30 Mart 2019 Cumartesi

FRANSA’DAN…


Beş gündür (geçen hafta Çarşamba’dan bu satırları yazmakta olduğum Pazartesiye kadar) Fransa’nın Toulouse şehrindeyim.
     Fransa’yı her seferinde, nasıldıysa öyle, elimle koymuş gibi, bulurum
      Cafeler, restoranlar, müzeler, metro, insan davranışları, hepsi aynen, nasıldılarsa öyledirler…
        Başka ülkelerden gelenler de bir zaman sonra, bütün Batı ülkelerinde olduğu gibi, buralardaki âdetlere, kurallara, konuşma ve davranış biçimlerine uyarlar, uymak zorundadırlar.
        Kültürün gücü dediğimiz şey de bu olsa gerek.
        Başkasına benzemek değil, başkasını kendine benzetmek…
        Toulouse’a, bir buçuk ay sonra üçüncü yaşını tamamlayacak olan torunumu ve elbette kızımı görmeye geldim.
        Torunum buralarda doğdu, buralarda büyüyor.
        Eskiden olsa üzülürdüm buna.
        Artık üzülmüyorum…

                                                  ***
     Toulouse ilkbaharı yaşıyor.
     Parklar, çimenlere uzanmış bir şeyler okuyan, dinlenen, gürültüsüz patırtısız söyleşen gençlerle dolup taşıyor.
        Yerlere atılmış tek bir çöp, tek sigara izmariti yok.
          Büyüklerin sevgi ve ilgi odağı olarak çocuklarlar mutlu
         Bir tek, bizde de epeyce yankı uyandıran sarı yelekliler hareketi işin tadını biraz kaçırmış gibi.
         Bulunduğum sürede bir eylemlerine tanık olmadım.
         Fakat Cumartesi günü, yakınlardaki Albi şehrini ziyaretimizden   döndüğümüzde Toulous’da bazı caddeler polis barikatlarıyla  kapatılmıştı.   
          Devrilen çöp konteynırlarından çevreye saçılmış çöp yığınlarını, kırılmış birkaç bankamatiği  gördüğümüzde mesele anlaşıldı.
          Yine de bu hareketin sönümlenmiş olduğunu, birkaç aşırıcı toplulukça ara da bir bu gibi çıkışlarla sürdürülmekte olduğunu tahmin ediyorum.

                                                  ***
          Mezbahadan müzeye çevrilmiş “ Musée Des Abattoirs”da dün gezdiğim   “Picasso ve İspanya Sivil Savaşı” adlı sergi, bu Fransa yolculuğumun en değerli kazanımlarındandı.       
        İspanya’daki faşizmden kaçarak Fransa’ya sığınan İspanyol sanatçılara, buraya önceden gelmiş Picasso’nun bu ölçüde kol kanat germiş olduğunu bilmiyordum.
         Sergi, düzenlenişiyle ve sergilenen (resim, fotoğraf, mektup vb.) ürünlerle de etkileyiciydi…
         Bilet gişeleri önünde kuyruklar uzayıp gitmekteydi.
          Sıram geldiğinde gişedeki esmer tenli, orta yaşlarını sürmekte olan güzelce hanımefendiye elimdeki 5 Euro’yu uzatarak  “bana 65 üstünde yaş veriyorsanız bunu alın, vermiyorsanız sekiz Euro’ya tamamlayım “dedim…
       Gülümseyerek beş Euro’yu alıp giriş biletimi verirken ,” nerede oturuyorsunuz, yani nerelisiniz” diye sordu.
                “İstanbul” diye yanıtladım ve ucu açık görünen söyleşimiz geriye doğru uzayıp gitmekte olan bilet kuyruğun en önünde böylece sona erdi…

                                                ***
               İstanbul, evet…
                Bugün gece saatlerinde ayak basacak olduğum sevgili şehrim…
                 Mutlu muyum?
                  Hayır.
                   Onunla aralarında bir gönül ve aşk ilişkisi olduğunu söyleyenlerin vıcık vıcık reklam afişlerinin yeri göğü kapladığı bu şehre dönmenin mutlu olunacak bir yanı yok.
              Hele bu sahte gönül ilişkisinin sonucunda ülkeyi milyonlarca yoksul  Suriyeli göçmen, İstanbul’u Boğaz kıyılarından Adalara görgüsüz bir Ortadoğulu kalabalık kaplamış ve  rant uğruna bozulup çirkinleştirilen şehrimizin dillere destan güzellikleri can çekişmekte ise…
                                                ***
         Peki burada mutlu muyum?
       1970’lerden bu yana Fransa başta olmak üzere Batı ülkelerinde kısa ya da uzun sürelerde yaşamış biri olarak, bu ülkelerde kendimi şu son yılda olduğu kadar mutsuz ve üzgün hissetmedim.
       Paranız buradaki paraya göre altı kat değersizleşmiş, vitrinlere en küçük bir gereksinim ürünü ya da ufacık bir hediye almak için bakmayı bile canınız istemez olmuşsa, düşürülmüş olduğunuz küçültücü durum canınızı sıkmakta ve  giderek kendinizi artık bu ülkelerin insanıyla eşit bir ülkenin yurttaşı gibi değil çok daha aşağı düzeyde  bir ülkenin yurttaşı gibi hissetmeye başlamışsanız, buralarda duyabileceğiniz en alçak gönüllü mutlulukların da tadı bir hayli kaçmış demektir.



Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/250319

22 Mart 2019 Cuma

KORKMAMAK


        Seçim sonuçlarının ne olabileceğini konuşurken çoğu insanımızda bir korkunun, kuşkunun varlığını görüyorum.
        Sonuç ne olursa olsun bunlar ne yapar ne eder kendi lehlerine çevirirler deniyor.
        Kaybedeceklerini görürlerse seçimleri ertelemek, ya da büsbütün ortadan kaldırmak için memleketi kana bulamaktan çekinmezler diye düşünenler de var.
         Doğrusu, önceki bütün seçimlerde ve seçim öncelerinde  olanlar bu korku ve kuşkuları doğruluyor.,   
         Benzer şeylerin bu seçim ve öncesinde olmaması için de bir neden yok.
         Nitekim siyasal iktidar çevrelerinin karşıtlara saldırı düzeyi yerlerde sürünüyor.
        Böylesi hiçbir zaman görülmedi. Gelecek zamanlarda da görüleceğini sanmam.
           Fakat böyle olması korkmak için bir neden mi?
           Başka bir deyişle, korku tek başına bir çözüm mü, bir çare midir?

                                                        ***
           Birkaç gün önce bir dost sohbetinde bir arkadaş bunların gözü çok kara çok cesurlar dedi.
          Peki, ya bizim gözümüz, diye sordum ve bu kavramlar  üzerinde düşünmeyi sürdürdüm.
          Gözü karalık sözü gözünü karartmak deyimiyle ilgili.
          Yani başka hiç bir şeyi görmeksizin hedefe kilitlenmek.
          Böylesi bir kararlılığın hedefe ulaşmada yararı olacağından kuşku yok.
          Öte yandan, gözünü karartan kişinin yapamayacağı kötülük olmadığı gibi bu gözü karalığın kendi ayaklarına da dolanacağı, kendi başını da belaya sokacağı ve kendi sonuna da yol açabileceği bilinen bir şey.
          Tam bu noktada cesaret ve gözü karalık arasındaki fark ortaya çıkıyor ve siyasal iktidar çevrelerinin davranışını nitelerken  gözü karalık sözünün cesaret karşılığı olarak kullanılmasının yanlışlığı görülüyor.
          Nitekim sözünü ettiğim arkadaş  sohbetinde de söz konusu deyimin cesaret karşılığında kullanılması beni  bu nedenle rahatsız etmiş ve bu konuda  şimdi yazacağım görüşlerimi dile getirmiştim…

                                                  ***
         Cesaret sözünün içeriğinde akıl, adalet duygusu, haklılık ve onur vardır.
         Zaten kişiyi cesur kılan bu olguların, bu duyguların varlığıdır.
           Peki, aklı ve duygusu haklı olduğunu söylemesine karşı cesur olamayan, korkan kişiyi, korkağı nasıl nitelemeli?
             Günümüzün somutunda konunun özü de tam olarak buradadır!

                                        ***
               Karşımızdakilerin  gözü karalığı karşısında  yapılması gereken herhalde korkmak, sinmek olmasa gerektir.
               Korkuyu tekrar edip durmanın da pek anlamı yoktur.
               Ya da bu anlam, hiç bir şey yapmamanın kılıfı, bir edilgenlik bahanesidir.
                  Gözleri çok kara, öyleyse yapılacak bir şey yok…
                  Hayır!
                  Yapılacak şey öncelikle korkmamak, gözü kara değil fakat cesur olmak,  karşımızdakinde cesaret gibi görünen şeyin aslında ve en temelde ölesiye bir korku, bir panik olduğunu görmektir…, 
                  Bu korku ve paniğin büyük toplumsal yıkımlara, kötülüklere yol açmaması için yapılması gerekense, cesaretle karşı çıkmak,
toplumu bu yönde uyarıp bilinçlendirmek için en doğru sözleri, en etkili olabilecek davranış ve eylem biçimlerini bulup gerçekleştirmektir.
                  İçinde bulunduğumuz durumda bunları yapabilme olanaklarının sınırlılığı ortadadır.
                      Fakat yapılabilecek şey her zaman vardır.
 
                                                       ***
                      Gözlemlerimin, katıldığım ya da tanık olduğum konuşmaların bana  gösterdiği, korku dediğim şeyin halk insanlarından çok aydın ve aydınsılara özgü olduğudur.
                            Halk insanı temkinli. Pek konuşmuyor. Konuştuğunda genellikle söyledikleriyse ortamın gerçekten kötü ve gergin olduğu. Bu insan bir çıkış yolu arayışında. Hissettiği ise korku değil, çıkış yolu göremeyişin sıkıntısı…
                        Aydınımızda ve aydınsımızda ise korku ve karamsarlık elle tutulurcasına görünür durumda…
                        Korkarım ki gözü karalığın önümüzdeki seçimlerde en  etkili kozu  bu korku ve karamsarlık;  elinde zaten başka bir muhalefet olanağı bulunmayan bu  çevrelerin, seçim sandığını gitmeyecek olmayı marifet sayan, bunun kimin işin yarayacağını göremeyen  teslimiyetçi edilgenliği olacak….


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/190319

15 Mart 2019 Cuma

GEZİ KORKUSU

Siyasal iktidarı elinde tutan güç Gezi’den korkuyor.
Korkunun nedeni Gezi olayının kendisi değil.
 Gezi dediğimiz şey sonuçta kendisini Taksim Platformu diye adlandıran bir sivil toplum örgütleri birliğinin sınırlı bir amaç çevresinde bir araya gelerek Taksim Gezi Parkında bir direniş hareketi örgütlemesiydi.
Amaç, Gezi parkının yağmalanmasına engel olmaktı.
AKM’nin yıkılmasına engel olunamadı , fakat Gezi’nin yağmalanmasına çok acılar, ölümler pahasına şimdilik engel olundu.
 Aradan geçen şunca yıla karşın şimdilik diyorum…
 Çünkü karşımızda bitmez tükenmez kin, hırs, yalan, şantaj, tehdit, küfür, intikam  üreten akıl dışı bir mekanizma var.
Kendini güçlü hissettiğinde yapamayacağı kötülük yoktur.

                                         ****
  Gezi korkusunun nedeni ,amacı sınırlı olan bir hareketten duyulan korku değilse nedir?
    Pazartesi günü Taksim Dayanışması Platformunun Karaköy’de Mimarlar Odasında düzenlediği basın toplantısında okunan bildiride ve  yapılan konuşmalarda  bu nedenler bir bir dile getirildi.
        Başlıcalarını belki biraz daha  açarak tekrarlamak istiyorum.
        Gezi öncelikle gençlik demektir.Bir gençlik hareketidir.
         Gençlik ise onu kindar ve dindar olarak tanımlama çabasındaki kafanın tam tersine, zeki, enerjik, yaratıcı bir akıl demektir.
          Yaşama sevincidir, aşktır, mutluluktur, yenilik arayışıdır, özveridir, gözü pekliktir…
            Karşımızdaki karanlık, kötücül akıl bu gençlikten korkuyor.
              Çünkü bu gençliğin büyük bir toplumsal harekete dönüşmesi ,  ısrarla ayakta kalmaya çalışan kötülüğün sonu olacaktır.
                  Geziden korkunun başlıca nedenlerinden biri budur…

                                          ***
    Gezi kadın demektir.
      Ev içlerine, orada da mutfağa ve ihtiyaç duyulduğunda yatak odasına tıkılan kadının bayraklaşması, insanlaşması, özgürleşmesi demektir…
        Karşımızdaki kirli, karanlık akıl, bu kadın karşısında ölümcül korku duymaktadır.
         Çünkü insanlaşan, özgürleşen, erkekle omuz omuza yürüyen, gerektiğinde onun da önüne geçmesini bilen kadının örgütlenmesi, ülkemizde en kötülerinden biri yaşanmakta  olan  kokuşmuş bir erkek egemen dünyanın sonu olacaktır.
            Bugün ülkemizde  siyasal iktidarı ne yazık ki elinde tutmayı sürdürmekte olan  gücün Gezi’den duyduğu korkunun  bir başka  başlıca nedeni de budur…..

                                                    ****
   Gezi halk demektir. Çoğulculuktur. Birlikteliktir. Her inanca içtenlikle saygıdır.
Parktaki buluşmada  bir ucundan da olsa tanık olduğum birkaç günde bu birlikteliğin en  güzel örnekleri sergilendi. İnanan ibadetini yaparken inanmayanı kendisi gibi davranmaya zorlamadı. İnanmayan da inanana engel olmayı aklından geçirmedi. Türkiye toplumu aslında böyle bir toplumdu. Ben çocukluğumda, ilk gençliğimde bu güzel birlikteliğin mutluluğunu yaşamış biriyim.  Türkiye bir sentez toplumudur. Dünyanın hiçbir ülkesinin sahip olmadığı bir kültür çeşitliliğine sahiptir. Bu bizim olağanüstü zenginliğimizdir.
Gezi, kendiliğinden, bu zenginliği, bu çeşitliliği sergiledi. Karşımızdaki karanlık aklın  Gezi buluşmasından ölümcül korkusunun bir nedeni de bu örneğin bütün ülkeye yayılacak olmasıdır… Zaten öyle de oluyordu…
       
                                               ***
    Şimdi yapılmak istenen, Balyoz ve Ergenekon  adıyla hukuk görünümü altında işlenen ve bu gün onun yargıç, savcı ve avukatı olanları  suçlu konumuna düşüren suçlara, bu kez Gezi iddianamesi ve yargılaması görünümünde bir yenisinin eklenme çabasıdır…
         Basın toplantısının izleyicilerinden biri olarak basın bildirisinin okunmasının ve platform temsilcisi konuşmacıların ardından söz alarak Gezi iddianamesini hazırlayan  ve Gezi’yi yargılamaya hazırlanan hukukçulara yönelik söylediklerimi buradan da tekrar edeyim:
              Siyasal iktidarın askeri değil, cumhuriyetimizin , Türkiye’de ve bütün dünyada aydınlanma değerlerinin savunucusu olun.
                    12 Eylül yargıç ve savcılarının adlarını bugün belki çocukları ve torunları bile tedirginlik duymaksızın anamamaktadır.
                      Balyoz ve Ergenekon’un çakma  hukukçularının utanç verici, acıklı sonları ortadadır.
         Ve basın bildirisinden iki cümleyle:
       “Geziyi lekelemeye yönelik beyhude çabalarınızı reddediyoruz. ! Gezi bu toprakların  eşitlik, özgürlük ve adalet umududur.”

Ataol Behramoğlu/Kültür ve  Siyaset/ 130319

8 Mart 2019 Cuma

SÖMÜRGE OLMAK

 
Türkiye insanı tarihinin hiçbir döneminde sömürge bir ülkenin yurttaşı olmadı.
   Osmanlı’dan başlayalım.
Osmanlı devleti bir dünya imparatorluğuydu.
   Bu devletin  halkı kendini hiçbir zaman başka ülkelerin halkından daha aşağı düzeyde bir devletin halkı olarak görmedi.
       Ölçü olarak Batı ülkelerini alırsak herhangi bir Osmanlı yurttaşı, hangi toplumsal sınıf ve katmandan olursa olsun,  aynı toplumsal sınıf ve katmandan  bir Batı ülkesi yurttaşıyla her anlamda ve alanda en azından eşit konumdaydı.
       Batı ülkelerinde bilimsel devrimler gerçekleşinceye kadar bu böyle devam etti.
       Osmanlı Devleti ilk kez, bilimsel devrimler çağından geri kalmasıyla önce savaşlarda ağır yenilgilere uğradı ve  son yüzyılında da sömürgeleşme sürecine girdi.
       Bu sürecin sonucu kaçınılmaz olarak köleleşme ve dağılıp parçalanma olacaktı.
       Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet bu süreci durdurdu .

                                                         ***
        Ülkenin sömürgeleşme sürecinde dönemin Osmanlı aydınları kimlik arayışına girdiler.
        Bu arayış, aynı zamanda ,sömürgeleşmiş bir ülkenin aydını olamaya karşı da bir direniş demekti.
         “Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir “ sözü bu direnişin simgesi ve bayrağıdır.
           “Manda” fikri sömürgeleşmeye boyun eğmek, ona yasal kılıf uydurmaktan başka anlam taşıyamazdı.
            Cumhuriyetin ilk kuşakları, 20. Yüzyıla, bağımsız bir ülkenin bütün dünya insanlarıyla eşit  konumda yurttaşları olarak ayak bastılar.
             Onlar, yoksul, sorunlu, fakat özgüvenli, kimlikli bir ülkenin çocukları olarak doğup yaşadılar ve öyle de öldüler.
              Bugün gelinmiş olan nokta ise, bambaşkadır…

                                                      ***
          Ülkemiz bütün tarihi boyunca ilk kez, hızla ilerleyen bir sömürgeleşme  sürecindedir.
           Emperyalizm ilk kez, silahsız, savaşsız, Türkiye’yi ele geçirip sömürgeleştirmede önemli konumlar elde etmiştir.
                 Bugün, bütün toplumsal sınıf ve tabakalarıyla Türkiye insanı, Batı insanından beş-altı kat daha yoksuldur.
                 Ülkemizde üst düzeyde bir memurun aylık geliri, Batı ülkelerindeki asgari ücret düzeyindedir.
                   Bu üst düzeyde memur, bu ülkelerden birinde ,örneğin ortalama bir öğle yemeği için, Türkiye’de ödediğinin beş-altı katını ödeyecektir ve bunu kendi ülkesindeki geliriyle yapacaktır.
                 Şimdi tersinden bakalım.
                 Batı ülkesinden bir  asgari ücretli  Türkiye’ye geldiğinde aynı öğle yemeği için kendi ülkesinde ödeyeceğinin beş ya da altıda birini ödeyecektir.
                  Sömürge ülkesi olmak, en basit, en sıradan, ama en can yakıcı bir
hesaplamayla budur.

                                                     ****
      Ülkemizdeki bütün fabrikalar ya kapatılmış, ya satılmış,  ülke toprakları yağmalanmış ve yağmalanmaya devam etmektedir.
         Savunma gücünün kolu kanadı kırılmıştır.
           Yargı teslim alınmıştır.
           Eğitimin rotası en karanlık ellerdedir.
          Türkiye  bu gün, işkence edilirken  hareket edemesin diye  bağlanmış, bağırmasın diye ağzı kapatılmış  bir tutsak görünümündedir.
             Türkiye insanı tarihinin hiçbir döneminde olmadığı ölçüde suskun, çaresiz, çıkışsızdır.
           Ama içten içe, bir okyanusun dip dalgaları gibi de kaynamaktadır.
           Yüzlerce yıllık tarihinde bu ölçüde çaresiz ve çıkışsız kalmamış olan bu insanlar, bilinçli ya da bilinç altlarında, sömürgeleşmeyi hissetmekte ve bir çıkış yolu aramaktadırlar.
          Toplumuyla, insanıyla, yurduyla, uzak ve yakın tarihiyle az çok bağıntısı olan herkes bunu hisseder, hissedecektir…
             Öyleyse bir çıkış yolu olacaktır, olmalıdır…
                   
                                                        ***
            Benim görebildiğim, geldiğimiz noktada tek ve kalıcı çözüm, tıpkı 1960’lardaki  Türkiye İşçi Partisi gibi, işçi-köylü-halk önderlerinin, sivil toplum  kuruluşlarının  ve yurtsever-devrimci aydınların oluşturacağı bir siyasal örgütlenmedir.
              Grevse grev, direnişse direniş, kavgaysa kavga!
                Korkunun ecele de sömürgeleşmeye de faydası olmadığı gibi  ülkenin  daha fazla beklemeye tahammülü yoktur.



Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/050319