30 Kasım 2013 Cumartesi

KÜLTÜR MERKEZİNDEN POLİS KARAKOLUNA




İnternetin “özgür ansiklopedi” sitesinde Atatürk Kültür Merkezi(AKM) şöyle tanımlanıyor:
İstanbul’da Taksim Meydanı’nda kurulu,opera,bale,tiyatro,konser ve kongre amacı ile kullanılan, içinde bir sergi ve sinema salonu bulunan yapıdır.”
Ardından aşağıdaki bilgileri ediniyoruz:
İlk defa 1969 yılında dünyanın dördüncü büyük sanat merkezi olarak hizmete giren bina, Türkiye’de Cumhuriyet döneminin simge yapılarından biridir. Kültür Merkezi, 2008’den beri tadilat nedeniyle kapalıdır.”
2008’den bu yana, İstanbul’un Avrupa’ya sözüm ona kültür başkentliği yaptığı 2010 yılı da içinde olmak üzere, beş yıl geçmiş. Bütün bu sürede Türkiye’nin en büyük kültür merkezinin, içinde ve dışında herhangi bir “tadilat” söz konusu olmadığı gibi, kapıları sımsıkı kapalı…
Buna karşılık, edindiğimiz bilgilere göre, iç mekânları bakımsızlıktan yıkıntıya dönüşmekte ve ülkemiz kültürünün bu simge yapısı polis barınağı olarak kullanılmakta…
Yanlış okumadınız… Bir zamanlar opera, bale,tiyatro ve konserler izlediğimiz, sergiler gezdiğimiz Atatürk Kültür Merkezi, bugün polisin yiyip içtiği, yatıp kalktığı, tuvaletlerinden yararlandığı bir hayalet yapıya dönüşmüş durumda…


***


O günlerden bu günlere nasıl gelindi?
Bilgilerimizi özetleyerek tazeleyelim…
Temeli 1946’da atılan bu talihsiz bina “ödenek yokluğu” nedeni ile tamamlanamayınca 1953 yılında Bayındırlık Bakanlığı”na devredilmiş… 1956’da yeni bir proje ile yapımı sürdürülerek ülkemizin sanat ve kültür yaşamına ancak 12 Nisan 1969’da, yani temelinin atılışından çeyrek yüzyıl sonra (“İstanbul Kültür Sarayı” adı ile) kapılarını açabilmiş…
Fakat talihsizlik, bu “ ödenek yokluğu” saçmalığı ya da bahanesi ve hizmete başlayışının bunca yıl gecikmesi ile de sona ermiyor…
1970’de Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” adlı oyunu oynanırken çıkan yangında bina büyük zarar görüyor…
Kaynağı saptanamayan yangının tam da Miller’in Amerika’daki sol düşmanlığı çılgınlığını ve sapkınlığını anlattığı ünlü oyununun gösterimi sırasında çıkmış olması bir rastlantı mı?
Sanmıyorum…
Sonuçta kapıları bir kez daha kapanan Kültür Sarayı ikinci kez ancak sekiz yıl sonra açılabiliyor ve o günden 2000’li yıllara kadar ülkemizin sanat ve kültür yaşamına sayısız katkıda bulunmayı sürdürüyor…
Ve 2005 yılında devreye, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç giriyor…
Tayyip Erdoğan hükümetinin ilk kültür bakanı Atilla Koç, “ekonomik ömrünü tamamladığı” gerekçesiyle binanın yıkılmasını öneriyor…
Bu parlak fikir, kültür tarihimize, toplantılarda başını yanındakinin omzuna dayayarak şekerleme yapan, uyandığında da Nevruz ateşi üzerinden başarıyla atlamayı gerçekleştiren ilk kültür bakanı olarak geçecek Atilla Koç’un kendisine mi, yoksa siyasetteki patronuna mı ait?,
Sorunun yanıtı yeterince açıktır.

***
Bir bakıma Gezi Direnişi’nin öncüsü sayılabilecek etkinlikler ve girişimler olmasa AKM çoktan yerle bir edilmiş; yerine AVM’si, “residans”ları, camisi ve göstermelik bir gösteri salonu ile söz konusu siyaset patronlarının ve arkalarındaki çıkar çevrelerinin hayalleri gerçekleşmiş olacaktı…
Bu hayaller, tıpkı Taksim Gezi Parkı’na ilişkin hayalleri gibi, şimdilik kursaklarında kaldı…
Kasım 2007’de İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu’nun Atatürk Kültür Merkezi’ni 1. grup kültür varlığı olarak tescil etmesiyle binanın yıkılması engellenmiş oldu.
Bir dizi başkaca çekişme ve mahkeme kararları sonrasında da Şubat 2012’de Sabancı Holding’le Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında, AKM’nin görünümü ve işlevselliği korunarak yenilenmesi konusunda bir sözleşme imzalandı ve 29 Ekim 2013 Cumhuriyet Bayramı’nda hizmete açılmasının öngörüldüğü bildirildi…
Topluma verilen bu söz gerçekleşmediği gibi, bu gün ülkenin en büyük kültür merkezi bir polis merkezine dönüşmüş durumda…
Bu durum onu yaratanlara yakışıyor olsa da, bütün bir ülke için ne büyük bir utanç.








Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/301113

24 Kasım 2013 Pazar

DÖRT YENİ KİTAP




Gazetedeki posta kutumdan bir armağan gibi(üşenmeyip saydım, toplam 2222 sayfa!) dört yeni kitap çıktı.
Herbiri için ayrı ayrı yazmak gerekir, fakat yazarlarından özür dileyerek bu pazar yazımda hepsinden bir artada söz edeceğim...
İlkinden, dördünün en cüsselisi olan “....Ve İhtilal”den, Altan Öymen'in bundan önceki üç “anılı kitap”ının devamı olan yeni kitabından başlayalım...
Sayfalarını karıştırırken de yakın tarihimize ilişkin ne kadar önemli ve değerli bir tanıklıkla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz...
Bana “değerli dostum” hitabıyla imzaladığı yeni kitabında değerli dost ve ağabey Altan Öymen,
kendi ifadesiyle “1955 yılındaki 6-7 Eylül olaylarından ,1960 yılının 27 Mayısına kadarki beş yılı” anlatıyor. Ve böylece, bir önceki üç anı kitabına eklenen “....Ve İhtilal”le “1930-1960 arasındaki, yaklaşık otuz yılın hikâyesini” tamamlamış oluyor...
Hemen söylemeliyim ki tümüyle belgesel olmakla birlikte önceki anı kitapları gibi roman tadında okunurluğu olan bir yapıt bu.
Zaten kitabın kurgusunda da bu özellik gözlemleniyor.
Öymen 27 Mayıs 1960 sabahıylabaşladığı öyküsünün devamında bir geriye dönüşle, 6-7 Eylül 1955 olaylarından 27 Mayıs 1960'a götüren süreçlerin anlatımına geçiyor...
Böylece bu yıllar okunurken, ülkenin 27 Mayıs 1960'a doğru nasıl yol almakta olduğu çok daha iyi anlaşılıyor...
Kendi özel yaşamından da kısa değinilerle söz ettiği kitabında yazar, denebilir ki bu yıllarda Türkiye'den ve Türkiye'ye ilişkin,siyasettn spora, basından günlük yaşama, her şeyden söz ediyor.
Fakat asıl konu, kuşkusuz, 27 Mayıs “ihtilâl”i ve onu hazırlayan koşullar...
Şimdilik sadece sayfaları karıştırmaktayken ,baştan sona merakla okuduğum tek bölüm, 15 Ekim 1955'te Ankara'daki DP kongresinde yaptığı konuşmada partisini eleştiren hukukçu Piraye Bigat Hanıma ilişkin sayfalar oldu...
Konuşmasının bir yerinde parti Genel Yönetim Kurulu'nu parti tüzüğünü göz ardı etmekle eleştren Piraye Hanım, tüzük hükümlerinden söz ettikten sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor:
Ama anlaşılıyor ki, tüzüğün hükmü kalmadı. Bundan sonra ne yapmalıyız?Tüzüğü bırakıp
Menderes'in ne istediğine mi bakmalıyız?'Acaba bugün Menderes ne yapmamızı ister?'sorusunu cevaplamak için fal mı açmalıyız?”
Demokrat Partisi'nin kuruluşunda çok emeği geçmiş olduğunu (bu arada , yıllar sonra ,1999'da, “Demokrat Parti Masalı “adlı bir kitap yayınladığını) öğrendiğimiz bu gerçek bir “medeni cesaret” sahibi hanımefendinin,bu kurultay konuşmasından sonra, Menderes'in sözleriyle “bohçasını toplamak” zorunda kaldığını tahmin etmek güç değil...
27 Mayıs devrimini eleştiren günümüz “demokrasi kahramanları”nın ve bu konuda kafası karışık olanların, Öymen'in kitabın bu sayfalarını okumaları bile Menderes'in ve partisinin diktatörleşme süreçlerini kavramalarına yardımcı olacaktır...


***


Posta kutumdan çıkan yine büyük oylumlu ikinci kitap Dr.Alper Akçam'ın “Anadolu Rönesansı” adlı yapıtı oldu...
Kitabın neredeyse bir fasikül oylumundaki bölüm ve ara başlıklarını okumak bile, ulusal kültürümüz alanında nasıl geniş kapsamlı bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
İlk bölümde “'Erken Cumhuriyet Dönemi' Kültür ve Eğitim Politikalarına Yönelik Eleştiriler” başlığı altında siyaset ve edebiyat konulu kuramsal denemelerini toplayan Akçam, İkinci bölümde “Eleştiriler Işığında Türkiye Cumhuriyeti Uluslaşma Süreci'nin Kısa Tarihçesi”ni veriyor. Üçüncü bölümde ise “Erken Cumhuriyet Dönemi' Kültür ve Eğitim Politikaları” konusundaki yazılarını topluyor.
Sevgili Dr.Akçam'ın“Anadolu Rönesansı”nın başucu kitaplarım arasında yer alacağını şimdiden söyleyebilirim...


***


Kardeşim Metin Demirtaş'ın “Yasaklı Nasrettin Hoca Şenlikleri” ile Arif Keskiner arkadaşımın “Yaşar Kemal'li Anılar”ından söz etmeyi ise zorunlu olarak bir sonraki yazıya bırakıyorum...







Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/241113

23 Kasım 2013 Cumartesi

GEZİ RUHU




Şimdiden tarih olan Gezi Direnişi'yle ilgili olarak “Vikipedi”de şöyle deniyor:
2013 Taksim Gezi Parkı protestoları, 61. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin,
İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde bulunan ve sadece umumi hizmette kullanılmak koşulu
ile tapuda İstanbul Büyük Şehir Belediye'sine tahsis edilmiş olan Taksim Gezi Parkı'na İstanbul 6'cı idare mahkemesi ve 2 Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu halde Topçu Kışlası'nı Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesinde imar izni olmadan yeniden inşa etmesini engelleme eylemi olarak başlamıştır”
Tarihin dili nesneldir, öyle olmak zorundadır.
Öyle olmazsa hiçbir saygınlığı, inandırıcılığı kalmaz.
Yukarıda, bir mahkeme tutanağı nesnelliğindeki sözlerin aynı nesnellikteki içeriğini gözden geçirelim:
Taksim Gezi Parkı, sad ece genel hizmette kullanılmak üzere İstanbul Büyük Şehir Belediyesi'ne tahsis edilmiştir.(Demek ki başka bir amaca hizmet edemez.)
61.Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu yasağı çiğneyerek, üstelik söz konusu mahkeme kararına karşın ve konuyla ilgili yetkili kurulun bu yönde bir kararı olmadan ve imar izni bulunmadan, bu park alanına bir kışla yapmaya kalkışmıştır.
Gezi Direnişi hükümetin bu girişimini engelleme eylemi olarak başlamıştır...
Bu sözlerdeki yalın gerçekliğe herhangi bir itirazda bulunmanın, bu gerçekliği şu ya da bu yönden çekiştirip saptırmaya çalışmanın bir inandırıcılığı olabilir mi?

Yukarıdaki paragrafı izleyen paragraflarda ,böylece başlayan eylemin sonraki süreçleri özetlenerek 27 Mayıs 2013'te iş makinalarının parka girmesiyle direnişin genişlediği, başbakanın ısrarcı ve suçlayıcı tavırları ile polisin orantısız güç kullanımı sonucunda da hükümet karşıtı kitlesel gösterilere dönüşerek bütün ülkeye yayıldığı anlatılıyor...

***
Herkesin bildiğini varsaymamız gereken gerçekleri böylece bir kez daha sıralayışım, olayların yalın gerçekliğini akıllardan hiç çıkarmamak gerektiğinin altını çizmek içindir.
Hükümetin başında bulunan kişi ve yakın hık deyicileri, yalandan vazgeçmek niyetinde değiller ve geçemezler de.
Çünkü Gezi Ruhu onları izlemektedir.
Bütün büyük toplumsal olaylar gibi, Taksim Gezi Parkı adıyla özdeşleşen direniş, toplumsal bellekten silinmeyecek, yeni direnişlerin, başkaldırı eylemlerinin ateşleyicisi olacaktır.
Direnişin hedefi olan çevrelerin, ölümcül korku içinde, bin bir yalan, baskı ve tehdide sarılmalarının nedeni budur.

***


Nedir Gezi Ruhu dediğimiz şey?
Ben bu soruyu da Türkiye Barolar Birliği'nin “Türkiye Ağaca Neden Sarıldı” başlığıyla yayınladığı mükemmel bir Gezi belgeseli kitaba Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun her bir sözcüğü özenle seçilmiş önsözünden birkaç alıntıyla yanıtlamak istiyorum...
Feyzioğlu'nun tanımlarıyla, Gezi Parkı eylemleri, sanatı,zekâsı,espri anlayışı,dayanışma gücü ve barışçıl ruhu ile tarihte iz bırakacak yeniliklere imza atarak kısa sürede küresel bir kimlik kazanmıştır.
Bu bir “benzeyiş dayanışması”(meslek birliği, sendika vv.) değil, “dinamik bir toplumun bireylerinin sergilediği olağan ve sağlıklı işbirliği dayanışması”dır...
Bu eylemler Cumhuriyet'in kazandırmış olduğu “yurttaşlık hakkı”nın “özgür birey olma kararlılığı” geliştirilmiş olduğunun kanıtıdır...
Aynı yazıda, Gezi Direnişi konusunda yazan hemen herkesin birleştiği kadın olgusuna da değiniliyor:
Gezi eylemlerinin bu büyük bileşkesine asıl ruhu veren ise meydanlarda, sokaklarda,parklarda, sosyal medya paylaşımlarında hareketin çoğunluğunu oluşturan kadınlardı.(...)Kadın varlığı , eylemlerin barışçıl kimliğine damga vurdu,provokasyonlara karşı sağduyu çağrılarının sesi oldu.”


***
Yakın ve uzak bütün tarihimizin gelmiş geçmiş en gerici, en karanlık siyasal yönetimi, Gezi Ruhu'nun yakın takibi altındadır...
Onlar, akıllarıyla kavramıyor olsalar bile, içgüdüleriyle bunu sezmektedirler.
Gezi Ruhu, ülkemizin bir kez daha aydınlıklara çıkacak oluşunun habercisidir...




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/



231113

16 Kasım 2013 Cumartesi

HAPİSTEKİ YAZAR




Başlangıç tarihini bilmiyorum, fakat 15 Kasım “Hapisteki Yazarlar” günü olarak kabul ediliyor.
Nitekim bu satırları yazmakta olduğum Cuma günü İstanbul Tabip Odası toplantı salonunda, Türkiye Yayıncılar Birliği,Türkiye Yazarlar Sendikası ve Uluslararası PEN Türkiye Merkezi ortak bir basın toplantısı düzenliyor.
İstanbul dışında olduğum için katılamadığım bu toplantıya “basın”ımızın gerekli ilgiyi göstereceğini umarım.
Fakat ne yazık ki çok da umutlu değilim…
Ülkemizde yazarların, genel olarak yazılı ve görsel medyanın başının üstünde dolaşan beladan en çok bu medyanın kendisinin sorumlu olduğu kimse için sır değil.
Medya gerçekten medya olsaydı, bu kadar kolay boyun eğmez; yazarlarını, basın emekçilerini bu kadar kolay teslim etmez, siyasal iktidarın bu kadar kolay boyunduruğu altına girmezdi.
Bu konuda sorumlu olanlar, sadece çeşitli karmaşık ilişkilerle siyasal iktidara bağlı medya patronları değil, onların yanı sıra meslektaşlarını satmakta duraksamayan bir takım omurgasız, kimliksiz, köşe yazarı ya da başka sıfatlı medya mensuplarıdır…


***
Buna karşılık, yukarıda adlarını sıraladığım kuruluş temsilcileri, ülkemizde yaşanmakta olan acı gerçekleri duyurmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar.
Hepsi özveriye dayanan, amatörce çalışan bu kuruluşlar, önceki yıllarda da açıklamalar yaparak, dökümler yayınlayarak, uluslararası kuruluşlarla bağlantı kurmaya çalışarak çaba harcıyorlar.
Nitekim geçen yıl 12-18 Kasım tarihlerinde kalabalık bir heyetle ülkemize gelen Uluslararası PEN yönetici ve temsilcileri Cumhurbaşkanlığıyla da görüşme yaptılar…
Yine üst düzeyde bir PEN heyeti, doğru anımsıyorsam bu yıl Silivri duruşmalarını izledi…
Sonuçta ne yazık ki değişen pek bir şey olmuyor…
Nitekim bizim PEN merkezinin dün yaptığı bir açıklamada şöyle denilmekte:
Dünyada 800 kadar yazar, gazeteci, çevirmen ve yayıncı tutuklu, ya da hüküm giymiş durumda. Bu sayının onda biri ne yazık ki, bizde…”
Bu neden böyle?
Yasaların demokrasi karşıtı niteliğinden ve bu yasaları yorumlayacak yargı organlarının büyük ölçüde günümüzdeki siyasal iktidarın baskısı ve denetimi altında bulunmasından…
***
Sondan başa doğru gidelim…
Yurt Gazetesi başyazarı Merdan Yanardağ neden mahkûm edildi ve tutuklandı? Görünürdeki nedenin hukuksal dayanaksızlığı açık seçik ortada.
Asıl neden ise, ciddi, bilinçli, tutarlı muhalefet yapması…
5 Kasım tarihli basında, karara bağlanan bir siyasal örgüt davasında toplam 3 bin yıl hapis cezası çıktığı yazılı….
Ömür boyu hapis cezası verilenlerden biri de gazeteci Füsun Erdoğan…
Kendilerine bu konularda soru yöneltildiğinde, iktidar partisi yöneticileri, onların gazeteci değil örgüt mensubu, terörist vb. olduğunu söylüyor.
Eline silah almamış, kaleminden, daktilosundan, bilgisayarından başka silahı bulunmayan kişi nasıl terörist oluyor?
Ömür boyu hapis cezası ne demek?
Tuncay Özkan’a ömür boyu hapis cezası biçen yargıç, Mustafa Balbay’ı yıllardır cezaevlerinde tutan yasa koyucu ve yorumcuları, vicdanları titremeksizin yaşamlarını nasıl sürdürebilmekteler?
Yazarlarına, gazetecilerine, aydınlarına zulmeden bir sistemin adı demokrasi değil, faşizmdir.
Bizde yaşanmakta olan, bu faşizmin en kirli, en kaypak, en karanlık türlerinden biridir…


***
Daha da başa doğru gittiğimizde, karşımıza 12 Eylül, 12 Mart, 1950’ler, 40’lar, Nâzım Hikmet’ler, Sabahattin Ali’ler, Aziz Nesin’ler, hapsedilen, işkence yapılan, sürülen, katledilen sayısız yazar, şair, gazeteci çıkıyor…
Tek bir anma günü, bizde bu alanda yapılan ve yapılmakta olan zulmü dile getirmeye yetmez…
Yüreklerimiz şu anda cezaevlerindeki dostlarımızla, meslektaşlarımızla, zulmedilen aydınlarımızla; sahte suçlamalarla hücrelerde , hücre benzeri odalarda ölüme terk edilmiş çoğunluğu genç insanlarımızla çarpmıyorsa, insanlığımızdan bile kuşku duymamız gerekir.
Ülkemizin koşullarında 15 Kasım’ları yılın bütün günlerine yaymalıyız…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/161113

11 Kasım 2013 Pazartesi

FOTOĞRAF SANATÇISINA GÖNÜL BORCUMUZ




Çalışma odamın duvarlarındaki fotoğraflardan, sadece anı değeri bakımından değil sanatsal bakımdan da en değerlisi, bir buçuk yaş küçük kardeşimle çocukluk fotoğrafımızdır.
Babamızın özenle büyüttürüp çerçevelettiği bu tablo değerindeki siyah beyaz fotoğrafa bakarken, yarım yüzyılın epeyce üstündeki ömrünü nasıl sararıp bozulmadan aşarak bugünlere gelebildiğini hayranlıkla düşünüyorum.
Herhalde çoktan yaşama veda etmiş olan bu fotoğraf sanatçısını yaşarken tanımak, elini öpmek isterdim.
Sanatçı sözcüğünü bilerek kullanıyorum.
Bu gün eski deyimiyle “harcı âlem”, yani emekle döneminden henüz çıkmış çocukların bile zorlanmaksızın yapabildiği fotoğraf çekme işi, bir zamanlar sanattı gerçekten de.
Şip şak” deyimi ne zaman ortaya çıkmıştır, bilemiyorum.
Fakat fotoğrafçılığın sanat olmaktan çıkmaya başlamasının tarihi de , bu sözün tarihiyle yaşıt olmalı…


***
Böyle diyorum ama, aynı anda da Türk fotoğrafçılığının büyük ustası Ara Güler’in çektiği fotoğrafım geliyor aklıma…
O sırada görevli olduğum büyük bir yayın kuruluşunda çalışanların fotoğraflarını çekmek için gelmişti…
Sırada pek çok kişi olduğu için hızlı çalışıyordu.
Benden azıcık beklememi istedi ve sonra belki bir iki dakika daha fazla zaman ayırdı…
Fakat o birkaç dakikanın ürünü siyah beyaz portre, kişiliğimi en çok yansıtanların başında gelenlerdendir.
Usta bir ressamın bir kaç çizgi ya da fırça vuruşuyla bir anda bir sanat yapıtı oluşturabilmesi gibi, usta fotoğrafçının da neyi görüp nasıl yansıtması gerektiğini bir anda görüp gerçekleştirebildiğini o zaman anlamış, hayranlık duymuştum.


***
Yaşamlarımızın tanığı olan fotoğraf sanatçılarına büyük gönül borcumuz vardır.
Benim için onarın başında İsa Çelik kardeşim gelir.
1960 yıllardan bu günlere, pek çok sanatçımızın, şairimizin, yazarımızın yaşamları gibi, arkadaşlarım ve en yakınlarımla birlikte benim yaşamım da onun objektifinden adım adım izlenebilir.
İsa Çelik’in sanatı ve genel olarak fotoğraf sanatı üstüne birkaç yıl önce yazmış, sevgili arkadaşıma, sanatına olan gönül borcumu dile getirmiştim…
Bir başka büyük gönül borcum, ülkemden ayrılmak zorunda kaldığım 1984 yılında, Stockholm’de, beni dalları karlarla örtülmüş bir çam ağacının altında gösteren fotoğrafıyla, Lütfi Özkök ağabeyedir…
O gün konuştuklarımız, yiyip içtiklerimiz, o günlerin kendisi gibi geçip gittiler, unutuldular…
Fakat o fotoğraf, bir şiir dizesi gibi yaşamını sürdürüyor…


***
Yaşamında iz bırakan, fotoğraf sanatını bir derviş sabrı, bağlılığı ve özverisiyle sürdüren iki arkadaşımdan daha söz etmek isterim…
Biri Vedat Açıkalın, öteki Mahmut Turgut arkadaşlarımdır.
Yine sürgün yıllarım olan 80’lerde, yolumun düştüğü Sydney’de, her biri bir sanat yapıtı değerindeki fotoğraflarıyla o günleri unutulmazlaştıran Vedat Açıkalın, gerçek anlamıyla bir fotoğraf dervişidir.
Onunla bu yıl İzmir’de, Foça’da da karşılaştık.
Kamerasıyla çevrenizde dolaşmaya başladığında öylesine kaptırır ki kendisini, bir başka zaman ve uzam boyutuna geçmiş olduğunu hissedersiniz…
Aynı şeyi, son yıllardaki sanatçı ve yazar fotoğrafları ve portreleriyle yaşamlarımıza tanıklık eden, kültür yaşamınıza görsel katkılar sağlayan Mahmut Turgut için de söylemeliyim…
Fotoğraf sanatının bir sessiz, alçak gönüllü, aynı ölçüde de yaratıcı, keskin görüşlü sevdalısı da odur…
Onun, portre çalışmalarının yanı sıra, “oto-grafik” adını verdiği çalışmalarındaki incelikleri ve bunlarla fotoğraf sanatına yaptığı katkıyı iyi anlayıp değerlendirmede, sanat eleştirmeni Kaya Özsezgin’ın(Mahmut Turgut’un web sitesinde okunabilecek) “Soyut Düzlemde Bir Ayrıntı Fotoğrafçılığı” başlıklı yazsısı yol gösterici olacaktır.
Sanat yaşamına şiirle başlayan Mahmut Turgut, bu çalışmalarıyla da bir resim ustası kimliğiyle karşımıza çıkıyor.
Son yıllardaki porte çalışmalarından “Yüreğimdeki Çiçekler” ile de bu gün yaşamda olmayan yazar ve sanatçılara gönül borcunu ödeyen Mahmut Turgut’a ve fotoğraf sanatçılarımıza, asıl bizlerin büyük gönül borcumuz var.


9 Kasım 2013 Cumartesi

DÜZEY DÜŞÜKLÜĞÜ BULAŞICIDIR




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/091113




Yabancı dil bilgisine sahip olanlar bilirler.
O dili kötü konuşan biriyle konuşmanız gerektiğinde, siz de kendi bilgi düzeyiniz her ne ise onun altına düşersiniz.
Aradığınız sözcükler bir türlü aklınıza gelmez.
Buna karşılık dili iyi bilen biriyle konuşmak sizin bilgi dağarınızı da en yukarıya çıkarır…
Çünkü düzey yüksekliği özendirici, düzey düşüklüğü bulaşıcıdır…


***


Türkiye’de siyaset konularının içeriği ve dile getiriliş biçimleri uzun bir süredir en alt düzeylerde seyrediyor.
En sıradan doğrular tersine çevriliyor.
Çoktan aşılmış olması gereken konular, yeni bir şeymiş gibi toplumsal yaşamım gündemine getiriliyor.
Kara para aklar gibi, kara düşünce parlatılıp geçer akçe olarak piyasaya sürülüyor.
Yüzyıl öncelerinin aşınmış bilgileri, ters yüz edilmiş eski giysiler gibi, yeni mal olarak topluma dayatılıyor.
Ve bütün bunlarda başarılı da olunuyor.
Çünkü siyasetin içerik ve dil düzeyi aşağılara indikçe, toplumun (havacılık terimiyle konuşursak) “yükseklik yitimine” uğraması da hızlanıyor…
Doğasında öykünmecilik(taklitçilik) olan insan; aşağı düzeyde bir söylemle dayatılmış kötü, yanlış, değersiz bir içeriği, yeni bir şeymiş gibi aynı düşük düzeyde sözcüklerle tekrarlayıp duruyor…
Üstelik sadece toplumun orta ya da daha aşağı düzeydeki katmanları bakımından da değil söz konu olan.
İleri düzeyde eğitim almış kimselerin de aynı içerik ve biçim düzeyinde saplanıp kaldıkları görülebiliyor…

***


Somut ve şimdilik en yeni bir örnekten yola çıkarak düşünmeyi sürdürelim.
Şimdilik yeni” diyorum, çünkü bu satırlar yazılmaktayken de, vereceğim örneğin daha yenileri ortalığa dökülebilir.
Bir kaç gün önce, her zamanki gibi karışık ve kışkırtıcı bir dille, toplumsal gündeme yeni bir konu getirildi.
Daha doğrusu, çağını, yaşamını, çoktan yitirmiş, şu anda ancak insanlığın en geri basamaklarındaki toplumlarda geçerliliğini sürdürebilecek bir konu.
Kadının ve erkeğin bir arada olamazlığı…
Gerçi bunun ayrı plaj,ayrı okul, ayrı otobüs vb. çeşitli örnekleri topluma dayatıldı ve dayatılmakta.
Fakat bu kez yapılmak istenen, bütün ölçülerin ötesine geçti.
Kız ve erkek öğrencilerin aynı evlerde oturamayacağı…
Az çok uygarlaşmış hiçbir ülkede düşünülemeyecek bu türden bir yasaklama ve tehdidin en sıradan insan haklarına aykırılığı bir yana, böyle bir anlayışın temelindeki ana fikir, kadını koruyormuş görüntüsü ardında, onun, zayıf, güvenilmez, ikinci sınıf bir insan olarak görülmesidir.
Yanı sıra psikolojik bir etken de , daha yaşlı erkeklerin, belki bilinçli belki bilinç altı bir itkiyle, genç erkeklerden nefret etmesi, onları kendilerine rakip görmesi, küçümsemesi, aşağılaması olabilir…
Konuyu psikolojik yönden irdelemeyi sürdürüp her şeyi gösteren bir mikroskopla bu gibi düşüncelere sahip olanların bilinç altlarına bir yolculuk yapılsa, bu ana fikirlerin gerisinde , bu gibi kimselerin sapkınlık eğilimlerinin, aşağılık duygularının bir takım kurtçuklar gibi kımıldanmakta olduğu görülebilecektir…
Kendi aile bireylerini katledenlerin , ensestin, çocuk tacizciliğinin en yaygın olduğu ülkelerden birinin bizimki olduğu ne bir sır ne de rastlantıdır…


***.
Yazının başlığına dönecek olursak…
Düzeysizliğin en yukarılardan dayatıldığı toplumlarda, ahlâksal çöküntü, zihinsel karışıklık, her alanda düzey düşüklüğü o toplumun bütün katmanlarında bulaşıcı bir hastalık gibi dalga dalga yayılacaktır…
Siyasetçilerin, toplum bilimcilerin, akıl sağlığını, kişiliğini korumak isteyen tek tek herkesin göz önünde bulundurması gereken bir konu da budur….




________________________________________________________________

Bu gün saat 12.00’den başlayarak Tekin Yayınevi standında kitaplarımı imzalayacağım(3.Salon, girişte solda.). Yine bugün 17.00’de “Puşkin’den Günümüze Rus Şiiri” başlıklı bir konuşmam var.(Marmara Salonu.)
Yarın(Pazar) 12.00’den başlayarak Tekin Yayınevi, 17.00-18.30 arasında Cumhuriyet Stantlarında(yine 3.salon, girişte sağda) kitaplarımı imzalayacağım

Yarın Cumhuriyet Pazar Dergisindeki yazımın başlığı:”Fotoğraf Sanatçısına Gönül Borcumuz.”  

2 Kasım 2013 Cumartesi

KADINLIĞI AYAĞA DÜŞÜRMEK




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/021113


Kadın ya da erkek olmak insan üstü bir gücün belirlediği yazgı değil, doğal süreçlerin sonucudur.
İnsan oluşumuzun kendisi de öyledir…
Yıldızların gökyüzüne çakılı olduğunu, her şeyin yerinde saydığını düşünen(daha doğrusu düşünme yetisine sahip olmayan) bir akıl bunu kavrayamaz…
Sonsuz olan tek şey, devingenlik ve değişmedir…


***
Kadını mutlak olarak kadın, erkeği mutlak olarak erkek gören bir anlayış, bilimsel olmadığı gibi, bu iki cinsi birleştiren cinsiyetüstü insanlık değerlerinin de bilincinde değil demektir…
Kadın ya da erkek oluşumuzdan önce, insanız.
Varoluş ve yokoluş karşısında eşitiz.
Aynı insanlık yazgısını paylaşıyoruz.
Bu olgu toplumsal eşitlik kavramının da üstündedir ve onun temelini oluşturur.
Kadın kadın olduğu, erkek erkek olduğu için, biri ötekinden üstün değil, sadece farklıdırlar.
Bu farklılık ise, şimdi burada konu edinilemeyecek kadar karmaşık biyolojik oluşum süreçlerinin sonucu olsa gerektir ve bu nedenle de zamansal boyutta bakıldığında mutlak değil görecedir…


***


İnsan oluşumuzdan önce kadınlığımızın (ya da erkekliğimizin) altını çizmek, bilimsel olmadığı gibi ahlâksal da değildir.
Dikkatli bir göz, erkek egemen toplumların bütün dünyada sonunun yaklaşmakta olduğunu görecektir…
Bu sadece, kadın ve erkek arasında eşitsizliğin en aza indiği ya da tümüyle yok olduğu toplumlar bakımından değil, aralarında bizim de bulunduğumuz, erkek egemen anlayışın hâlâ baskın olduğu toplumlar için de geçerlidir.
Bizim ülkemiz, bu anlamda, denebilir ki ortalarda bir yerde bulunmaktadır.
Görece ileriliğin nedeni, kuşkusuz, Cumhuriyet öncesindeki gelişmeler ve kadınlarımızın özellikle de Cumhuriyetle her alanda elde etmiş oldukları kazanımlardır.


***
Erkeğin erkek olarak kendini kadına üstün sayması, kadının da bu üstünlüğü doğal bir şey olarak kabul etmesi, önceki yüzyıllardan süregelen anlayışların kalıntılarıdır.
İslam dininin bir ölçüde kendisinden gelen, büyük ölçüde ise çarpıtılmış yorumları, aralarında bizim de bulunduğumuz toplumlarda bilime ve ahlâka aykırı bu anlayışı kışkırtıp körüklemektedir.
Bilime aykırıdır, çünkü kadın ve erkek arasındaki, yaşamın sürmesini sağlayan biyolojik farklılıklara üstünlük-alçaklık gibi öznel değer yargıları yüklemektedir.
Ahlâka aykırıdır, çünkü kadının hem kadınlık hem insanlık değerlerine saldırıdır.
Toplumların gelişme dinamiklerine de aykırıdır; çünkü kadının çalışma yaşamının dışına itildiği, ikinci sınıf insan sayıldığı toplumların, günümüzde de görülmekte olduğu gibi, gelişme şansı yoktur.


***

Kadınlığın ayağa düşürülmesi, bu gerçeklerin bilincinde olmayışın sonucudur.
Kadının kendini insan oluştan önce kadın olarak görüp dişiliğini gereğinden çok öne çıkarmasıyla onu örtüp saklaması sonuç olarak aynı şey,
kadınlığın bir meta gibi piyasaya sürülmesi, ayağa düşürülmesidir…
Sonuçta, her iki davranışın özünde de erkek egemen anlayışın çıkarları, baskıları, zorlamaları söz konusudur…
Kadınlığın her hangi bir biçimde ayağa düşürülmesine, öncelikle kadınlar alet olmamalıdır…


_______________________________________________________________

Bugün TÜYAP’ta Tuncay Özkan kardeşimin “Ötekiler” adlı romanının tanıtım toplantısında (12.00-İnterexpo) bulunacak ,“Geziye Şiirler”(16.30-İnterexpo salonu) ve “Dinamo’ya Saygı”(17.00-Karadeniz Salonu) etkinliklerine konuşmacı olarak katılacak, 1500-16.30 arasında Cumhuriyet Kitapları, bugün ve yarın 13.00-18.00 arasında da fırsat buldukça Tekin Yayınları standında kitaplarımı imzalayacağım…



Kitap Fuarının bu yılki onur yazarı değerli Prof.Dr. Taner Timur’u sevgi ve saygıyla kutluyorum.