26 Nisan 2014 Cumartesi

KIRIM SAVCISI NATAŞA…


Rusça Natalya adının kısaltılmışı Nataşa’yı bütün dünya Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ının unutulmaz kahramanı Nataşa Rostova olarak tanıyıp sevdi.
Roman kahramanının ve romandan yapılan filmlerin ölümsüzleştirdiği isim bizde ne yazık ki bir süre kötü bir şöhretin adı oldu.
Şu sıralar, ne kadar sürer bilemem ama, internet sitelerinde Kırım’ın genç ve güzel savcısı Nataşa Poklonskaya’nın adı dalgalanıyor…
***
Nataşa Poklonskaya Mart ayında Özek Kırım Cumhuriyetine başsavcı vekili olarak atanmış. (Kimi kaynaklarda savcı, kimisinde savcı vekili olarak geçiyor.) Ününe, görevi aldığında düzenlediği basın toplantısındaki sözleri yol açmış… Sadece onlar değil, yanı sıra da çetin bir dönemde böyle bir görevi üstlenen kişinin alımlı bir genç kadın oluşu, tavırlarındaki ve söz söyleyişindeki ciddiyet, aynı zamanda da zarafeti, çekiciliği…
Bu basın toplantısı sonrasında ilk önce Japonya’da bir anda popüler olmuş ve milyonlarca hayran kazanmış…
Japonlar üzerinde bıraktığı etki, bu üniformalı sarışın genç kadının, aslında son derece sade taralı saçları, iri sayılabilecek gözleri,
konuşması ve hareketleriyle Japon çizgi filmlerinin kahramanlarını anımsatmasıymış… Nitekim ilgili sitelerde ondan esinlenmiş pek çok çizim var…(Bu arada kendisine yine Japonya’dan pek çok aşk ilanı, evlilik talebi geldiğini de belirtelim.)
Basın toplantısındaki konuşmada kullandığı “nyaş-myaş”diye bir söz, Rusça konuşulan ülkelerde de bir anda popüler oluşunun bir başka nedeni… “Nyaşa” sözlüklerde “kurumuş, mille, çamurla dolmuş göl yatağı” diye açıklanıyor…(Buna karşılık “nyaşnıy” sıfatı, güzel, nitelikli, sevimli vb. anlamlarına geliyor…) “Myaş”la ilgili bir açıklama bulamadım… Konuşmada geçen cümle şöyle: “Benim savcılığımda Kırım’da ‘nyaş-myaş”a geçit verilmeyecek!” İkinci sözcüğe ilişkin açıklama bulamasam da bizdeki “m” eklemesiyle yaratılan tekrarlı sözcüğe benzeterek, hırsızlığa mırsızlığa, cinayete minayete, soyguna moyguna vb.. gibi bir anlama geldiğini düşünüyorum…


***
İnternet üzerinden popülerlik patlamasına yol açan ikinci etken Ukraynalı müzisyen S.Blagov’un “Ah, nasıl da Nyaşa! Ukrayna’lı Nataşa…”adlı şarkısı olmuş…(Öyle sanıyorum ki ters anlamlara gelen “nyaşa” ve “nyaşnaya” sözcükleriyle, bir sözcük oyunu yapılıyor….) Bu şarkıyı dinledim… Söyleyen kişinin, hanım savcının karşısında sanık sandalyesine oturmak isteğinin dile getirildiği akıcı bir ezgi… Asıl patlama ise “Enjoykin” takma adını kullanan bir “bloker”in bir kaç gün önce internete düşerek dünya çapında yaygınlığa ulaşan “Nyaş-Myaş” adlı şarkısı olmuş…Öyle ki, milyonlarla ifade edilen bu izlenme patlaması, Batı’nın, Amerika’nın en popüler şarkı kliplerini geride bırakmış… Bu son şarkının kahramanı, Kırım savcısı Nataşa’nın kendisi… Basın toplantısındaki, başkaca konuşmalarındaki görüntülerine, bir ezgi eşliğinde, “, oralardan sözler eklemlenmiş… İlkin ben bile, dinlerken, şarkıyı gerçekten o söylüyor sandım… Sözler ise, nyaş-myaş” nakaratıyla, iktidarın bir ayaklanmayla ele geçirildiği, halkın olduğu yerde olmak gerektiği vb. gibi bir kaç cümleden oluşuyor…
***
Nataşa Poklonskay’nın bıraktığı etkinin bir nedeni de yüzündeki kıpırtısızlık ve sözlerini dişlerinin arasından söylüyormuş gibi konuşmasından geliyormuş… Bunun da nedenini öğrendim… 2011’de yönetimin ileri gelenlerinden birkaç kişiyi sorguladığı için tenha bir yerde kıstırılıp dövülmüş, bu nedenle de yüzünün yarısı kıpırtısız kalmış… Bir kaç erkek savcının kabul etmeyi göze alamadığı Kırım başsavcılığı görevini üstlenmesi de bu yüzden olduğu söyleniyor…
Şimdi yapılması gereken, söz konusu şarkıları internetten indirip dinlemek ve bu güzel ve gözü pek kadın üzerinden, yaşamakta olduğumuz çağın birbiri içine girmiş karmaşık olguları üzerine düşünmek…



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 270414

Başkomutan Erdoğan...

Bu yılın mart ayında Sefer Çetinkaya imzalı uzunca bir elektronik mektup almıştım.“Hitler Dönemi Almanyası- Erdoğan Dönemi Türkiyesi” başlıklı bu ilginç mektuptaki (daha doğrusu inceleme yazısındaki) bazı görüşleri az önce bilgisayarımda bir kez daha gözden geçirirken sizlerle de paylaşmak istedim.
Sayın Sefer Çetinkaya, Hitler dönemi Almanyası’na (özellikle de Nazi Partisi’nin iktidar ve Hitler’in tek adam oluşuna) ilişkin bilgileri “Hukuk profesörü Andreas Schwartz’ın gözetiminde 1948’de yayımlanan ‘Hitler’ adlı kitaptan derlediğini” belirtiyor..Benzerlikler konusuna girmeden, dikkatimi özellikle çeken bir sözcükle, “başkomutan”sözcüğüyle başlayayım...Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 1934’te ölmesiyle, başbakan Hitler, cumhurbaşkanlığı görevini de üstleniyor ve böylece Alman ordusunun “başkomutan”ı oluyor...
Doğrusu, Başbakan Erdoğan’ın yakın gelecekteki olası cumhurbaşkanlığı ile birlikte, aynı zamanda da Türkiye ordusunun başkomutanı olacağı aklıma gelmemişti... Ya da bunu bu sözcüklerle düşünmemiştim...
Anayasanın ilgili bölümüne baktım. Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinin sıralandığı 104. maddede, şu cümleler de yer almakta: “Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başkomutanlığını temsil etmek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar vermek, Genelkurmay Başkanı’nı atamak...”
Böylece Erdoğan’ın olası cumhurbaşkanlığının bir başka boyutu, yaratabileceği bir başka sorun daha ortaya çıkmış oluyorCumhurbaşkanı, ordu ilişkisi... Daha açık bir deyişle, Türkiye ordusu ile bu ordunun olası başkomutanı Erdoğan arasında “emir-komuta” ilişkilerinin doğurabileceği sorunlar...
***
Şimdi, sözünü ettiğim elektronik mektupta örneklenen koşutluklardan bir bölümüne gözatalım:
1929 dünya ekonomik bunalımıyla ilişkili olarak Alman ekonomisi de çöküntüde. 1932 başlarında bu ülkede işsiz sayısı 6 milyonu aşmış. Hitler başkanlığındaki Nazi Partisi bir“toplumsal öfke ve kaos ortamında” 6 Kasım 1932 seçimleri için alanlara çıkmaya hazırlanıyor...
Hitler, Alman gazetelerin tümüne yakınını elinde bulunduran 6 patronla yaptığı görüşmelerde, 6 Kasım seçiminde partisinin desteklenmesi karşılığında, iktidara geldiklerinde patronların kredi ve faiz borçları ile devlete olan vergi borçlarının silineceği vaadinde bulunuyor ve istediği desteği fazlasıyla elde ediyor...
Bir başka ilginç nokta (Naziler tarafından meydanlarda yakılan “Hitler’in Yolu” adlı birkitabın yazarı) Demokrat Parti milletvekili Theodor Heuss’un, Hitler’in yükselişine karşı demokrasi güçlerini birleştirme çabalarının başarıya ulaşamayışı...Nazizmin yıkılışından ve savaşın sona ermesinden sonra Alman Federal Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığına seçilecek olan öngörülü devlet adamı ve aydın Theodor Heuss 5 Haziran 1933’te demokrasiden yana bütün partileri bir toplantıda buluşturarak her partinin bütün seçim bölgelerinde seçime girmemesi, hangi parti hangi seçim bölgesinde en güçlüyse öteki partilerin onu desteklemesi önerisinde bulunuyor...
Fakat bu toplantı, katılımcıların siyasal hırsı, körlüğü, bencilliği ve öngörüsüzlüğüsonucunda ne yazık ki bir demokrasi cephesi kurulamadan ve bir seçim ittifakıgerçekleştirilemeden dağılıyor...
***
Bugünün Başbakanı, geleceğin olası cumhurbaşkanı ve böylece de Türkiye ordusunun olası başkomutanı Erdoğan’ın geçen hafta AKP kurultayında yaptığı konuşma, bu konuda birçok kez yazıldığı gibi, “demagoji” denilen şeyin insanı hem öfkelendiren, hem utandıran, hem “artık bu kadarı da olmaz” dedirten örnekleriyle bir kez daha dolup taşıyor...Bunlardan bir tanesi ise, en yerinde bir deyimle “akla zarar”...
Erdoğan sesinin en üst perdelerinden, Irak’taki Amerika’ya veryansın ediyor...
“Hani demokrasi getirecektiniiiizz...” diye yırtınıyor...
Sanırsınız bir yol kazası olmayıp da mahut “tezkere” kabul edilmiş olsaydı Irak’a Türkordusunu göndermeye can atan kişi o değildi...
Sanırsınız bu Erdoğan, Irak’a asker gönderilmemesi için savaşım verenlerin en başında gelmekteydi...
Söylenilen sözlerdeki tutarsızlıkların yanı sıra, ses tonundaki iniş çıkışların ve“hitabet”teki beklenmedik yön değişimlerinin yapay ve sağlıksız grafiği ise benim gibibaşka birçok kişiyi de tedirgin ediyor olmalıdır...İncelenmesi gerçekten ilginç '73onuçlar verebilecek olan bu garip “grafik”, beni ülkemiz adına kaygılandırıyor...
1960’lardan bugünlere, üst düzeydeki hiçbir politikacının konuşmasının içeriğinde ve tarzında (hitabet tonunda) bu ölçüde bir saldırganlık ve hemen sonrasındaki alttan alışlar arasında şaşırtıcı gidip gelmeler, bu kadar tutarsızlık, birbirini tutmazlık, bu ölçüde tedirgin edici ve ürkütücü bir yapaylık görmedim...
Başka da ne söylenebilir, bilmiyorum...
___________
2006’da yayımlanan bu yazıyı, güncel olduğu için bir kez daha paylaşıyorum.  

19 Nisan 2014 Cumartesi

AYDINLANMA VE ONUR


Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nce 2003 yılından bu yana(2007’den başlayarak da İzmir-Balçova Belediyesi ile birlikte) her yıl verilen Aydınlanma Onur ödülünü almak onuruna bu yıl ben layık görüldüm…
Aydınlanma ve onur kavramları birbirine yakışıyor…
Fakat önce aydınlanma ve umut ilişkisinden söz etmeliyim…


***
Aydınlanma, var oluş olgusunu akılla kavrama çabası demektir.
Milyonlarca,belki milyarlarca yıllık insanlık tarihinde aydınlanma tarihinin süresi(eski Yunan aydınlanmasını başlangıç olarak alırsak) sadece birkaç bin yıldır…
Buna karşılık, gerçek anlamıyla insan oluşumuz, aydınlanma süreciyle başlamıştır…
Aydınlanmayı reddeden, var oluşu akıl dışı, akıl ötesi, akıl üstü güçlerle açıklamaya çalışan anlayışlar, insanlaşma sürecinin gerisinde kalmıştır…
Böyle düşünmemekle birlikte aydınlanmadan umudu kesmiş olmak da bu süreci gerektiğince anlamamak, onun dışına düşmekle eş anlamlıdır…
Oysa insan var olduğu sürece umut hep olacaktır…
Bir tersinlemeyle,(çok bilinen bir özdeyişi tersine çevirerek) söyleyecek olursak:
İnsandan, akıldan, aydınlanmadan umut kesilmez…


***
Sadece bulunduğumuz coğrafyada değil dünyanın bütününde 20.yüzyılın en büyük aydınlanma devrimlerinden birini, belki en büyüğünü gerçekleştirmiş bir ulusuz…
Bizler, bu büyük devrimin mirasçıları, günümüzdeki temsilcileriyiz…
Karşımızdaki güçler ise, uzak ve yakın tarihimizin gelmiş geçmiş en gerici unsurlarının günümüzdeki mirasçıları, son kalıntılarıdır…
Tarihsel olarak bu savaşımın zaten en başından yenik olan, çağını çoktan tamamlamış bu gerici unsurların karşısında, üstelik yakın tarihin en büyük aydınlanma devrimlerinden birinin gerçekleştirilmiş olduğu bir ülkede umutsuz olmak ise her şeyden önce ayıptır…


***
Tam bu noktada, E.Bloch’un ünlü “militan iyimserlik” kavramından bir kez daha söz etmek gerekiyor…
Sorun umutlu ya da umutsuz, iyimser ya da kötümser olmak değil, eylemli olmak ya da olmamaktır…
Eylemsiz birinin umutlu ya da umutsuz olmasının toplumsal bakımdan önemi de anlamı da yoktur…
Önemli olan eylemliliktir…
Eylem içindeki insan ise, ne karamsar ne umutsuz olabilir…
Umut İlkesi”nin yazarı, çağdaşımız büyük Alman düşünürünün “militan iyimserlik” dediği de budur…


***
Buraya kadar söylediklerim, sözünü ettiğim ödül töreninde ödül plaketlerini aldıktan sonra söylediklerimin bir özetiydi…
Aydınlanma ve onur ilişkisine gelince…
İnsanın insan olma onuruna kavuşması, birbirini izleyen aydınlanma süreçleriyledir….
Gezegenimizde milyonlarca belki milyarlarca yıl önce oluşan insan türünün ayaklarını gerçek anlamıyla yere basması, gerçek anlamıyla göklere yükselerek evrenin keşfine çıkması, aydınlanmayla, yani akılladır…
Bu nedenle de Aydınlanma ve Onur kavramları birbirine çok yakışıyor…
Aydınlanma değerlerinden yoksun biri, insan olma onurunun bilincinde değil demektir…
Aydınlanma düşmanlığı ise, tarihin bütün dönemlerinde,
insanlık onurunun düşmanı olmuştur…

***
Bu özdeş iki kavramı yan yana getirerek böyle bir ödül olgusunu gerçekleştiren ve bu yılın ödülü bana layık gören, dernek başkanı Prof.Dr.Kemal Kocabaş başta olmak üzere YKKED’nin bütün yönetici ve üyelerine, Balçova Belediyesi’nin değerli başkanı Mehmet Ali Çalkaya kardeşime, törenin gerçekleştirilmesindeki büyük katkıları için şair kardeşim, arkadaşım Balçova Belediyesi Kültür Yöneticisi Tuğrul Keskin’e teşekkür ederim…
Ödül törenine konuşmacı olarak katılan İnönü Vakfı’ başkanı Özden Toker Hanımefendi, CHP milletvekili sevgili Aylin Nazlıaka, değerli bilim insanı ve dostum Prof.Dr.Yakup Kepenek ve salon dolusu sevgili izleyiciler, bana layık görülen onuru değerli varlıklarıyla bir kat daha arttırdılar…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/190414



Bir karınca çalışkanlığı,özverisi ve alçakgönüllülüğüyle kültür yaşamımızı zenginleştiren sevgili Alpay Kabacalı’yı yitirmiş olmanın kederini yazın ve sanat dünyamızla, değerli eşi ressam İffet Kabacalı ve sevgili evlatlarıyla, pek çoğu ortak dostumuz bütün arkadaşlarıyla paylaşıyorum… A.B.




" Atatürk Türkiye'si  bir cumhurbaşkanı adayı çıkaramıyor mu?..."

16 Nisan 2014 Çarşamba

ST.PETERSBURG




Rusçasıyla Sankt Peterburg, Petrograd; yaygın olarak bilinen adıyla St.(Saint) Petersburg.
Çar I.Petro’nun,İsa’nın havarilerinden adaşı Petrus’a göre adlandırdığı şehir.
Kuruluşuna ilişkin sayısız söylence, yakıştırma, masal, hakikat…
Neva nehrinin kolları arasında oluşan adalar, adacıklar üzerinde kurulmuş muazzam kent.
İlk ziyaretim 1970 başlarındaydı. Aklımda kalan, Puşkin evini ziyaretimiz. Kitaplığı. Düelloda aldığı yara sonrasında üzerinde can çekiştiği yatağının bulunduğu oda. Uluslar arası bir çevirmenler kurultayına çağrılı olarak çıktığım bu yolculukta St.Petersburg’dan(o zamanki adıyla Leningrad’dan) Puşkin’in mezarının bulunduğu Mihaylovskoye’ye de gitmiştik…

***
Şehirlerin yazar, sanatçı, kültür ve bilim insanlarının adlarıyla anılmasına alışık değiliz…
Rusya’da ise bunun tam tersine, şehirler, daha küçük yerleşim yerleri, caddeler, sokaklar, öncelikle oralarda doğmuş, yaşamış, iz bırakmış,sanat, kültür, bilim insanlarının adlarıyla anılıyor.
Petersburg denildiğinde Rus’un çağrışım duyargaları Puşkin, Dostoyevski başta gelmek üzere 19. yüzyılın büyük Rus yazarlarına ve şairlerine, daha entelektüel olanlarınınki, Blok, Ahmatova, daha yakın zamanların Brodski’sine uzanacaktır…
Petersburg Avrupa’nın dördüncü, Rusya’nın ikinci büyük kenti olmasının yanı sıra, yazarlarıyla, şairleriyle, sanatçılarıyla anılmayı da hak etmiş bir dünya kentidir.


***
I.Petro’nun yakıp yıkarak değil, tersine, bataklıklar üzerinde yükselttiği bu “çılgın proje” ürünü şehir, kurucusuna çılgın sıfatını kazandırmış; 18. yüzyıl başlarındaki kuruluşundan yaklaşık iki yüz yıl sonra 1905 ve 1917 devrimlerine de ev sahipliği yapmıştır…
Ekim devriminin büyük önderinin 24 Ocak 1924’teki ölümünden birkaç gün sonra, ona ve önderi olduğu devrime saygının simgesi olarak kentin adının Leningrad yapılması bundandır…
Lenin yaşıyor olsa bu değişikliği kabul eder miydi, sanmıyorum…
Nâzım’ın “XX. Kongreye Geldi Lenin” başlıklı şiirindeki “farkında bile değil heykelinin…” dizesini anımsamak bile bu görüşümü doğrulmaya yeter…
Nitekim bambaşka nedenlerle de olsa 1991’deki bir halk oylaması sonucunda kente eski adı geri verildi…
Gerçi itiraf ederim ki, bu kenti ancak bir kaç kez ve kısa sürelerle görmüş olan benim bile, dilimin St. Petersburg’a alışması epey zaman aldı…


***


St.Petersburg görülüp gezilemeye,içinde yaşanmaya değer… Düzgün ve tertemiz bulvarları, gökdelenlerle hoyratça parçalanıp karartılmamış engin gökyüzü, neredeyse her biri bir sanat yapıtı olan binaları, kiliseleri, köprüleri ve Fin körfezine dökülen bin bir kollu Neva nehriyle, sanki bir şehirden değil, bütünüyle bir sanat eserinden söz ediyoruz…
Şiirlerimin genç ve ünlü Türkolog Apollinaria Avrutina’ın çevirileriyle yayınlanışı vesilesi ile, İstanbul’da da önemli kültür etkinlikleri düzenleyen Rus-Türk Kültür Merkezinin çağrılısı olarak gittiğim St.Petersburg’da Hermitaj’ı, Rus Sanat Müzesini bir kez daha görmek büyük mutluluktu…
19. yüzyılın öncü aydın ve devrimcilerinden Radişçev’in; sanat eleştirmeni, devrim önderi ve “Ne Yapmalı”nın yazarı Çernışevski’nin, 20.yüzyıl başlarında genç Maksim Gorki’nin de aralarında bulunduğu devrimcilerin, kuşaklar boyunca pek çok devrimcinin tutsak edildiği, işkence gördüğü, Lenin’in ağabeyi, tıp öğrencisi Aleksandr Ulyanov’un sehpada can verdiği Petro Pavloskaya kalesini ise ilk kez görme fırsatım oldu…
Bir giyotin sehpası üzerinde, başını ve yüzünü de örtecek biçimde karalara bürünmüş olarak baltasını indirmek için kolunu kaldırmış cellada bakarken, kederlenmemek olanaksızdı…

Ama ben bu yazıyı yine de, en küçük yaştakileri babalarının omzunda, annelerinin kucağında o gün bir çocuk bahçesini andıran Hermitaj Müzesini büyük bir dikkat ve olgunlukla gezmekte olan, yerlere bağdaş kurup resim çalışan her yaştan çocuklara sevgilerimi göndererek tamamlanmak istiyorum…

12 Nisan 2014 Cumartesi

CUMHUR VE BAŞKANI


Günümüz Türkiye’sinde “cumhur”un nasıl bir başkanı olması gerektiği üzerine biraz fikir jimnastiği yapalım. ..
Cumhur Arapçada halk demek olduğuna göre bu sözcükten türetilmiş Cumhuriyet rejiminin de halkla ilgili bir yönetim biçimi olması gerek.
Halkın belli bir bilinçlilik ve örgütlenme düzeyine sahip olduğu cumhuriyetlerde, böyle halklar, içinde halk sözü geçen bir yönetim biçimini hak ediyorlar demektir…
Zaten bu gibi ülkelerde tek adam yönetimlerinden, krallıklardan, imparatorluklardan cumhuriyet yönetimlerine geçiş de o ülke halklarının bedel ödemeleriyle gerçekleşmiştir.
Kendi cumhuriyetimizin tarihine bu açıdan kısaca bir göz atalım…


***


İlk cumhurbaşkanı, başkanı olduğu cumhuriyetin kurucusu olarak bu hakka doğallıkla sahipti.
Yenilikçi, kurucu, devrimci bir tek adam”dı…
İkinci cumhurbaşkanı, kişisel farklılıklar dışında, toplumsal anlam bakımından ilkinin devamıdır.
Üçüncü cumhurbaşkanı ise çok partili sisteme geçiş döneminin ilk cumhurbaşkanı olarak ilk ikisine göre daha az yetkiye sahiptir ve cumhurbaşkanlığı makamı artık daha çok simgesel bir önem taşımaktadır.
Asıl yetki artık, partinin de başkanı olan başbakana geçmiştir.
Tek parti dönemi sona ermiş, görünüşte demokrasiye geçilmiş, fakat bu kez de başbakanların tek adamlaşma dönemi başlamıştır…


***
Darbe dönemleri cumhurbaşkanlarını konu dışında tutacak olursak, Demokrat Parti iktidarı döneminden günümüze kadar ülkemizdeki siyasal sistemin(Batı demokrasilerinin hemen hepsinde olduğu gibi) güçlü başbakanlık sistemi olduğunu görüyoruz. Bu sistemde, doğal olarak, cumhurbaşkanlığı makamı daha çok simgesel, temsilî nitelik taşıyacaktır.
Başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına geçen Demirel, özellikle de Özal dönemlerinde bu durum bir kez daha farklılaşıyor.
Hukuksal dayanağı olmasa da, özellikle Özal’la, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki gibi, bütün yetkileri elinde toplamış bir çeşit tek adamla karşılaşmış oluyoruz…
12 Eylül darbesi ve 24 Ocak kararlarıyla yaşama geçirilen; tümüyle dışa bağımlı, sıcak parayla ve üretimden çok tüketimle beslenen “köklü” ekonomik dönüşümler ister istemez böyle bir tek adamlığı gerektiriyordu…


***


Buraya kadar söylenenler özetlenecek olursa, Cumhuriyetin ilk iki kurucu başkanından sonra güçlü başbakanlık sistemine geçildiğini, Menderes yönetimiyle başlayan bu sistemin, Demirel ve özellikle de Özal dönemlerinin farklılıklarıyla, darbe dönemleri dışında günümüze kadar sürdüğünü görüyoruz…
Şimdi ülke bir kez daha bir cumhurbaşkanlığı seçimiyle karşı karşıyadır.
Zaten “tek adam” konumundaki güçlü başbakan, büyük olasılıkla cumhurbaşkanlığı yetkilerini de kendinde toplamak istiyor…
Bir bakıma, ilk kurucu cumhurbaşkanının sahip olduğu yetkilerin de üstünde güç ve yetkiyle donatılmak arzusunda…
İlk kurucu cumhurbaşkanının, neyi, hangi düşünceyi, hangi cumhuru, ülke için nasıl bir geleceği temsil ettiği tarihsel gerçeklikler olarak apaçık ortada…
Günümüzün güçlü başbakanı cumhurbaşkanı olarak neyi, hangi düşünceyi, hangi cumhuru, ülke için nasıl bir geleceği temsil edecek?..
Sözü uzatmaya gerek olmaksızın yanıtlayalım:
İlk kurucu cumhurbaşkanı neyi, hangi düşünceyi, hangi cumhuru, ülke için nasıl bir geleceği temsil ediyorsa, tam tersini…


***
Halkımızın bilinçlilik ve örgütlenme düzeyi bakımından, cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi yönteminin yanlışlığı, içerdiği tehlikeler bugün apaçık görülüyor olmalı.
Demokrasiyi çoğunluk sistemi olarak görüp dayatmaya çalışan, popülist, oportünist düşünceler için bundan daha güçlü bir dayanak olamazdı.
Günümüz başbakanının cumhurbaşkanı olması, Türkiye’de demokrasinin son kırıntılarının yok olmasıyla kalmayıp ülkenin de sonunu getirecek, Türkiye iç ve dış savaşlara sürüklenerek parçalanıp yok olacaktır…
Cumhuriyetimizin yüz yıla yaklaşan tarihi süresince, çağdaş, uygar bir dünya devletinin yurttaşları olma yönünde büyük adımlar atan Türk ulusu, Türkiye halkı, böyle bir geleceği hak etmiyor…
Karamsar değil kararlı olunması gereken günlerden geçmekteyiz….





Ataol Behramoğlu/Cumartesi yazıları/120414

BÜTÜN SİYASAL TUTUKLULARA, TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK

5 Nisan 2014 Cumartesi

NE YAPMALI?


Bir saptama yapabilmek için örneğin şöyle başlanabilir:
Halkımız bizi bir kez daha yanılttı.
Bunca yolsuzluk iddiası ve kanıtı ortaya saçılmışken halkımız ya bunu anlayacak sağduyuyu gösteremedi, ya da bile bile, takım tutar gibi, küçük çıkarlar karşılığında seçimini yaptı…
Bir başka saptama şu olabilir:
Adamlar din duygusunu sömürmeyi iyi başarıyor. Bu nedenle halkımız büyük çoğunluğuyla bu partiyi kendine yakın görüyor….
Aynı açıklama, söz konusu siyasal partinin başındaki kişinin “karizmatik” kişiliğine vurgu yapılarak da sürdürülebilir:
Adam imamlık eğitimi almış. Hitabeti güçlü. Vücut diliyle de halk kitlelerini etkilemeyi başarıyor…
Seçim sonuçlarını açıklama çabası muhalefete eleştiri okları yöneltilerek de yapılabilir:
İktidarın karşısında dişe dokunur bir muhalefet yok. Halk kitleleri bu nedenle istemese de yine iktidardaki partiye yöneliyor…
Sağlık alanında sağlanan görece kolaylıklar, sadaka gibi dağıtılsa da toplumsal yardım konularında başarı sayılabilecek kimi çalışmalar; yol, konut vb. yapımlarındaki gösterişli işler, yanı sıra da medya üzerinde kurulan egemenlik, baskı ve yasaklarla toplumun gözünü korkutmak gibi nedenler,iktidardaki partinin seçim başarısının nedenleri olarak gösterilebilir…
Seçim sonuçlarını açıklama bakımından aklıma bir çırpıda gelen bu gerekçelere hiç kuşkusuz pek çok başkaları da eklenebilir…
Bunların hepsinde bir doğruluk payı olduğunda kuşku yok.
Fakat hiç biri tek başına yeterli olamayacağı gibi hepsini birlikte düşünmek de bana seçim sonuçlarını açıklama bakımından yeterince inandırıcı gelmiyor…
Ne yapılması gerektiği konusunda öneriler üretebilmek için, daha başka, daha temel nedenler bulunması gerektiğini düşünmekten kendimi alamıyorum…

***
Öncelikle, seçim sonuçlarının iktidardaki parti bakımından mutlak bir başarı olmadığını görmek gerek.
Beklenildiği kadar başarısız olmadıklarını söylemek daha doğru olur.
İkinci olarak, halk kitlelerini suçlamak kadar yanlış bir şey yoktur..
Çünkü suçlayarak sonuç alınamaz. Yapılması gereken anlamaya çalışmaktır.
Yerel seçim sonuçlarını masaya yatırarak irdelemeye koyulduğumuzda, her bölge, her toplumsal sınıf ve tabaka, her yaş ve cins grubu bakımından farklı durumlarla karşılaşılacağı kuşkusuzdur.
Ve yapılacak irdelemeler mutlaka bu farklılıklar en başta gözetilerek yapılmalıdır.
Buna göre de uygulanacak tanıtım, eleştiri, propaganda vb. yöntemleri, bu farklılıklarla uygunluk içinde olmalıdır.
Bütün bunlardan daha önemlisi, söylenen hiçbir sözün söz olarak kalmaması,somut, maddi gerçekliğe dönüştürülmesidir.
Örgütsüz kitlelere söylenecek sözler, ne kadar doğru da olsalar, su üstüne yazılmış yazılar gibidir.
Bir süre sonra geçersizleşir, bir başka söz tarafından etkisizleştirilir.
Asıl olan örgütlülüktür.
Buna göre de yapılması gereken, halk kitlelerini, bütün toplumsal kesimleri, sadece oy verici, onun dışında edilgen kişiler ve topluluklar olarak görmekten vazgeçerek, örgütlülük bilinci kazanmalarını, örgütlenmelerini sağlamaktır.
Bence, sadece bu seçim sonuçları bakımından değil, siyasal çalışmaların genelinde çıkarılması gereken asıl sonuç budur.


***


Hiçbir şeyin durağan olmadığını, çoğu kez öyle görünse bile yerinde saymadığını, bir değişimler süreci içinde evrildiğini biliyoruz, bilmemiz gerekir.
Fakat değişimler ille de ve her zaman ileriye doğru olmuyor.
Başarının sırrı, değişimin yönünü sezinlemek, öngörmek, kavramak, önünü açmaktır…
Bu gün ülkemizde gördüğümüz, gerici çevrelerin, iktidarın sağladığı olanakları da sonuna kadar kullanarak bunu kendi yönlerinden başarıyla yapmakta olduklarıdır…
Son on yılda halk kitlelerinin daha duyarsız, daha çıkarcı, daha geriye dönük duruma gelmelerinin nedenleri buralardadır.
Demokrat, ilerici, aydınlanmacı, özgürlükçü çevrelerin, kişi ve kurumların, kendi bakımlarından, aynı ölçüde başarılı oldukları söylenebilir mi?
Kalıcı başarıya, öyle sanıyorumki,çok söz ve popülist çözümler üretmeye çalışmaktan çok, bu konularda sağlam, bilimsel düşünceler üretmek ve uygulamaya koymakla ulaşılabilir……





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/050414