27 Mayıs 2017 Cumartesi

HAYATIMIZ KURMACA


Vatanım Sensin “ adlı TV dizisine arada bir göz atıyor, sonra gerçek yaşama, örneğin şu anda yaptığım gibi yazı için bilgi sayar başına geçerek son haberleri gözden geçiriyorum..Derken gerçek hayatla TV dizisi birbirine karışıyor… Hangisi gerçek, hangisi düş ürünü… Kurmacanın gerçekliğiyle gerçekteki kurmaca ayırt edilemez oluyor…
***
Hakkını yemeyelim… “Vatanım Sensin”de etkileyici bölümler var… Oyuncular ise bütünüyle, alkışlanacak bir başarıyla rollerinin hakkını veriyorlar…. Fakat hem konunun kendisinde, hem olayların akışında, hem psikolojik süreçlerde, inandırıcılığı zedeleyen hatalar da eksik değil. …Hani ciddi bir romanı okurken, herhangi bir yerinde, bu kadarı da olmaz dedirtecek türden…
Gerçi ciddi roman derken aklımıza gelebilecek olanlarda bu gibi hatalara rastlanmaz. Yazının amacı söz konusu dizinin eleştirisi olmadığı için örnek vermeye gerek görmüyorum.. Ortalama izleyici bunları zaten fark eder. Konunun kendisine gelince, vatanseverlik duygusunun altını çizmek için kurtuluş savaşına kadar gitmeye, kendimize bunca düşman yaratmışken(karşılıklı olarak insanî vurgular yapılmış olsa da) Türk-Yunan karşıtlığı konusunu kurcalayan bir film yapmaya çok mu gerek vardı?
***
Gelelim yaşamakta olduğumuz gerçeklikte kurmaca duygusu uyandıran şey derken söylemek istediğime… Arada bir salona geçerek açık TV’de sözünü ettiğim diziye göz atarken ilgimin azaldığı ya da kaybolduğu anlarda odama geçip bilgi sayarda yazı için konu arayışlarımı sürdürüyorum… Derken şöyle bir haber başlığı: “Darbe girişimi sanığından ‘William Wallace’ benzetmesi…” Allah Allah! Kim ola ki bu William Wallace…
Haberi okuduğunuzda öğreniyorsunuz…“Cesur Yürek” adlı filmde ünlü aktör Mel Gibson’un canlandırdığı, İskoçların ulusal kahramanı William Wallece’miş… Ankara 17.Ağır Ceza Mahkemesince Sincan Cezaevindeki görülen duruşmada, “…suikast girişimi için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kaldığı otele gittiği iddia edilen ekibin başındaki “kişi olduğunu itiraf eden tuğgeneral savunmasını yaparken, yukarıda adını andığım filmden söz ederek kendisini İskoçya’nın ulusal kahramanı Wallece’a benzetiyor… Wallace, kralını korumak için İngilizlerle savaşa gittiğinde maskeli bir İngiliz’le göğüs göğse dövüşmedeyken İngiliz’in maskesi düşüyor ve maskenin ardındaki kişinin İskoçya kralı olduğu görülüyor…
Yani kral, kendisini savunan kişiyle savaşmakta… Söz konusu tuğgeneral de kaldığı otele cumhurbaşkanına suikast için değil , üstlerinden aldığı emirle onun güvenliğini sağlamak için gittiğini söyleyerek Wallece’ın durumuyla kendi durumu arasında benzerlik kuruyor… Bu arada duruşma yargıcı da havaya girmiş olmalı ki sanık tuğgeneralle aralarında geçen konuşmanın bir bölümü şöyle:
- Kralınız kim?
- Onu şu an için müsaade edin Akıncı Üssü davasına bırakalım…”
***
Tuğgeneral daha sonra, konuyla ilgisi olmadığı halde, düşürülen Rus uçağı konusunda da bilgisi olduğunu belirterek şunları söylüyor:
Uçağı denildiği gibi FETÖ’cüler düşürmedi. Bir generalin emri ile angajman kuralları gereği düşürüldü. (…) Burada isim vermek istemiyorum ama bu kişi, hükümetin verdiği emir doğrultusunda angajman kuralları gereği vurma emrini verdi…”
Tuğgeneralin iddiası doğruysa, uçağın düşürülme emrini veren general kim? Ona da bu emri hangi hükümet yetkilisi verdi?
Marmaris’teki otele Cumhurbaşkanına suikast için mi, yoksa onun güvenliğini sağlamak için mi gidildi?...
***
15 Temmuz 2016’daki “askeri darbe girişimi” konusundaki sorulardan sadece bir tanesi bu…. Ve hepsi yanıtsız…
Görüyorsunuz ki gerçek gitgide karışarak kurmacaya( ve bilmeceye) dönüşürken TV dizisindeki kurmaca bunun yanında çocuk oyuncağı kadar masum kalıyor…
Bizler ise dizilerdeki kurmacalarla oyalanırken kendisi kurmacaya dönüşen hayatlarımız, ülkemizle birlikte ellerimizden kayıp gidiyor…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi/260517

20 Mayıs 2017 Cumartesi

ÇANKAYA


İnternetin en çok yararlandığımız en büyük bilgi sitelerinden biri olan Wikipedia, demokrasinin en çok bulunduğu ülkemizde yasaklı olduğundan, Ankara’mızın Çankaya ilçesi hakkında bilgileri başka sitelere girerek araştırdım.
Bugün Ankara’nın ve elbette Türkiye’nin en büyük “ilçe”lerinden olan Çankaya, kurtuluş savaşının başlangıç döneminde “bozkırın ortasında yer alan yeşilliklerin arasında, birkaç küçük bağ evinin bulunduğu” bağ ve bahçelik bir kırsal alanmış.
Sivas Kongresi ertesinde, “Heyet-i Temsiliye” üyeleri ve Sivas Kongresinin birkaç delegesiyle birlikte 27 Aralık1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal Paşaya, işte bu Çankaya’da “küçük, havuzlu bir bağ evi” tahsis edilmiş.
Günümüz yönetimince çeşitli bahanelerle kutlanması engellenen 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim tarihleri gibi, yine kutlanmasına engeller çıkarılan 27 Aralık tarihi de Cumhuriyetimiz bakımından yaşamsal önemdedir.
Çünkü bu tarihten itibaren Ankara ve onun kalbi olacak Çankaya, kurtuluş savaşımızın yönetildiği merkez olmuştur.

****
Bu haftaki yazımı “Çankaya”ya ayırmış olmamın bir nedeni bu satırları yazmakta olduğum günün, kutlanması yine engellerle karşılaşan 19 Mayıs tarihi olmasının yanı sıra, son günlerde okuduğum kitapların arasında Falih Rıfkı Atay’ın çok uzun bir süredir okunmak üzere başucu kitaplarım arasında bekleyen ünlü “Çankaya”sının da bulunmasıdır…
Çankaya’yı tam da şu sıralarda okumakta oluşumun nedeni bir süre önce Atatürk’ün kişiliğine karşı yapılan sözcüğün gerçek anlamıyla alçakça saldırılar değil. Fakat zamanın denk düşmesi ayrıca iyi oldu. Çünkü, çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinden başlayarak özellikle de Kurtuluş Savaşı öncelerinin genç komutanına ilişkin bilgilerim hem tazelendi, hem de yeni bilgilerle zenginleşti.
Okumakta olduğum çeşitli konularda başka kitaplarla birlikte ağır ağır, sindirerek okuduğum Çankaya’nın ilk bölümlerinde, Çanakkale Savaşının, imparatorluğun ilk “dünya savaşı”na sürüklenişi ve üst üste yaşanan yıkımların yanı sıra, bütün bu kaotik ortamda bu genç komutanın nice güçlükler ve engellere karşın yıldızlaşmasının öyküsü, birinci elden, birinci ağızlardan ve birinci tanıklıklarla anlatılıyor. Bu nedenlerle Çankaya’nın Cumhuriyet tarihine ve bu tarihin baş yaratıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ün kişiliğine, etkinliklerine ve devrimlerine ilişkin yapıtların başta gelenlerinden bir olduğunda kuşku yok.
***
Beni Atatürk’ün bir devrim önderi olarak yaptıkları kadar, birey ve bir aydın olarak kişiliği de her zaman ilgilendirmiştir…
Nitekim bu yıl 6 Nisan tarihinde, Kıbrıs’taki Girne Amerikan Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübünün düzenlediği toplantıda yaptığım konuşmanın başlığı da “Birey ve Aydın Kişiliği ile Atatürk”tü…
Büyük sanatçıların,büyük şair ve yazarların, bilim alanlarındaki yaratıcıların bireysel kişilikleri için olduğu gibi, devlet adamlarının, siyasal önderlerin kişisel özellikleri de ilgi konusudur.
Konuya ilişkin konuşmalarımda yeri geldikçe söylediğim gibi, Mustafa Kemal’in bu alanda da özel bir yeri var.
Bir insan düşünün. Öncelikle büyük bir asker, büyük bir komutan. Böyle komutan örnekleri insanlık tarihi boyunca bizde ve her yerde olmuştur.
Bu komutanın, aynı zamanda yeni bir devletin kurucusu olduğunu düşünün.
Bu iki özelliğin bir arada oluşu, ender rastlanan bir olgudur.
Aynı komutan ve devlet kurucunun bu özelliklerine, kısa sayılacak bir ömre her alanda ve her konuda okuduğu binlerce kitabı sığdıran bir aydın, düşünür, bir aydınlanma önderi oluşunu ekleyin.
Söylenebilecek şey, tek sözcükle “mucize”dir…

***

Cumhuriyetimizin simgesi Çankaya’dan bu gün gelmiş olduğumuz yer ise
Külliye”dir…
Cumhurbaşkanlığı külliyesi…
Külliye, yani “bir cami çevresinde yapılmış medrese, sıbyan mektebi, türbe, tabhane ve başka işlevli yapılardan oluşan bir kompleks “(Bkz.İnternet bilgimnette)
İlkinin tarihini biliyoruz.
Bunun tarihi de günün birinde herhalde yazılacaktır…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi/200517

13 Mayıs 2017 Cumartesi

İKİ FOTOĞRAF VE BİR VİDEO


Fotoğraflardan ilki, Tayyip Erdoğan’ı bir Arap ülkesini ziyaretinde, geleneksel giysili, başı beyaz örtülü bir oğlan çocuğunun elini öperken gösteriyor.
İlk izlenimim, bu çocuğun, aynı fotoğraftaki Arap ileri gelenlerinden (kraliyet ailesinden) birinin oğlu(bir veliaht prens vb.) olduğuydu.
Cumhurbaşkanı da olsa bir yetişkinin bir çocuğun elini öpmesinde yadırganacak bir şey olamaz.
Fakat görüntüde yine de rahatsız edici bir şey vardı. Tayyip Erdoğan, sözgelimi bir Batı ülkesini ziyaretinde, karşılayıcılar arasında bulunan sekiz-dokuz yaşlarında bir oğlan çocuğun elini ,eğilerek, neredeyse huşu içinde öper miydi?
Sosyal medyadaki bu fotoğrafa tepkimi yine sosyal medya üzerinden dile getirdim.
Sonra ayrıntıları öğrendim ve olayın videosunu da gördüm.
Ziyaret Kuveyt Emirliğine. Eli öpülen çocuk(bir kız çocukla birlikte) Erdoğan’ı karşılayan Kuveyt yöneticileri arasında. Kuşkusuz sıradan halk çocukları değil bunlar .Belki Emir’in, belki ileri gelen yöneticilerin çocuklarından. Çiçek vermek için orada oldukları söyleniyorsa da oğlanın elinde çiçek görmedim. Emir ya da devlet ileri gelenlerinden biri, büyük olasılıkla babası,onu cumhurbaşkanına takdim ediyor. Çocuk ne yapacağını bilmezce elini uzatıyor. Bir süre el ele kaldıktan sonra Cumhurbaşkanı eğilip yanaklarından, sonra da (sevgi mi, şefkat mi , saygı mı, yoruma kalmış bir görünümde) bu eli öpüyor.
Bunda büyütecek ne var denebilir ve belki gerçekten de yok. Fakat yine de, keşke yanakların öpülmesiyle yetinilseydi diye düşünmekten kendimi alamıyorum…
***
İkinci fotoğrafın kahramanlarından biri yine Tayyip Erdoğan. Ötekisi ise Kılıçdaroğlu.
Bu kez bir el sıkışma fotoğrafı.
Önceki gün Danıştay’ın kuruluş yıldönümü toplantısında karşılaşan iki lider birbirlerinin elini sımsıkı tutmuşlar.
Kılıçdaroğlu Erdoğan’a odaklanmışken ,ötekinin başı yanda, yukarıda, bakışlar uzaklara yönelik….
Belki bir ânın görüntüsü bu. Fakat sorun da zaten bu değil.
Kısa süre önce birbirlerine ağır sözlerle yüklenenler bu kişiler değil miydi?
Samimi ve hakiki olan o sözler mi, yoksa bu el sıkışma mı?
Denebilir ki politikadır, her şey olur.
Politika filan değil bu , en hafif deyimiyle ilkesizlik.
Sözüm daha çok Kılıçdaroğlu’na.
El sıkışmak, konuşmak zorunda mısınız?
Daha mesafeli, daha soğuk duramaz mısınız?
Her resepsiyonda, açılışta mutlaka bulunmalı mısınız?
Protokol kurallarına bu uyum, “makam”a bu” saygı”,;ülkemizde siyasal yönetimin , partinizin de işaret ettiği yasa dışı konumunu; hukuk tanımaz, demokrasi karşıtı tutumunu ve yaptıklarını normalleştirmek dışında neye hizmet eder.
İnanıyorum ki benim gibi milyonlarca insan da bu göstermelik el sıkışmalardan rahatsızlık duymaktadır.
***
Videoda Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in bir konuşmasını izliyoruz.
Nazarbeyev özetle diyor ki, biz müslümanız ama Arap değiliz. Kendi geleneklerimiz , törelerimiz var.. Biz göçebe bir halkız. Bizde kadınlar ve erkekler yan yana at sürer, hatta kadınlar önde giderler. Herkesin giyim kuşamına saygımız var. Fakat biz kadınlarımızı örtüler ardında gizlemeyiz. Bunu kadına saygısızlık sayarız.
Bu yan yana at sürmek örneğini;giyim kuşamdaki, saç kesimindeki benzerlikler de içinde olmak üzere , Şerafettin Turan’ın “Türk Kültürü” adlı kitabında da okumuştum. Nazarbayev’in sözleri bana bu nedenle de tandık ve sıcak geldi.
Bu iki fotoğraf ve videodan çıkardığım sonuç ise, ülkemizin hemen her konuda ve her alanda bir kimlik sorunu,kimlik kaybı yaşadığı; kaygı verici bir geleceğe doğru kayıp gitmekte olduğudur.


Ataol Behramoğlu/Cumartesi/130517

6 Mayıs 2017 Cumartesi

SERİNKANLILIKLA


     Milyonlarca insanımız gibi üzüntü içindeyim.
     Kimi kez ölmeyi düşünecek kadar.
     17 Nisan sabahı, yaşamaya değmez duygusuyla uyandım…
     Bu duygu, kapkara, kopkoyu bir umutsuzluk olarak içimde depreşip duruyor…
     Milyonlarca insanımız için olduğu gibi…
    (Erdoğan Teziç’in, Ahmet İsvan’ın ardı ardına ölümleri bence rastlantı ya da doğal ölümler değil. Ahmet İsvan’la daha birkaç ay önce telefonda konuşmuştuk. İlerlemiş yaştaydı, hastaydı da. Ama sesi dipdiri, pırıl pırıldı.Aklı, söyledikleri de… Erdoğan Teziç ise bugünün ölçülerine göre yaşlı bile sayılmazdı.
Ölümlerini çabuklaştıran neden, bence ümitsizliğe düşmeleri olmuştur.  Tıpkı Türkân Saylan’ın, İlhan Selçuk’un ardı ardına ölümlerinde olduğu gibi… )
      Kötü olayların ardından iyi insanların ölmesi, doğa olayları olmaktan çok, duygusal olgulardır…  Toplumca tanınmayan, adı bilinmeyen pek çok insanımızın, halk oylaması sonrasında ümitsizliğe kapıldıklarından, yaşama isteklerini kaybettiklerinden kuşku duymuyorum…

                                                     ***
      Böyle olmakla birlikte, ümitsizliği aşmamız, serinkanlılıkla düşünerek sonuçlar çıkarmaya çalışmamız gerekiyor…
       Hele düşünceleri  binlerce, belki daha da çok sayılarda okura ulaşan bir köşe yazarıysanız…
        Gerçi hep yaptığımız şey bu….  Serinkanlılıkla düşünerek sonuçlar çıkarmaya çalışmak…  Halk oylaması sonrasında da tekrarlayıp durmaktayız… Belki yine aynı şeylerin tekrarı olacak…Fakat başka bir çıkar yol göremiyorsanız,
farklı sözcüklerle de olsa aynı şeyleri bir kez daha  dile getirmekten başka çare yok…

                                                            ***
  Şimdi söylemeye hazırlandıklarımı, bedeller ödemiş değerli bir siyaset adamının, sayın Ahmet Türk’ün son bir demecinde de gördüm. Ahmet Türk özetle,demokrasi olmadan  MHP’nin de HDP’nin de herhangi bir başka partinin de anlamı olmayacağını belirtiyor. Her satırı üzerinde durulup düşünülmesi gereken önemli demecini şu paragrafla sonlandırıyor:
      ” Türkiye’nin, yeni bir toparlanma sürecine ihtiyacı var. Yeniden demokratik hareket gerçekleştirecek akla ihtiyaç var. Yaralı demokrasi daha fazla yara aldı.(…). Böyle bir ülkede, demokratik bir ortamın hazırlanması için siyasiler, demokrasiyi düşünenler fedakârlık yapmazsa bir araya gelme becerisini gösteremezse yapacak çok da bir şey kalmıyor.”

                                               ***
          Yukarıdaki paragrafın ana fikri “fedakârlık yapmak, bir araya gelme becerisi göstermek” kavramlarında odaklanıyor.
         Paradoksal olarak soyadı Türk olan Kürt kökenli  değerli bir siyaset adamının bu sözleri, demokrasiyi,ülkesini  düşünen herkese, her kişiye, her parti ve kuruma  yapılmış bir çağrıdır.
        Ben bu çağrıyı elbette destekleyerek  kendi görüş ve önerilerimi bir kez daha tekrar ediyorum ve tekrar etmeyi de sürdüreceğim.
         İki yıl sonra  başkan adayı kim olacak saçma sorusu ve  lafazanlığı derhal bırakılmalı, bugün acilen yapılması gerekenlerde odaklanmalıdır.
         Bunlardan ilki  CHP’nin genç, dinamik, toplumda ilgi ve coşku uyandıracak bir başkan ve ödün vermeksizin aydınlanmacı, Atatürkçü  ilkeler  çevresinde yenilenmesidir..  Bu konuda başta bugünkü başkan olmak üzere partinin bütün ileri gelenlerine, aşağıdan yukarıya bütün yöneticilerine ve bütün üyelerine büyük görev düşüyor. Bu yapılmazsa, yapılamazsa, CHP’nin siyaset sahnesinden silinmesi kaçınılmaz olacak.
             Yanı sıra yapılması gereken, DP-AP-ANAP çizgini sürdürecek liberal, merkez partinin bir an önce kurulması, örgütlenmesidir..Burada da başlıca  görev  TÜSİAD’ın, büyük iş çevrelerinin, adlarını sıraladığım partilerde siyaset yapmış olanların, siyasetin bugün  getirilmiş olduğu durumdan  rahatsızlık duyan AKP’li siyasetçilerindir.
           Yine yapılması, olması gereken, MHP’nin bugünkü genel merkezden kurtulması, muhaliflerin partilerinin tabanından kopmaksızın ve kendi aralarında bölünmeksizin örgütlü bir güç olmayı başarabilmelidir. Bu olabilirse, bugünkü Genel Merkez ve taraftarları AKP içinde eriyecek, silinip gidecektir.
           Ve HDP, bütün sorunların ancak demokrasi içinde çözümlenebileceğini, kavgasız, gürültüsüz, Ahmet Türk üslubu ve inandırıcılığı ile,daha çok, daha sık ve daha açıklıkla  dile getirmelidir…


 Serinkanlılıkla söyleyebileceklerim şimdilik bunlar…