25 Haziran 2016 Cumartesi

MÜLTECİ


  Mülteci(sığınmacı), kendine bir sığınak(melce) arayan kişi demek…

    Sığınmak amacıyla göçmek anlamına gelen iltica da aynı kökün bir türevi.

    Böyle baktığımızda Arapçanın ifade gücüne, tek bir kökten sözcükler türetme yeteneğine hayran olmamak mümkün değil.

    21 Haziran Salı gecesi İzmir Alsancak Meydanında düzenlenen Mülteciler Günü etkinliğinde ülkemizde mülteci olarak yaşayan Suriyeli şairlerden şiirlerini dinlerken de Arapçanın ses gücünü yine duyumsadım.

    Bu dil bizim kulağımıza bir dua dili olarak yerleşmiş.

    Dua eninde sonunda bir yakarıdır ve yakarının gerektirdiği biraz da tekdüze ses tınılarıyla uzayıp gider.

    Alsancaktaki gecede işittiğimiz Arapça ise  kimi yerde bir çığlık, kimi yerde meydan okuma ve hesap sorma, kimi yerde bir iç dökme seslenişiydi…

    Genç şair Ahmet  Cundi, Türkçe çevirisi de okunan şiirinin bir yerinde  şöyle diyordu: Ağaç burada da orada da aynı ağaç/Ama ben yurdumdaki ağacın gölgesinde uyumayı özledim



                                                                       ****

        Sözünü ettiğim gece, ilk kez 2001’de kutlanan 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nün bir gün sonraki kutlamasıydı.

       Gerçi bu kutlama sözü, konunun içeriğine pek de uygun değil.

       Mülteciliğin nesini kutlayacaksınız.

      Gecede şiir okuyan Suriyeli hanım şairlerden  Nejma Serac’ın şiiri, katliamda yitirdiği yakınları içindi ve gerçek bir çığlıktı.

      Bu şirinin Türkçesini bilmek isterdim.

      Mültecilerle dayanışma gecesinde şiirlerini okuyan şair arkadaşlar kendi ülkelerinin şiirinde nasıl bir yere sahiptirler, bilemem. Fakat toplam dört şairin şiirlerinden çıkardığım sonuç, hepsinin de büyük bir şiir geleneğinin esintilerini duymuş olduklarıydı..

      Savaş ve mültecilik acıları ise duygularını ve dillerini daha keskinleştirmişti…

      Orada yaptığım konuşmamda söylediğim gibi, bu acı yabancı değildi bana.

      Çünkü 1980 sonrasında ülke dışına zorunlu çıkışımda bulunduğum ülkede bana verilen sığınmacı pasaportunda “Türkiye dışında  bütün  ülkelerde geçerlidir” diye bir yazı vardı.

       O pasaportu ve aynısı aynı yazıyla o sırada dört yaşındaki kızıma da verilen  sığınmacı pasaportunu o acı günlerin bir anısı olarak saklıyorum…

           Konak Belediyesi Kent Konseyi Mülteci Meclisi ve Mültecilerle Dayanışma Derneğinin  düzenlediği, Türkiye Yazarlar Sendikası Ege Bölgesi temsilcisi şair arkadaşımız Hülya Deniz Ünal’ın öncü katkılarıyla gerçekleşen programda Suriyeli şairlerin yanı sıra bizler de şiirlerimizi okuduk. Dayanışma gecesinde İzmir Müzisyenler Derneğinden sanatçılar geceye  daha bir renk kattılar ve program birlikte çekilen halaylarla sona erdi.  

                                                       ***



     Yazıya Arapça mülteci sözcüğüyle başladım, yine Arapça mürteciyle sürdüreyim.

       İrtica ile aynı kökten türemiş mürteci, kapkara bir gericiliğin adıdır.

       Ve yazıyı izninizle şöyle sonlandırayım:

       Ülkenizde sayısı üç milyona yaklaşan savaş kurbanı mülteci konuklarımızın  bu kez de mürteci bir siyasetin  oy hesaplarının kurbanı durumuna düşmesini mutlaka engellemeliyiz.

        Tam da bu yazıyı yazmakta olduğum sırada yayıncı arkadaşım  CHP’nin Göç ve Göçmen Sorunlarını İnceleme Komisyonunca hazırlanan “Sınırlar Arasında” adıyla  henüz yayınlanan kitabını getirdi. Alt başlık ise son derece etkileyici ve düşündürücü: İnsanlık dramından insanlık sınavına…

        Bizler bu sınavı başarıyla verebilirsek bugünün mültecileri içinden yarının pırıl pırıl aydınlanmacıları çıkacak, mürtecinin karanlık hayalleri hayal olarak kalacaktır…





Ataol Behrmoğlu/Cumartesi Yazıları/250616

18 Haziran 2016 Cumartesi

VAZİYET

 Deniz Som’un  Cumhuriyet’teki köşesinin “Vaziyet” adını taşıdığı umarım unutulmamıştır.
      Kalbi,beyni, vicdanı som altından bir yazar ve arkadaş olan Deniz’i 2010’da yitirişimizden bu yana altı yıl geçmiş.
     Doğrusunu söylemek gerekirse, ben daha çok zaman geçmiş olduğunu düşünmüştüm…
    Çünkü bu ölümün üzerinden geçen altı yılda ülkemizde ve  dünyada olanlar ve olmayı sürdürenler birkaç yıla sığacak gibi değil…
     Bu haftaki yazımı düşünürken aklıma sevgili arkadaşımın yazılarına ana başlık olarak seçtiği “Vaziyet” sözcüğü takıldı nedense…
     Durum değil de vaziyet…
     Acaba neden?
     Sevgili Deniz üst üste tüttürdüğü sigaralardan  sararmış bıyıklarının  altından o hınzır gülüşüyle buna  şöyle bir yanıt verebilirdi büyük olasılıkla:
    Çünkü “ durum” soğukkanlı bir saptama gerektirir. Mizaha, öfkeye  fazla yer olmayan, nesnel bir saptama, bir dökümiii
     Örneğin hava durumu yerine hava vaziyeti denilemeyeceği gibi…
     Dilimizde “vaziyetin durumu” diye bir sözcük oyunu da vardır…
     Yazar arkadaşımızı sevgiyle, özlemle anarak,  ülkede ve dünyada vaziyetin durumuna, ya da durumun vaziyetine göz atalım… Diyebilirsiniz ki bir köşe yazısına sığar mı bu? Deneyelim…Olabildiği kadar…
                                            
                                                                      ***
 Ön sıralardaki bir haber: ABD’de genellikle eşcinsellerin uğrak yeri olan bit kahvedeki katliam.. Caninin adı BBC Türkçe internet sitesinde Omar Mateen, bizim Cumhuriyette Ömer Metin diye geçiyor. Hangisi? Bu adam Türk mü? Yine BBC internet sitesinde Amerika doğumlu Afganistan kökenli olduğu bildirilen bu kişinin eski eşinin adı kimi yerde Nur Salman  olarak geçerken BBC kaynağında Sitore Yusufi deniyor. Babasının adı konusunda da böyle bir karışıklık var. Bu katliam haberiyle ilgili olarak sadece Cuma günün Cumhuriyet’inin haberini okuyan kişi katilin Türk olduğunu düşünebilir.  Bu konuda Ergin Yıldızoğlu’nun Perşembe günkü  köşesinde “Orlando Katliamı Üzerine Düşünürken” başlıklı yazısı okunmalı. Katliamın tam da ABD  başkanlık seçimleri öncesine rastlaması,katilin polisle ilgili kurumlarda çalışması  çeşitli kaynaklardan görülebilen kullanılmaya yatkın kişiliği  Ergin Yıldızoğlu’nun ima ettiği kuşku üzerinde düşünmeyi gerektiriyor…
                                                         ***
      İngiltere’de mültecilere ve çocuklarına yardım konusunda öncülük yapan hanım milletvekili Jo Cox’un bu kez fanatik bir İngiliz cani tarafından tam da İngiltere’nin  AB üyeliğinin  oylanması yaklaşmadayken katledilmesi ABD’deki faciadan bağımız sayılamaz.
       ABD’de, Batı ülkelerinde nazizmin, faşizmin,  ,ırk ve din ayrımcılığının, (geleneksel Türk ve Türkiye karşıtlığı başta olmak üzere)yabancı düşmanlığının   giderek yükselişi sır değil…
        Kökten dinci İslam’ın(İŞİD caniliğinin) emperyalizmle adı konulmamış işbirliğinin de sır olmadığı gibi…      
      Bu arada Fransa’da sosyalist cumhurbaşkanının işçi eylemlerini yasaklama tehdidi  vb…
                                                    ***
 Kendi ülkemizde yaşmakta olanların hangi birinden söz edelim…
        “Bir Gün”ün Cuma günü ilk sayfada üst manşetten verdiği habere göre “Din Öğretimi Genel Müdürlüğü” bünyesinde “bilimsel bilgilerin ayet ve hadislerle açıklanmasını denetleyecek bir komisyon” kuruluyormuş.
         “Namaz kılmayan hayvandır”dan  sonra şimdi mazeretsiz(hiç değilse mazeret şansı var!)
namaz kılmayanların idam edilme konusu gündemde.
          Sümeyye Erdoğan hanımefendinin kurduğu “Kadın ve Demokrasi Derneği” başkanı bir başka hanımefendiye göre Cumhuriyet’le getirilen  kadın-erkek eşitliği” İslamın  kadın ve erkeğe  yüklediği gerçek rollere uymuyor”muş…
           Melih Gökçek’in sadece kadınları taşıyacak “pembe tren” projesi, vb…
           Ve yine bizden son bir haber:”Sanayide 41 bin, tarımda 100 bin istihdam azaldı”
           Perşembe günkü Cumhuriyet’in bu haberinden sonra Cuma Cumhuriyetinde Kâmil Masaracı kahramanlarının muhteşem diyalogu:
                   -İşsizlik altı milyona dayanmış…
                   -Az kaldı,hiçbirimiz çalışmıcaz….

                                   ***
  İşte sevgili Deniz, senin ayrılışından altı yıl sonra dünyamızda vaziyetin durumunun, ya da durumun  vaziyetinin bir bölümü böyle…

      Yani değişim var ama, daha kötüye…

11 Haziran 2016 Cumartesi

SINIR TANIMAYAN KÖTÜLÜK


Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’nü bilirsiniz.
    1971 yılında Fransa’da bir grup doktor ve gazeteci tarafından kurulmuş.
    Amacı, özetle,  savaş , doğal afetler , salgın hastalıklar nedeniyle yıkıma uğramış  bütün ülkelerde sınır tanımaksızın yardım elini uzatmak…
    Nitekim geçtiğimiz yıl, sayısı 30.000’e ulaşan doktor, hemşire ve her alanda  uzmanlarıyla 70’ten fazla ülkeye tıbbi destek ve yardım sağlamış.
   “Médecins Sans Frontières” olan Fransızcasının  baş harflerinden oluşan kısa adıyla, MSF diye bilinen bu sivil toplum örgütü, iyiliğin her anlamda sınır tanımazlığının seçkin bir örneği.
                                                     ***
 Ülkemizin sınırları dışında, Fransa’da bulunduğum şu son birkaç günde Türkiye’de yaşanmakta olan kötülükler, bana iyilik gibi kötülüğün de  sınır tanımazlığını örneği olarak göründü.
    7 Haziran Salı günü İstanbul’un kalbi sayılabilecek yerlerden  Veznecilerde patlatılan bomba, bildiğimiz kadarıyla yedisi polis, geri kalanı oradan geçmekte olan yurttaşlardan toplam on bir kişinin ölümüne neden oldu.
    Yayın yasağı getirildiği için başkaca bilgi sahibi değiliz.
   Yayın yasağı denilen şeyin, olayın aydınlatılmasıyla değil karartılmasıyla ilgili olduğundan kimsenin kuşkusu olmamalı.
   Bir şeyin üstüne örtersen onu hiç olmamış gibi akıllardan silebileceğini  sanmak baskıcı yönetimlerin her zamanki yanılgısı ve  karartma yöntemidir.
  Sonuçta hiçbir şey gizli kalmaz.
 Yayın yasağı olduğu için herhangi bir örgütün sorumluluk üstlenip üstlenmediğini bilmiyorum.
Fakat üstlensinler ya da üstlenmesinler   akla ilk gelebilecek tetikçiler kim olursa olsun, asıl sorumlunun ülkeyi her an biraz daha bilinmezliklerin karanlıklarına  gömen siyasal iktidar olduğundan kendi payıma hiçbir kuşkum yok.
                                                               ***
      Hemen ardından Fatih Camisindeki cenaze töreninde yaşananlar..
     Başbakanın  burnunun dibine kadar girerek onunla samimi poz verebilen  kişi ya da kişiler, az sonra CHP liderini sözle ve  mermiyle  tehdit ediyor.
     Törende CHP çelengi parçalanıyor.
    Neden?
    Veznecilerde işlenen cinayetin sorumlusu CHP ve lideri mi?
        Sınır tanımayan kötülüğün, daha doğrusu tetikçilerinin bu gibi sorularla ilgisi yok.
       Onlar görevlerini yerine getiriyor.
      Cami avlusundaki  tetikçilerin suratlarına baktığınızda bunu görüyorsunuz.
      Televizyon programı çıkışında medya mensubunu döven, gazete basan, adliye sarayı önünde gazeteciye kurşun sıkan  aynı kişiler…
      Yüzlerde aynı bönlük, aynı ifadesizlik.
     Hareketlerde aynı kof kabadayılık, sırtını bir yerlere dayamış olmanın arsızlığı, pervasızlığı…
    Koşullar değiştiğinde bir anda zavallılığa,inkâra  dönüştüğünü bizde ve başka ülkelerde örneklerini çokça gördüğümüzü bir sahte kahramanlık gösterisi…
                                                       ***
 Sizi ülkenizin dışındayken de gelip bulan bu sınır tanımaz kötülüğün nedeni,ciğerimi ye kültüründen;minareler süngümüz,dindar ve kindar nesil yetiştireceğiz,oluk oluk kan akacak tehdit ve çağrılarından başka ne olabilir?

İki yüz yıldan fazla bir aydınlanma savaşımı sonucunda nice özveriyle kurulabilen çağdaş Türkiye Cumhuriyeti, her gün, her an biraz daha sınır tanımaz bir kötülüğün karanlıklarına, bütün ülkede gerçekten de oluk oluk kan akmasına yol açacak bir iç savaşa sürükleniyor.

4 Haziran 2016 Cumartesi

NÂZIM’I ANARKEN



Cumartesi Yazıları,040616

Nâzım Hikmet’in fiziksel yaşamının sona erdiği 3 Haziran 1963’ten bu güne  53 yıl geçmiş oluyor.

     Bir mucize olsa ve Nâzım Hikmet bugün gelip yaşayanların arasına katılsa, en çok merak edeceği  şeylerin başında hiç kuşkusuz, canından çok sevdiği memleketinde ve bütün varlığıyla bağlı olduğu dünyada bu elli üç yılda neler olduğuydu…

     Dünyayı bir an bir yana bırakıp ülkemize bakalım…

     Umut dolu 60’lı yıllar hızla geride kalarak 70’li ve 80’li yılların karanlıklarına girilmiş…

     70’li yılların ortalarında tünelin ucunda ufacık bir ışık kırıntısı görünse de yine hızla bu kez günümüze kadar uzanan ve gitgide daha da koyulaşan zifir karanlıklar içine dalınmış.

    Dünyaya da kısacık bakarsak, Sovyetler Birliği dağılmış, Balkan ve ardından Irak vahşetleri yaşanmış.

    Ortadoğu kan gölüne değil kan okyanusuna dönmüş.

    Sosyalizme bağlı umutlar gölgelenmiş…

     Böyle bir Türkiye’de ve dünyada bilimsel sosyalist dünya görüşünü benimsemiş ve içselleştirmiş bir şair ve eylemci aydın olarak Nâzım Hikmet ne düşünür ne yapardı dersiniz?..



                                                               ***

       Bence öncelikle karamsar ve hele hiç ümitsiz olmazdı…

       Çünkü benimsemiş ve içselleştirmiş olduğu dünya görüşü, gerçeğin, gerçekliğin durağan değil değişken ve devingen olduğunu gösterdiği için, bu gerçekliğin kötüye olduğu kadar ondan daha da çok iyiye doğru evrilmeye eğilimli olduğunu bilirdi…

    Bilimsel sosyalist dünya görüşünün olmazsa olmaz temel dayanaklarından birini oluşturan(ötekisi sınıfsal aidiyet ve mücadele kavramıdır) hümanizm ve  aydınlanma düşüncesini doğal olarak içselleştirmiş bir aydın olarak  insandan ve insanlıktan ümidini kesmezdi.

     Şiirleriyle, yazılarıyla, konuşmalarıyla bunları dile getirirdi…

                                                             ***

      Bununla yetinir miydi?

     Kuşkusuz hayır!

     Sosyalizmi olduğu kadar Atatürkçü aydınlanma ve yurtseverlik değerlerini benimsemiş bir aydın olarak  ülkemizin bütün insanlarına, sınıfsal ya da etnik aidiyet farklılığı  gözetmeksizin barış, birliktelik  ve emperyalizme karşı mücadele çağrılarında bulunurdu.

      Bu yöndeki etkinliklerde ve eylemlerde öncülük yapar, en önde yer alırdı.

      Gezi direnişine katılır, biber gazı ve tazyikli su saldırılarına yine en önde göğüs gererdi.

      Gerici, karanlıkçı, halk, emek, yurt düşmanı yönetimleri en ağır dizeler ve sözcüklerle suçlar; ulusal bayramların kutlanmasını engelleyen, tarihimizi tersinden okumaya ve okutmaya çalışan  aydınlanma ve cumhuriyet düşmanlığına karşı, sözleri, şiirleri ve etkinlikleriyle mücadele ederdi…

    Halkın değerlerine  ve inançlarına saygısı  hiçbir zaman eksilmeksizin din ve inanç sömürücülerine en öldürücü oklarını gönderir; bütün bunları yaparken ölüm ve cezaevi  tehditlerini zerrece umursamazdı…

       Bu konularda sadece laf üretip eylemde geri kalanları yeri geldikçe yine en acıtıcı sözlerle eleştirmekten çekinmez; onlara cesaret, akıl ve eylem kararlılığı kazandırmaya çalışırdı…

     Çünkü, başa dönerek söyleyecek olursam, gerçeğin ve gerçekliğin iyiliğe, mutluluğa, aydınlığa doğru yönlendirilmesinin öncelikle onun doğru bilgisine sahip  olmakla ve   yanı sıra da  ancak eylemle  gerçekleştirilebileceğini bilirdi…

                                                        ***

   Nâzım böyle düşünür, böyle davranır, böyle yapardı…

   Fakat o bugün bunları fiziksel varlığıyla yapamayacağına göre, şiirlerinden ve etkinliklerinden yola çıkarak bizim yapmamız gerekiyor…

    Ölüm ve doğum yıldönümlerinde büyük toplumcu ve yurtsever şairimizi anarken yapılması gereken,  onun coşku dolu şiirlerini tekrar ederken bu şiirlerin  sadece coşku uyandırmak için değil aynı zamanda birer eylem çağrısı olduklarıdır..

     CHP İzmir İl Örgütünün dün gerçekleştirdiği büyük ve başarılı anma törenindeki konuşmamda söylediklerim de özetle bunlardı…

 

___________________________________________________________________________
Okuma Önerileri:

Hasan Öztoprak,Kaderin Bir Cilvesi,Tekin yayınevi.(İstanbul gecelerinin alışılmadık bir romanı…)

Uğur Kökden; Yüzler,Gizler,İzler,YKY.(Dünyadan ve bizden yazarlar,şairler üstüne denemeler)

Soner Yalçın,Galat- ı Meşhur,Kırmız Kedi Yayınları(Doğru sandığımız yanlışlar üstüne zevkle okunacak bir çalışma)