26 Ocak 2013 Cumartesi

Grup Yoruma Baskın‏ fotoğraflar









GRUP YORUMA BASKIN





     Grup Yorum'un da içinde olduğu İdil Kültür Merkezi'ne sabahın saat dördünde polis baskınına uğradığını  Işıl Özgentürk'ün telefonuyla öğrendim.
     Bizlerin uzun süredir telefonlaşmalarımız çoğunlukla bu minval üzerindedir.
     Bizlerin derken, 12 Eylül öncesine kadar Türkiye Yazarlar Sendikamız vardı.
      Yine var ama, o günlerin koşuları başkaydı. Aziz Nesin vardı her şeyden önce.
     Uğursuz darbe sonrasındaki toplumsal aydın direnişinin adı da yine onun adıyla özdeştir.
     12 Eylül 1980 sonrasının bu günlerden farklı yanlarından biri, o günlerde telefonlarımızın herhalde( hiç değilse bu gün olduğu ölçüde) dinlenmeyişiydi.
      Telefon konuşmalarımız genellikle bir yoklama gibiydi.
       “ mısın, nasılsın, demek daha gelmediler “gibisinden...
       Nitekim, biraz da bu duyguları dile getiren Temmuz 1981 tarihli “Sesler” adlı şiirimin üzerinden çok geçmeden tutuklanacaktım...

              ***                                        ***                      ***
   Bu  günlerde  ise bir süredir sanki daha çok  Sanatçılar Girişimi bizleri buluşturuyor.
     Birkaç hafta önceki yazılarımdan birinde Bilgesu Erenus'la Topkapı Şişe Cam Fabrikasında direnişteki işçileri ziyaretimizi yazmıştım.
      Grup Yorum baskınını haber veren Işıl Özgentürk birkaç gün önce İdil Kültür Merkezine zaten bir destek ziyareti yaptığı için bu kez ben yine gazeteden bir muhabir arkadaşla Okmeydanının yolunu tuttum...
      Bu arada polis baskınının asıl hedeflerinden birinin de Çağdaş Hukukçular Derneği olduğunu öğrenmiştik.
      İdil Kültür Merkezinin bulunduğu sokağa doğru ilerlerken, gidilen yer sanki bir savaş alanıymış gibi, belli ki aynı yere gitmekte olan gaz maskeli bir kameramanın yanından geçtik..
      Bir süre sonra gazeteden bizim muhabir için de gaz  maskesi gönderilecekti...
      Nitekim az sonra biber gazı dokunuşları gözlerimizi yaşartmaya, burun dediklerimizi ve ciğerlerimizi etkilemeye başlamıştı bile...

                        ***                                 ***                               ***
         Gazeteye döndüğümde tanıklığımı kısasca şöyle özetlemiştim:
         “İdilKültür Merkezinin bütün odaları , Tavır dergisinin bürosu,Grup Yorumun stüdyosu bir düşman ordusu tarafından basılmış gibi sabah saat 04.00'te bir baskınla darmadağın edilmiş. Grup Yorumun bütün üyeleri gö altına alınmış,dergiler, kitaplar yerlere saçılmıştır. Bunlar arasında 35 yıl önce yayınladığım Militan dergisinin bazı sayfalarını da gördüğümde şaşırdım, üzüldüm, duygulandım. Buradan Başbakana, Cumhurbaşkanına, İçişleri Bakanın sesleniyorum: Sanatın, özgür düşüncenin üzerinden elinizi çekin. Bizler, bu ülkenin aydınları,y6azarları, sanatçıları, faşizme geçit vermeyeceğiz. Gözaltına alınan Grup Yorum sanatçıları derhal serbest bırakılsın.”
               Sözünü ettiğim Militan sayfaları, Jose Marti ve Pablo Neruda şiirlerine   ilişkin, tertemiz fotokopileri çıkarılmış, özenle zımbalanmış sayfalardı... Belli ki  bu
sevgili çocuklar, bu şairlere çalışıyorlardı...  Yaklaşık otuz beş yıl önceki emeğimizle, göz nurumuzla, mutluluğumuzla(Nihat'ın kulakları çınlasın!) orada öylece fırlatıp atılmış, bir barbarlığın saldırısına uğramış durumda karşılaşmamızı unutamam... Bir de duıvara asılı bağlamaların üzerinden parmak izleri alınmış olmaktan  geriye 
kalan izleri...

                      ***                                     ***                    ***

     Fotoğraflardan biri, içeride tanık olduğum barbarlığın bir bölümünü yansıtıyor...
     Konuşma yaparken göründüğüm fotoğrafta , tam karşımda ise, basın ya da görsel medya kameraları değil, yaklaşık elli adım ötede panzerleriyle saf tutmuş bir  polis birliği bulunmaktaydı.. Yukarıda öztlenen tanıklığımınb son cümleleri, orada, o gece  polislere karşı Sanatçılar Girişim adına yaptığım konuşmanın da son cümleleridir...
      İdilKültür Merkezi baskını sonrasında görüp yaşadıklarım , bir polis devletinde yaşamakta olduğumuz  gerçeğinin, benim için unutulamaz anılarından biri olarak kalacak...
        O gece Okmeydanındaki sokakta polis devletinin neden olduğu yıkımı ve karanlığı unutmamam..
      Ama konuşmamı yapmayken varlıklarının aydınlığını hemen arkamda duyumsadığım  genç kızlardan,  delikanlılardan saçılan ışığı da...
       Bu ışığıu söndürmeye hiçbir karanlığın gücü yetmeyecek...       


Ataol Behramoğlu

Cumartesi Yazıları/260113   
http://behramogluataol.blogspot.com/  

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

19 Ocak 2013 Cumartesi

“YETMEZ AMA, EVET”Çİ ARKADAŞLARA…





    Zaman baş döndürücü bir hızla ilerliyor.
    Siyaset gündemi son hızla değişiyor.
    Ama aynı anda her ikisi de sanki yerinde sayıyor.
    Çünkü planlar çok öncelerden yapılmış, aşama aşama uygulanmakta…
    Bu anlamda değişen bir şey yok. “Makro”plan yerli yerinde. Sadece uygulamada bazı geri çekilmeler, göz boyamalar, gündem değiştirmeler olabiliyor.
     Bu kavranılması güç, kaotik, şaşırtıcı ortamda, içlerinde  bazı eski arkadaşlar da olan yetmez ama evetçi’lerin ne yaptıkları, ne düşündükleri doğrusu merak etmeye değer…
                                        
                                               ***
   Böylesine bir aydın yarılması bu ülkenin tarihinde hiçbir zaman yaşanmadı.
   Karşıt kamplar her zaman vardı, ama bu başka bir şey.
    Sağ-sol çatışmasını bu konunun dışında tutuyorum.
    Beni soldaki bölünme ilgilendiriyor.
     Bu bölünme 60’lı yıllarda başladı, ama yine de bütün gruplar, fraksiyonlar, eninde sonunda sol’un parantezindeydi.
     Bu günkü bölünme başka bir şey.

                                              ***
       Kimileri soldan tümüyle ayrılarak karşı kamplara geçtiler.  Onları “Ne Çok Hain” adlı şiirimde yazdım, söyleyecek başka bir sözüm de yok. Bu da bir seçimdir ve kuşkusuz her anlamda  bir fiyatı da vardır. Yazımın başlığındaki “arkadaş” sözcüğü bu gibileri kapsamıyor. Onların yetmez ama evet’çilikleri(daha doğrusu evet’çilikleri)ödedikleri ve ödeyecekleri diyetlerden bir tanesidir.

                                                   ***                        
     Bazı başkaları, etnik aidiyet ya da başkaca nedenlerle, ABD’nin Kürt projesi oltasına takıldılar. Anlamadıkları,  yapılmak istenen şeyin Cumhuriyet Türkiye’sini  sona erdirmek, yerine ılımlı İslam patentli, parçalanmış  bir orta doğu ülkesi oluşturmak  ve bu yönde de ne yazık ki çok mesafe alınmış olduğudur. Bu gibiler arasında, ait olduğumuz coğrafyada yaşanan ve yaşanmakta olan bunca trajediden sonra uyananlar, uyanmaya başlayanlar var mıdır, merak ediyorum.
                                              
                                             ***                          
 
      Bir başka grup “yetmez ama, evet”çi, AKP’de ve liderinde  bir demokrat;  Türkiye’yi Batı’ya,  “daha ileri bir demokrasi”ye taşıyacak bir kurtarıcılık misyonu gören tatlı su aydıncıklarıdır.
     Bunlar arasında bir zamanların solcuları, kendilerini belki bu gün de solcu saymakta devam eden kimseler var.
      Bu gibilerin aydın değil, aydıncık olduklarını düşünüyorum.
       Çünkü aydınlanma olgusunun bu ülkede hangi zorlu süreçlerden  geçtiğinin, çağdaş bir ulus devletin kurulma aşamasına hangi zorluklar aşılarak ulaşıldığının  bilincine de bilgisine de belli ki sahip değiller.
      Öyle olmasaydı, bir kurtarıcılık misyonu vehmettikleri örgütün, kişinin ve kişilerin, Cumhuriyetin, çağdaşlığın, aydınlanmanın, evrensel  insan haklarının, emeğin, özgür düşüncenin, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca ve öncesinde  en kararlı, en gerici düşmanları olduklarını en başından görürlerdi.

                                         ***
     
        Bu son gruptaki “yetmez ama evet”çiler arasında, sanatçı, yazar kimlikli arkadaşlar da küçümsenemeyecek sayıda yer almakta.
     Özellikle onların, şu günlerde; ülkemize ve bölgeye ilişkin  emperyalist projelerin yerli taşeronlar eliyle uygulanmaya konulduğun apaçık ortada olduğu, Türkiye Cumhuriyetinin savaş kışkırtıcısı konumuna düşürüldüğü ve bir savaş uçurumunun tam kıyısına gelinmiş olduğu şu süreçlerde ne gibi iç çatışkılar yaşamakta oldukları, ya da böyle bir çatışkı  yaşayıp yaşamadıkları merak edilmeye değer…
      Yanıldığını anlamak ve yüreklice dile getirmek bir erdemdir.
      12 Eylül oylamasında  “yetmez ama, evet”  ya da belki “evet” demekle hata etmiş olduğunu düşünen herkes, susmanın  ya da  yarım yamalak özeleştiri laflarının ötesine geçerek bunu açıkça, mertçe dile getirebilmeli, emperyalist baskıya ve diktaya karşı savaşımda yer almalıdır…
      

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/190113
      
     
      ataolb@yahoo.com
    
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

MİZAH VE ZEKÂ(*)



                                                               
    Bu sütunlarda “Mizah ve Cesaret” başlıklı bir yazı yayınlamıştım
    Cesur olmayan mizah olsa olsa eğlenceliktir.
     Buradaki cesaret kavramının sadece içeriğe ilişkin olarak  değil, sanatsal  buluşlar,özgünlükler bakımından da geçerli olduğunu belirtmek gerekir.
     Ve bu ikinci anlamıyla da, sadece mizah sanatına ilişkin olarak değil, bütün sanat alanları bakımından geçerlidir…
       Bu yazıda ise, yine bütün sanat alanları için geçerli olmakla birlikte, mizah sanatı bakımından özellikle önem taşıdığını düşündüğüm zekâ kavramından, bu kavramın mizahla ilişkisinden  söz etmek istiyorum…

            ***                                    ***                                ***
     Zekâyı, ilk bakışta birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen olgular, olaylar, kavramlar vb… arasında bir ilişki bağı bulunduğunu, bulunabileceğini  gösteren kavrayış yeteneği diye tanımlayacağım…
      Böyle bir tanımın yol göstericiliğinde de bütün sanatların en temel öğelerinden olan  metafor(mecaz) öğesinin yapılışına bir açıklık getirmeyi deneyebiliriz…
      Olaylar, olgular, kavramlar vb. arasında zaten göz önünde olan ilişkileri dile getirmekle bir mecaz yaratılmış  olamaz…
      Renklerle, seslerle, sözcüklerle, çizgilerle oluşturulmak istenen  mecazın bir yaratıcılık esintisi, bir yenilik duygusu uyandırabilmesi  için,
beklenilmedik, alışılmadık ilişkiler kurgulayabilmesi gerekir…
      Zekâ ise tam bu noktada, sanatçının bu beklenilmedik, alışılmadık, bilinmedik ilişkiyi kurgulayabilme yeteneği olarak  karşımıza çıkıyor…

            ***                                   ***                          ***

   Kâmil Masaracı’nın kültür sayfamızdaki “kültürlü hadiseler” başlıklı çizimlerini(öteki karikatürleri gibi) ilgiyle izleyenlerdenim…
   Caretta Yayınları arasında bu başlıkla çıkan “hadiseler”i topluca gördüğümde;  “espri”lerdeki bütünselliği, sanatçının onları oluşturma yöntemini algıladığımda ise, zekâ olgusunun mecaz oluşturmadaki işlevi ve  mizah sanatıyla  zekâ arasındaki ilişki zihnimde açık seçik aydınlandı.
    Birkaç örnekle açıklayayım:
   
  “Ünlü şairin evinde yapılan aramada/çok miktarda/duygu ele geçirildi”
   
      Üçe bölünmüş bu tek cümlede, tıpkı bir mecazda(bir şiir dizesinde) olduğu gibi, aynı anda birden fazla bilgi, duygu, olgu vb. dile getiriliyor:
1)    Evler aranmakta bu arada ünlü şairlerin evleri de aranabilmektedir
2)     Bu aramaların yapıldığı ülkede, duygu, tıpkı tehlikeli bir madde, bir silah vb. gibi bir şeydir
3)    Zaten “çok miktarda” nitelemesi, duyguların da bir mal,meta gibi algılandığı  bir toplumu işaret etmektedir.
  Bir başka örnek:
          
 “Ünlü komedyen/patlatılmaya hazır/espriyle kıskıvrak yakalandı”
          
 Yine bir mecaza sığdırılmış düşünce yoğunluğu açımlanacak  olursa: Söz konusu ülkede komedyenlerin esprileri bomba gibi öldürücü bir nesne  sayılmakta  ve daha patlatılmadan suçlunun kendisiyle birlikte kıskıvrak yakalanmaktadır.( “ Patlatmak” fiilinin “bomba” ve “espri” kavramları  bakımından kullanılışını gözden kaçırmayalım.  Masaracı  “hadiseler”inin pek çoğunda olduğu gibi, burada da dilin olanaklarından denebilir ki şairce yararlanıyor, sözcüklerle ustaca oynuyor…)
        Son bir örnek:
 
 “ Bir müzisyenin  daha/şarkıları/dinlemeye takıldı”
    
       Kâmil Masaracı sadece bir çizim, bir espri , bir  dil ustası değil,
 bir  düşünme ustasıdır  aynı zamanda… 
      Yukarıdaki örneklerle yetinmek zorunda oluşumun, ,kitaptaki sayısız başkalarına haksızlık olduğunu biliyorum… 
       “Kültürlü  Hadiseler”i kitaplığınızın baş köşesine koyup,  buruk bir kederle de olsa gülümsemek için, arada bir okumalısınız…
       Aşağıdaki  üçe bölünmüş “cümle” ise, yaşamakta olduğumuz günlerin , en özetlenmiş, aynı zamanda da üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilecek tarihi gibidir…

    “Düşünen adam/uluorta düşününce/vatandaşlar tepki gösterdi”

Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/200113


(*) Bu yazı sevgili Erdal Atabek’in  “Mizah Zekânın Ödülüdür” başlıklı yazısı yayınlanmadan önce yazıldı. Benzerlik, kardeşliğimizin bir başka kanıtı sayılmalıdır.
   
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
         
   






12 Ocak 2013 Cumartesi

İŞÇİ SINIFINA SELAM





      Topkapı Şişe Cam Fabrikası işçilerinin talepleri son derece yasal , mantıklıve insaniydi.
       Patrona özetle diyorlardı ki: Fabrikayı kapatıp Eskişehir'de daha büyüğünü açmana itirazımız yok.
        Ama  kıdem tazminatımızı verip bizi sokağa atmanı kabul edemeyiz.
        Bu fabrikada bunca yıllık emeğimiz, burada kurulmuş bir hayatımız,  ve sonuçta da  doğal olarak emeklilik beklentimiz var.
         Sen şimdi diyorsun ki, istiyorsanız gelin, asgari ücretle, sıfırdan, Eskişehir'deki fabrikada işe başlayın.
        Bizden, bunu kabul etmemiz bekleme...
         Buradaki hayatlarımızı bozarak Eskişehir'e ya da bir başka fabrikanıza gelmeyi kabul edebiliriz...
         Fakat, kazanmış olduğumuz özlük haklarımnızı koruyarak...

            ***                               ***                         ***

    Patron ise basitçe şöyle diyordu:
          AKP Mayıs 2008'de çıkardığı bir yasayla, genç işçi ve kadınları işe alan işverene önemli kolaylıklar sağlıyor...
         Ben , asgari ücretle genç işçi çalıştırmak varken sizi Eskişehir'deki fabrikama niye götüreyim?
         Her birinizin yaklaşık yirmi yıllık kıdeminiz, agari ücretin yaklaşık iki katı maaşınız var...
         Kıdem tazminatınızı alın, çekip gidin...
         Evli evine, köylü köyüne...

              ***                       ***                  ***

       İşin özeti özetle buydu...
       Geçtiğimiz yılın son gününde kapanan fabrikanın yerine Eskişehir'de çok daha büyüğü kurulmuştu bile.
        Topkapıdaki fabrikada çalışan toplam 572 işçiden 420 tanesi Kristal-İş Sendikası üyesiydi.
        Patron, sendika üyesi olmayan işçilerden isteyenleri, teknisyen ve memurları (bu sonucuların ücretlerine yüzde kırk zam yaparak) Eskişehir'e götürürken, sendikalaı işçilerden 135'i kıdem tazminatlarını alarak işlten ayrıldılar.
       Geriye kalan 200 kadar sendikalı işçi ise, yukarıda özetlenen gerekçelerle, patronun taleplerini reddettiler ve şalteri indirilmiş iş yerinde
kalarak bir anlamda direnişe geçtiler...

                ***                         ***                     ***

  Yaşam ne kadar gerçek olsa da, romantizmden kurtuluş yok...
  İyi ki de yok...
  7 Ocak Pazartesi günü Bilgesu'ya telefon ettiğimde, yakalandığı gripten henüz kurtulamamıştı...
   Ama ben daha ağzımı açar açmaz  aynı şeyleri düşünmekte olduğumuzu anladık ve çok geçmeden o Ataköy'den bir taksiyle ben gazeteden görevli muhabir arkadaşlarla Topkapı'daki fabrikanın önündeydik...
      Topkapı-Davutpaşa'nın karışık dolaşık yollarından tipi altında ilerlerken , sanki 19.yüzyılın, daha öncelerin romanlarındaki fabrika sokaklarından geçiyoruz...     
         Artık sessizliğe gömülmüş şişe cam fabrikası önünde; sırtlarında kaputları, parkaları, başlarında yün başlıklarıyla, tek bir yürek gibi, tek bir yumruk gibi sımsıkı kümelenmiş işçi topluluğu...
         Büyük bir bidonda, kuru ağaç dalları çatırdayarak yanıyor...
        Yukarıdaki öyküyü az çok biliyordum, ama Kristal İşin işyeri baştemsilcisi Sinan Uçar,  tipinin, durmaksızın yağan karın altında , bir kez daha,bir çırpıda anlatıveriyor...
        Üşümüyorsak, bunun nedeni, bidonda çatırdayan kuru dallardan çok, orada tanık olduğumuz dayanışma  ruhu, o dayanışmaya bir ucundan da olsa katılıyor olmanın mutluluğuydu...

                ***                               ***                           ***

     Topkapı Şişe Cam Fabrikası işçileri , sayısı bini aşkın bir AKP-polis ordusunun (hangi akla, hangi vicdana hizmet ettiği bilinmez bir emirle) direnişlerini kırmaya gelmeleri karşısında gerilemediler...
       Özlük haklarını savunurlarken(Doğu Perinçek'in 8 Ocak tarihli yazısında isabetle belirttiği gibi) yalnızlaşmamayı, toplumla birleşmeyi başardılar...
        Ve sonucunda da, gerçekten ,yeni yılın ilk işçi zaferine imzalarını attılar...
        Biz oradayken, yanında yurt dışından bir sendika yöneticisi ve Deri İş Sendikası başkanı Musa Servi'yle direnişçi işçileri ziyarete gelen Kristal-İş Başkanı Bilal Çetintaş, bu satırları yazmakta olduğum 10 Ocak günü, işçi taleplerinin kabul ettirildiğini açıkladı...
        İşçi Sınıfı, Topkapı'da kazanılan başarının mutluluğunu yaşarken, Kozlu'da yitirdiklerimizin  acısını unutmadı, unutmayacak...
         Marks'ın öğretisi bilimsel doğruluğunu, geçerliliğini koruyor, koruyacak...



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/120113

Sanatçılar Girişimi'nden Ataol Behramoğlu ve Bilgesu Erenus Topkapı'daki Şişecam fabrikası'nın işçilerine destek vermek için oradaydı.

http://sanatcilargirisimi.blogspot.com/2013/01/sanatclar-girisiminden-ataol-behramoglu.html    

       
       

10 Ocak 2013 Perşembe

BASKI,SANSÜR,VANDALİZM / Ataol Behramoğlu





Başbakanın bir sanat yapıtını aşağılayarak yıktırmasının üzerinden iki yıl geçti.
Bu bir işaretti.
Ardından, iktidar partisinin bir milletvekili, dünyaca ünlü müzisyenimize en ağır hakaretlerde bulundu.
Başbakandan ve partisinden bu konuda bir özür sözü işitilmediği gibi, sanatçımız hakkında uydurma gerekçelerle dava açıldı.
Geride bıraktığımız 2012’den bu güne sanat alanındaki baskı ve sansürlerin dökümüne göz atıldığında, akla gelebilecek tek sözcük vandalizm oluyor.
Yani, kabalık, bilgisizlik ve bunların sonucundaki kırıp dökücülük, yıkıcılık, güzellik düşmanlığı…
Bu gün ülkemizde, bu siyasal iktidarın yönetiminde, sanata, sanatçıya yaşatılmakta olan tam olarak budur.
20. yüzyıl dünya edebiyatının en büyük klasiklerinden Steinbeck’in artık bir edebiyat efsanesi olmuş “Fareler ve İnsanlar”ı
İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğünce sakıncalı ilan ediliyor.
Bir başka seçkin yazarın çocuk klasiği, “Şeker Portakalı” ve bu kitabı öğrencilerine öneren öğretmen hakkında, bir öğrenci velisinin şikâyet dilekçesi üzerine Başbakanlık İletişim Merkezi adlı kuruluşun(herhalde başbakanın haberi dışında olmaksızın) talimatıyla soruşturma açılıyor.
Aynı başbakanın bir TV dizisi hakkında söylediklerinin üzerinden çok zaman geçmedi.
Ders kitaplarında Kaygusuz Abdal ve Yunus Emre’nin yapıtlarına uygulanan sansür, son günlerde bu alandaki vandalizm örneklerinden birkaç tanesi.
İzmir’de Gogol’ün “Palto”sunu sahneleyen tiyatro sanatçılarının “halkı askerlikten soğutma” gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılmaları dudak uçuklattırıcıdır.
Grup Yorum’un konserlerine yönelik artık neredeyse kanıksanmış yasaklamalara, “Duman” adlı bir rock topluluğunun Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesinde yapılacak olan ve biletleri satılmış
Konserinin son anda yasaklanması ekleniyor.

Tiyatro, sinema, edebiyat ve görsel sanatların tümünü kapsayarak sanatın bütün alanlarına yayılmış olan vandalizmin en çarpıcı örneklerinden biri, geçtiğimiz yılın son ayında Eskişehir’deki bir resim sergisinin açılışından hemen sonra, sanatçının tablolarının çıplaklık temasını işledikleri gerekçesiyle duvardan indirilip, ters çevrilerek yere konulmasıdır…,
Ucube” söyleminden sonra geldiğimiz nokta budur: Tüm uygar dünyaya, sanata, düşünce ve yaratma özgürlüğüne arkamızı dönmek…
AKP iktidarının, burada sadece bir bölümünü sıraladığımız baskı, sansür ve vandalizmini reddediyoruz.
Geçen yıl’ın 29 Şubatındaki çıkış bildirimizde ve 23 Aralık’taki Büyük Buluşma’mızda dile getirdiğimiz gibi, sadece sanat ve kültür alanında değil, her alanda, ülkemizi çağdaşlık dışına sürüklemekte olan baskılara ve yasaklara, vandalizmin her türüne karşı, “reddediyoruz” haykırışımızı sürdüreceğiz.
Sanat ve kültür emekçileri başta olmak üzere, bütün aydınları, çağdaşlık ve uygarlık yandaşlarını, bu siyasal iktidara karşı dayanışmaya, cesur olmaya; vandalizmin yıkıcılığı karşısında kararlılık ve bilinçlilik göstermeye çağırıyoruz.


SANATÇILAR GİRİŞİMİ

10.01.2013

7 Ocak 2013 Pazartesi

SİLİVRİ'DE CİNAYET İŞLENİYOR




Silivri'de göz göre göre, bilerek, kasıtlı olarak, bütün insanlığın gözleri önünde bir cinayet işleniyor.
Sayın Prof.Dr. Fatih Hilmioğlu'nun canına kasteden bu cinayet, Silivri'de yurtseverleri yok etmeye yönelik cinayetlerden sadece bir tanesidir.
Ergenekon ve Balyoz adı verilen düzmece davaların, hukuk görüntüsü ardında, gelmiş geçmiş siyasal iktidarların en gericisi olan AKP ikitidarının, bu ülkenin aydınlarıyla, yurtseverleriyle kan davası ve hesaplaşması olduğu bugün artık akıl ve vicdan sahibi herkesçe görülüyor, biliniyor, lanetleniyor.
Bu utanç davaları, tutuklu yurtseverlerin bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarıyla sona ermeli, bütün sonuçlarıyla AKP iktidarının suçluluk dosyasında yerini almalıdır ve öyle de olacaktır.
13 Aralıkta on binlerce yurtseverin Silivri tutsak evi önünde gerçekleştirdiği büyük buluşma, bir son değil başlangıç olarak görülmelidir.
Bu ülkenin yurtsever sanatçıları, adalet ve özgürlük savaşımcıları olarak, bütün dünyaya, asıl suçluların Silivri'de yargılananlar değil yargılayanlar ve arkalarındaki güçler olduğunu haykırıyoruz.
Silivri'de işlenmekte olan cinayetlere son verilmeli, ağır hastalığı hızla ilerlemekte olan sayın Prof.Dr.Fatih Hilmioğlu bir an önce serbest bırakılararak tedavisi normal koşullarda sürdürülmelidir.
Bunu, ülkemizin vicdanı olan sanatçılar adına istiyoruz, talep ediyoruz.
Türkiyenin ve dünyanın bilim insanlarını, akademisyenlerini, geerçek sanat ve düşün insanlarını seslerini yükseltmeye, özgürlük taleplerini en yüksek sesle dile getirmeye çağırıyoruz.


Ataol Behramoğlu
Sanatçılar Girişimi Sözcüsü

4 Ocak 2013 Cuma

BİR YIL DAHA…





  Bir yıl daha geride kaldı…
  Cümleyi yazdığım anda, anlamını yeniden düşünüyorum:
  Geride kalan ne?
   Geride kalan bir şey var mı?
   Yaşanıp bitmiş olandan, geçmiş olandan geride bir şey kalmış olabilir mi?
    Belki bir sözcük oyunu yapalım:
    Yaşanmış olan, yaşanıp bitmiş olduğuna göre, geride kalan bir şey yok, ama geriye kalan bir şey olacaktır… Yaşanmış olanların izleri…

                  ***                            ***                      ***
    Geçen yılın izleri, 2012 ajandasının  sayfalarında  duruyor…
    Notlar, işaretler, isimler,  adresler, telefon numaraları…
    Her yeni yılın ajandasına genellikle özenle başlanır…
    Günler ilerledikçe özen kaybolur…
     İptal edilmiş ya da tarihi değişmiş  bir görüşmenin, toplantının üzeri çizilir…
      Böylece ajanda sayfaları da hayatımızın kendisi gibi karmaşıklaşır,
kimi yazılar okunmaz olur, kimi adların kime ait olduğu ve oraya ne için yazıldığı unutulur, kimi rakamlar ya da telefon numaraları içinden çıkılmaz bir muamma gibi durur karşınızda…
      Daha çağdaş yaşayanlar, bu notları bir deftere değil de moda deyimiyle “dijital ortam”da kaydedenler için böyle bir sorun yok…
    İstedikleri an silerler bu günübirlik notları ve genel olarak yapılan da budur.
      Ben yaşanmış olan hayatı da ellerimde tutmayı seviyorum…
       O sayfalardaki karmakarışık notlar, tıpkı bir günceye yazılanlar gibi, yaşanmış olan hiçbir şeyin sanki büsbütün yitip gitmemiş olduğunun işaretleri gibi sürdürüyor yaşamını…

               ***                           ***                              ***
     Günce, ya da günlük tutmak daha başka bir şey…
     Her gün değilse de, iki üç haftada bir, bazen daha kısa bazen daha uzun aralıklarla, yirmili yaşlarımdan bu güne, demek ki yarım yüzyıldır sürdürüyorum bu alışkanlığımı…
   Sayısı onlarca bu defterlere yazdığım şeyler, ajandaki notlardan farklı olarak, günlük olayların dökümünden çok;  okuduğum kitaplara, gördüğüm filmlere, oyunlara  ilişkin düşündüklerim, gerçekleştirdiğim ya da gerçekleştiremediğim tasarılarım, mutluluklarım yada düş kırıklıklarım,  önem verdiğim başkaca  olaylar ya da olgulardır…
      Bu günceler biraz da kendime yazdığım mektuplar, kendime verdiğim sözler gibidir…
      Çok seyrek yaptığım bir şey olsa da, diyelim ki kırk yıl önceki bir güncenin sayfalarını çevirirken, yaşanmış olanları bir kez daha (bir burukluk duygusuyla da olsa) yaşıyor olmanın  yanı sıra, o günkü kişiyi bugünkünün bakışıyla da irdeliyorum… Nasıl biriymişim? Nasıl biriyim?... 
      Marifet midir, değil midir, bilemem…  Fakat üslupta  ve biçemde az çok değişiklikler olmuşsa da, içeriğin, kaygıların, sorunların, en temeldeki kişiliğin pek fazla değişmemiş olduğunu görmek hoşuma gidiyor…

        ***                             ***                        ***

     Ve tabii şiirler…
      Başka sanatlar için de belli ölçülerde söylenebilir kuşkusuz…fakat şairin yaşamının asıl tanığı şiirler olsa gerek…
        Geride kalan yılların bütün yaşantılarını terazinin bir kefesine, şiirleri öbür kefesine koyduğumda, ağır basacak olan sanki şiirlerdir…
        Yaşadıklarımızdan geride ya da geriye kalan ne olursa olsun, her şey sonuç olarak bitiyor ve eğer ajandalara ya da güncelere  notlar almışsak oralarda ancak   izleri kalıyor…
     Şiirler ise, canlı yaratıklar gibi, ortalıkta dolaşarak, şairin yaşantılarını, düşlerini, kaygılarını, başka yaşamlarla buluşturuyor,
ve giderek ortak bir insanlık  yaşamına dönüşüyor…
      Böylece, insanlığın asıl yaşamının, asıl tarihimizin, yarattığımız sanat olduğunu söyleyebiliriz belki de…
      Günlük yaşamlarımızın acınası hırgüründe ondan ne kadar uzak düşmüş olsak da…
 050113  Cumartesi yazıları
http://behramogluataol.blogspot.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

3 Ocak 2013 Perşembe

Ataol Behramoğlu'yla Sanatçılar Girişimi, Büyük Buluşma ve Aydın Sorunsalı Konusunda Bir Söyleşi"‏


Yazı: Musab Arslan
Fotoğraf: (İAHA)

“Büyük buluşmayı başarısız gösterenler ya bilinçsiz, ya kötü niyetlidir!”

Ataol Behramoğlu, Tarık Akan, Edip Akbayram, Bedri Baykam gibi sanatçıların katılımıyla Bostancı Kültür Merkezi’nde “Sanatçılar Girişimi”ni destekleyenler bir araya gelmişlerdi. Sanatçı Levent Kırca, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun işi olduğu gerekçesiyle öne çekilmesine sinirlenmiş, günlerce konuşulan değerlendirmeler yapılmıştı. Hareketin başını çeken şair ve İstanbul Aydın Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ataol Behramoğlu ile “Sanatçılar Girişimi”ni konuştuk.   


Soru: Sanatçılar Girişimi neden kuruldu, amacı neydi?

Ataol Behramoğlu:“Biz 29 Şubat'ta bir açıklamayla durumumuzu duyurmuştuk. Bir araya gelişimiz bir dernek kurmak için değildi.  Bu kendiliğinden oldu.  Ortak bir vicdan, ortak bir akıl birçok sanatçının zihninde ya da bazı sanatçıların zihninde aynı gereksinimi doğurdu. Hani bu biraz şuna benziyor, bir bilimsel buluşu çeşitli bilim insanları, farklı bilim insanları yaklaşık olarak aynı zamanlarda falan bulurlar ya, bizim de bir araya gelişimiz öyle oldu. Benim zihnimde çoktandır vardı, bana diyorlardı ki, ‘tekrar Yazarlar Sendikası’nı ele al, orada daha başarılı ol!’ falan. Ben düşündüm ki, bu bir yazarlar meselesi falan değil, onun ötesinde bütün sanatçıları birleştirmek lazım; böyle bir büyük sanat hareketi haline getirmek lazım. Bir sanatçı protestosu,  direnişi biçimine getirmek lazım bunu, bu birlikteliği.
 Kendiliğinden olsun istedik, çünkü dernekler ve örgütler bürokrasi demek. Bürokrasiyle uğraşacaksın bin tane sıkıntısı var, böylelikle bir kendiliğinden akışla sanatçılar girişimi oluştu. Aramızda söyleşirken sloganımız da ortaya çıktı: 'reddediyoruz' nerede adaletsizlik varsa onu reddediyoruz, nerede bir adaletsizlik hukuksuzluk olursa biz orada olacağız ama bu sanatla ilgili olur, genel olarak olur, her alanda her anlamdaki haksızlıklara karşı biz ortak sanatçı vicdanının ve ortak aklın temsilcileri olarak karşı çıkacağız dedik.
 İlk olarak 29 Aralık 2012’de bizi bile, yani biz ilk girişimciler olan sekiz on kişiyi bile şaşırtacak bir büyük sanatçı katılımı oldu çağrımıza. Ferhan Şensoy'un tiyatrosunda yaptık ilk toplantımızı ve orada açıkladık, biz bildirdik. Toplumun her alanındaki haksızlıklara, çevreyle ilgili olabilir bu, hukuksal sorun olabilir, adaletsizlik sorun olabilir, saltanat isteği olabilir, kişisel yaşamla alakalı şeyler olabilir, kadınlara yönelik haksızlıklar olabilir, her konu bizim ilgi alanımızdadır, insana yapılan her haksızlık bizim ilgi alanımızdadır. Özelikle orada o açıklamayı yaptık. En son olarak da şu süreçte Adalet ve Kalkınma Partisi adını taşıyan bu partinin bu on yıl içindeki haksızlıklarına karşı olabilir; onuncu yıllarını idrak ediyorlar, on yıl içindeki haksızlıklara hukuksuzluklara, adaletsizliklere, ülkenin yağmalanmasına, Türkiye’nin bir savaşın eşiğine getirilmiş olmasına ve özellikle de sanat alanlarındaki baskılara karşı heykele 'ucube' denilmesinden tutunuz da dünya çapında bir müzisyenimize en ağır hakaretlerin savrulmasına, AKP’ nin bir milletvekilinin açtığı davadan tutun sergi salonlarının basılmasına, balerin giysilerine kadar, dizi filmlerinin içeriğine, biçimine kadar böyle birtakım müdahaleler; bütün bunlar tabii çevreyle ilgili problemler…
 Bütün bunları kınamak için toplandık ve biz bu geceyi düzenledik. Bu gece muazzam bir başarıdır, binlerce kişi buluştu Bostancı’daki gösteri merkezinde. Bizim beş kuruşumuz yok oralara giderken, cebimizden paralar vererek taksilere binerek gittik. Kadıköy Belediyesi'nin büyük katkıları vardır, çok teşekkür ediyoruz Selami Başkan'a Bostancı Gösteri Merkezi’ni bize sağladı. Maltepe Belediyesi'nin büyük katkıları vardır. O elli tane sanatçının, katılan sanatçıların o gün içindeki ihtiyaçlarını karşıladılar,  bir ambulans gönderdiler. Tabii ki Beşiktaş Belediyesi'ne teşekkür borçluyuz, bazı afişlerimizi yaptılar astılar falan.
 Bu gecenin önemi şu; orada çok farklı görüşlerden de olabilir derken bazı temel değerler vardır; o temel değerler bizim için benim için o farklı değerler şunlardır: emekten yana olmak lazım, antiemperyalist olmak lazım, ülkemizin bağımsızlığını savunmak lazım, Cumhuriyetin değerlerini kıskançlıkla korumak lazım, Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğindeki Cumhuriyet devriminin değerleri Türkiye'yi aydınlanma çağına ulaştırmıştır, laiklik bunun en temel özelliğidir, öğesidir, öğretim birliği bunun en temel öğesidir, öğretim birliği ne demek? Öğretimin, eğitimin temelinin bilimsel akıl olması demektir. Dini inançlar, her türlü inanış bir kişisel olgudur ama eğitimin temelinde, ülke yönetiminin temelinde bilimsel akıl vardır; bunu biz yeniden keşfedecek değiliz bu bellidir, dünyadaki bilimsel eğitim bellidir, ne zaman gerçekleşmiştir ve süreç bellidir. Bu sürecin dışına ülkeyi sürükleyen her harekete biz karşıyız. Bu temel ilkelerde anlaşmış olan sanatçılar 'sanatçılar girişimi'ni oluşturur ama birisi derse ki 'ben emperyalizime karşı değilim', öyle bir adamın bizim aramızda yeri olmaz, 'ben Cumhuriyet devrimlerini falan önemsemiyorum' diyor, öyle bir adamın bizde yeri olmaz. Temel bazı şeyler vardır, o temellerde buluştuktan sonra, siyasi partiler olur, partisiz olur onların hiçbir önemi yoktur. Buluştuk ve o gece de çok önemli bir partinin ana muhalefet partisinin lideri bizi onurlandırdı. Biz dedik ki öteki arkadaşlara da TKP'den, ÖDP'den, İşçi Partisi'nden isteyen arkadaşlar gelsinler.  Muazzam bir katılım oldu, çok başarılı oldu. Bu sanatçıları bu kadar değerli sanatçıyı trilyonlar harcayarak oraya toplayamazsınız. Bu ancak gönülden bir özveriyle olur, bir görev duygusuyla olur. Bunu gerçekleştirdik ama bazı aksaklıklar oldu. Bir iki arkadaşımız istenmeyen bir davranışta bulundular. Bunları olayın bütününe atfetmek alçaklıktır, bu kelimeyi de artık burada kullanmak isterim. Yani bütününü, o büyük başarıyı böyle lekelemeye çalışmak alçaklıktır, başka bir şey değildir, kötü niyetliliktir, bazıları bunu yaptı. Fakat magazin basını bunu yapıyor. Bizim temel değerler dediğimiz şeye saygısızlık içinde olan bazı kimseler, çevreler bunu yaptı. Bir de dar sekter siyasi görüşler vardır, onlar bunu yaptı. Ama sağduyu sahibi büyük kitle bu hareketi küçücük eleştirilerin yanı sıra candan alkışlamıştır, olay budur.”

Soru: Bugünkü hükümet - aydın ilişkilerini nasıl buluyorsunuz?

A.Behramoğlu: “Bugünkü hükümet, 'derin devlete karşı' sloganıyla kendi derin devletini kurdu. Orduyu yurt sever unsurları ordudan tasfiye etti, Atatürkçü unsurlar, antiemperyalist unsurları kaldırdı. Pırıl pırıl genç kurmay subaylar şu anda hapishanede. Ne yani denizciler darbe mi yapacak? Önlerini kestiler, general olmalarını, ordu komutanı olmalarının önünü kestiler, çünkü tek tek tek yıllarca çalıştı bu insanlar. Kim yurtseverdir, kim antiemperyalisttir, kim laiktir, kim çağdaştır saptadılar ve kendilerine göre, onlara göre en tehlikeli olabilecek kişileri tasfiye ettiler. Eğitim, eğitimdeki durumu görmüyor musunuz? 4+4+4 olayı artık eğitimin giderek dinselleştirilmesi. Heykele 'ucube' deniyor,  dizi filmlere karışılıyor, ders kitaplarında Yunus Emre sansürleniyor. Bu noktaya geldik, yani bu hükümette yurtsever, laik, çağdaş sanatın ve sanatçının hiçbir ortak noktası olamaz. Türkiye'nin çağdaşlaşmasının, bağımsızlığının, kuruluşunun önündeki en büyük engeldir bugünkü siyasi iktidar. “

Soru: Yeterli muhalefet yapılıyor mu, nasıl bir muhalefet olmalı?

A.Behramoğlu: “Elden gelen yapılıyor diye düşünüyorum ama asıl sorun bence bu son olayda da gördük, bizim gecemizin sonrasındaki işte yansımalarında da gördük. Siyasetçiler özellikle de daha küçük partiler daha katı bakıyorlar bu işe. Bana göre Cumhuriyet Halk Partisi ve soldaki öbür partilerin bir müşterek hareket içinde olmaları lazım. Öteki partilere o küçük partilere de bu işte gerçekten bir görev düşüyor; biraz daha özverili olmalılar, birbirlerini 'haindir' bilmem nedir diye suçlarlarsa o eski hastalıklar şeklinde buradan bir yere gidilmez.”

Soru: Günümüzdeki aydın insanlar işlevlerini yerine getiriyorlar mı?

A. Behramoğlu: “Getiren var getirmeyen var. Asıl sorun şudur,  örgütlü olmayan toplumlarda demokrasi olmaz. Demokrasi örgütlü toplumlarda olur. Örgütlü toplum ne demektir? Her meslek topluluğunun, grubunun ve her sınıfın toplumsal meslek sınıfının kendi sendikal mesleki örgütüne sahip olması demektir. Örgütsüz insandan cesaret beklemek boşunadır, çünkü nihayet bir kişi gözü karadır öbürü korkar. Yani herkesin de çok gözü kara, çok cesur, çok özverili olmasını beklemek de mümkün değil. Örgütlenmek lazım, toplumun örgütlenmesi lazım, herkesin her grubun, her meslek grubunun, her yaşta, her cinste insanların buluşması örgütlenmesi lazım. Basit bir örnek vereyim size yakın bir örnek; Fransa’da lisedeki öğretim gören öğrencilerin yönetiminde bir değişiklik söz konusu oldu. Milli Eğitim Bakanlığı Fransız Milli Eğitim Bakanlığı bunu yapmak istedi; liselilerin grevi bütün ülkeyi sarstı. Liseli hareket Paris'i bastı ve Milli Eğitim Bakanı kabul etmek zorunda kaldı, lise öğrencileri bunu yaptı ve isteklerini kabul ettirdiler, bu örgütlü toplumdur. Demokrasi öyle toplumlarda olur, bizim toplumlarımızda padişah, kral bir de 'başkan olacağım' diye tutturmuş bir adam var. Olsan ne olur olmasan ne olur”

Soru: Türkiye’de aydın sorunu var mı?

A.Behramoğlu: “Aydın bana göre iki temel özelliğe sahip olmalıdır. Birincisi hümanist olmalıdır, hümanizm çok önemlidir. Hümanizm ne demektir; insan sevgisi insanın en yüce değeridir.  Bilimsel akla sahip olmayan, eleştirel akla sahip olmayan aydın değildir, bilgi birikimi vardır ama o aydın değildir, teknisyendir şudur budur.”

Soru: “Türkiye'de basın-iktidar ilişkileri geçmişten günümüze nasıl oldu?

A.Behramoğlu: “ Şimdi Türkiye’de son zamanlarda gördüğüm şudur. Esasında bir gelişme söz konusu olabiliyordu; yani medyanın özelleşmesi, basının özelleşmesi gerçekten halkın sesi olmaya yöneliş falan ama şu anda bugünkü siyasi iktidar tüm medyayı kendi buyruğu altına alma yönünde bayağı ciddi adımlar attı. Ne yaparak? Tehditlerle, vergi tehditleriyle çeşitli tehditlerle, şantajlarla. Bir de tabii özel medya sahiplerinin birçoğunun başka işleri de var, başka yatırımları var, devletle ilişkileri var, hükümetle ilişkileri var tabii, o konularda da elleri zayıf, dolayısıyla hükümetin baskısı burada da etkili oldu ve tamamen hükümet medyası haline gelmiştir bugünkü medya üç beş gazete dışında, bir iki kanal dışında.”

Soru: Levent Kırca’nın karıştığı olayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

A.Behramoğlu: “Sapla samanı da bir birine karıştırmamak lazım. Levent Kırca değerli bir sanatçımızdır. Orada eleştirilebilecek bir iki sözü oldu, onu bağlar, sonuç olarak onu bağlar. O onun hesabını verebilecek bir insandır. Ben doğru bulmadım, keşke öyle konuşmasaydı, öyle birden bire bir takım sözler etti, onlar doğru şeyler değil, doğru olmadı. Ama Levent Kırca bunun hesabını verir bunu büyütmenin bir manası yok. Bütün medya bunu ele alır, çünkü bizim büyük olayımızı kötülemek için bunu yapar. Bunu kimler yaptı: bir magazin basını yapıyor, bir dinci basını yapıyor, bir de sekter basın yapıyor.”

Soru: Kemal Kılıçtaroğlu’nun toplantıdan erken çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

A.Behramoğlu: “Adamın işi var ya! Zaten İzmir'den Ankara'ya gidecekken İstanbul'a bizim oraya uğrayıp bir selam vermeye bir 'merhaba' demeye geldi yani. Ne yapacak orada, sanatçı olup sırasını bekleyecek, zaten lütfetti geldi, rica ettik geldi, çok da iyi oldu. Cumhuriyet Halk Partisi gibi büyük bir partinin, bugün AKP’ ye karşı en önemli muhalefet başkanının gelip sanatçılara destek vermesi çok önemli bir şey.”

Soru: Radikal Gazetesi'nin bir köşe yazısında,“Ahmet Kaya şarkısı söylediği için Melike Demirağ resmen yuhalanıyor, öyle ki sahneyi terk etmek zorunda kalıyor”.  Bunlar yazıyordu gerçekten öyle miydi?

A.Behramoğlu:“Hiç öyle bir şey olmadı. Eğer öyle bir şey olsaydı Melike'den daha sonra Bilgesu Eranus Kürtçe şarkı söyledi, onu niye yuhalamadılar? Melike kışkırttı topluluğu. Öyle bir şey olmadı, Melike toplulukla hırlaştı, yani açıkçası öyle oldu. Çıktı slogan atmaya, orada büyük bir kitle var, coşkulu bir kitle var, yani hiç öyle bir şey olmadı. Böyle şey mi olur ya, ahlaksızca bir şey. Böyle yalan olur mu? Yalan dolanla böyle şey olur mu yahu, işleri güçleri çamur atmak. Radikal, bir köşesinde oradan atıyor, Evrensel şuradan atıyor, öteki gazete buradan atıyor ben anlamadım. Böyle ahlaksızlık olur mu! Herkes kendi meşrebine göre, kendi çıkarına göre, gerçeği yansıtıyor. Kim yuhalayacak Ahmet Kaya’yı? Bizim çok seçkin bir şarkıcımız, öyle bir şey olsa en önce ben karşı çıkardım. Benim şiirimi bestelemiş bir insandır Ahmet Kaya. Melike kışkırttı topluluğu provoke etti, sonra da çıktı gitti.”

           
Soru: Sizin ilk gençliğinizde, gençliğinizde ve bu son dönem de gazetecilerin durumunu nasıl görüyorsunuz, olumlu mu, olumsuz mu?

A.Behramoğlu:“Olumsuz, çünkü para gündem belirleyici şey olmuştur.  Para tek belirleyici ölçü olursa her işin esası bozulur. 'Ben para kazanacağım' diyen hekim hastanın ölümüne sebep olur, 'Ben daha çok kar edeceğim' diyen müteahhidin evi yıkılır, 'Ben para kazanacağım' diye roman yazan, şiir yazan kişi sanattan uzaklaşır, işin esasından uzaklaşır. Esas mesele meslek ahlakı, özveri, ciddiyet, çalışkanlık, sorumluluk duygusudur.  Dünyanın pek çok ülkesinde kazanılmayacak paraları kazanıyor bazı gazeteciler bugün Türkiye’ de. Birçok gazeteci de o gazetelerde, televizyonlarda emekli olarak çalışan kişiler de beş kuruşa çalışıyor ve en ağır şekillerde çalışıyor. Böyle bir şey olabilir mi, öyle bir haksızlık olabilir mi? Türkiye’de bu yaşanıyor bugün.

           
Aralık 2012