28 Aralık 2012 Cuma

BÜYÜK BULUŞMANIN ARDINDAN (Ya da bir Türkiye fotoğrafı)


   
23 Aralık Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezinde büyük bir buluşma gerçekleşti.
     Uzun süreli bir emeğin ürünü olan bu buluşma gerçekten büyüktü. Çünkü sanatımızın çeşitli alanlarından, seçkin ve çok sayıda bir topluluk,  yaklaşık beş bin kişilik bir izleyici kitlesiyle buluşmuştu.
    Her sanatçının kendi sanat alanına ilişkin sunumlarından ve konuşmalardan oluşan ücretsiz gösteride,  Sanatçılar da Sanatçılar Girişimin çağrısıyla, ortak bir toplumsal eyleme katılmanın özverisi ve coşkusuyla yer aldılar.
      “Diktaya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı” büyük buluşma, Kadıköy ve Maltepe Belediyelerinin büyük katkılarıyla, Beşiktaş ve Adalar Belediyesinin destek ve katkılarıyla gerçekleşti. Bu belediyelerimizin başkanlarına, ilgili birimlerine teşekkür borçluyuz.
      Büyük Buluşmada ayrım gözetmeksizin soldaki siyasal partilerimiz ve İstanbul Barosu
 en üst düzeyde onur konuklarımızdı. Diyebiliriz ki toplumsal muhalefet tam kadro olarak orada, sanatçıların yanındaydı.  Köşe yazısının sağladığı olanakla, Ortak girişimimiz adına,  bütün katılımcılara içten teşekkürlerimizi sunuyorum.

***
  Bütünüyle bir özveri ürünü olan Büyük Buluşmada yaşanan kimi aksaklıklar, olmaması gereken bazı olaylar, beklenilebileceği gibi, “medyatik medya”ya malzeme oluşturdu. Bir takım çevrelerin de düşmanca saldırılarına olanak sağladı.. Gerçi bu türden saptırma ve saldırılar bunlarsız da olacaktı, fakat yine de fırsat vermemek gerekirdi...

***
  Programın en yakın izleyicilerinden ve başlıca sorumlularından biri olarak tanıklık ve gözlemlerimi özetliyorum:
           Ahmet Kaya şarkısının yuhalandığı iddiası,  büyük ve seçkin izleyici kitlesine ağır bir hakaret ve iftiradır. Böyle bir şeye en önce ben tepki gösterirdim. Ahmet Kaya’yı kardeş yakınlığında tanır ve severim.  Bir şiirimi de bestelemiş olan,  seçkin, özgün  ve zulme uğramış bir sanatçımızdır. Bu iddiada bulunan, ya da belki onun ağzından böyle bir yalanın söylendiği sanatçı arkadaşımız, o gün karşısındaki kitlenin coşkusunu anlayamadı.
Sahneye çıkar çıkmaz izleyiciyle kendisi arasında bir gerginlik yarattı. Sonrasında da,
“o toplantıya katılmamalıydım, hata ettim” diyerek, iktidar yardakçılarının Sanatçılar Girişimi’ne yönelik düşmanca salvolarına ne yazık ki  işaret fişeği oldu. Asıl hatasının böyle bir şeye yol açmak olduğunu umarım gecikmeksizin anlayacaktır. (Ahmet Kaya şarkısını yuhaladığı iddia edilen topluluk, acaba neden daha sonra Bilgesu Erenus'un söylediği Kürtçe şarkıyı alkışlarla karşıladı?  Bir şey söylediğimizde,, bir suçlama yaptığımızda, sonuçlarını  düşünmek aydın ve insan olma sorumluluğumuzun başında gelmelidir.Tabii önyargılı ve kasıtlı değilsek..)
***
          Levent Kırca olayı tam bir talihsizlik, kötü rastlantılar zinciri oldu. Sanatçılar Girişiminin öncülerinden bu değerli sanatçımız, bilemeyeceğim bir nedenle  akıştaki sırayı beklemeksizin ve  anons edilmeksizin   sahneye fırladığında, sırf  Büyük Buluşma’yı selamlamak için İzmir-Ankara rotasını İstanbul üzerinden değiştiren  sayın Kılıçdaroğlu da Ankara uçağına yetişmek için ayrılma öncesinde ricamız üzerine birkaç söz söylemek için   sahneye çıkıyordu. Bu beklenmedik ve öngörülmedik  karşılaşma nedeniyle kulise dönmek zorunda kalan  değerli sanatçımızın  bu nedenle bir an şaşkınlık yaşaması ve  kırgınlık duyması anlaşılır bir şeydir. Ama keşke ölçü kaçmasaydı

***
          Büyük Buluşma, hiç abartısız büyük bir buluşmadır ve daha büyükleriyle devam edecek...
         Dostlarımızın uyarı ve önerilerine elbette kulak vererek…
     “Taraf”taki, “Dört Bir Taraf”taki bazı  ihbarcı kalem ve ağızları ve  “Eskiden Türk Silahlı Kuvvetleri vardı, şimdi Türk Sanatçı Kuvvetleri ” gibi akılarınca sözcük oyunu yapan erken emekli solcu müsveddelerini  kendi karanlıklarıyla baş başa bırakıyorum.
       Büyük Buluşma’ya ilişkin olarak asıl kendileri için “utanç” verici bir haber yapan “Evrensel” gibi bir gazete ise, umarım Sanatçılar Girişimi’nden özür dileme fırsatı bulacaktır.

Ataol Behramoğlu/291212
http://behramogluataol.blogspot.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

21 Aralık 2012 Cuma

BÜYÜK BULUŞMA


   

   Sanatçılar Girişimi'nin çağrısıyla 23 Aralık Pazar günü (yarın)saat 17.00-23.00 arasında, Bostancı Gösteri  Merkezinde, sanatın çeşiti alanlarından elliye yakın sanatçı, izleyicileriyle  Büyük Buluşma'da bir araya geliyor..   
     Bu gerçekten de büyük bir buluşmadır.  Çünkü sanat ve kültür yaşamımızın çok seçkin değerleri , ilk kez bu kadar büyük bir sayıda,  binlerce kişi olacağını tahmin ettiğimiz  büyük bir izleyici kitlesiyle buluşacak...
      Bu yılın 29 Şubatında “Reddediyoruz” başlıklı basın duyurusuyla varlığını ilan eden Sanatçılar Girişimi, o bildiride ve o günkü basın toplantısı sırasında  yapılan konuşmalarda dile getirilen  “nerede adaletsizlik varsa bizi  karşısında bulacaktır
sözünü tutarlılıkla izleyerek, sayısız adaletsizliğe sahne olan 2012 yılını “diktaya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı” Büyük Buluşmayla kapatıyor...
       Büyük Buluşma çağrısında yer alan “Ferman Padişahın, Ülke Bizimdir” savsözü, Dadaloğlu’nun, Pir Sultan Abdal'ın kişiliğinde bu ülkenin gelmiş geçmiş bütün halk kahramanlarına bir selam olduğu kadar, zulüm ve adaletsizlik  erbaplarına da çok ciddi bir uyarı olarak görülmelidir...
                         ***                           ***                           ***
     İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, siyaset tarihimize Adaletsizlik ve Kanunsuzluk Partisi olarak geçme olasılığı çok fazladır.
      10 yıllık iktidarları süresince, ülkemizin satılmayan, yağmalanmayan bir zenginliği kalmadı.
        Kentsel dönüşüm adı altında rantsal bölüşüm insafsızca, gözü dönmüşçe sürdürülmekte.
       Buna karşılık, üretim anlamında sözü edilebilir  bir etkinliklerinin olmadığını söylemek abartı sayılmamalıdır.
     İşsizlik, yoksulluk bu iktidar döneminde yükselişe geçti ve hızla yükselmeyi sürdürüyor.
       Köylü, memur, küçük esnaf, perişan durumdadır.
          Türkiye gibi büyük, soylu, onurlu bir ülkenin  sadaka ekonomisiyle  yönetilemeyeceği, gün geçtikçe daha iyi görülüp anlaşılmaktadır.
     Hukuk, yargı, hiçbir zaman, bu iktidar döneminde olduğu kadar saygınlığını yitirmedi.
    Özel yetkili kılınmış, mahkeme görünümlü bir takım kuruluşlar, ne hukukla ne vicdanla ne en sıradan insan haklarıyla bağdaşabilir uygulamalarını  sürdürmekteler.
      Sonuçta ,demokrasinin temel ilkesinin, esasında yargı bağımsızlığı demek olan “kuvvetler ayrılığı” kuralının tümüyle ortadan kaldırılmasının dikte edildiği bir evreye ulaştık.
    Getirildiğimiz nokta, Abdülhamit Anayasasının, 2. Meşrutiyetin de gerisindedir.
     Eğitim alanında yapılanlar , başka bütün alanlarda olduğu gibi, Cumhuriyetle elde edilmiş  evrensel kazanımların ters yüz edilmesidir.
     Bir savaşın eşiğine getirilmiş olmamız ise, hiç kuşkusuz, bu ülkeye karşı işlenmekte olan bir savaş suçudur...
               ***                               ***                            ***
   Bu baskı ve gericilik ortamında sanat ve kültür yaşamımız da payına düşeni aldı.        
   Hangi birinden başlayalım...
    Heykele ucube denilmesi, ender yetişebilen bir müzisyenimize alçakça saldırılar, tiyatro ve sinema alanında baskı, sansür ve doğal sonucu olarak korku ve oto sansür, resim galerileri ve müzik dinletilerinin   basılması; yargılanan yazarlar ,çevirmenler, karikatüristler; iktidar eliyle açılan sayısız para ve ceza davaları ; balerinlerin evrensel giyim kuşamlarını ve TV  dizilerini yönlendirmeye kadar uzanan bir pervasızlık, bütün bu alanlarda egemen olan korku, kuşku, tehdit ve mutsuzluk...
        Bu ülkenin ortak vicdanı demek olan Sanatçılar Girişimi, onu oluşturan yüzlerce sanatçının temsilcisi olarak büyük bir sanatçı topluluğuyla, bütün halkımızı yarınki Büyük Buluşmaya çağırıyor…
     Binlerce kişilik gösteri merkezine  sığmayacağımızı biliyoruz.
     Fakat önemli olan bir ucundan da olsa bu büyük buluşmada bir araya gelmektir…
     Diktaya, korkuya, adaletsizliğe,  sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı;  ülkemizin bağımsızlığı; insanımızın özgür, çağdaş, aydınlık geleceği için...

Cumartesi Yazıları/221212
http://behramogluataol.blogspot.com/

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

AYDINLANMA…




   Goethe’nin son sözlerinin “Biraz daha ışık…”olduğu söylenir.
   Bunun bir söylenti mi, gerçek mi olduğunu bilmiyorum.
   Fakat ölümün bir başka adının karanlık olduğunda kuşku yok.
   Yaşam ise öncelikle ışık, aydınlık demektir…

         ***                             ***                   ***

   Aydınlanma kavramı toplumsal ve felsefi anlamıyla 18. yy. Fransız aydınlanmacılarıyla başlıyor.
    Daha öncesi eski Yunan felsefesidir.
    Aydınlanma, akıl demektir.
    İnsan yeryüzündeki karanlığı aklıyla aydınlatmaya koyulmuştur.
    Benimle bugünlerde yapılan bir söyleşide “Neyin mucidi olmak isterdiniz?” sorusunu, “Ateşin…” diye yanıtladım.
     Ateşi keşfeden insan,  dünyayı aydınlatma yolunda ilk adımı atan kişidir.
     Karanlığı kendi becerisiyle aydınlatabildiğini gören insan, kendinde, insan oluşunda , tanrısal bir gücün varlığını da duyumsamış olmalıdır…

           ***                           ***                      ***

     Eski Yunan düşünürleri, dünyayı, evreni, insanı, inançlarla, mitlerle, söylencelerle değil, akılla, maddeyle, mantıkla, açıklamaya çalıştılar.
     İnsanın insanlaşma sürecinde en sağlam altyapı katmanı, bu düşüncelerin toplamıdır.
      Aydınlanmanın temeli, bu akılsal arayışlar ve buluşlardır.
      İnsanlaşma dediğimiz şey, bir aydınlanma sürecidir.
       Bu süreç devam ediyor ve belki hiçbir zaman sona ermeyecek.
       Çünkü aydınlanmanın sona erdiği yerde yaşam tekrara dönüşmüş olur.
        Dünyanın ışığına gözlerini açan her yeni bebek, aydınlanma yolunda yeni bir olanak demektir.
       Aydınlanma arayıştır, yenilenmedir, bitimsiz ve  doyumsuz bir keşif ve  yaratış  ve yaratılış olgusudur…

               ***                                  ***                                   ***

         Goethe kendi çağında, kendi kişisel yaşamında, aydınlanmanın ışığını en ilerilere taşımış bir düşünür ve yaratıcıydı.
       Biraz daha ışık isteği, ölüm bilinmezliğinin karanlığı karşısında doğaötesi bir korku ya da ürpertiden çok, aklın aydınlığını biraz daha yaşamak tutkusuyla;
araştırmayı, düşünmeyi, yaratmayı biraz daha sürdürmek arzusuyla ilgili olmalı…
     Fakat eninde sonunda bu bir bayrak yarışı gibidir kuşkusuz…
     Geçmişten aldığımız aydınlanma mirasını her yeni kuşak kendi katkılarıyla geleceğe taşıyacaktır…
     Geleceğin karanlık belirsizliği, tıpkı ölümünki gibi, belki hiçbir zaman tam olarak aydınlanmayacak.
      Belki bir şeyler hep belirsiz ve karanlık kalacak…
     Fakat insan araştırmaktan, yeniyi araştırma tutkusundan, karanlığı aydınlatma arzusundan hiçbir zaman vazgeçmeyecek…
       Çünkü aydınlanma savaşımın bir parçası olmak, karanlığı bir ucundan da olsa aydınlatma savaşımında bir sıra neferi bile olabilmek, insan olarak yaşanabilecek hazların en büyüklerindendir…
      Günümüz dünyasının egemen güçleri, adları ve sanlarıyla söyleyecek  olursak  kapitalizm ve emperyalizm, dünyayı yeni bir ortaçağ karanlığına doğru sürüklemekteyken, insanlığın büyük aydınlanma mirasının bayraktarı olabilenlere  ne mutlu!
       Ateşi keşfeden insanın günümüzdeki sürdürümcüleri onlardır…
  

Pazar Söyleşileri/231212  

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Aralık 2012 Cuma

SİLİVRİ’DEN…




      Silivri 13 Aralık Perşembe günü izlenimlerimi  neresinden  başlayıp nasıl özetlemeli…
    Duruşma salonunda yer bulabilmek için  çok erken saatte yola çıkanlardandım.
    Epeyce itiş kakışla da olsa mahkeme binasının giriş bölümüne kapağı atabildim.
     Sonrasında da salon kapılarının  önünde,  basın mensupları ve izleyicilerle birlikte, uzun süre beklemek gerekti.
    Silivri’de görülmekte olan düzmece dava, bir sabır sınama süreci.
    Bu kez ilk izlenimim,  sanıkların da, avukatların da, izleyicilerin de, sabırlarının her an  taşma noktasına hızla yükseldiği  ve zaman zaman da taştığı oldu…
    
          ***                              ***               ***
      Bizi Silivri  esir kampına getiren araba, mahkeme(daha doğrusu ceza  ve infaz evi) binasına  bir kilometre kadar uzakta durmak zorunda kaldı.
     İnsanlar arabalardan inmiş, tıpkı 29 Ekim ve 10 Kasım Ankara’sındaki gibi, akın akın  ilerlemektelerdi…
      Aralarına katıldık…
      İşittiğim sevgi, dayanışma sözlerini; el sıkışmak için uzanan elleri ve o ortak kardeşlik, arkadaşlık duygusuyla ışıldayan yüzleri unutamam…
         Duruşma aralarından birinde dışarı çıktığımda Türkiye Gençlik Birliğinin  arabası üzerinde konuşma yaparken   ve daha  sonra yazımı yazmak üzere yine binlerce kişilik kalabalık içinden kimi kez güçlükle  ilerleyerek arabamıza ulaşmaya çalışırken  aynı sevgi ve dayanışma sözleriyle, aynı  kucaklayan bakışlarla bizi kuşatan  o sevgili insan topluluğunu buradan  da sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
         TGB arabası  üzerindeyken  topluluktan yükselen  “Türkiye sizinle  gurur duyuyor…seslenişine  orada   yanıt olarak söylediklerimi  buradan da  tekrarlıyorum:
         Sağolun! Ama asıl biz bu  Türkiye’yle gurur duyuyoruz… Sizlerin, gerçek yurtseverlerin Türkiye’siyle…

           ***                                  ***         ***
     Duruşma salonundaki avukatlar bölmesini hınca hınç  dolduran  büyük avukat topluluğu, mesleklerinin gereğince  yapılmasına  engel olunmasının  haklı öfkesi içindeydiler.
      Mahkeme başkanı yargıç,  sorulara ve taleplere  hukukçu olmayan birinin bile  tutarsızlığını anlamakta güçlük çekmeyeceği kaçamak yanıtlar veriyor, iki de bir duruşmaya ara vermek tehdidini savuruyordu.
     Nitekim bunu birkaç kez yaptı da…
     Bu arada, herhangi bir ön uyarıda bulunmadan, izleyicileri salon dışına çıkarttı.
        Savcısıyla, yargıçlarıyla bütün  bu heyet,  elinde adalet terazisi tutan  bir hukuk kurumu değil; hukuku sopa gibi kullanan  despotik bir infaz kurumu görünümündeydi.
     Zaten bu düzmece davaların  görüldüğü mekân, Silivri Ceza ve İnfaz Evi
adını taşımıyor mu?
      Böyle bir mekânda yargılama yapmayı kabul etmek bile, hukuku, hukukçuluğu daha en baştan küçültüp kirletmiyor mu?
      
          ***                           ***                            ***

   Basına ayrılan bölümde CHP Milletvekilleriyle birlikte oturduk.
  Bu  çirkin ve kötü  gösteri,   bu isyan ettirici adaletsizlik ortamında, hepimiz öfke ve gerilim içindeydik.
       Sivil mahkeme salonunda üniformalı görevliler, yakışıksız bir görüntü oluşturuyor.
     Ben bu genç jandarma subayları adına utanç ve üzüntü duydum.
     Aydınlara, yurtseverlere karşı kullanılan gencecik erlere, çoğu şaşkın bu halk çocuklarına acıdım.
       Başta Balbay, Tuncay,  Haberal , Silivri tutsakları pırıl pırıldılar…
        Tuncay, “Adalet istiyoruz!” diye defalarca haykırdı.
      Balbay, CHP’li meslektaşlarına, “Ankara’da çok işimiz var!” diye seslendi.
      Genç bilimci, sevgili Mehmet Perinçek, bilgece bir dinginlikle gülümsüyordu.
       
         …***                                    ***                     ***
     AKP oligarşisini  ve Tayyip Erdoğan’ı hâlâ ve henüz desteklemekte olan  büyük kitleler var.
    Bu desteğin gözle görülürce azalmasının yanı sıra , aynı büyüklükte  ve sayıları gittikçe artmakta olan kitleler de bu oligarşiye  ve özellikle de  tepesindeki kişiye, ivmesi giderek yükselmekte olan  bir nefret ve hınç duyuyor.
      Türkiye toplumunda sevilen ve sevilmeyen  siyasetçiler her zaman olmuştu, ama bu  kadar nefret edilenini  anımsamıyorum.
     “ Silivri savcısı” ve destekçileri,  böylesine bir  hınç ve nefret birikimini ciddiye almalıdır…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/151212

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

9 Aralık 2012 Pazar

MİMARLIK SANAT OLMAKTAN ÇIKARKEN…





     Mimarlık bir sanatsal yaratı olgusu mu, yoksa kullanımsal işlevin önde olduğu teknik bir çalışma alanı mıdır?
      Bu soruya yanıt aramak, insanlığımızın tarihinde “mağara insanı”nın yaşama ortamına kadar geriye gitmemizi gerektirebilir.
      Mağaralar, bu en eski  atalarımızın ilk doğal barınaklarındandı.
      Onların bu barınakların duvarlarına resimler çizdiğini biliyoruz.
      Bu resimler öncelikle işlevseldi.
      Avlanmak istenilen hayvanın simgesel ele geçirilişiydi.
      Giderek “sanatsal” bir anlam kazandılar.
       Bu dönüşüm, insanın çevreyi ve kendisini algılamasında bir üst aşamaya ulaşmasıydı.
      Aynı dönüşümü, tören ve üretim şarkıları için de söyleyebiliriz.
      Şiirsel sözler ve müziksel ezgiler başlangıçta işlevsel değer taşımaktayken, giderek işlevseli aşan sanatsal güzellik, sanatsal haz, sanatsal ölçü kavramlarını oluşturdular.

                  ***                          ***                    ***

    En eski atalarımızın, mağaralardan başlayarak barınma alanlarını oluşturan “konut”ları da önce sadece  işlevsellik bakımından görmekteyken, zaman içinde onlara başka değerler kazandırmaya yöneldiklerini biliyoruz.
       Daha yeni zamanlarda İnka uygarlığıyla karşılaşan Avrupalı kolonyalistin, bu uygarlığın yaratısı olan kentlerin görkemi karşısında gözleri kamaşmıştı.
      Resimle, şiirle, müzikle başlayan sanatsal yaratı, giyim kuşam ve süslenmeyle, koşut olarak da mimariyle bütün insanlık tarihi boyunca süregelmiştir…

                   ***                         ***                   ***
     Bu süregelişin özellikle 20 yüzyılda ve özellikle de mimarlık alanında tökezlemekte oluşu gözlemleniyor.
     Burada bir çelişki var.
      20 yüzyılın gökdelenlerinin başları, önceki yüzyılların gotik ve barok yapıtlarından çok daha yukarılardadır…
     Öyleyse neden bir tökezlemenin, mimarinin sanat olmaktan çıkışının sözü edilmekte?
      Bu bir çelişki değil mi?
      Bence değil.
       Çünkü bu  mimari yapıtlar, sanayi kapitalizminin toplumlara dayattığı insansızlaştırılmış bir yaşam anlayışının tipik yansımalarıdır.
      İnsan ve doğa geri planlara itilmiş, bireyin sadece ve ancak bir sürünün kişiliksiz parçası olduğu yeni bir yaşam anlayışı egemen olmuştur.
      Bu yaşamda, özgün yaratıya yer yoktur.
       Bireysel fantezi, araştırma ve yaratma şansı yok edilmiştir.
       Her şey, bütün insani olgular, kullanım değerine indirgenmiştir.
       Bu sadece mimari için değil, edebiyattan müziğe, resimden tiyatroya, bütün sanat alanları için böyledir.
      İnsan ilişkilerinin kendisi de derinliksizleştirilmiş, yüzeyselleştirilmiş, sığlaştırılmış; sadece çıkara, yarara, kullanım değerine indirgenmiş, bu anlamda da kullanılıp atılmaya yazgılı kılınmıştır….

               ***                          ***                      ***

      İçinde sayısız çoklukta, fakat  hiçbir özgünlük taşımayan kişisel yazgıların yaşanmakta olduğu bu çağdaş oyuklar, belki bir çırpıda yıkılıp atılmak için programlanmış olmayabilir…
      Fakat bunun hiçbir önemi yok.
       Yıkılan ikiz kulelerin yerine daha  da yükseğini yaparsınız, olur biter.
     Fakat aynı şeyi Sinan’ın Selimiye’si, Paris’in  Notre Dame’ı, Kızıl Meydandaki Ermiş Vasili Katedrali ya Haydar Paşa Garı için söylemek olanaksızdır.
      Mimari sanat olmaktan hızla uzaklaşıyor.
      Çünkü yaşamlarımızın kendisi, insan ilişkileri,gittikçe daha sıradan, daha sığ, daha derinliksiz, daha anlamsız, duygudan ve zekâdan  daha yoksun, daha az özgün olmaktadır….
       Doğayı, uzayı  katleden teknoloji, insanı insan yapan tüm değerlerle birlikte onun en özgün yanı olan sanatsal yaratıcılığını da, sadece mimaride değil sanatın bütün alanlarında, kaba ve sığ bir pazar ekonomisinin, yaşa ve tüket anlayışlı sığ bir kullanım değerinin buyrultuları doğrultusunda biçimlendirmekte, daha doğrusu yok etmektedir.




Pazar Söyleşileri/091212
http://behramogluataol.blogspot.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

7 Aralık 2012 Cuma

Şiir Orhan Veli’nindir...



Sevgili Oktay Akbal’ın Cumhuriyet’teki köşesinde 14 Ekim 2012 tarihinde yayımlanan yazısı “Orhan Veli’yi Anımsama” başlığını taşıyordu.
Ben onun her yazısını eksilmeyen bir ilgiyle okurum.
Edebiyatsever okurun gözünden kaçmamış olduğunu tahmin ettiğim bu yazı özellikle ilginçti.
Oktay Akbal, not defterleri arasında karşısına çıkan, şairin kendisinin mi bir başkasının mı verdiğini anımsamadığı, fakat Orhan Veli’ye yakıştırdığı bir şiiri yazısına alıyor, özellikle edebiyatseverlere, Orhan Veli’nin bu şiirini bilir miydiniz diye soruyordu…
Orhan Veli’nin bütün şiirlerini zihnimle olmasa bile kalbimle ezbere bilen ben, 15 Şubat 1937 tarihli bu şiiri ilk kez görüyordum…
Şiiri birlikte okuyalım:
“Benim, bardağın, sürahinin / Önündesin, rengin uçmuş / Bu, eski sevdiğim bir duruş / Elin içinde benimkinin /… / İçelim, madem ömrümüz hoş / Geçmiş, tadmamışız ayrılık / Madem ne bardağım kırık / Madem ne de sürahimiz boş /… / Bir gün içimizden birimiz / İçmek veya doldurmak için / Burada olmayabiliriz.”
***
Çok ayrıntılı inceleme gerektiren konuyu pazar yazısına nasıl sığdırabileceğimi bilemesem de, hiç değilse satır başlarıyla deneyeyim…
Ben sevgili Orhan Veli’nin Mehmet Ali Sel takma adıyla yayımladığı (Bütün Şiirleri’nin ilk bölümünde yer alan) ölçülü-uyaklı şiirlerini de en az ötekiler kadar severim…
O, sadece o şiirlerle de, Türkçemizin en büyük şairlerindendir.
1936 tarihinden başlayarak Varlık dergisinde yayımlanan şiirlerinden bazılarında neden bu adı kullandığını şöyle açıklıyor: “O zamanlar çok şiir yayınlıyordum. Adımın dergide her zaman görünmesi hem benim için, hem de dergi için doğru değildi. Bir de şu var: Mehmet Ali Sel, benim bazı tecrübelerime alet olmuş bir isimdir” (Baki Süha Ediboğlu, Bizim Kuşak ve Ötekiler, Varlık Yayınları,1968) (Bkz. Ekşi Sözlük). Aynı yerde bu konuda Oktay Rifat’ın da benzer bir şey söylediğini öğreniyoruz: “Galiba yırtmaya kıyamadığı şiirlerini bu adla çıkarırdı…”
***
Şiirden anlayan biri, her şeyden önce, yukarıdaki şiirin (hoş/geçmiş vb. dize kırılmalarıyla) “deneysel” bir yanı olduğunu fark edecektir…
Orhan Veli şiirini bilen biri ise, bunun bir Orhan Veli “denemesi” olduğu konusunda pek az kuşku duyacaktır…
Şiirin içeriğinde Mehmet Ali Sel imzasıyla yayımlanan şiirlerdeki (ve yanı sıra da dilimize Orhan Veli’nin çevirdiği Ronsard vb. Fransız romantik şiirinden de uzak olmayan) tema’lar (ömrün geçiciliği, aşk, özlem vb…) duyumsanıyor…
Sözcük seçimi ve diziliminde de yine Orhan Veli (ve o dönemdeki romantik ürünleriyle Oktay Rifat) şiirini duyumsuyoruz…
Ve son olarak, “sürahi”, “bardak”, “içmek”, doldurmak” sözcüklerinde ve kavramlarında, Orhan Veli’nin onca sevdiği Hayyam şiirini, rubai öğelerini duyumsamamak olası mı?...
***
Ne kadar deneysel olsa; bir kalem denemesi, bir “çırpıştırma” gibi görünse de, bir Orhan Veli şiiri bu…
Onun sözcüklere can veren soluğunun; fırça vuruşunun, elinin hünerinin izlerini taşıyor… l
ataolb@cumhuriyet.com.tr
www.ataolbehramoglu.com.tr

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

SESSİZ ÇIĞLIK




    “Vardiya Bizde” platformunun kendine savsöz olarak seçtiği “Sessiz Çığlık” sözü bana Norveç'in büyük ressamı Edward Munch'un “Çığlık”ını anımsatıyor...
     Bu ünlü tabloda Munch, bir köprü üzerinde,çıldırmanın eşiğindeki, belki de çıldırmış bir insanı resmeder.
       Aşağıda mavinin egemen olduğu bir nehir, yukarıda koyu turuncu bir gök vardır.  Bu koyu renklerin ufuk çizgisinde buluşmasının yaratığı sıkıntılı ortamda olmak,  bir hapishanenin boğucu ortamında bulunmak gibidir...
 Tablonun ön planında çığlık atan kişi, bir uğultuyu duymamak, ya da aklını  büsbütün yitirmemek istercesine, avuç içleriye kulaklarını kapatmıştır.
    Ressam, ön plandaki kahramanın epeyce arkasında, ileriye doğru olağan bir yürüyüş durumunda, belli belirsiz iki insan figürü daha resmetmiş.
     Bu iki figürün simgesel bir anlamı olabilir mi, bilmiyorum.
     Ama geneldeki imgeyle karşıtlıkları; o kaotik, boğucu  ortamla ilgisiz, sanki başka bir dünyada yaşayan kişiler olduklarını gösteriyor...

            ***                                     ***                ***

     Yurtsever Türk ordusunu çökertip sömürge ordusuna dönüştürme amaçlı ihanet planının uygulaması olan düzmece Balyoz  davası, vicdanları kanatan hükümlerle şimdilik noktalandı.
     Eğer kamu vicdanı ve hukukun evrensel hükümleri en yanılmaz yargıysa,  karartılmamış kamu vicdanında ve evrensel hukuk değerlerinin terazisinde hüküm giyenler bu düzmece davanın sanıkları değil,  hukuk adına bu hukuk ve adalet dışı hükümleri verenlerdir...
       Bir düşman ordusu tarafından değil,  hukukçu kimliği taşıyan bir takım kendi yurttaşlarınca  kendi ülkelerinde tutsak edilmiş, rehin alınmış yurtsever subayların yakınları, “Vardiya Bizde” başlığı ile, haksızlığa isyan eden herkesle birlikte, her cumartesi saat 13-14 arasında İstanbul'da Beşiktaş Özgürlük Parkında, Ankara'da Sakarya Caddesi Taş Heykel Önünde, İzmir'de Kıbrıs Şehitleri Caddesi Sevinç Pastanesi yakınında toplanarak “çığlık”larını topluma duyurmaya çalışıyor...
    Toplantıların savsözü “sessiz çığlık” da olsa, tıpkı Munch'un tablosundaki gibi, kulak tırmalayan, yürek paralayan bir çığlık bu...
     Tabii insansak, yurttaşsak, bir kalbimiz , aklımız,vicdanımız varsa.      Tabloda betimlenen  boğucu  baskı ortamının  dışındaymışçasına ve  atılan çığlıktan  habersiz ya da umursamazca,  geriden gelmekte olan iki silik ve duyarsız gölge gibi değilsek... 

               ***                            ***                        ***

   “Vardiya Bizde” platformundan, internet üzerinden bir resim sergisi çağrılığı aldım.
  Prangaya vurulmuş bir fırçadan fışkıran bir kan gölünün üzerinde “Tutsak Eserler Sergisi” yazıyor.
      Kan gölünün yukarısında da “Özgür Tutsaklardan” yazısını okuyoruz...
      Bu gün(Cumartesi) saat 16.00'da Kartal Hasan Ali Yücel Kültür Merkezinde açılacak olan,  tutuklu yurtsever subayların yaklaşık yüz yapıtının yer aldığı “Tutsak Eserler Sergisi” 18 Aralık tarihine kadar görülebilecek. ..

                  ***                               ***                           ***

    Edward Munch'un ölümsüz tablosundaki çığlığı duymuyoruz, fakat onu içimizin en derinliklerine  kadar duyumsuyoruz...
     Adı “Çığlık” da olsa, bu tabloda betimlenmekte olan da bir sessiz çığlıktır...
     Eninde sonunda bütün toplumun vicdanında yankılanacak ve insanlık vicdanında zalimleri sonsuzca mahkûm edecek bir sessiz çığlık...


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/ 081212
     
 Sanatçı dostlarıma, okurlarıma, tüm yurttaşlara... 13 Aralık Perşembe sabahı omuz omuza Silivri'de olmalıyız...  

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..