paris Konferansı, İstanbul ve İzmir’in işgal edilmeleri, İtilaf Devletler birliklerinin ülkenin çeşitli yörelerine girmeleri 1919’ün acı olaylarıdır.

           Yine geçtiğimiz yıl,  Mayıs’ta Sultanahmet’teki ilk büyük mitingin;  Mayıs’ta İzmir’in işgali sırasında Hasan Tahsin’in düşmana ilk kurşunu atmasının,Haziran’da Aydın’da Yörük Ali  kahramanlığının, Ekim’de Maraş’ta Sütçü İmam’ın işgalciye ilk kurşunu atışının da 100. Yıldönümleriydi…

              Kaç öğretmene ulaştı bilmem, ya da kaç öğretmenin  haberi var? Bütün bu olaylar ve başkaları  geçen yıl Cumhuriyet  kitapları arasında “ 19 Mayıs’ın 100. Yılında Çocuklar İçin 1919 Dersleri” başlığıyla , öğretmen ve öğrenciler arasında bir  okuma tiyatrosu olarak kurguladığım kitapçıkta sıralandılar…

                                                       ***

      Bu yıl 23 Nisan 1920’nin yüzüncü yılındayız…

       Sadece 23 Nisan’ın mı?

       Bu yıl aynı zamanda İstanbul’da Meclisi Mebusan’ın Ulusal Ant’ı( Misakı Milli) ilan etmesinin, Mart ayında İstanbul’un resmen işgal edilmesinin ve hemen ardından bu Meclis’in kapatılarak tutuklanan aydınların Malta adasına sürülmelerinin, gerici iç isyanların, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının  Şeyhülislam Dürrizade  fetvası  ve padişah onayıyla idama mahkûm edilmelerinin,   Yunan karargâhının Selanik’ten İzmir’e taşınmasının Antep’te Şahin Bey kahramanlığının  da yüzüncü yılıdır.

          Bu olayların benzer bir kurguyla sıralandığı kitapçık da tamamlandı ve  bu yıl  yine Cumhuriyet Kitapları arasında yer alacak.

              Kaç öğretmen farkında olacak, kaç öğretmene(ya da anne babaya ve böylece çocuklara) ulaşacaktır bilemem, fakat ben(kitapçıklardaki öğretmen olarak) bu çalışmadan heyecan duyuyor, çocuklarla birlikte çok şey öğreniyorum…

          Örneğin bu yıl yayınlanacak  kitapçıktaki söyleşinin bir yerinde çocuklar öğretmene, neden  İstanbul değil de Ankara başkent seçilmiş diye soruyorlar….

      İstanbul’un işgal altında oluşu kuşkusuz bir neden. 

           Ama bu soruya  bir yanıt daha var ki  öğretmen de öğrencileriyle  birlikte  “Söylev”den öğreniyor bunu. ..Atatürk’ün kendi sözleriyle yanıt şöyle: 

   “….Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalıdır ki,  bakışlarını ülkenin bütün yörelerine eşit surette yönlendirebilsin. Eğer ülkenin bir köşesine çekilirsek, bu durumda bayındır olmayan ve bizden uzak olan yerleri unutabiliriz.

     Anadolu'nun bugün istisnasız her noktası bir harabe halindedir, baykuş yuvası halindedir. Ne için böyledir? Bunun birçok sebepleri vardır. Fakat o sebeplerden biri de hükümet merkezinin İstanbul'da olmasıdır. İstanbul lâtif ve geniştir, ülkemizin en bayındır ve uygarlaşmış bir yeridir. Fakat bu uygarlık ve genişlik içinde bütün bakışlarımız, bütün varlığımız içe dönük kalmıştır. Asıl gerçek ve doğal kaynaklar gözlerden uzak kalmıştır. Onunla ilgilenememişizdir..

     Bu ülkede çalışmak isteyenler ve bu ülkeyi idare etmek isteyenler ülkenin içine girmeli ve bu zavallı milletle aynı koşulları yaşamalı ki, ne yapmak lazım geleceğini ciddi olarak hissedebilsin. Bir insan Ankara'da başka türlü düşünür; İzmir'de, İstanbul'da başka türlü düşünür; Paris'te büsbütün başka türlü düşünür. Dolayısıyla, onun için hükümet merkezinin Anadolu'da olması lazım gelir.”

         

          Buraya alırken kısaltmaya kıyamadığım bu olağanüstü öngörülü sözlerde, bu gün de hepimizin çıkaracağı dersler olsa gerek..


                                        ***

             Önümüzdeki yıl, 1921-22-23 derslerini tek bir kitapçıkta kurgulayarak  çocuklarımız için 19 Mayıs 1919/29 Ekim 1923 arasını kapsayan dört yılı  böylece  üç kitapta toplamış olmayı tasarlıyorum…

       Bakalım…


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/09092020

4 Eylül 2020 Cuma

EYLÜL

     Eylülü bir şiirle karşılamak isterdim.

    Mevsimler de  her şey gibi değişse de Eylül takvimdeki yerini koruyor.

     Yazın bitmesi demektir.

     Yazı  uzatabiliriz.

     Deniz soğumaya başlamamıştır  henüz.

     Hatta daha bir ılık, daha bir çekicicidir.

     Başka yerlerde başka yazlara da  gidilebilir.

     Fakat bütün bunlar uzatmalardır.

      Boşuna olmasa bile, hüzün verici çabalardır.

     Artık genç değilken genç gibi olmaya çalışmak gibi.

     Bir şey o şey olarak güzeldir.

     Eylül gelmiştir ve artık buradadır.

    Şimdi onu tatmanın, onu anımsamanın,onu yaşamanın zamanıdır.

                                ****

    Her şey gibi mevsimleri de değiştirdik.

    Tatlar, renkler, kokular değişti.

    İçinden çıktığımız doğa bizi tanımıyor artık.

   Biz de tanımıyoruz onu. Unuttuk.

   Kimiz, neyiz, nereden geldiğimiz belli ama nereye gitmekte olduğumuz belli değil.

     Sevgisiz, duygusuz, bencil, unutkan, silik, kimliksiz bir kalabalık.

                                          ***

    Dikkatle bakacak olsak, örneğin karıncaların  çabasından, özverisinden, çalışkanlığından  utanmamız gerekir.

     Arıların , kelebeklerin, börtü böceğin yaratıcılığından, yaşama bağlılığından , özeninden.

      Yaprak üzerinde yağmur damlasının  ışıltısından.

       Sabahın her sabah yeni başlangıçlar sunuşundan.

       Boşu boşuna akıp gitmekte olan anlardan, hak edip etmediğimizi kendimize sormadığımız, yaşam dediğimiz şu mucizeden.

                                                               ***

Eylülü bir şiirle karşılamak isterdim.

Onu kucaklamak, ona şarkılar söylemek, aşkımı bir kez daha itiraf etmek.

Ayların en hüzün dolusudur bence.

Öyle değilmiş gibi, ama öyledir.

Yazın kapandığı, güze açılan kapıdır.

İçinde iki mevsimi birden barındırır.

Onu şu kötü, şu karanlık dünyada karşıladığımız için bizi bağışlasın dilerim.

Onunla, ona daha yaraşan, daha yaşanılası zamanlarda yine karşılaşalım isterim.


Kültür ve Siyaset/02092020

27 Ağustos 2020 Perşembe

HALK

      Halk, insanların oluşturduğu bir topluluk, bir insan topluğu demektir.

      Topluluğa halk denilmesi için belli bir sayıya ulaşması, birkaç kişiden daha fazla olması gerekir.

       Asgari bir kalabalıktan daha büyük sayılarda insan topluluklarını , kitleleri de halk  diye adlandırıyoruz.

        Milletleri oluşturan halkların toplamı,  dünya halkı dediğimiz en büyük halk kitlesidir. Hepimiz  tek tek, bireysel olarak bu kitlenin  en küçük birimleriyiz…

       Halk, oldukça kullanışlı bir sözcük…

        Dilimize nereden geldiğine bakalım…

                                                        ***

        Arapçadan almışız.

         Aramice-Süryanice’de bölme, pay etme anlamındaki sözcük, Arapça’da ahali, insan topluluğu anlamında kullanılıyor.

        Yine Arapçadaki “yaratma” anlamındaki “hâlk sözcüğüyle kökdeş olma dışında bir bağıntısı var mı, olabilir mi, bilmiyorum. 

        Olduğunu var sayalım…

        “Yaratık” , yaratılmış olan her hangi bir canlıdır.

       Bu anlamıyla insan da bir yaratıktır.

        Fakat onu öteki canlılardan(yaratıklardan) ayıran başlıca özelliği, içgüdünün üzerine yükselen, gelişmiş bir akıla sahip olmasıdır..

         Tıpkı bunun gibi, insan topluluklarının(halkın), hem onu oluşturan tek tek akılların toplamı, hem de  sentezi olarak  genel bir aklı olması gerekmez mi?

         Üzerinde düşünelim…

                                                               ***

         Kitle psikolojisinden söz eden kitaplarda, kitlenin( bu demektir ki büyük insan topluluklarının, halkın) aklına pek de güvenilmemesi gerektiği  anlatılıyor ve örnekleniyor.

            Kitle yanıltılabilir. Bireylerinin tek tek ve  bütün olarak  kitlenin toplu çıkarlarına aykırı yönlere sürüklenebilir.(Bu “sürüklenme” sözcüğünün  “sürü”yle bağlantısını şu anda ayrımsadım.)

                 Öyleyse şu soru sorulmalı: Halk(insan toplulukları) sürü müdür?

                 Sürüyse eğer, neden öyledir?

                 Ardından şu soru gelecektir: halkın sürü olmaktan çıkarak, onu oluşturan tek tek akıllara ve hepsinin üstüne yükselen bir akla, bir halk aklına sahip olması i çin ne yapılmalı, ne yapılabilir?

                                                          ***

      Düşüncemi zorlayan bu soruların yanıtı öyle sanıyorum ki örgüt, örgütlenme kavramlarında açıklanmasını buluyor.

          Örgütsüz insanların oluşturduğu topluluklar, kitleler, sayıca ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, sürü, güruh olmanın ötesine geçemiyorlar.

         Her an her yöne savrulabiliyor, çıkarlarının en tersi yönlerde de kullanılabiliyorlar….

         Bu gibi topluluklarda her kafadan  (doğru, yanlış, ama karmakarışık)bir ses çıkması, sonunda çobanın elinde sopası, yerine göre de kavalı(vaatleri, müjdeleri, vb. ile) sürüyü dilediğince yönetmesi, yönlendirmesi, çok zaman, çok yerde görülen, bilinen bir şeydir...

             Örgütsüz ya da yeterince iyi ve doğru örgütlü olmayan toplumlarda iyi niyetli bireylerin düştükleri açmazlar, ümitsizlik duyguları,  giderek davadan vazgeçişler de, büyük ölçüde  bununla ilgilidir…

               

                                            ***

       Devrimciler, sosyalistler, yurtseverler, insan severler vb. olarak   halkı, insanı hep idealize ettik.

      Yanlıştır deyip geçmeyeyim, fakat üzerlerinde daha ciddi, daha ayrıntılı, daha derinliğine düşünülmesi gereken kavramlar ve olgulardır bunlar.

      Örgütsüz halk her türden despot(ya da iyi niyetli yönetici,lider) karşısında  yalnız ve korunmasızdır.

           Onun gerçek anlamda birey ve halk olması örgütlü olmasıyla gerçekleşir.

          Tıpkı bunun gibi, insan da evrenin sonsuzluğu önünde öylesine sahipsiz, korunmasız, geleceksiz ve büyük kitleleriyle  bilinçsizdir…

       Fakat bu sonuncusunun, insanın durumunun,   günümüzde insanlığın üzerinde düşünmesi gereken ve giderek daha da  çok düşünmesi  gerekecek çok  daha büyük önemde bir konu olduğunu düşünüyorum…


Ataol Behramoğlu/26082020