31 Mayıs 2014 Cumartesi

GÜZEL ŞEYLER…




Bu hafta hayatımızı kuşatan kötülüklerin inadına güzel şeylerden söz edeceğim. Kötülükler zaten yanı başımızda, her günümüzde, her dakikamızda, hayatımızın içinde, tam ortasında… Onlardan söz etmeyi bir süre erteleyerek Gezi başkaldırısının haftasında sizlerle güzel şeyler paylaşmak istiyorum… Güzel şeyler ise benim için öncelikle kitaplardır… Okuduklarım, okumakta olduklarım, okuyacaklarım, okumak istediklerim…
Roma’da Shelly-Keats müze evinde Romantizm üzerine İngilizce, şirin, küçük bir kitapçık satın aldım. Çizimlerle desteklenmiş, bir romantizm tarihi bu. Aynı zamanda bir felsefe, sanat tarihi el kitabı da sayılabilir…Cebimde, çantamda gezdiriyor, vapurda, metroda fırsat buldukça birkaç sayfa okuyorum…
Romantizm üzerine son yıllarda dilimizde de çok güzel kitaplar yayınlandı…”Devrimci Romatizm”( Pek çok yazardan harika bir derleme),”İsyan ve Melankoli”(M.Löwy-R.Sayre) satır altlarını çize çize okuduklarımdan… “Romantikliğin Kökleri” (İ.Berlin) ilk fırsatta okumak üzere ayırdıklarımdan…
Romantizmden açılmışken… Yukarıda adlarını andığım, ikisi de çok genç yaşta yaşama veda etmiş iki büyük İngiliz romantiğini, Shelley ve Keats’i Türkçede ne kadar tanıyoruz?..(Shelley’nin “A Defence of Poetry”/Bir Şiir Savunusu adlı yazısı dilimize çevrildi mi bilmem. Şiirlerinin yanı sıra mutlaka okunmalıdır…
Yazımı sadece romantizm üzerine sürdürebilirdim ve yine de çok eksik kalırdı. Romantizm, gerçekçiliğin karşıtı değil bence… Yaşamlarımız en acıtıcı gerçeklerle dolup taşıyor olsa da, romantizmden yoksun bir devrimci kuram ve eylem bile bence çok eksiktir… Bu konularda yazmayı sürdürmeliyim…


***
Horace Walpole adını ve “barok roman”ı “Otranto Şatosu”nu biliyordum kuşkusuz. Fakat kitabı okumamıştım. Roma’da satın aldığım romantizm el kitabında bir daha karşıma çıktı… Kabalcı Kitap evinde ele geçirdim bu kitabı… Kocaman bir roman olmalı diye düşünürken, pek öyle olmadığını gördüm…Bu yaz mutlaka okuyacağım kitaplar arasında yerini aldı… Bu arada aynı kitapevinde
Yeni bir “Faust” çevirisiyle karşılaştım… Bu Goethe klasiğinin dilimize ilk nesir çevirisi bildiğim kadarıyla Sadi Irmak’ındır.Kitaplığımda, doğrusu okumak fırsatı bulamadığım bir N.Ülner çevirisi vardı. Sözünü ettiğim daha yeni çeviriyi de(İ.Cankorel) belki karşılaştırmalı bir okuma için merakla satın aldım… ***

Nedenini bilmiyorum, fakat büyük oylumlu kitaplar sanki daha çok ilgimi çekiyor ve bende okuma tutkusunu daha çok ateşliyor…
Alman felsefecisi H.J Störıg’ın yine son zamanlarda masamdaki kitaplar arasında yer alan “Vedalardan Tractatus’a Dünya Felsefe Tarihi”(Çev.N.Epçeli) adlı yapıtı bunlardan biri… Yanı başında Tübitak’ın Tübitak olduğu sırada yayınlanmış, arada bir göz attığım büyük oylumlu “Bilim Tarihi” duruyor…(Colin A.Ronan’dan çevirenler:Prof.E.İhsanoğlu ve Prof. F.Günergun).. Bilim tarihi(ve kuşkusuz sanat, felsefe, edebiyat tarihleri) okumanın insanı daha çok insanlaştıracağından kuşku yok… Çünkü insanın daha çok insanlaşması da insan olmaktan gitgide uzaklaşması da bir diyalektik yasasıdır…
***
Yazıya başlarken şu anda elimin altındaki bütün kitaplardan söz etmeyi tasarlıyordum… İsteğimi gerçekleştirmeyi bir sonraki yazıya ertelerken bu yazıyı yine masamda üst üste duran kitaplar arasındaki kitaptan, Max Horkheimer’in “Akıl Tutulması”yla (Çev.O.Koçak) Birgül Ayman Güler’in aynı adı taşıyan kitabından söz ederek tamamlayayım… Horkheimer çok önemli kitabında, demokrasinin felsefi temeli yıkıldığında diktatörlük kavramını değerlendirmenin nasıl göreceleştiğini; çoğunluk, halk oylaması gibi olguların demokrasiyle birebir ilişkisi bulunmayışın kavramsal temellerini açıklıyor…
Birgül Ayman Güler’in aynı adı taşıyan çok değerli çalışması ise, yine demokrasi kavramı ve özellikle de ulusal kimlik konularında ülkemizdeki akıl karışıklığı ve saptırmalara ışık tutuyor…
Her iki “Akıl Tutulması” da okunduktan sonra bir kenara konulmayıp zaman zaman yeniden göz atılması, üzerlerinde düşünülmesi gereken yapıtlar…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/310514






"GEZİ BAŞKALDIRISI ONURUMUZDUR"




25 Mayıs 2014 Pazar

İTALYA NOTLARI(1)




Başka Gökler Altında” adlı kitabımda yer alan “Venedik” başlıklı yazının altında “9 Kasım 2009” tarihini gördüğümde bir an gözlerime inanamadım. Demek ki bir önceki İtalya yolculuğumun üzerinden birkaç ay sonra beş yıl geçmiş olacak…
Sanırım zamanla insan ilişkisinde genel bir yanlışlık, bir uyuşmazlık var…
Bir önceki yolculuğun Venedik izlenimleri taptazeyken, aradan baş yıl nasıl geçmiş olabilir…
Yaşam sürecinden kopup giden bu beş yıl nasıl geçti, hak edildi mi?..
Geçen zaman düşünüldüğünde, sanki tek bir an, tek bir saniyeymiş gibi geliyor insana…
Yaşandı ve bitti…
Bitti mi?..
Arada bir yazdığım güncelerime göz attığımda, yaşanmış olanlar ancak o zaman yeniden anımsanıyor…
Bir de kitaplar…
Onlar, geçen zamanın tanıkları gibi duruyor ve nedense (fotoğrafların tersine) pek de eskimiyorlar…
Birkaç yıl önceki fotoğraflara bakmak bile üzüntü verici olabilirken; kitaplar, yazılar,şiirler, geçen zamanı umursamazca sürdürüyorlar zamansız varoluşlarını…


***


Venedik’e bu kez 11-12 Mayıs günlerindeki“Uluslar arası” VIII: Venedik Şiir Festivali”nin konuğu olarak gittim…
Adı büyük, bütçesi oldukça sınırlı bir festival bu…
Yanı sıra, Venedik’in ve genel olarak İtalya’nın, pahalı bir kent ve ülke olduğunu söylemeliyim…
Resmi açılış sonrasında “Bistrot de Venise” de, Raffaelli yayınevince özenle basılan şiir kitabım için tanıtım toplantısı yapıldı.Şiirleri çeviren,kitabın yayınına emek veren şair dostların Paolo Ruffilli ve Zingonia Zingone uzunca konuşmalar yaptılar… Ben birkaç şiirimi, arkadaşlarım İtalyancalarını okudular. Bütün konuk şairler oradaydılar. Fakat toplantı sadece benim kitabım için düzenlenmişti.
Ertesi gün “Campo Santa Margherita”nın büyük salonunda, İtalya’dan ve başka ülkelerden şairler, şiirlerimizi okuduk.
Başka ülkelerden şairler şiir okurken arkadaki ekrandan İtalyanca çeviriler de akıyordu… Şiir severlerle dolu salonda gerçek bir şiir şöleni yaşandı… Her ikisi de şair olan Giuliana Grando ve Anna Lombardo’nun yönetimindeki Venedik Şiir Festivali, geride bu kente yaraşır ışıktan izler bırakarak sonuçlandı…
Venedik notlarımı bitirmeden, Venedik Ca’Foscari üniversitesi Türkoloji bölümü öğrencileri için yine kitabımın ve Türk şiirinin tanıtılması amacıyla, bölüm başkanı, değerli Türkolog ve kültürümüzün gerçek dostu Prof. Gampiero Bellingeri’nin üniversitede düzenlediği toplantıdan da söz etmeliyim.
Bellingeri Türk edebiyatı üzerine önemli yapıtların yazarı ve İtalyanca çevirmeni.
Çevirileri arasında N.Hikmet,Yahya Kemal, Y.K.Karaosmanoğlu,Tarancı ve O.Atay’ın yapıtları da var.
Nedim’in şiirlerinden yaptığı, küçük bir kitap oylumunda bir önsözün yer aldığı çeviriler kitabının ise bir başyapıt olduğunda kuşku yok…
Öğrencilerle sıcak, samimi bir toplantı gerçekleştirdik…
Gampiero Bellingeri gibi, kültürümüzün başka ülkelerde tanıtıcısı olan kültür elçilerimize sonsuz teşekkür borçluyuz…
Bologna, Florensa ve Roma notlarımı, önümüzdeki bir, belki birkaç yazıya bırakıyorum…



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/250514

24 Mayıs 2014 Cumartesi

HEM SUÇLU HEM GÜÇLÜ


Emre Kongar Perşembe günü “AKP,Krizleri Nasıl Yönetiyor başlıklı yazısında,özlü, mantıksal, açık seçik bir anlatımla,
bu partinin, daha doğrusu başındaki kişinin ve onun direktifleriyle de buyruğundakilerin gerçekleri nasıl ters yüz ettiklerini gösteriyordu.
Bu ters yüz etme işinde kullanılan yöntemleri ise şöyle sıralıyordu:
Komplo iddiası, darbecilik suçlaması,düşman yaratma, nefret söylemi, şiddet, baskı… Başkalarını da ekleyebiliriz: Yalan, iftira,tehdit,şantaj, rüşvet,din bezirgânlığı vb… Söz konusu kişinin ve çevresinin bu özelliğine çok çeşitli ve aşağılayıcı tanımlar bulunabilir ama, konuşma dilimizde çok kullanılan ortalama bir deyimle yetineyim: Hem suçlu hem güçlü…


***
Çok sayıda örneğin akla ilk gelebilecek olanlarını vermeden önce deyimin kendisi üzerinde duralım…
Suçlu olmak olumsuzluk, güçlü olmak olumluluk içeren kavramlardır.
Fakat aynı kişinin bir eylemine, davranışına ilişkin olarak birlikte kullanıldıklarında güçlülük kavramı anlam değiştiriyor.
Hem suçlu hem güçlü dediğimizde, suçlunun suçunu kabul etmemek bir yana, üste çıkmaya, bununla da kalmayarak işlediği suçu başkalarının üstüne atmaya çalıştığını söylemiş oluyoruz….
Nasıl mı?
Yukarıda sıralanan yöntemlerle…
Deyimdeki güçlü sözü gerçekten güçlülüğü değil, utanmazlığı, şirretliği, karşısındakinin gözlerinin içine baka baka yalan söyleme erdemsizliğini anlatır…
Fakat böyle biri gerçekten de güçlüyse, erk sahibiyse,
durumun vahameti artıyor demektir…


***
Soma’daki facia bunun gerçekten de tipik bir örneği.
En baş suçlunun madenleri özelleştirme yasasını çıkaran iktidar ve ihalelerin kime verileceği kararını kendisine bağlayan kişi olduğu çok açık olarak ortadadır.
Üstelik bu tek bir olgu değil, bütün ülkenin alt üst edilmesi
olarak yaşanmakta olan bir durumdur.
Yetkiyi kendi üstüne alan kurum ya da kişinin sorumluluğu da üstlenmesi gerekmiyor mu?
Gerekiyor kuşkusuz.
Fakat tam bu noktada, hem suçlu hem güçlü olma deyiminin alanına girmiş oluyoruz…
Sorumluluk üstlenilmek bir yana, trajedinin boyutu küçültülmeye, çeşitli biçimlerde üstü örtülmeye çalışılıyor…
Acılı aileler para ya da tehditle susturulmaya, bir takım kiralık din bezirgânları kullanılarak gözleri korkutulmaya çalışılıyor…
Bu kadar aşağılık yöntemlerin, özellikle de din duygusunun böylesine alçakça sömürülmesinin uzak tarihimizde, orta çağlarımızda bile böylesine çirkin bir pervasızlıkla kullanıldığını sanmıyorum…
Sanki acı çekenlerin haykırışları, can çekişenlerin iniltileri; bir takım sahtekâr soytarıların içtenliksiz, sözüm ona duaları, fatihaları, cennet ve cehennem babalarının mülküymüş gibi ortaçağ papazlarını aratmayacak şarlatanlıklarıyla boğulup örtülmek isteniyor…
Ne için?
Emekçilerin teri ve kanıyla yükseltilmiş yerin dibine batası gökdelenlerinin, rezidanslarının, nereye istifleyeceklerini bilemedikleri paralarının selameti, saltanatlarının sür git devam etmesi için…

***
Hem suçlu hem güçlü olmanın bir başka yakın örneği “paraları sıfırla” rezaletinde yaşanmış olandır.
Herkesçe zaten bilindiği için ayrıntıya girmeye gerek yok
Bu olayda tanık olunan suçluluk ve güçlülük, yine yukarıda sıralanan ters yüz etme yöntemlerinin hepsi birden kullanılarak, parayı bilemem ama bütün insanlık değerlerinin sıfırlanmasıdır…


***
Konuyu burada keserek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelelim…
Hem suçlu hem güçlü deyiminin tanımladığı herhangi biri böyle bir makama üstelik halk oyuyla gelecek olursa, suçlarının hesabını vermek bir yana, güçlülüğü her anlamda daha da sınırsızlaşacak demektir….




Ataol Behramoğlu/Cumartesi yazıları/240514














17 Mayıs 2014 Cumartesi

CEHENNEM


Roma-


Dante Alighieri’nin ülkesi İtalya’dayım…
Floransa’dan bindiğim tren Roma garına girerken aklımdan “İlahi Komedya”nın giriş dizeleri geçiyordu…
O, karanlık bir ormanda yolunu yitirdiğinde yaşam yolunun yarısındaydı…
Ben Roma’ya girerken onun hesabına göre yaşam yolunu tamamlamış olmalıyım…
Cahit Sıtkı “Otuz Beş Yaş…”ında Dante’yi izlemiş, fakat hesap tutmamıştı…
Benim için hesap tutar mı tutmaz mı, tam bıçak sırtında olduğum için, bir şey söylemek için henüz erken…


***
İtalya’ya bu yolculuğum, 10 Mayıs Cumartesi günü, Venedik’le başladı.
Aynı gün ve ertesi gün, Venedik Şiir Festivali’nde, İtalya’da yayınlanan şiir kitabım tanıtıldı.
İki yıl kadar önce gezip gördüğüm bu olağan dışı şehri bu kez daha bir sevdim. (Özellikle olağan üstü demiyorum, olağan üstü değil belki, ama kesinlikle olağan dışı, benzersiz, biricik.)
Venedik’ten yine kitabım için(Dante’nin, Erasmus’un, Kopernik’in eğitim gördüğü,Avrupa’nın en eski üniversitesi) Bolonya Üniversitesinde düzenlenen tanıtım toplantısına katılmak üzere birkaç saatliğine Bolonya’ya geçtim…
Ardından bir gece Floransa’da kalıp bugün(14 Mayıs) Roma’ya ayak bastım…
Yarın “Casa Dele Leterature”de bu toplantıların en büyüğü, sanırım en geniş katılımcısı yapılacak.
Bunları ve bu yolculuğa ilişkin başkaca izlenimlerimi önümüzdeki haftanın Pazar söyleşisinde ayrıntılarıyla anlatmayı tasarladığım için burada ayrıntıya girmiyorum…
1265-1320 yılları arasında yaşamış Dante’nin mezarının Floransa’da olduğunu orada öğrendim.
Bir saygı ziyareti için bu yolculukta vakit yetmediyse de ünlü resminden daha genç bir Dante anıtı önünde fotoğraf çektirebildim…
Başlı başına bir tarih olan Floransa’yı gezip tanımaya tek bir gün kuşkusuz ki yetmez…


***
Bu sabah Floransa’da uyanıp interneti açtığımda Soma cehenneminin haberleriyle karşılaştım…
2005’te özelleştirilen işletmedeki katliamın sorumluklarına ve onların da ardındaki asıl sorumlulara ben de “twit”lerimle lanetlerimi gönderdim…
Epeyce yıl önce Soma’daki bir dinletimizin ardından yazdığım “Soma Ne Kadar Uzak” başlıklı yazımda, Soma’daki denetimsiz kömür üretiminin yarattığı hava kirliliğinin ürkütücü sonuçlarını rakamlarla sıralamıştım… (Bu yazı Cumhuriyet sitesinde, ya da “Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda bulunup okunabilir.)
Bu bahtsız kentimiz bu gün büyük bir faciayla, bir cehennemle karşı karşıya…
Baş sorumlular, devleti tümüyle ortadan kaldırarak ülkeyi kendileri için bir rant cennetine, emekçiler ve bütün bir toplum için denetimsiz, dizginsiz bir sömürü cehennemine çevirenlerdir…


***
Yine epeyce yıl önce sevgili ve saygın dostum Rekin Teksoy’un olağanüstü güzel çevirisinden “İlahi Komedya”yı okurken, genişletilip kitap olabilecek kapsamda notlar almıştım…
Ölümsüz yapıtının “Araf” bölümünde ülkesine “Ey köle İtalya, acılar ülkesi/Fırtınada kaptansız gemi” dizeleriyle seslenen büyük şair,
Cehennem”deki gezisinde “ağır suçlular” arasında gördüklerinden bazılarını, sanki bugünleri, günümüz Türkiye’sindeki cehennemlikleri de görüyormuş gibi “din sömürücüleri, rüşvet yiyenler, ikiyüzlüler, bölücüler, vatanlarına ihanet edenler…” diye sıralıyor…
Fazlası yok, eksiği var…” Rantçılar, holdingciler,para sıfırlayıcılar, yalancılar, ahlâksızlar, soyguncular, emek düşmanları, savaş kışkırtıcıları …”.diyerek listeye biz de katkıda bulunalım….



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/170514

11 Mayıs 2014 Pazar

MAGAZİN


“Webster”in 2129 sayfalık devasa sözlüğünde, magazin sözcüğünün İngilizceye eski Fransızcadan geçtiği yazılı.
Bize de Fransızcasından gelmiş olmalı.
İlk anlamı depo, bir malın sakladığı yer vb.
Aslı Latince olabilir mi diye araştırdım, değil.
İngilizce-Latince sözlükte magazin karşılığında herhangi bir benzerliği bulunmayan başka bir sözcük yer alıyor.
Zaten yazımın amacı dil araştırması değil.
Fakat bir konuda yazarken kavramın arka planlarını araştırmak fena olmuyor…

***
Depo ile hafif ve herkesin ilgisi çekebilecek haberler içeren resimli dergi arasında nasıl
bir ilişki olabilir?
Ben çözemedim.
Meraklı okurlarımdan bilen, herhangi bir yorum yapabilecek olan varsa, bildirirse sevinir ve paylaşırım.
Acaba, haberlerin bir depoda gibi üst üste yığıldığı bir yayın organı mı denmek isteniyor?
Çok uzak bir olasılık…
Adının kökeni ne olursa olsun, yaşamlarımızı baştan aşağı kuşatan bir olgudan söz ediyoruz.
***


Batı ülkelerinin her hangi birinde kısa bir süre de olsa yaşayanların bildiği gibi, ciddi yayın organlarıyla magazin gazete ve dergileri arsında kesin sınırlar çizilmiştir.
Bizde bu alandaki vıcık vıcıklığa sadece Batı’da değil gezip gördüğüm hiçbir başka ülkede rastlamadım.
Gazeteler nasıl bu duruma geldi, doktora tezleri oluşturabilecek önemde bir konu.
Toplumun ahlâkça çöküntüye uğraması mı gazetelerin kimyasını bozdu, yoksa gazetelerin(ve kuşkusuz görsel medyanın) ahlâk çöküntüsüne uğraması mı toplumu da bozdu?
Karşılıklı bir etkileşim olduğunda kuşku yok…
Fakat bence asıl sorumlu, magazinleşen medyadır…


***
Magazin kuşkusuz sadece dökük saçık fotoğraf ve haberler demek değil.
En ciddi bir konuyu bile üslubunuzla, haberi veriş biçiminizle magazinleştirir, ciddiyetten uzaklaştırabilirsiniz…
Çok basit, sıradan bir örnek… Gazeteci arkadaşlarımdan kadınlara karşı işlenen suçlarda “öfkeli koca” gibi yakıştırmaların kullanılmamasını defalarca rica ettim…
Bir caniden öfkeli diye söz etmek cinayeti neredeyse hoş görmektir.
Fakat magazin kültürüyle kirlenmiş kafalara bunu anlatabilmek kolay olmuyor…


***
Yaşamlarımız magazin ahlâkının değerleriyle kuşatılmış…
Zihinlerimiz gerçekten de bir depo gibi düşük düzeyde görüntüler ve hiçbir yaşamsal değeri bulunmayan bilgi yığıntılarıyla dolup taşmada…
Magazin ahlâkı bütün insanlık değerlerini bozuyor, daraltıyor, kirletiyor, ciddi olmaktan uzaklaştırıyor…
Televizyon ekranlarında sıradan halk insanlarıyla hayatlarına dair yapılan röportajlara, söyleşilere bakın…
En yaşamsal, en önemli sorunlar, o sorunların sahiplerince bile bir anda sanki onların dışında bir olaya, bir gösteriş ve tüketim olgusuna dönüşüyor…
Magazin ahlâkı gerçeklik duygusunu öldürüyor… İnsanlar uyuşturucu almış gibi gerçeklikle ilgisi bulunmayan sanal dünyalara savruluyor…


***


Geride bıraktığımız 3 Mayıs, Dünya Basın Özgürlüğü günüydü.
Siyasetin baskı ve yasakları kadar medyayı kuşatan magazinleşme ahlâkı da sadece özgürlük için savaşım veren basını değil, onunla birlikte bütün bir toplumu tehdit ediyor….






Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/110514

10 Mayıs 2014 Cumartesi

TYS İLE KIRK YIL


Türkiye Yazarlar Sendikası kırkıncı kuruluş yılını kutluyor.
Bu kırk yıllık tarih hem yazar örgütümüzün, hem ülkemizin, hem de sendikaya 1974’teki kuruluşundan bu günlere emek vermiş herkesin
kişisel yaşamlarının tarihidir. Çünkü bütün bu tarihler, birbirinden ayrılamazca, birlikte,iç içe yaşandı…


***
1974 Eylülünde 4 yıllık yurt dışı serüveninden döndüğümde TYS kurulalı birkaç ay olmuştu. Doğal olarak hemen üyesi oldum ve bu gün meslek örgütümüzün kuruluşundan bu yana üyesi olma onurunu
taşıyan az sayıda kişiden biriyim. İlk başkan Yaşar Kemal’di. Sonraki başkan Aziz Nesin ise Türkiye Yazarlar Sendikasının gerçek anlamda yaratıcısıdır. Gerek yazarlık mesleğine ilişkin sorunlarımızın
çözümü, gerek düşünce özgürlüğü alanında bitip tükenmez savaşımlarımız, gerekse başka ülkelerin yazar örgütleriyle bağlantılar konusunda ona borcumuz sonsuzdur. Aziz Nesin’in başkanlığının sanırım ikinci döneminde sendikanın genel sekreteri olmuştum. Daha sonra da onun ardından iki dönem TYS başkanı olmanın paha biçilmez onurunu yaşadım. Kendisinden çok şey öğrendiğim Aziz Nesin’e ilişkin anılarım, ölümün hemen ardından yazdığım “Aziz Nesin’li Anılar” adlı kitabımdadır…


***
Türkiye Yazarlar Sendikası ve özellikle de Aziz Nesin aklıma ilk gelen yapıtlar Demirtaş Ceyhun’un anılarıdır.Başkaca da kitap oylumunda çalışmalar yapıldı mı, anımsamıyorum ve pek sanmıyorum. Bu konuda yazabilecek pek çok yazarımız bu gün ne yazık ki hayatta değil. . Bence şu anda bu konuda en geniş kapsamlı ürün verebilecek olan kişi, TYS’nin Aziz Nesin’den sonra belki en büyük emekçisi Adnan Özyalçıner’dir. Adnan Özyalçıner, henüz hayatta olan en eski üyelere de danışarak, görüş ve destek alarak böyle bir çalışmaya girişmelidir…


***
1970’li yıllarda, üç beş metre karelik emanet odalarda her an öldürülme tehdidi altında sendika çalışmalarını sürdürdük…
1980’de kapısına kilit vuruldu ve 12 Eylül mahkemelerinde
ağır hapis cezaları tehdidiyle yargılandık…
12 Eylül belası sonrasında bu kez kökten dinciliğin tırmanmasına karşı yine özellikle Aziz Nesin’in öncülüğünde bir başka savaşım başladı…
Sivas’ta Aziz Nesin ölümden kıl payı kurtulurken sendikaya sonsuz emek vermiş Asım Bezirci, yanı sıra da TYS üyeleri Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar gerici kudurmuşluğun kurbanı oldular.
Yetmişli yıllarda ve sonrasında katledilen ve çoğunluğu hiç kuşkusuz TYS üyesi olan yazarlarımızla birlikte Türkiye Yazarları Sendikası şehitler vermiş bir örgüttür ve onu gözümüz gibi korumamız gerekiyor…


***
Gelgelelim kırkıncı kuruluş yılı kutlanmaktayken Türkiye Yazarlar Sendikası yeni bir tehditle karşı karşıyadır. Günümüz Kültür Bakanlığı, sendikanın genel merkez olarak yararlandığı(F.Sağların bakanlığı döneminde elde edebildiğimiz) bir odacığın bulunduğu Yıldız Sarayı ek binalarından birinin arka cephesini oluşturan, Arabacılar Dairesi diye anılmaktayken TYS tarafından yazarlarımıza ilişkin anı ve belgelerin korunup sergilendiği bir müze belgeliğe dönüştürülen bölümü boşalttırmak istiyor…Belgelik boşaltıldığında, bugün hayatta olmayan seçkin yazarlarımızın yaşamlarına ve yapıtlarına ilişkin değerli belgeler çeşitli müzelere dağıtılacakmış… Tabii inanırsanız!..




***
Bütün uygar ülkelerde sanatçıların, yazarların yaşayıp ürettikleri yerler müzelere dönüştürülürken, bir çoğunda yazar örgütleri kendi mülkleri olan görkemli yapılara ve profesyonel sekretaryalara sahipken, nice emek ve özverilerle kırkıncı yılına ulaştığında hâlâ emanet bir odacıkta çalışmalarını sürdürmekte olan Türkiye Yazarlar Sendikası’na destek olmak yerine, edebiyat müzesine dönüştürülen koridorumsu bir bölüm, bir Arabacılar Dairesi çok görülüyor. ..Sendikanın bu konuda açtığı davanın sonucunu da beklemeksizin
Edebiyat müzesinin boşaltılmasını dayatan Kültür Bakanlığı ısrarını sürdürmeye devam ederse, bu büyük çelişkiyi ve yasa tanımazlığı uygar dünyaya açıklamakta çok güçlük çekecektir.




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 100514








MÜZE BELGELİK BAŞALTTIRILAMAZ!

3 Mayıs 2014 Cumartesi

GENEL BİR DEĞERLENDİRME




Parayı sıfırla” kod adıyla siyaset, devlet soygunculuğu, utanmazlık ve yüzsüzlük tarihimize geçecek olan yolsuzluk olayları ve operasyonları ile hemen ardından gerçekleşen yerel seçimler sonrasında bir genel değerlendirme yapmak gereğini duydum…
Bu genel değerlendirmeyi hem ülkemiz bakımından, hem de bir köşe yazarı olarak kendi adıma yapmayı deneyeceğim…
Bunu yapmayı başarabilirsem o günlerden bu günlere içimde büyüyüp duran gerginliğin yarattığı sıkıntı belki biraz hafifleyecek…

***
Ülke bakımından değerlendirmede kestirmeden gideceğim…
II. Mahmut’tan Mustafa Kemal’e, oradan 1960’a ve sonrasına aydınlanma değerleri bu topluma başından beri yukarıdan aşağıya
indirildi.
Başka türlüsü zaten olamazdı.
Fakat böyle olduğu ya da böyle olmak zorunda olduğu için de bu değerler parça buçuk kaldılar.
Toplumun bütününce benimsenip içselleştirilemediler.
Gericiliğin yükselişinin başlıca nedeni budur.

***
Cumhuriyetin ilk aydın kuşakları aydınlanma değerlerinin sarsılmazlığına inanmaktalardı.
Oysa bu değerleri savunacak örgütlenmeler bizzat Cumhuriyet yönetimlerinin kendilerince engellenip yaşatılmamıştı.
1960 sonrası kuşakları ve onlardan sonrakiler ise, 40’lı toplumculardan da el alarak çözümün sosyalizmde olduğunu düşündüler. Çoğumuz bu gün de böyle düşünmeyi sürdürüyoruz.
Fakat demokrasi konusunda üst üste sınıfta kalmış bir toplum nasıl sosyalist olacak?
Aydınlanma değerleri gibi sosyalizm kavramının da yoksul, eğitimsiz, bilinçsiz, kitlelere ulaşamıyor olmasının açıklanması yine bu sorunun yanıtında değil mi?
Örgütsüz, bilinçsiz, eğitimsiz kitlelerin yalan dolanla ve küçük maddi çıkarlarla kandırılıyor olmasının şaşılacak bir yanı yoktur.
Aydınlanma ve sosyalizm değerleriyle büyük halk kitleleri arasındaki kopukluk giderilmedikçe, biz aydınların kendi aramızdaki tartışmaların, çırpınmaların, itişip kakışmaların pratikte hiçbir anlamı ve değeri olamaz…
Ülke bakımından genel bir değerlendirme dediğim şeyin özeti de aşağı yukarı budur.
***

Köşe yazarı olarak kendime ilişkin değerlendirmeme gelince…
İktidarı ele geçirmiş olan bir çıkar grubu ve başındaki kişi hakkında yıllardır yazıp çizmekten sıkıntı ve usanç duyuyorum.
Bu sözcüklere çok daha ağırlarını da ekleyebilirim…
On yıl önceki güncel siyasal bir konuda yazılmış bir yazıyı bugün bir açıklama koymaksızın yeniden yayınladığınızda, okur haklı olarak yeni bir yazı okumakta olduğunu sanacaktır…
Çünkü hiçbir şey değişmiyor…
Ülkenin üstüne çöken lanet dağılmıyor. Karanlık seyreleceğine yoğunlaşıyor….
Her hafta aynı ya da benzer şeyleri yazıp durmak insanı kendi gözünde de değersizleştiriyor, insanlığını küçültüyor, sözünü ettiğiniz çirkinlikler dilinizi ve düşünme biçiminizi bozarak sanki sizi de çirkinleştirip bozuyor, değer yitimine uğratıyor…


***
Öyleyse… öyleyse sevgili okurlarımın da izniyle artık her hafta ille de güncel siyasetin dayattığı konularında yazmak zorunluluğunu hissetmeyeceğim…
Cumartesi yazılarıyla Cumhuriyet dergideki Pazar söyleşileri arasındaki bariyerleri de kaldırıyorum…
Artık bundan böyle her iki köşemde de her konuda yazacağım…
Güncel siyaset kurulduğu köşeden inerek yerini şiire, sanata, okuduğum kitaplara, kuşkusuz siyaset de içinde olmak üzere her alanda ilginç bulduğum farklı konulara, insan yaşamına ilişkin bin bir ayrıntıya bırakacak…
Biraz soluklanmak, yaşamı tek ve sevimsiz bir yönüyle değil bütünüyle kucaklamak ve yazı konularımı yıllardır her gün tıpkısını yaşadığımız ıvır zıvırdan çıkarmaya çalışmak yerine, daha tam, daha derinliğine, daha geniş bir yürekle insan olabilmek için…





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/030514

"Murat Albay'ın katilleri Balyoz kararını veren ve onaylayan hukuk cellatlarıdır."