26 Mayıs 2013 Pazar

HANGİ HABER NASIL VERİLMELİ?




       Gazetenin başlıca işlevi haber iletmektir.
        Bizdeki uygulamada kimi kez haber başlığından çok köşe yazısı başlığı ile karşılaşırız.
        Benim için gerçek  gazete, toplumu ilgilendirecek haberi öncelikle öğrenip duyurandır.
        Bunun başarılması, kuşkusuz, maddi olanaklarla, uzman muhabir sayısıyla, yine maddi olanaklardan bağımsız olmayan ilişkiler ağıyla ilgilidir.
      İkinci aşama, haberin yorumlanması, bir başka deyişle de veriliş tarzıdır.
      Elimizdeki haberi nasıl, neye göre vereceğiz, vermeliyiz?
       Bu yazıda kısaca bu konuya değinmek istiyorum…

           ***                              ***                       ***

   Bu noktada karşımıza yansızlık(tarafsızlık) kavramı çıkıyor…
   Bir basın(medya) organı yansız olabilir mi?
    Evet, olabilir…
    Fakat söz konusu toplumda demokrasi ne kadar gerçekleşmişse, o kadar…
     Demokrasi, öncelikle, halk kitlelerinin, yurttaş topluluklarının, bütün toplumsal sınıf ve tabakaların örgütlü olduğu; ülkede ve dünyada olup biten her şeyi kontrol edebildiği, sorular sorabildiği, önerilerde bulunabildiği sistem demektir.
      Böyle toplumlarda, basın(medya), yanlı da yansız da olsa, yalan söyleyemez, hiç değilse belli bir düzeyi korumak zorundadır.
     Dünyada böyle toplumlar var mı?
     Biraz yakından bakalım…

        ***                       ***                      ***
     Kimilerince örnek bir demokrasi olarak düşünülüp gösterilen  ABD’nin, tam tersine, gelmiş geçmiş en totaliter(baskıcı, demokrasi karşıtı) bir sistemin boyunduruğu altındaki bir ülke olduğu rahatlıkla söylenebilir.
     Bu sistem paranın egemenliği altındadır.
     ABD halkı dünyanın en örgütsüz halklarından biridir.
      Sonucunda medya da paranın egemenliğindedir.
      Batı Avrupa ülkelerinin bir çoğunda, halk kitleleri  belli ölçülerde örgütlü olduğu için, basının da belli ölçülerde yansız yayın yaptığı söylenebilir.
      Bizde de basın(medya) birkaç istisna dışında, ABD’deki gibi paranın buyruğundadır.
      Bu anlamda bir küçük Amerika olduğumuz doğrudur.
      Şimdi yansızlık konusunu da kısaca irdeleyelim…

       ***                                                 ***                         ***

      Büyük çoğunluğuyla  sistemin buyruğunda, yanlı ve çoğu kez her anlamda ve her alanda saptırıcı  yayın yapan bir basın(medya)ağının karşındaki devrimci-demokrat-sosyalist basın(medya) yansız olamaz…
      Tam tersine, yanlı olmak zorundadır…
       Çünkü bu bir savaştır…
       Yanlı olmak gerçeği saptırmak değil, onun altını çizmek, onu en etkileyici biçimde verebilmektir…
        Bizdeki, olduğu kadarıyla, devrimci-demokrat-sosyalist basın(medya) bunu ne ölçüde başarabiliyor?
      Tek tek örnekler vererek irdelenmesi gereken bir konu…
       Tek bir yazının sınırları içinde ise bunu yapabilmek zaten olanaklı değil.
       Fakat, sözünü ettiğim türdeki basın-yayın organlarının yöneticileri kendilerine şu soruları sorabilmelidir:
        Habercilikte ne ölçüde başarılıyım?
        Okur gazetemi daha çok haberciliğim için mi, köşe yazıları için mi izliyor?
         Okur benden ne tür haberleri nasıl vermemi bekliyor? Bu konuda benim tutumum nedir, nasıl olmalıdır?
      Kimi kez fazlaca tatsız tuzsuz, kimi kez fazlaca abartılı mıyım?
      Önemli haberleri atladığım, izleyip sunmakta geciktiğim, ya da fazlaca tekrara düştüğüm oluyor mu?
      Okur mu beni, ben mi okuru yönlendirmeliyim? Bu ilişkide ölçü ve denge nasıl saptanacak?
        Sistemin buyruğundaki medyayla eşit olmayan koşullarda yarışta ve savaştayken, başarılı olmak için ne yapmalıyım?
      Aklıma ilk elde gelen sorulardan bazıları bunlar…
       Böyle bir konuyu tek bir yazıda irdeleyip sonuçlandırmayız…
      Fakat devrimci-demokrat-sosyalist basını oluşturan gazetelerimizin yöneticileri bu ve  benzer soruları kendilerine sorabilmelidir..
       Bu basın organları arasındaki(hiç kuşkusuz  dostça olması gereken)  yarışta en çok kazanacak olanlar da, kendilerine bu gibi soruları sorup yanıtlayacak ve gereklerini yerine getirebilecek  olanlardır…

Ataol Behramoğlu/ Pazar Söyleşileri/ 260513

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
       

25 Mayıs 2013 Cumartesi

KUKLALAR




   Moskova’nın dünyaca ünlü kukla tiyatrosunda yıllar önce gördüğüm “Nuh’un Gemisi” (ya da Teknesi) adlı kukla oyununu unutamam.
     İnsan türünden sadece Nuh’un,  karısının , oğullarının ve gelinlerinin bindiği teknede, kuklalar arasındaki konuşmalar, çekişmeler, entrikalar, tutkulu yatak sohbetleri olağanüstüydü…
     Densizliklerinden ötürü Tanrı’nın gazabına uğrayan insan soyunun son temsilcileri, fındık kadar tekne azgın sular üstünde  çalkanırken de başlarına  gelenlerden ders almamış gibiydiler…
      Nitekim insanlığın Tufan sonrasındaki tarihi de bu aymazlığın örnekleriyle dolup taşmada…

         ***                                ***                                   ***
     
    Bizde Tufan’la ilgili söylenceler, özellikle son zamanlarda, her şey için olduğu gibi, Kuran’a dayandırılıyor…
     Oysa bu söylence, İslam’dan çok önce İncil’de ve Tevrat’ta; onlardan da önce belli başlı bütün eski inanışlarda, bütün dünya halklarının mitolojilerinde yer almıştır.
     Örneğin en  eski Türk(Altay) söylencelerinde Tufan’a Taşkın denirmiş.
      Buna göre, Tufan’a haber veren “demir boynuzlu kök teke”imiş…
       Bu teke,yedi gün acı acı meleyerek dünyanın çevresinde dolaşıp insanlığı silip süpürecek   Taşkın’ın  haber verirken, yedi gün deprem olmuş, yedi gün dağlardan ateş fışkırmış…
       Bu söylenceler, masallar, insanlığın kültür tarihinin kaynakları, temelleridir.
        Onları incelemek,farklı halkların nasıl aynı imgelemin(hayal yetisinin) çevresinde buluştuğunu görmek, bütün insanlığın nasıl aynı büyük ailenin bireylerinden oluştuğunu duyumsamak heyecan vericidir…
       Fakat masalın masal, söylencenin söylence olduğunu bilmek koşuluyla…
       Ona bilimsellik, kutsallık, dokunulmazlık yakıştırıp üstelik tek bir inanışın çerçevesine sokuşturmaksızın…
      
            ***                                             ***                                ***

     Birkaç ay kadar önce “Sol” gazetesinin   kesip sakladığım haberine göre
Şırnak Üniversitesi bu yılın 27-29 Eylül tarihlerinde “Hz.Nuh ve Cudi Dağı Sempozyumu” başlığı ile uluslar arası bir sempozyum düzenliyormuş.
     Ne güzel!
   Haberden öğrendiğimize göre Cumhurbaşkanı, Kültür Bakanı ve Diyanet İşleri Başkanı da, amacının daha çok yörenin turizm  gelirlerini arttırmak olduğu anlaşılan sempozyumun onur konukları olacakmış.
     Aynı haberden, üniversite öncülüğündeki sempozyumun destekçi ve sponsorları arasında Şırnak Valiliği,Şırnak Belediyesi, Şırnak Ticaret ve Sanayi Odası ve Dicle Kalkınma Ajansı bulunuyor.
     YÖK bütün üniversitelere gönderilen bir yazıyla sempozyumu çok önceden duyuruyor.
    İnternette daha ayrıntılı bilgilere de ulaşabilirsiniz.
     Örneğin Giresun Valiliğinin, Kırşehir Ahi Evran Üniversitesinin sitelerinde
Sempozyumun duyurusunu buluyoruz…
       İnsanın bu büyük tanıtım başarısı için  Şırnak Üniversite rektörlüğüne aşk olsun! diyesi geliyor…
       Gerçi Tufan’la ilgili sempozyum üniversitenin 2013 yılı sempozyum programının tek etkinliği imiş…
       Olsun!..
       Üç gün süresince Nuh’un teknesinin kalıntılarının Ağrı Dağında mı, yoksa Kuran’da yazılı olduğu gibi Şırnak ve Silopi ilçe merkezleri arasında bulunan
Cudi Dağında mı bulunduğu tartışılacak ve inşallah(belki onur konuk    larının  da  katkılarıyla ) bilimsel sonuca ulaşılacaktır…
     Son olarak sempozyumdaki bilimsel tartışma konularını da sıralayalım:
“İlahi kitplarda Hz.Nuh, Tufan,Gemi ve Cudi Dağı”, “Tufanın Zamanı, Süresi ve Etki Alanı”,”Tufanın Dünya Tarihi Üzerindeki Etkisi”, “Tufan Sonrası Yaşananlar”…

                   ***                              ***                          ***

Moskova’da görüp unutamadığım kukla tiyatrosu oyununa dönecek olursam…
Hem çocuklar hem büyükler için eşsiz bir şölendi bu…
Şırnak’taki sempozyumla ne ilişkisi var diye sorabilirsiniz…
 Her şeyi bir kukla tiyatrosu dekoru ve atmosferinde göz önüne getirecek olursanız, yanıt zaten verilmiş olacaktır…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/250513

Avukatlar bugün ve yarın Türkiye Barolar Birliği Başkanını ve Yönetim Kurulunu seçecekler. Düşüncemi geçen haftaki yazımda belirtmiştim. Tekrar ediyor, yapay bir İstanbul-Ankara ayrılığı yaratılarak  oyların bölünmemesini diliyorum.

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

18 Mayıs 2013 Cumartesi

AVUKATLIK MESLEĞİ ÜZERİNE




     Avukatlık mesleğinin benim için simge adı Orhan Adli Apaydın’dır.
     Orhan ağabeyi, hapishane arkadaşı olmamızdan çok önce tanıdım.
     Ölümünden sonra yazdığım “Orhan Apaydın’ı Yitirmiş Olmak” başlıklı yazımda söz ettiğim anılarımı burada tekrar etmeyeceğim.
     Orhan Apaydın, bir insanın kırılgan denecek kadar narin, zarif, fakat  aynı zamanda çeliksi bir bükülmezliğe sahip oluşunun eşsiz örneğidir.
       Benim gözümde bir insanlık ve hukuk anıtıdır.
        Yaşamımda büyük önem taşıyan bir başka avukat arkadaşım, dostum, kısa süre önce yitirdiğimiz Gülçin Çaylıgil’dir.
      Barış Derneği davasından yatarken, bir de hükümete hakaretten bir yıl hapse mahkûm edilmiştim.
       Hapiste, bir başka davadan hapse mahkûm edilmek…
       Yaklaşık bir yıllık hapislikten sonra çıktığımda, bu kez öteki mahkûmiyetten içeri girecek olmaktan, cezaevinde geçirdiğim  süreyi  bu ikinci cezaya “mahsup” ettirerek  (saydırarak) beni Gülçin abla kurtardı.
      Şimdi yazması kolay, ama o günlerin  sıkıntısını yaşayan bilir…
       Ben Gülçin ablada,  avukatlık mesleğinin sıradan bir savunmanlık değil, bir yorumlama ve yorumlatma becerisi olduğunu somut olarak gördüm…
       Avukatlar derken, gerçekten kadim dostum, değişmez savunmanım Orhan İzzet Kök’ü, kardeşim Namık Kemal Behramoğlu’nu unutmam olanaksızdır…
      Adları yakın siyaset tarihimizin onurlu sayfalarında yer alan Halit ve Şekibe Çelenk’ler, yine bir hukuk anıtı sayılması gereken Turgut Kazan, stajını Apaydın’larla yapan ve sanki Orhan Apaydın’ın gerçek oğlu ya da bir küçük kardeşi saydığım Fikret İlkiz, kardeş yakınlığında dostlarımız Başar ve Suzan Yaltı…
      Amacım avukat dostlarımın eksiksiz bir listesini vermek olmadığı için burada kesiyorum…
      Avukat arkadaşlarım çoğaldıkça ve elbette en başta kardeşim Namık Kemal’inkiler  olmak üzere onların çabalarına ve sıkıntılarına tanık oldukça, bu mesleğin nasıl zorluklarla dolu olduğunu,  avukatın hem nasıl belalar, hem de ekonomik güvensizlikle karşı karşıya bulunduğunu görecektim…

                ***                                   ***                           ***
     Bu konuyu bana, son yılların ülkemize kazandırdığı en seçkin aydınlardan, Ankara Barosu Başkanı, avukat, Prof.Dr.Metin Feyzioğlu’nun, 26 Mayıs Pazar günü gerçekleşecek olan seçimlerde  Türkiye Barolar Birliği başkanlığına adaylık açıklaması düşündürdü.
   Bu açıklamada, esas olarak üç ana sorunun vurgulandığını gördüm.
   Bunlardan ilki, günümüzdeki siyasal iktidarın, avukatlık mesleğini değerden düşürmek için gözle  görülürcesine  giriştiği çabalardır.
    (İstanbul Barosunun değerli başkanı Doç.Dr.Ümit Kocasakal’a ve Baro Yönetim Kuruluna karşı açılan inandırıcılıktan uzak dava bu olgunun bir kanıtıdır.)
    İkinci ana sorun, avukatın ekonomik güvencesizliğidir. Buna bağlı olarak sayın Feyzioğlu’nun açıklamasıyla  ilk kez, “yabancı avukatlık şirketleri”  deyimi ve olgusuyla karşılaştım ve dehşetle irkildim…
       Hiçbir yeni şey üretemeyip her şeyin yabancısını ithal eden günümüz siyasi iktidarı, demek yabancı avukat ithal etmeyi de planlıyormuş… Bunların yapamayacağı hiç bir şey yoktur…
      Sıra yabancı yargıçlara, savcılara da gelecek demektir… Zaten bir takım davalarda bunun kokusunu almıyor muyuz?.. Kimlik kartlarında TC yurttaşı yazılıyor  olması, tek başına ne anlam ifade eder ki…
      Feyzioğlu’nun  adaylık açıklamasının  bir başka ana dayanağını, avukatlık mesleğinin temeli “demokrasi, hukuk devleti ve özgürlükler” olduğuna göre,ülkedeki kötüye gidiş karşısında  avukatın (bu demektir ki Baroların ve Türkiye Barolar Birliği’nin) sessiz kalmaya hakkı olmadığı görüşü oluşturuyor…

               ***                           ***                            ***

Türkiye Barolar Birliği’nin 28 Mayıs’taki seçimlerine katılacak  başkan adayları konusunda ne ayrıntılı  bilgi, ne önyargı sahibiyim…
     Yukarıdaki sorunlardan ve ilkelerden uzak düşmeyecek  her adaya başarı dilerim.
      Fakat  gerek Ankara Barosu başkanı olarak, gerekse daha önceki çeşitli toplumsal etkinliklerde sergilediği ödünsüz duruşuyla,  seçkin aydın ve  hukuk adamı  kimliğiyle, bu göreve  Metin Feyzioğlu’nun çok yakışacağını düşünüyorum….

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/180513

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

12 Mayıs 2013 Pazar

BİR KENTİ İÇERDEN YAŞAMAK



Bir kenti bir ülkeyi içerden yaşamak ne anlama geliyor?
Örneğin, 20.yüzyıl Ermeni şiirinin büyük ustalarından Avetik İsahakyan’ın yaşamı ve şiiri hakkında bilgi sahibi değilseniz, aşağıdaki anekdot sizi pek fazla etkilemeyecektir:
Bir çok şiirini Ermeni halk türkülerinden damıtmış olan İsahakyan, uzun yıllar zorunlu olarak ülkesinden uzakta yaşadıktan sonra bir gece Yerevan’da dolaşırken bir kuyumcu dükkânın önünde türkü söyleyen bir bekçiyle karşılaşır.
Türkünün sözleri onun bir şiirindendir.
İsahakyan bekçiye, bu şiirin kime ait olduğunu sorar.
Bekçi, yurt dışından, aklımda yanlış kalmadıysa Paris’ten henüz dönmüş olan bu iki dirhem bir çekirdek beyefendiyi tepeden tırnağa süzdükten sonra, şöyle der:
-Sen anlamazsın beyim…
Burada, zorunlu sürgün yaşamı halkı için bile olsa(zaten genellikle böyledir) halkından uzak düşmüş aydının dramı gizlidir…
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl Ermeni aydınları, tıpkı bizler, bizimkiler gibi, bu dramı olanca acılığıyla yaşadılar.
Sanatçı, yazar, şair anıtlarıyla insanı büyüleyen Yerevan’ın bir köşesinde, ben görmedim ama, mutlaka İsahakyan’ın da bir anıtı vardır.
Buna karşılık, tıpkı onun gibi sürgünü ve ceza evini yaşamış bir başka büyük şairin, Hovhannes Tumanyan’ın Opera alanındaki anıtı önündeyim.
Çok yıllar önce onunla ilgili Rusça bir biyografi okumuştum.
Ölümcül hastalığının son süreçlerinde, doktorlardan, elindeki son çalışmayı bitirebilmek için ömrünü biraz daha uzatmalarını rica ettiği aklımda kalmış…
Bir şiirimde de onun bir şiirinden bir bölüm vardır…
Bana Yarevan’da eşlik eden, akademi üyesi, Türkolog, sevgili Tatevik Manukyan hanımın çevirmenliğiyle, anıtın önünde oynamakta olan birkaç oğlan ve kız çocuğuna, bu anıtın kim olduğunu bilip bilmediklerini soruyorum.
Günümüzün her yerdeki bütün yeni kuşakları gibi elbette hiçbir şeyden haberleri yok.
Tatevik Manukyan’la bazen Türkçe, bazen Rusça konuşuyoruz. Ermenistan’da aydınlar da sıradan halk da Rusça biliyor.
Bu, yazarlarını,sanatçılarını, özellikle şairlerini “içerden” tanıdığım Ermeni toplumuyla daha yakınlaşmamı sağlıyor…
Kesinlikle barışçı bir halk… Ne sınırda, ne otelde Türk olduğum için bir sıkıntıyla karşılaşmadım.
Sokakta da, anlımda Türk olduğum yazılı değil ama, kimliğimi söylemem gerektiğinde, ilgi ve yakınlıktan başka bir tepkiyle karşılamadım.
Yazarlar Birliği Başkanı Levon Ananyan başta olmak üzere, bütün Ermeni yazar ve şairlerle, aramızda bir anda kardeşçe bir sıcaklık oluştu.
Ermenistan Yazarlar Birliği’nin saray yavrusu konutunun bitişiğindeki küçük park alanına konuk yazarların her birinin kendi ülkelerinin adını taşıyan bir fidan diktiklerini bir önceki yazımda yazmıştım.
O küçük park alanına diktiğim Türkiye fidanı da serpilip geliştikçe Türkiye ve Ermenistan halkları arasında kardeşlik bağlarının güçlenmesini dilerim…
Ve öyle de olacak…
Ülkeye dönüşüm Tiflis hava alanından, Ermenistan’ı karayoluyla boydan boya geçerek oldu…
Ermenistan, sınırları her yandan kapatılmış, neredeyse nefes alması engellenmiş bir ülke…
Her yanı dökülen arabasıyla bizi eski Yerevan’a götüren şoför arkadaşım Eduard(Edo), halkları birbirine düşman eden siyasetin her türüne; hırsız, rüşvetçi siyasetçi takımına ver yansın ediyor…
Onunla bütün bu düşmanlık siyasetlerine inat,eski Yerevan’ın bir sokağında kucaklaşıp fotoğraf çektirdik ve kardeşliğimizi ilan ettik…
Yerevan’da iki günlük bulunuşumun izlenimleri, zorlamaksızın bir kitap olabilir…
Yerevan içerden tanıyıp yaşadığım,her zaman sevgiyle anımsayacağım kentler arasında, kalbimde yerini aldı…


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/120513

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

11 Mayıs 2013 Cumartesi

KÜRESEL GÖZETLEME ÇAĞININ KAHRAMANLARI




     Yirminci yüzyıl devrimlerin ve karşı devrimlerin çağıydı.
       İçinden geçmekte olduğumuz  21. yüzyılı nasıl tanımlayacağız?
      Bu tanımlardan biri ve başlıcası  “küresel gözetleme çağı” olabilir…
       Her dakikamız, her saniyemiz, her adım atışımız, her nefes alıp verişimiz izleniyor, izlenebiliyor…
       Kayıt altına alınarak gereği geldiğinde yararlanmak üzere sonsuza kadar saklanabiliyor…
        Hepimiz gibi bu gerçeği ben de  biliyordum, Fakat belki gereğince önemsemiyordum…
       “Şifrepunk”ı okuyana kadar…

                   ***                           ***                                ***
   Şifrepunk nedir?
    Aynı adı taşıyan kitabın(Metis Yayınları Şubat 2013, çev. Ayşe Deniz Temiz) ilk sayfasının giriş paragrafında açıklanıyor:
     “Şifrepunk toplumsal ve siyasal değişimin araçları olarak şifreyazım(kriptografi)ve benzer yöntemler kullanmayı savunan kişidir. 1990’ların başında kurulan şifrepunk hareketi en faal dönemini 1990’ların ‘şifre savaşları’ sırasında ve 2011 internet baharı ertesinde yaşadı.”
     Kitap ise, bu satırları yazmakta olduğum sırada, başına herhangi bir başka iş gelmediyse, 19 Haziran 2012 tarihinden bu yana Ekvador’un Londra’daki Büyükelçilik konutunda siyasal sığınmacı olarak yaşamını sürdüren Wikileaks kurucusu, editörü ve basın sözcüsü Julian Assange’la üç arkadaşının,burada, Ekim 2012’de yaptıkları bir söyleşinin dökümünden oluşuyor…
        Abartmak istemem, fakat bu kitabı oluşturan görüşlerin ve kavramların, 21. yüzyılın devrimci manifestosu sayılması gerektiğinden kuşku duymuyorum…

                    ***                                    ***                          ***

        Kitaba önsözünün girişinde Assange, konuyu olanca çarpıcılığıyla, bir çırpıda özetliyor
         “Elimizdeki en önemli özgürleşme aracı olan internet, totaliterliğin bugüne dek görülmedik düzeyde  tehlikeli bir yöntemi haline geldi. İnternet insan uygarlığı için bir tehdit arzediyor”
      Sözüm ona demokrasinin beşiği bir özgürlük ülkesinde, bu demokrasi adına utanç verici koşullarda yapılmış bu söyleşi boyunca, Assange’ın önsözde adlandırıp dile getirdiği“küresel gözetim endüstrisi”, “yeni gözetleme devleti” gibi kavramlar irdeleniyor…
       Devletlerin internetle gitgide bütünleştiği, uygarlığın geleceğinin internetin geleceğine bağlı olduğu bir süreçte, “insanlığın tek bir devasa kitlesel gözetim ve denetim şeması içine hapsedilme” tehlikesi karşısında olduğu vurgulanıyor…
      Bu ise, özgürlüğün, özgür kişiliğin sonu, insanlığın gerçekten de bu güne dek görülmedik bir küresel faşizmin boyunduruğu altına girmesi demektir…

                            ***                             ***                                ***
     Notlarımı gözden geçirerek yazıyı oluştururken, kitabı ve içerdiği  olguların önemini yeterince yansıtamamaktan korkuyorum
        Hangi birinden  başlamalı?
         Örneğin, faşizmin, ahlâksal çürümenin aldığı şu boyuta bakın:
          İsveç 2008’de bir “gözetleme yasası” çıkarmış… Buna göre, İsveç’in “sinyal istihbarat birimi FRA”  bu ülkedeki bütün haberleşme akışını yasal yollardan ve kitlesel ölçekte denetleyebiliyor ve birkaç kısıtlayıcı koşul dışında bu bilgileri ABD’ne ihraç edebiliyor…
          Demek ki geçmişteki(aslında bu gün de farklı biçimlerde de olsa devam eden) insan ticaretinin yerini, günümüzde  bilgi, belki daha doğru bir tanımla istihbarat ticareti almış.
         Kapitalizmin, emperyalizmin saygı duyduğu hiçbir ahlâksal, kişisel, ülkesel sınır yok…
           Söyleşi boyunca, günümüz teknolojisinin “iletişimin topyekûn gözetlenmesine” olanak tanıdığı ve bunun maliyetinin hiç de yüksek olmadığı gözler önüne seriliyor…
          Örneğin, 10 milyon dolara, orta büyüklükte bir ülkenin kitlesel iletişim verilerini sonsuzca  arşivleyecek bir sistem satın alınabildiğini öğreniyoruz…
         “Şifrepunk”, iletişim ve gözetleme teknolojisinin bu gün ulaştığı baş döndürücü ve ürkütücü boyutların örnekleriyle dolup taşmada…

                            ***                                  ***                               ***
   Assange ve arkadaşları teknolojinin insanı özgürleştiren olanaklarından yararlanırken onu köleleştiren kullanımına karşı nasıl savaşım verileceğini tartışıyor ve örnekliyorlar…
      Onların “WikiLeaks”  yayınlarıyla başta ABD olmak üzere bütün despotik sistemlerin kirli iç yüzlerini ortaya sermelerini, efsanelerde canavarlara karşı savaşan yiğitlerin kahramanlığına benzetiyorum…
      Bu konu, tek bir yazının sınırlarını çok aşıyor…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi  Yazıları/110513

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

8 Mayıs 2013 Çarşamba

YEREVAN DİYE BİR KENT…





    Biz Erivan olarak bilirdik. Çocukluğumdan, Revan denildiğini de anımsıyorum. Emeniler Yerevan diyor. Demek ki doğrusu böyle.
     Çocukluğumun Kars’ında Revan diye söz edildiğini anımsadığım kentin annemin doğum yeri olduğunu ne zaman öğrendiğimi anımsamıyorum.
     Aile kökenimiz üstüne pek bir şey konuşulmazdı. Bildiğim, Azeri ve Kars’lı oluşumuzdu.
   Yerevan doğumlu annemle Iğdır’lı bir Azeri ailenin çocuğu olan babamın akraba çocukları olduğunu biliyorduk. Bu nasıl olabiliyordu?
     Birkaç hafta önce bir dinleti  için gittiğimiz Iğdır’da Yerevan’ın Alican sınır kapısından birkaç kilometre ötede olduğunu öğrendiğimde cahilliğimden utanmıştım.
      Iğdır’lı Azeri arkadaşlar, ilk dünya savaşı öncesindeki yılların, onların deyişiyle “İrevan” Hanlığından söz ettiklerinde , “mahkemeler oradaydı, şehrimiz Kars değil Erivandı” diye anlattıklarında, bu konuda bilgisizliğimi daha iyi anladım.
      Belli ki Azeriler, Ermeniler, bu bölgenin başkaca etnik kökenlerden insanları, bu uğuruz savaş öncesinde oralarda kardeşçe yaşamaktalardı.
       Alican sınır kapısında ziyaret ettiğimiz nöbetçi birliğinin gözetleme kulesinden Yerevan’ı dürbünle görmeye çalışmış, şehri kaplayan sis nedeniyle bunu başaramamıştım.
      Fakat Ermenistan Yazarlar Birliğinin davetiyle birkaç hafta sonra  uluslar arası 1.  şiir festivaline katılmak içim gittiğimde, şehri yakından tanıyacak,; büyük bir olasılıkla annemin de doğum yeri olan, bir zamanlar çoğunlukla Türklerin yaşadığı bölge de içinde olmak üzere Yerevan’ın gezip görecektim…

                      ***                                          ***                             ***

     Ermenistan’ın ekonomik sorunlarla boğuştuğunu bildiğimden yoksul, bakımsız bir kentle karşılaşmayı bekliyordum.
     Tertemiz, bakımlı, uygar bir Batı kentiyle, onun da ötesinde bir sanat ve kültür kentiyle karşılaştığımda önyargılarımdan utandım.
       Yerevan’ı çok sevdim.
        Her yerinden, her köşesinden size şair, yazar, sanatçı anıtlarının baktığı bir kenti nasıl sevmezsiniz?
        Anıtlardan beni en çok duygulandıranı Opera binasının yakınındaki bir parka yerleştirilmiş, olağanüstü etkileyici Komitas anıtı oldu.
      Bu satırları yazarken şimdi de gözlerim yaşarıyor.
       Müzisyen,besteci Komitas Vardapet 1869 Kütahya doğumlu. Vikipedia’da “Kütahyan’nın müzikle içli dışlı, sadece Türkçe konuşan Ermeni aileleri içinde doğmuş” olduğu yazılı. .  Berlin’e müzikbilimi öğrenimi görmüş .3000 kadar Ermeni halk şarkısı derlemiş. Kendi yapıtları içinde en ünlüsü “İlahi Litürji Badarak” adını  taşıyor. Uluslar arası Müzik Cemiyetine Avrupa dışından kabul edilen ilk müzik adamı. 1910 sonrasında İstanbul’a yerleşmiş. 24 Nisan 1915’te çıkarılan Tehcir Kanunu gereğince ertesi gün 235 Ermeni aydınıyla birlikte tutuklanarak bir trene bindirilip sürgün edilmiş. Onun sürgün yeri Çankırı. 7 Mayıs’ta Mehmet Emin Yurdakul ve Halide Edip’in araya girmesiyle, Talat Paşa’nın özel emriyle İstanbul’a dönmesine izin verilmiş. İstanbul’a dönüşünden sonra akıl sağlığını yitiren bu seçkin aydın ve sanatçı, yaşamının son yirmi yılını geçirdiği Paris’te bir akıl hastanesinden yaşamdan ayrılıyor. Bu yaşamın son 18 yılında ise hiç piyano çalmıyor, beste yapmıyor  ve konuşmuyor…
      Çok büyük bir küskünlüğün, kederin izleri Yerevan’daki anıtın yüzünde de okunuyordu…

                     ***                               ***                             ***
   Yerevan’daki ilk günümde, Yazarlar Birliği’nin bitişiğindeki küçük park alanına, her biri kendi ülkesi adına bir fidan diken başka ülkelerden şairlerle birlikte ben de Türkiye fidanını diktim…
      Onlar buradan, şiir okuma programları için bir otobüsle Yerevan yakınlarındaki bir yerleşim bölgesine, oradan da Gümrü’ye gitmek üzere yola koyuldular.
     Ben, Yerevan’a  aktarmalı olarak geldiğim Moskova  havaalanındaki beş saatlik bekleme süresinde valizimi Yerevan’a gidecek uçağa aktarmayı başaramayan Rus görevliler sayesinde gruba katılamadım…
     İyi de olmuş… Başka türlü, annemin doğduğu kenti gezip göremeyecektim…
       Yerevan izlenimlerimi yazmayı sürdüreceğim…

Ataol Behramoğlu/ Pazar Söyleşileri/280413

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
      

4 Mayıs 2013 Cumartesi

ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ, AMA NASIL?




    Ülkemizde dinci-faşist bir yönetim var.
    Bu yönetim, yapısı gereği, aynı zamanda da bir kişinin adıyla anılmakta olan bir diktatörlüktür.
    Öyleyse, ülkemizdeki yönetimi dinci-faşist diktatörlük diye adlandırmamız gerekiyor.
     Bu konuda kuşkusu olan var mı?
     Denebilir ki, madem öyle, sen bunları nasıl yazabiliyorsun?
     Yazabiliyorum, ama yazmaya devam edebilecek olmamın hiçbir güvencesi bulunmuyor.
       Bu gün bu ülkenin tepeden tırnağa, iğneden ipliğe, baştan sona bütün yazgısı, diktatörün iki dudağı arasındadır.
      Ordu,polis,yargı,meclis çoğunluğu onun buyruğundadır.
       Daha ne olsun?
       Bu gün sahip olduğumuzu sandığımız özgürlükler göstermeliktir.
        Hiç kimsenin, ama hiç kimsenin,ordunun ya da yargının en tepesindeki kişilerden, meclisteki muhalefet partisi liderlerinden,   en sıradan yurttaşa kadar kimsenin, ne özgür yaşam, ne can, ne de mal güvenliği vardır.
      Türkiye tam anlamıyla emeğin ve aydınlanmanın en kararlı karşıtlarınca ele geçirilmiştir.
       Çünkü var  olan direnme noktaları dağınıktır, bir birbirinden  kopuktur.
        Kendi aralarında ve bundan da  öte kendi içlerinde bir kör dövüşü içindedirler.
        Ne yapmalı sorusu, bütün güncelliğiyle, yakıcılığıyla, ertelenemezliğiyle karşımızdadır.

         ***                                                 ***                                   ***
     Dinci-faşist diktatörlük aynı anda hem aydınlanmanın hem emeğin değerlerine düşman  olduğuna göre, karşısına aydınlanma ve emek güçlerinin güç birliğiyle çıkmak gerekir.
       Bunun adı,ulusal güç birliğidir.
        Burada, tıpkı Kurtuluş Savaşımızda olduğu gibi, sınıfsal çıkarlar ikinci plandadır.
        Aslolan, yurdun selamete çıkmasıdır.
         Daha açık konuşacak olursak, fabrikasında yüzlerce işçi çalışmakta olan  bir işveren ille de aydınlanma ve hatta emek düşmanı olmak zorunda değildir.
         Aydınlanma değerleri dediğimiz, özetle de kul, köle, teba değil özgür bireyler oluşumuz, insan oluşumuzun olmazsa olmaz koşuludur.
        İşçiyi, işvereni; köylüsüyle, esnafıyla, memuruyla, siviliyle  ve askeriyle, bütün bir toplumu birleştiren, birleştirmesi gereken temel insanlık değeri budur.
         Karanlığın savunucuları ve emperyalist işbirlikçiler dışında bütün toplumsal güçler, ulusal cephede bir araya gelmek zorundadır.
         Fakat bu nasıl olacak?

                  ***                                              ***                               ***

    Tek başına ne CHP, ne MHP, ne parlamento  dışındaki parti ve örgütlenmeler yeterli olamıyor.
      Aralarında birlikte hareket olasılığı da görünmüyor.
      23 Nisan’da Ankara’da varlığı ilan edilen Milli Merkez oluşumu bir umut ışığı, birleştirici bir güç odağı olabilir mi?
      Bence olabilir…
      Fakat, katıldığım çeşitli toplantılarda, Berlin’deki büyük buluşmada, İstanbul Barosu toplantı salonundaki Milli Anayasa Toplantısında ve geçici yürütme kurulumuzdaki görüşmelerde dile getirdiğim gibi, tek bir koşulla…
       Bu koşul, kesinlikle partileşmemek, partiler üstü bir siyaset akademisi ve aynı zamanda da kitlesel bir güç olarak kalmayı başarmaktır.
        Yaklaşan üç büyük seçim öncesinde bir partileşme girişimi, çok büyük olasılıkla baraj altında kalarak ve Cumhuriyet Halk Partisinin de güç yitirmesine  yol açarak dinci-faşist diktatörlüğe hizmet etmiş olacaktır.
      Buna karşılık, başta Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi olmak üzere, dinci-faşist diktatörlük karşısındaki bütün güçlerin, aydınlanma ve emek değerlerini savunan  bütün toplumsal kesimlerin, kuruluşların, partilerin  ve kişilerin, iç çekişmeleri geride bırakarak, örgütsel kabuklarının  dışına açılmayı başararak, en asgari hedeflerde ortak bir platformda buluşmaları  bir  yurttaşlık ve  insan olma sorumluluğu ve görevidir.
        Bu sorumluluk ve görevi savsaklamak ihanetlerin en bağışlanamazlığı olacaktır.
        Milli Merkez adlı sivil toplum girişiminin işlevi ve önemi de bence tam olarak buradadır.
        Bir yandan kitlesel toplantılarla insanlarımızı uyarırken, bir yandan da aydınlanma ve emek güçlerinin birlikteliğini, daha da somut olarak yaklaşan seçimlere ortak adaylarla girmenin olanaklarını araştırmak…. Bu alanda bıkıp usanmaksızın görüşmelerde, önerilerde  ve çalışmalarda bulunmak…
       

Ataol Behramoğlu
Cumartesi Yazıları/04052012

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

2 Mayıs 2013 Perşembe

Ataol Behramoğlu Dünya Şiir Günü Onur Konuğu‏


KÜLTÜR-SANAT

30 Nisan 2013

İzmir Şiir Buluşması başlıyor

Uluslararası Şiir Buluşması, dünyanın dört bir yanından şairleri, Konak’ta konuk ediyor.
reklam
Dostluk ve sevgi mesajları Dünyaya İzmir’den yayılacak. Uluslararası etkinlik; salonlarda, sokaklarda, meydanlarda devam edecek. 

Bu yıl sekizincisi düzenlenen Uluslararası Şiir Buluşması, dünyanın ve Türkiye’nin dört bir yanından şairleri, Konak’ta konuk ediyor. 

Uluslararası boyutu ön plana çıkan Konak Belediyesi Uluslararası Şiir Buluşması, güzel sanatların her örneğini içinde barındırıyor. Edebiyat, müzik, konser, dans, sinema, tiyatro ile sanat, sokaklarda on binlerle buluşuyor. Etkinliğin açılışı; Konak Belediyesi Dr. Selahattin Akçiçek Eşrefpaşa Kültür Sanat Merkezi Avni Anıl Sahnesi’nde yapılacak.

Onur Konuğu şair Ataol Behramoğlu,
Onur Konuğu Ülke ise Fransa


Konak Belediyesi’nin düzenlediği 8’inci İzmir Uluslararası Şiir Buluşması, dünya şairlerini İzmir’de bir araya getiriyor. Bu yıl usta şair Ataol Behramoğlu’nun Onur Konuğu olduğu şiir buluşmasına Fransa da Onur Konuğu Ülke olarak katılıyor. Yurtdışından; Claire Lajus, Elif Labuxiere Michelle Cassire, Jorge Torres, Paola Rufilli ve Blandine Merle gibi şairler etkinliğe renk katacak. Etkinliklerde dostluk ve sevgi mesajı dünyaya İzmir’den yayılacak. Uluslararası etkinlik; salonlarda, sokaklarda, meydanlarda de sürecek. Ataol Behramoğlu Şiirleri’nden Haluk Çetin Şarkıları sanatseverlerin kulaklarının pasını silecek. Düş Gezginleri Ve Sophia Nizharadze konseri hayranlarını bir hayli sevindirecek.

Şiir bahçeleri kurulacak
Açık mekanlarda şiir bahçeleri kurulacak. Bu bahçelerde şairler şiir severler ile buluşacak ve şiirlerini paylaşacak. Alsancak Vapur İskelesi önündeki şiir bahçesinde; Aydın Şimşek, Blandine Merle, Cevat Çapan, Claire Lajus, Elif Labuxiere, Halim Yazıcı, Hasan Öztoprak, Haydar Ergülen, Hayriye Ünal, Jorge Torres, Karin Karakaşlı, Michelle Cassire, Ömer Erdem, Paola Rufilli, Tozan Alkan ve Tuğrul Keskin gibi şairler yer alacak. Düş Gezginleri “Şiirler Blues” Konseri unutulmaz şarkılarını seslendirecek. Etkinlikte Jazz severler de unutulmadı. Erhan Doğan Jazz Project Konseri Alsancak Vapur İskelesi önünde gerçekleştirilecek. 

İzmir şiirle güzel
Dört şiir kitabı yayınlanan ve ‘Şair Başkan’ olarak sanata, sanatçıya destek veren Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan, İzmirlileri şiir okumaya, şiir dinlemeye, şiiri yaşamaya davet etti. Başkan Tartan İzmir’in en büyük şiir buluşması için şunları söyledi:

“Şiir kardeşlik, özgürlük, direniş, adalet, dayanışma, sevgi demek. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da etkinliklerin en önemli boyutu uluslararası özelliğinin ön plana çıkması ve şiirin, sanatın sokaklarda yaşanması. Şiir aynı zamanda bir halk sanatı ve bu yüzden Şiir Buluşması’nın sokaklarda yaşanması çok önemli. Çünkü sokakta halk var. Onu konuğumuz Atol Behramoğlu, Onur Konuğu Ülke Fransa. Uluslararası Şiir Buluşması hem İzmir’in en önemli etkinliği hem de Türkiye’nin en kapsamlı şiir buluşması. Aynı zamanda sokağa, halka taşınan, sokaklarda on binlerin katılacağı, şiirle buluşacağı bir şenlik olacak. İzmir şiirin başkenti, İzmir şiirle güzel.”



Şiirin Başkenti İzmir30 NİSAN 2013, Salı
Dostluk ve sevgi mesajları Dünyaya İzmir’den yayılacak. Uluslararası etkinlik; salonlarda, sokaklarda, meydanlarda devam edecek.

VIII. Uluslararası İzmir Şiir Buluşması
Onur Konuğu Ülke: Fransa
Onur Konuğu Şair: Ataol Behramoğlu

Bu yıl sekizincisi düzenlenen Uluslararası Şiir Buluşması, dünyanın ve Türkiye’nin dört bir yanından şairleri, Konak’ta konuk ediyor. Uluslararası boyutu ön plana çıkan Konak Belediyesi Uluslararası Şiir Buluşması, güzel sanatların her örneğini içinde barındırıyor. Edebiyat, müzik, konser, dans, sinema, tiyatro ile sanat, sokaklarda on binlerle buluşuyor. Etkinliğin açılışı; Konak Belediyesi Dr. Selahattin Akçiçek Eşrefpaşa Kültür Sanat Merkezi Avni Anıl Sahnesi’nde yapılacak.

Onur Konuğu şair Ataol Behramoğlu,
Onur Konuğu Ülke ise Fransa

Konak Belediyesi’nin düzenlediği 8’inci İzmir Uluslararası Şiir Buluşması, dünya şairlerini İzmir’de bir araya getiriyor. Bu yıl usta şair Ataol Behramoğlu’nun Onur Konuğu olduğu şiir buluşmasına Fransa da Onur Konuğu Ülke olarak katılıyor. Yurtdışından; Claire Lajus, Elif Labuxiere Michelle Cassire, Jorge Torres, Paola Rufilli ve Blandine Merle gibi şairler etkinliğe renk katacak. Etkinliklerde dostluk ve sevgi mesajı dünyaya İzmir’den yayılacak. Uluslararası etkinlik; salonlarda, sokaklarda, meydanlarda de sürecek. Ataol Behramoğlu Şiirleri’nden Haluk Çetin Şarkıları sanatseverlerin kulaklarının pasını silecek. Düş Gezginleri Ve Sophia Nizharadze konseri hayranlarını bir hayli sevindirecek.

Şiir bahçeleri kurulacak
Açık mekanlarda şiir bahçeleri kurulacak. Bu bahçelerde şairler şiir severler ile buluşacak ve şiirlerini paylaşacak. Alsancak Vapur İskelesi önündeki şiir bahçesinde; Aydın Şimşek, Blandine Merle, Cevat Çapan, Claire Lajus, Elif Labuxiere, Halim Yazıcı, Hasan Öztoprak, Haydar Ergülen, Hayriye Ünal, Jorge Torres, Karin Karakaşlı, Michelle Cassire, Ömer Erdem, Paola Rufilli, Tozan Alkan ve Tuğrul Keskin gibi şairler yer alacak. Düş Gezginleri “Şiirler Blues” Konseri unutulmaz şarkılarını seslendirecek. Etkinlikte Jazz severler de unutulmadı. Erhan Doğan Jazz Project Konseri Alsancak Vapur İskelesi önünde gerçekleştirilecek.

İzmir şiirle güzel
Dört şiir kitabı yayınlanan ve ‘Şair Başkan’ olarak sanata, sanatçıya destek veren Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan, İzmirlileri şiir okumaya, şiir dinlemeye, şiiri yaşamaya davet etti. Başkan Tartan İzmir’in en büyük şiir buluşması için şunları söyledi:
“Şiir kardeşlik, özgürlük, direniş, adalet, dayanışma, sevgi demek. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da etkinliklerin en önemli boyutu uluslararası özelliğinin ön plana çıkması ve şiirin, sanatın sokaklarda yaşanması. Şiir aynı zamanda bir halk sanatı ve bu yüzden Şiir Buluşması’nın sokaklarda yaşanması çok önemli. Çünkü sokakta halk var. Onu konuğumuz Atol Behramoğlu, Onur Konuğu Ülke Fransa. Uluslararası Şiir Buluşması hem İzmir’in en önemli etkinliği hem de Türkiye’nin en kapsamlı şiir buluşması. Aynı zamanda sokağa, halka taşınan, sokaklarda on binlerin katılacağı, şiirle buluşacağı bir şenlik olacak. İzmir şiirin başkenti, İzmir şiirle güzel.”

VIII. ULUSLARARASI İZMİR ŞİİR BULUŞMASI
(03 - 04 MAYIS 2013)
Onur Konuğu Ülke: FRANSA
Onur Konuğu Şair: Ataol BEHRAMOĞLU
03.05.2013

A) SALON PROGRAMLARI (13.00-17.00)
( YER: SELAHATTİN AKÇİÇEK EŞREFPAŞA KÜLTÜR MERKEZİ )

• “ŞİİRLEROPERA” (13.00-13.30)
Mezzosoprano: Evrim Keskin, Tenor: Oğuz Çimen
• FİLM GÖSTERİMİ: “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” (13.35-13.50)
• BAUDELAİRE, RİMBAUD, MALLERME, VERLAİNE ve ARAGON ile SÖZCÜK’ LERİN DANSI (13.55-14.05)
Bale: İzmir Devlet Opera ve Bale Sanatçıları
• AÇILIŞ KONUŞMALARI VE ÖDÜL TÖRENİ (14.10-14.25)
Konak Belediye Başkanı : Dr. Hakan TARTAN
Onur Konuğu : Ataol BEHRAMOĞLU
• ATAOL BEHRAMOĞLU ŞİİRLERİ’nden ŞARKILAR (14.30-15.00)
Haluk ÇETİN
• ŞİİR BAHÇESİ (15.05-15.15)
Jorge TORRES, Paola RUFİLLİ
• ATAOL BEHRAMOĞLU’NUN ŞİİR YOLCULUĞU: BİR GÜN MUTLAKA (15.20-16.20)
Yöneten: Tuğrul KESKİN
Konuşmacılar: Doğan HIZLAN, Haydar ERGÜLEN, Yücel KAYIRAN

• ŞİİR BAHÇESİ (16.25-16.45)
Blandine MERLE, Claire LAJUS, Elif LABUXİERE, Michele CASSİR


B) SOKAK PROGRAMLARI (17.15-20.30)
( YER: ALSANCAK VAPUR İSKELESİ ÖNÜ )
• DÜNYA ve TÜRKİYE ŞİİRİNDEN HALUK ÇETİN ŞARKILARI (17.15-17.35)
• ŞİİR BAHÇESİ (17.40-18.35)
Bilsen BAŞARAN, Hidayet KARAKUŞ, Hüseyin YURTTAŞ, Mehmet Sadık KIRIMLI, Mine ÖMER, Nevzat ÇELİK, Oğuz TÜMBAŞ, Recai ATALAY, Uluer AYDOĞDU, Ümit Yaşar IŞIKHAN, Zübeyde Seven TURAN
• ATAOL BEHRAMOĞLU ŞİİRLERİ’NDEN HALUK ÇETİN ŞARKILARI (18.40 -19.00)
• ŞİİR BAHÇESİ (19.05-20.30)
Aydın ŞİMŞEK, Blandine MERLE, Cevat ÇAPAN, Claire LAJUS, Elif LABUXİERE, Halim YAZICI, Hasan ÖZTOPRAK, Haydar ERGÜLEN, Hayriye ÜNAL, Jorge TORRES, Karin KARAKAŞLI, Michelle CASSİRE, , Ömer ERDEM, Paola RUFİLLİ, Tozan ALKAN, Tuğrul KESKİN

• - Sokak programları kötü hava koşullarında Prof. Dr. Türkan Saylan Alsancak Kültür Merkezi’nde sürecektir.-
04.05.2013

A) SALON PROGRAMLARI (13.00- 14.00)
( YER: FRANSIZ KÜLTÜR MERKEZİ )
• AUTSWİTCHZ’DEN SONRA ŞİİR YAZMAK, BARBARLIK MIDIR? (13.05-14.05)
Yöneten: Hayri K.YETİK
Konuşmacılar: Hayriye ÜNAL, Karin KARAKAŞLI, Ömer ERDEM
• DÜNYANIN MÜZİĞİ ( 14.10-14.20)
Mezzosoprano: Evrim KESKİN, Tenor: Oğuz ÇİMEN
• ŞİİR BAHÇESİ (14.25-15.45)
Aydın ŞİMŞEK, Asuman SUSAM, Azad Ziya EREN, Barış PİRHASAN, Betül DÜNDER, Blandine MERLE, Cevat ÇAPAN, Cihan OĞUZ, Claire LAJUS, Elif LABUXİERE, Enver ERCAN, Fergun ÖZELLİ, Hakan CEM, Halim YAZICI, Hasan ÖZTOPRAK, Ömer ERDEM
• DÜNYANIN MÜZİĞİ ( 15.50-16.00)
Mezzosoprano: Evrim KESKİN, Tenor: Oğuz ÇİMEN
• ŞİİR BAHÇESİ (16.05-17.25)
Haydar ERGÜLEN, Hayriye ÜNAL, Hayri K. YETİK, Jorge TORRES, Karin KARAKAŞLI, Mehmet Mümtaz TUZCU, Michelle CASSİRE, Muzaffer KALE, Namık KUYUMCU, Nesrin Kültür KİRAZ, Nevzat ÇELİK, Paola RUFİLLİ, Rahmi EMEÇ, Tozan ALKAN, Tuğrul KESKİN, Ünal ERSÖZLÜ, Yücel KAYIRAN

B) SOKAK PROGRAMLARI (17.15-21.00)
( YER: ALSANCAK VAPUR İSKELESİ ÖNÜ )

• DÜŞ GEZGİNLERİ “Şiirler Blues” Konseri (17.15-17.45)
• ŞİİR BAHÇESİ (17.50-18.30)
Altay Ömer ERDOĞAN, Coşkun ŞİMŞEKLİ, Halil İbrahim ÖZBAY, Mehmet RAYMAN, Melih ELHAN, Özgen SEÇKİN, Özkan SATILMIŞ, Pelin ONAY, Yusuf ALPER, Yücelay SAL
• DÜŞ GEZGİNLERİ ve Sophia NİZHARADZE Konseri (18.35-18.55)
• ŞİİR BAHÇESİ (19.00-20.10)
Asuman SUSAM, Azad Ziya EREN, Barış PİRHASAN, Betül DÜNDER, Blandine MERLE, Cihan OĞUZ, Claire LAJUS, Elif LABUXİERE, Enver ERCAN, Fergun ÖZELLİ, Hayri K. YETİK, Jorge TORRES, Mehmet Mümtaz TUZCU, Michelle CASSİRE, Muzaffer KALE, Namık KUYUMCU, Nesrin Kültür KİRAZ, Paola RUFİLLİ, Rahmi EMEÇ, Ünal ERSÖZLÜ, Yücel KAYIRAN
• ERHAN DOĞAN JAZZ PROJECT Konseri (20.15-21.00)

( Sokak programları kötü hava koşullarında Prof. Dr. Türkan Saylan Alsancak Kültür Merkezi’nde sürecektir )