27 Eylül 2016 Salı

BÜKREŞ’TEN


      Romanya yaşamıma en geç giren bir ülke, fakat beni çok candan karşıladı.
      Craiova’daki festivale iki kez üst üste davet edildim.
     İon Deaconescu gibi seçkin bir şair ve akademisyenin çevirileriyle Romence şiir kitabım yayınlandı.
     Bana Romanya’nın en büyük şairi kabul edilen Mihai Eminescu adına kurulan   akademinin  uluslar arası ödülü verildi.
    İlk iki  yolculuğumda kısa sürelerle de olsa gezdiğim Bükreş’i bu kez biraz daha yakından tanıma olanağım oldu.
    Şu anda, 24 Eylül Cumartesi gecesi   bu satırları yazmakta olduğum Bükreş’e bu gelişimin nedeni şiirlerimle ilgili bir konu değil, Uluslar arası Slavistler Birliğinin  Romanya’daki toplantısına davet edilmemdi.
   Burada da yine, tıpkı 8-11 Eylüldeki Moskova Çevirmenler Enstitüsünün sempozyumunda yaptığım gibi, şiir çevirisi konusunda, ekranda yansıttığım örnekler üzerinden  bir konuşma yaptım…
   
                                                             ***
Ülkemizde kan gövdeyi götürmekteyken sanki bunları inat için yazıyorum değil mi?..
 Biraz öyle, evet. Günlük siyaset rezaletinin, günlük yaşamdaki başkaca rezaletlerin yazı konularımızda başat yer almasından gerçekten de bıktım usandım…
Yaşama zevkimiz gibi yazmaktan aldığımız tat da yerini giderek tatsız tuzsuz bir zorunluluğa bıraktı…
Anıtkabirde çocuk parkı diye bir soytarılık… Bir an, Paris’te Panteon ‘un kapısı önünde bir salıncak kurulduğunu düşünün.
Ya da Zafer Takının altında pizzacı açıldığını…
Bizde her şey olabilir…
Cami altına market açan akıl ve ahlâktan her şey beklenir…
Türkiye’de şu anda gündemin başlıca konusu bu…
Yanı sıra  başkaca gündem başlıkları:
Azıcık eskimiş bir haber olsa da, otobüsteki şortlu hanıma  tekmeyle saldırı… Metrobüs  şoförüne  şemsiyeli saldırı ve  yol açtığı kaza…
Ebru Gündeş’in Reza Zarraf’tan boşanacağı haberi.. vb…
Böyle bir ülkede Aslı Erdoğan’ın, Necmiye Alpay’ın cezaevinde bulunmalarından  daha doğal ne olabilir?..
Söz kime aitti anımsamıyorum, fakat namussuzluğun egemen olduğu bir ülkede namusluların cezaevinde olmalarından daha doğal bir şey olamaz….
                                                         ***
Yazıya sabahleyin devam etmeden önce gazetelerin internet sayfalarına göz gezdirirken Alpay ve Erdoğan’ın mesajlarını gördüm. Özgürlük nöbetçilerine buradan ben de selam gönderiyorum. Pazartesi döner dönmez ilk işim oraya gelmek olacak…
                                                         ***
  Türkiye Romanya’da seviliyor… Garson çocuk Türk olduğumu öğrenince, içten bir gülümseyişle, “Türkiye çok güzel,İstanbul çok güzel” dedi…. Görmemiş, fakat öyle olduğunu düşünüyor… Sonra da yarı İngilizce yarı işaretle “orada savaş var değil mi?” diye sordu…  “Evet” dedim..”ama bitecek…” Başka ne diyebilirdim…
   Fransızca konuştuğumuz İtalyan Slavist arkadaş aynı soruyu başka türlü soruyor:”Türkiye’de durum çok kötü, öyle değil mi?”.. “Evet” diyorum “ama unutmayın ki bu kötülük dünyadaki kötülüğün bir parçası… Örneğin şimdi burada, yemek yediğimiz bu restoranda da bir bomba patlayabilir…” Kafası karışıyor biraz…Sonra konuşmamız emperyalizmin orta doğudaki uğursuz varlığı  ve Türkiye’ye biçilmiş  rol üzerinde sürüyor… Yani hep aynı şey… Bir yandan ülkenizdeki despotizmle boğuşurken öte yandan başka ülkelerde ülkenizle ilgili yüzeysel bilgileri, önyargıları doğru bir yörüngeye oturtmaya çabalıyorsunuz…. Yurt dışındaki zorunlu sürgün yıllarında hep yaptığımız, yapmaya çalıştığımız şey…
                                                 ***
       Bükreş’ geliş nedenimden söz ederek başladığım yazıyı öyle de bitireyim. İstanbul Üniversitesinde öğretim üyesi olduğum sırada bizde de Slavistler Birliğinin Türkiye dalını oluşturmaya çalışmıştım. Bu gün bir çok üniversitemizde Rus Dili   bölümleri, İstanbul Üniversitesinde bundan başka Lehçe, Makedonca bilim dalları da var.  Neden bir araya gelerek yıllar önceki çabayı canlandırmayalım? Ülkemizin dünyadaki yalnızlığını alt etmenin bir yolu da, her alanda uluslar arası kuruluşlarda yer almak olmalı…

Pazartesi Notları/260916

Bugün(pazartesi)11.00.de Halk TV’de sevgili Ayşenur Arslan’ın konuğuyum…

25 Eylül 2016 Pazar

CUMHURİYET AYDINININ ÖLÜMÜ


Tarık Akan için yapılabilecek en özlü ve doğru tanım onun bir Cumhuriyet aydını olduğudur.
Cumhuriyet aydınını ben önce babamda ve onun arkadaşlarında tanıdım.
Kişisel, fiziksel farklılıkları ne olursa olsun, hepsinin en tartışılmaz özelliğinin yurtseverlik ve Atatürk hayranlığı olduğunu gördüm. 
Kocaman, ciltli bir kitap olan Nutuk’u babamın kitaplığında bulup satır satır okuduğumda, lise öğrencisiydim.
Aynı kitaplıkta, aklıma bir çırpıda gelenleri sayacak olursam, Gorki, Puşkin, Anatole France,1940’larda ve daha öncelerde yayınlanmış başkaca klasikler vardı.
Nasıl bir şeydi bu?
Öksüz büyümüş bir çocuk, nasıl üniversite öğrenimi görebilmiş, nasıl böyle bir kişilik ve kitaplık sahibi olabilmişti?
Bu sorunun yanıtı Cumhuriyette ve onun aydınlığındadır.
***
Tarık Akan’ın sözlerinde, duruşunda, davranışlarında, aşırılıktan uzak gülüşünde ve şakalarında, araştıran bakışları ve karşısındakinde saygınlık uyandıran yumuşak, bilge ağırbaşlılığında; ülkemiz için duyduğu içten sevgi ve kaygıda ben her zaman, sözünü ettiğim Cumhuriyet aydınının ortak özelliklerini gördüm…
Kurtuluş savaşı yıllarının bir aydını olsa kuşkum yok ki bir komutan, bir kahraman olarak seçkinleşirdi.
Tevfik Fikret’in tanımladığı “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bir aydın ve insan olmanın, günümüzde ender rastlanır bir örneğiydi.
Kişiliğinde şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran bir başka şey, göz kamaştırıcı bir ün ve görünüşe sahip bir insanın, böylesine alçak gönüllü ve gösterişten uzak oluşuydu.
Tarık Akan asker-bürokrat bir ailede doğup büyümüş olsa da, benim ve kuşağımın iyi bildiği mahalle arkadaşlığı, sokak kültürü özelliklerini de kişiliğinde içselleştirmiş bir arkadaşımızdı…
İlk filmlerdeki hanım evladı jönden çok, Hababam Sınıfının şakacı, bıçkın delikanlısına çok daha yakındı…
Bu nedenle de “Maden”in, özellikle de eşsiz bir oyunculuk örneği yarattığı“Yol”un unutulmaz kahramanlarına geçişi onun için güç değildi.
***
Babamın kuşağının Cumhuriyet aydınları, savaşlar ve yıkımlar sonrasında yaralarını sarmayı başararak aydınlık bir geleceğe doğru yürümekte olan ülkelerinin bir kez daha adım adım karanlıklara doğru sürüklenmekte oluşunun acısını yüreklerinde duya duya, kahır içinde, birer birer yaşamdan ayrıldılar…
O kuşaktan tek tük kalanlar varsa, ülkenin bugünkü durumuna bakarak, geri kalan yaşamlarını aynı kahırla sürdürmekteler…
Benim ve az daha genç Tarık Akan’ın kuşaklarıyla bu iki kuşak arasındaki Deniz Gezmiş kuşağından bugünlere kalan biz devrimci, yurtsever Cumhuriyet aydınları ise , birbiri ardına yaşamdan ayrılmaktayken, Cumhuriyetin de karanlıklara, yok oluşa sürüklenmekte oluşunun acısını, kahrını yüreklerimizde, benliğimizde duyumsuyoruz.
Seçkin, eşsiz Cumhuriyet aydını arkadaşımızı ,sevgili Tarık Akan’ımızı böyle bir karanlık zamanda sonsuzluğa uğurlarken, yaşamlarımız pahasına da olsa, onun okulunun sevgili öğrencileriyle bir ağızdan, Cumhuriyetin ölümüne asla geçit vermeyeceğimize bir kez daha and içiyoruz…

Ataol Behramoğlu/Pazartesi Notları/190916

13 Eylül 2016 Salı

MOSKOVA’DAN…


   İlk kez ayak bastığım  1971’den bu yana kim bilir kaçıncı Moskova yazım olacak bu…
   Gözüme ilk çarpan genç nüfustaki büyük patlama oldu.
  Yirmi yaş altı erkekli kızlı bir gençlik seli metroda ve caddelerde sözcüğün gerçek anlamıyla akıyor…
   Moskova’nın Prens Yuri Dolgoruki tarafından 1147’de kuruluşunun bayramı yaşanmakta şu günlerde.
 Kalabalığın büyük çoğunlukla genç olmasının bir nedeni, orta yaş ve üstündekilerin bayram tatilinden  yararlanarak trafik belasından uzakta kafa dinlemeleri olabilir.
Moskova’ya bu kez gelişimin nedeni ise, birkaç yıl önce kurulan Çeviri Enstitüsünün uluslar arası toplantısına katılmam için yapılan davetti.
İki yılda bir yapılan toplantılara bu yıl katılan   çevirmen, yayıncı, akademisyen sayısı üç yüz…
Rusya, edebiyatını, kültürünü, sanki zaten tanınmıyormuş gibi, sınırları ötesinde daha çok tanıtmak için büyük çaba harcıyor…
Uçak biletlerini de alarak bunca insanı ağırlamak kolay iş değil.
Sovyet döneminde Yazarlar Birliğinin yaptığını şimdi Çeviri Enstitüsü gibi kuruluşlar yapıyor.
Yöneticileri, arı gibi çalışan, çoğunluğu kız, şaşılacak kadar genç insanlar.
Bir ülkenin gençlerine duyduğu güven,onlara girişim ve yöneticilik olanakları sağlaması, o ülkenin geleceği bakımından sanırım yapılması gereken en önemli şeydir.
İki gün süresince, Başka Ülke Edebiyatları Kitaplığının farklı salonlarında yazınsal çeviri sorunları konusunda çok sayıda bildiri sunuldu.
Ben “Şiirin Çevrilebilirliği ve Çevrilemezliği” başlıklı bir konuşma yaptım…
Konuşma metinleri, bildiriler,daha sonra kitap olarak yayınlanıyor.
Bu toplantıda benim dışımda bizden Okan Üniversitesi öğretim üyesi ve çevirmen Hülya Arslan, yine şiir çevirisi konusunda güzel bir konuşma yapan  Uğur Büke, İstanbul Üniversitesinden öğrencim ve son yıllardaki başarılı çevirileriyle gerçek bir övgüyü hak eden Sabri Gürses ve yine çevirmen arkadaşımız Mehmet Yılmaz’la birlikte beş kişiydik.
Bu gibi uluslar arası toplantılarda başka ülkelerden gelen meslektaşlarla ilişkiler, görüşmeler, kendi ülkemizin tanıtımı, dünyaya açılması bakımından da büyük önem taşıyor.
                                                    ***
    Moskova kuruluş yıldönümünü kutluyor. Otele giderken sohbet ettiğimiz sürücü arkadaş sizde de böyle kutlamalar var mı diye sorduğunda biraz şaşırdım doğrusu. Sonra, bizde  kuruluş kutlamaları değil kurtuluş ya da fetih  kutlamaları yapıldığını söyledim…Slav tarihi de oldukça karışık olmakla birlikte Ruslar denebilir ki “kal-û bela”dan beri bu topraklarda yaşıyorlar… Biz Türkler Anadolu’ya geldiğimizde ise bu topraklarda zaten gelmiş geçmiş ve yaşamakta olan sayısız uygarlık vardı…  Üzerinde düşünülmesi gereken ilginç bir konu. ..Kurtuluş ve fetih kutlamalarının yanı sıra, daha barışçıl  kuruluş şölenlerimiz de olmalı…
                                               ***
     Sovyet döneminde geldiğimizde bizi eski moda Ladalarla Yazarlar Birliği sorumluları karşılardı… Sonrasında ve şimdi ise Rus-Türk İşadamları (RTÜK) derneğinin dost yöneticilerinin oldukça lüks araçlarıyla karşılandığımız oluyor… Dernek önümüzdeki yıl yirminci kuruluş yılını kutlayacak. Türkiye-Rusya ilişkileri saçma ve trajik bir nedenle bozulunca ben doğrusu çok kaygılanmamıştım. Çünkü bu ülkede başarılı iş adamlarımızın, binlerce insanımızın yarattığı geriye dönülmesi olanaksız bir dostluk ve karşılıklı anlayış temelinin sağlamca oluşmuş olduğunu biliyorum.  Gelişimin ertesi günü RTİB salonunda yaptığımız söyleşinin konusu da esas olarak buydu. Aydınlık kafalı insanlarımızla ülkemizin, Rusya’nın ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin bir değerlendirmesi yaptık… Bana bu fırsatı sağlayan RTİB’in değerli başkanlarından Ali Galip dostuma, bugünkü başkan Naki Karaaslan ve başkan yardımcısı Sabahattin Yavuz kardeşlerime teşekkür borçluyum.
                                              ***
Türkiye-Rusya ilişkileri gelişerek sürmelidir ve öyle de olacaktır… Fakat Batı dünyasıyla ilişkilerimizi de koruyup geliştirerek  … Hem Rusya hem Türkiye’de demokrasinin  gelişimi  ve geleceği bakımından bunun yaşamsal  önem taşıdığı kuşkusuzdur…


Ataol Behramoğlu/120916/Pazartesi Notları

5 Eylül 2016 Pazartesi

KÂBUS DEVAM EDİYOR | Ataol Behramoğlu | Pazartesi Notları | 050916


   En karanlık gecenin de bir  sonu olduğu hep söylenir.
   Bizde yıllardır yaşanmakta olan kâbus sona ermek şurada dursun daha da boğuculaşarak devam ediyor.
   Ne zaman, nasıl sona ereceği de  gitgide daha   belirsizleşerek.
  Türkiye böyle bir laneti hak etti mi?
  Doğan, doğacak olan çocuklarımız böyle bir ülkede doğmayı, doğacak olmayı hak ediyorlar mı?
    Aklı, yüreği olan herkes bu soruları soruyor; bu kâbustan kurtulmaya çırpınıyor.
    Kimilerimiz, belki çoğumuz, tıpkı boğulmakta olan biri gibi, artık umudunu yitirmiş, dibe doğru inmekte.
     Karamsarlık hiç olmadığı kadar koyu ve yaygın, kâbus hiç görülmediği kadar iç daraltıcı, boğucu, öldürücü…
     Kötümserlikten çok daha fazla iyimserliğe yatkın olan ben bile, insanlarda umut uyandıracak bir söz bulmakta, bir kanıt göstermekte çok güçlük çekiyorum…
                                                 ***
         Yine de, karamsar olmaktan kurtulamasak bile, yaşanmakta olan kâbusun nedenlerini aramaktan vazgeçmemek gerektiğini düşünüyorum.
      Çözüme ulaşmanın, kâbustan kurtulmanın yolu belki de buradan geçiyor.
      Kendi adıma ben bunu yapmaya çalışıyorum.
     Bilinçli olmaya, bilinçli kalmaya çaba gösteriyorum…
     Hafta yirmiyi aşkın şehit haberiyle kapandı, ya da kapanmakta…
     Çünkü bu satırları yazmakta olduğum Pazar öğle sonu ve sonrasındaki sa  atlerde de  neler olacağını bilemiyoruz.
   Gazetelerde çoktan alıştığımız, artık hiç yadırgamadığımız fotoğraflar…
   Yaş ortalaması yirmi beşin altında genç kurbanlar ve birbirlerine sarılmış ağlaşan çoğunlukla yaşmaklı, baş örtülü ,köy, kasaba, ya da yoksul semt kadınları…
    Aslında bu fotoğrafları doğru okumak bile yaşanmakta olan kâbusun nedenlerinin ip uçlarını verebiliyor…
     O çocukların hiç biri, işçi, köylü, esnaf,  herhangi bir başka meslekten hiçbiri, kendi alanında örgütlü değil.
   Çoğu, niye savaştığının, neden kurban olarak seçildiğinin bilincine, bilgisine sahip değil.
  O kadınlar, daha da bilinçsiz.
 Gözyaşlarıyla, ağıtlarla, birbirlerine sarılarak ayakta kalmaya çalışıyorlar.
 Kâbusun sona ermeyişinin, bütün bu ölümlerin, acıların nedenleri ise, anlaşılması ise hiç de güç olamayacak kadar açık ve ortada.
  Bugün ülkemizde siyasal erki ele geçirmiş olan kişi, kişiler ve çevreler, ülkeyi Suriye serüvenine sürüklememiş olsalar, bu komşu ülkenin sınırları  bu ölçüde denetimden çıkmayacak, Fırat Operasyonu denilen saldırı ve işgal hareketine gerek kalmayacak, Türkiye kendi iç sorunlarının sınırları içinde kalacaktı.
 Genç ölümleri, gözyaşlarını, ağıtları örtmek için kullanılan kahramanlık söylemlerinin, şehitlik övgülerinin arkasında gizlenmeye çalışılan gerçek budur.
  Giderek yoğunlaşan, boğuculaşan, içinden çıkılmazlaşan kâbusun tek sorumlusu da, ele geçirmiş oldukları siyasal erki bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır bugünkü  siyasal iktidar sahipleridir…
                                                          ***
   Diyeceksiniz ki, bunu zaten biliyoruz, peki ne yapmalıyız?
  Derim ki, iyimserlik gibi karamsarlığın da bir rehaveti vardır…
Bu kolaycılığa,, teslim olmaya kendimizi bırakmayalım…
Bir yerde, bir kurumda, bir konumda görev  üstlenmenin yolunu, çaresini bulalım.
İyimser olamasak da, cesur olalım.
Karanlık gecelerin sonu doğada kendiliğinden geliyor.
Toplumsal yaşamda kâbustan kurtulmaya, aydınlığa, bilinçle, cesaretle, savaşımla ulaşılabiliyor.

 Bunun başkaca da bir yolu, formülü olmasa gerek.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Ataol Behramoğlu'nun yeni şiir kitabı "ÖZLEM VE YAZ" 7 Eylül'de okurla buluşuyor...‏


Özlem ve Yaz
Foça Dörtlükleri
Ataol Behramoğlu


Ataol Behramoğlu’nun şiirlerine konu edindiği pek çok duygu ve gerçekçi gözlem arasında, bir sevgiliye, yurduna, bir arkadaşa ya da bir duyuşa özlem vardır. Behramoğlu’nun dizelerinde özlem, kimi zaman hiç kavuşulamayacak olanla ortaya çıkar, kimi zaman da kavuşmanın sevinciyle gelen bir duygu olarak aktarılır.
Çok önceden beri bilinen ama ilk aşk gibi heyecan uyandıran bir sevgiliyse Foça, ancak sevgilisine her dem aynı coşkuyla, aynı tutkuyla, aynı umutla bağlanan Behramoğlu’nun dörtlükleriyle hayat bulabilir. Özlem ve Yaz’da olduğu gibi…
Çok zaman önce gördümdü Foça’yı
Duygusu ilk aşk gibi bir şeydi
Yıllar sonra yine karşılaştık
Şimdi de son aşk olacak gibi

Ataol Behramoğlu’nun Özlem ve Yaz adıyla ilk kez yayımlanan şiirlerine ressam Sali Turan’ın olağanüstü desenleri güçlü bir görsellikle eşlik ediyor.
Arka Kapak Yazısından
Bir süredir yaz aylarını Foça’da geçiren Ataol Behramoğlu Özlem ve Yaz “Foça Dörtlükleri” adlı yeni şiir kitabıyla ülkemizin bu güzel ve özgün yöresini edebiyata taşıyor.

Bu şiir türündeki özel ustalığını “Kızıma”, “Cellat”, “Bir Aydın Tipine”, “Dostları Özlemle Kucaklamayı Unutma”, “Durdum Baktım Arkandan” gibi çoğu ünlü müzik ustalarınca bestelenmiş, dilden dile dolaşan dörtlükleriyle kanıtlamış olan şair Özlem ve Yaz “Foça Dörtlükleri”nin bütün dizelerinde duyumsanan bir yaşama sevinci atmosferinde duygu, gözlem ve renk algımızı genişletip derinleştiriyor.


Ataol Behramoğlu, Özlem ve yaz, Foça Dörtlükleri Şiir Kitabı Tanıtım Günü‏





Ataol Behramoğlu, Özlem ve yaz, Foça Dörtlükleri Şiir Kitabı Tanıtım Günü

KARATAŞ
Karataş’a bir kez ayak basan
Foça’dan ayrılamazmış derler
Foça da sizi bırakmaz zaten
Kalbinizle bastıysanız eğer

Ataol Behramoğlu’nun kaleme aldığı ‘Özlem ve yaz Foça Dörtlükleri’ şiir kitabının tanıtımı Foça’da yapılacak.

Toplumcu gerçekçi şiir ilkeleri ile şiirini yeni biçim ve tema arayışlarıyla besleyen ve bir süredir yaz aylarını Foça’da geçiren Ataol Behramoğlu, Foça için yazdığı şiirleri bir kitapta topladı.

Çeviri, Edebiyat ve kültür üzerine yazdıkları ve antoloji çalışmaları ile yurt içi ve yurt dışında dikkat çeken Usta Şair Ataol Behramoğlu, ‘Foça Dörtlükleri’nin bütün dizelerinde duyumsanan bir yaşama sevinci atmosferinde, duygu, gözlem ve renk algımızı genişletip derinleştiriyor.

Beş Kapılar
Foça’nın bekçisi Beş kapılar
Önünden zümrüt bir derya akıyor
Gözünü dört açmak yetmemiş ona
Denize beş gözle bakıyor

Egenin en güzel ilçelerinden biri olan Foça’yı şiirleri ile anlatan Ataol Behramoğlu’na ise desenleri ile Sali Turan Eşlik ediyor.
Görsel sanatların büyüleyici dünyasını ‘Foça Dörtlükleri’ ile buluşturan Sali Turan, kitapta görsel bir şölen sunuyor.

7 Eylül 2016 Çarşamba Günü saat 21.00’da, Foça Beş Kapılar Kalesi’nde düzenlenecek olan ‘Özlem ve Yaz-Foça Dörtlükleri’ kitabının tanıtım gecesini sunumunu Gülsen Tuncer yapacak.
Burçe Armağan ve Namık Kuyumcu’nun hazırladığı ‘Ataol Behramoğlu 50. Yıl’ belgesel gösteriminin ardından Erhan Doğan ve Düş Gezginleri sahne alacak. Ataol Behramoğlu’nun şarkılarını Haluk Çetin’in yorumlarıyla dinleyecek olan Foçalılar, geceye katılan konuklardan da yine usta şairin dizelerini dinleme fırsatı bulacaklar.

Usta Şair Ataol Behramoğlu’nun kaleme aldığı ‘Özlem ve Yaz Foça Dörtlükleri’ şiir kitabının tanıtım gecesine ayrıca; Gülsin Onay (Devlet Sanatçısı), Uğur Dündar, Yılmaz Özdil, Dilek Türker, Sali Turan, Bilgin Gökberk ve Cenap Tezel de onur konuğu olarak katılacaklar.

1 Eylül 2016 Perşembe

VEDAT TÜRKALİ

   Vedat Türkali geride edebiyat, sinema ve siyaset alanlarında dev bir miras bırakarak yaşama veda etti.
   Asıl adı Abdülkadir Pirhasan olduğundan biz yakınları için o Kadir ağabeyimizdi.
   Bunu yazarken bizlerden gençlere,çok daha gençlere haksızlık ettiğimi düşündüm.
    Örneğin kızım Barış için o Vedat dedesiydi.
   Zihni, yüreği, belleği, ilgisi, merakı herkese, her şeye, her yaşa böylesine açık bir başka kişi tanımadım diyebilirim.
     Onunla(ve sevgili Merih ablamızla) 1970’lerin ikinci yarısında tanıştık.
     Yazarlar Sendikası yönetim kurulunda olduğumuz süreçlerde ise  aramızda kopmaz bağlar oluştu.
     Vedat Türkali çok az sayıda şiiriyle de olsa iyi bir şair, daha da önemlisi bir şiir sevdalısı ve bilgesiydi…
     Ona bir şiir beğendirmek çok zor işti.
    Öncelikle divan şiirimiz konusunda engin bilgi sahibiydi.
   Tanışıklığımızdan nice yıllar sonra odasının duvarlarında “Yeni Aşka Gazel” ve “Ölüme Gazel”adlı şiirlerimin asılı olduğunu gördüğümde, büyük bir ödül kazanmışçasına sevinmiştim.
      “Bir Gün Tek Başına”yı okuduğumda sanıyorum ki henüz tanışmıyorduk.
       Romanın genç kız kahramanı Günsel hepimizin sevgilisiydi.
       Bizim kuşağa yakışırken kendisinden hem yaşlı hem dünya görüşü ve yaşam anlayışıyla da farklı birine sevdalanması çok da anlaşılır bir şey değildi.
       Kenan tipini  şu anda da soğuk ve itici bulurum.
       Fakat romanı önemli kılan da yazarın sanırım bu güç olanı, toplumdaki çelişkileri de daha iyi sergilemesine olanak sağlayan bu çelişkili ilişkiyi romanının eksenine oturtmuş olmasıydı…
       “Mavi Karanlık”, “Yeşilçam Dedikleri Türkiye”, “Tek Kişilik Ölüm”, bir dev roman olan “Güven”, “Kayıp Romanlar”, “Yalancı Tanıklar Kahvesi”, “Bitti Bitti Bitmedi”… Adlarını bir çırpıda saydığım romanları…
    “Bir Gün Tek Başına”dan sonra aynı tatları alarak okuduğum “Kayıp Romanlar” için yazdığım “Vedat Türkali’den 85.Yaş Armağanı” başlıklı yazımı çok sevdiğini söylemişti. Ama orada da durmadı, ardından iki roman daha yayınlandı.
       Vedat Türkali bir kent romancısıdır. Konuları kentlerde geçer ve kahramanları kentlidir. Bu alanın ve bu roman türünün son elli yıllık edebiyatımızdaki en büyük temsilcisi olduğundan kuşkum yok. Gerek bu özellikleri gerekse 90’lı yaşlarında da değerli  ürünler  vermiş bir yazar oluşuyla bütün bir dünya edebiyatının da büyük ve ender bir olgusudur.  Tıpkı geçen yıl yitirdiğimiz sevgili Yaşar Kemal gibi bu gerçek anlamda büyük yazarımızı da günümüzdeki ve gelecekteki okurlarının kalplerindeki sonsuzluğa uğurluyoruz.

Ataol Behramoğlu
29 Ağustos 2016

Foça