28 Aralık 2013 Cumartesi

MEŞUM


İngilizce “ominous”(om’nıs) sözcüğünün karşılığı olarak internetteki “tureng” sitesinde şu sözcükler sıralanıyor:
Hayra yorulamayan, insanın keyfini kaçıran, kara, kaygı verici, kötülük habercisi, meşum, netameli, şom, uğursuz…
Bunlara yaklaşık olarak aynı ya da benzer anlamlar taşıyan başkaları da sanırım eklenebilir.
“Meşum” bir zamanlar çok kullanılan, anlam yükü, çınıltısı, söylenişindeki vurgu ve çağrışımlarıyla çok güçlü bir sözcük.
“ Meşum bir olay” denildiğinde, daha kötüsü olamayacak kadar can sıkıcı, berbat, kötü, iç karartıcı bir olaydan söz ediliyor demektir…
“Şom” sözcüğü de aynı kökten türetilmiş olmalı…
“Şom ağızlı”, ağzından hep kötü haberler çıkan birini betimlemede Türkçemizin pek güzel deyimlerinden biridir…
İngilizcesinden başlayıp bunları nereden çıkardın derseniz, Newyork Times gazetesinin 26.12.2013 tarihli sayısındaki bir haberin giriş cümlesinden diye yanıtlayacağım…
Bu uzunca cümlede özetle, üç Bakanın Çarşamba günü ansızın istifa etmeleri ve bunlardan birinin ayrılırken Başbakanın da çekilmesi gerektiğini söylemesinden sonra, Türk hükümetini kuşatan yolsuzluk kovuşturmasının başbakana yönelik “meşum, uğursuz, kaygı verici vb…” bir boyut kazandığı dile getiriliyor…
Cümleyi okuduğumda, özellikle, yukarıda dilimizdeki karşılıklarını aktardığım sözcük üzerinde düşünmekten kendimi alamadım…
Meşum, uğursuz, can sıkıcı, iç karatıcı olan nedir?.. Ya da bütün bunlar kimin için böyledir?..
Olayın bütününe bakıldığında, her türlü kötülük nitelemesini hak eden bir durumun söz konusu olduğu elbette bir gerçek…
Fakat bu niteleme neden, kovuşturmanın özellikle başbakana yönelmesiyle ilgili olarak kullanılıyor?
Bunları yazarken, ilgili sözcüğün, “daha kötüsü olamayacak, kötünün kötüsü” gibi bir anlamda kullanılmış olduğunu duyumsuyorum…
Fakat yine de bir itirazım var…
Kovuşturmanın söz konusu kişiye yönelmesini ben, uğursuz değil uğurlu, hayırsız değil hayırlı, iç karartıcı değil iç açıcı, meşum değil ülkemizi karanlıktan aydınlığa çıkarıcı bir yöneliş olarak görüyorum…
Tabii, şu satırları yazmakta olduğum sırada başbakanlık koltuğunda oturmaya devam etmekte olan kişi bakımından değil, ülkemiz bakımından…


***
Bütün iktidarı süresince sadece bu konuda değil hiçbir konuda ödün vermeyen, uzlaşmaya yanaşmayan Tayyip Erdoğan, kabinede yapmaya mecbur kaldığı değişikliklerle, hükümetine ve kişisel olarak kendisine ve yakınlarına yönelik(aslında çok uzun zamandır halkın ağzındaki) ağır yolsuzluk, haksız zenginleşme, yabancı bankalarda yüklü para sahibi olma vb. suçlamalarından kurtulabilecek mi?
Bu konuda da yine 26 Aralık gününün Cumhuriyet gazetesinde , Ankara temsilcimiz Utku Çakırözer’in “Erdoğan’ın Kontrolü Kaybettiği An” başlıklı yazısında
ilginç bir kavramla karşılaştım…
Halkta egemen olan “yolsuzluk” algısını değiştirecek bir “illüzyon”(yanılsama, algı yanılgısı ) yaratmak…
Utku Çakırözer, “algı yönetimi” adını verdiği bu yöntemle başbakanın halkın yolsuzluk algısını değiştirmeyi planladığını, ancak istifaya zorlanan bakanlardan birinin doğrudan doğruya kendisini hedef almasıyla bu planın da zora girdiğini belirtiyor…
Halkta gerçek dışı, sahte algılar yaratarak toplumları yönetmek, diktatörlüklerin başlıca yönetim yöntemlerindendir…
Fransız toplum bilimci Gustave Le Bon’un bir süredir başucu kitaplarımdan biri olan
“Kitleler Psikolojisi”nde bu çok önemli konu enine boyuna irdelenir…
Diktatörler bu yöntemi içgüdüleriyle de olsa bilirler ve uygularlar…
Tayyip Erdoğan her fırsatta uyguladığı bu algı ve gündem değiştirme, gerçekliği saptırma yönteminden kolayca vazgeçebilir mi?
Kabine değişikliği ve sonrasında söyledikleri bu gerçeği karartmaya çalışarak algı değiştirme yönteminden vazgeçemeyeceğini,tam tersine dozunu daha da arttırarak sürdüreceğini gösteriyor.
Peki, bu yöntem bir kez daha başarı kazanabilecek mi?…
Hiç sanmam…
Toplumun aydın kesimlerinin dışına taşarak geniş halk kitlelerine yayılmakta olan hoşnutsuzluk ve tepkiler, ülkemizin meşum bir dönemi geride bırakmaya çok yaklaştığını gösteriyor…






Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/281213

22 Aralık 2013 Pazar

EGE’Lİ ŞAİRLER


Çukurova denildiğinde akla ilk elde nasıl roman ve sinema, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Yılmaz Güney geliyorsa ; benim için Ege ve özellikle de İzmir, öncelikle şiir ve Attila İlhan demektir…
Kuşkusuz Çukurova yöresinde yetişmiş şairleri, ya da Ege’nin romancılarını, öykücülerini görmezden gelmek aklımdan geçmez.
Fakat söz konusu Ege olduğunda, önceliği şiire veririm…
Alsancak Garının önünden geçtiğimde, dilime Attila İlhan’ın dizeeleri gelir.
İçinden İstanbul geçen şiirleri belki sayıca daha çoktur ve çok da güzeldirler.
Fakat yine de İstanbul öncelikle Yahya Kemal, Orhan Veli, Sait Faiktir…
Attila İlhan şirinin dokusunda, renginde, kokusunda ise, nedense hep İzmir’in,Ege’nin tatlarını duyumsarım…
Biraz bohem, serüven duygusu, alıp başını uzak iklimlere açılmak…
İstanbul bir başka yere gitmek duygusu uyandırmaz…
Kendi içinde, kendisine kapalıdır…
İzmir ise başka yerlere, başka denizlere kışkırtır insanı…
Attila İlhan, yaşamın önemli bir bölümünü ve son yıllarını İstanbul’da geçirmiş olsa da, şiiri İzmir’de doğup gelişmiş olmasaydı, başka bir Attila İlhan şiir olurdu bence…


***
Necati Cumalı çok değerli romanlarının, öykülerinin, oyunlarının yanı sıra, Ege’nin has bir şairidir…
Şiirindeki güneş Ege güneşi, rüzgârı İzmir’in imbatı, denizi Ege denizidir…
Nahit Ulvi Akgün, Şükran Kurdakul, Ege’nin, İzmir ve yöresinin şairleridirler…
Kurdakul’un toplumcu şiirinde, reji tütün işçilerinin devrimci geleneğinden sürüp gelen bir şeyler duyumsarım…
Kavruk Orta Anadolu’nun, Sivas’ın, Tokat’ın unutulmaz şiirlerini yazan Külebi, “İzmir’in denizi kız/Kızı deniz/ Sokakları hem kız/ Hem deniz kokar” dizeleriyle, içinde “yaz” sözcüğü geçmese de İzmir yazına, Ege yazının kösnüllüğüne yine unutulmaz bir selam göndermiştir…
Refik Durbaş, Özkan Mert, Hüseyin Peker, az daha genç Sina Akyol, aynı ya da yaklaşık olarak aynı kuşaktan olduğumuz İzmir’li şairlerdir.
Şairlerin,yazarların, sanatçıların yaşadıkları mekânlarla yapıtları arasındaki ilişki, konulardan çok , ses, renk, koku, üslup özellikleri bakımından irdelense, çok ilginç sonuçlara ulaşılır…
Edebiyatı edebiyat yapan da, konudan çok sanki bu türden özelliklerdir…
… Ege çocuğu olmasam da, o coğrafyayla akrabalığım, bir içsel yakınlığım vardır…
Ege’de kendimi daha çok kendim gibi duyumsarım…
İçlerinde son yıllarda yazdıklarımdan da olan bazı şiirlerimin, Ege esintileri taşıdığını bilirim…


***
Ege, İzmir ve yöresi, günümüzde de şiirle,şairle dolup taşıyor …
Bu yılın yaz aylarının büyük bölümünü geçirdiğim İzmir’de ve daha çok Foça’da, yaklaşık olarak aynı kuşaktan şair dostlarımla, Hüseyin Yurttaş’la, Hidayet Karakuş’la güzel günlerimiz oldu…
Daha genç kuşaktan Tuğrul Keskin, Namık Kuyumcu, Ünal Ersözlü, Halim Yazıcı, İstanbul çocuğu olmakla birlikte artık Foçalı da olan Hasan Öztoprak kardeş kadar yakın arkadaşlarımdır...
Daha az görüşsek de Fergun Öztelli’yi, Yusuf Alper’i, adları şimdi bir çırpıda aklıma gelmeyen başkaca şair arkadaşlarımı bu listeye eklemeliyim…
Bir de, müzisyen, romancı, şiir sevdalısı, şair dostu , bence gizli şair, “Türkiye Üzgün Yurdum” adlı şiirimin harika bestesinin yaratıcısı Erhan Doğan’ı listenin belki de en başına koymalıyım…


***
Değişik sanat dallarından Egeli sanatçıların sanat ve sanatçı üzerinde her türlü baskıya karşı “Ege Sanatçılar Girişimi” adıyla bir ortak buluşmada bir araya geldiklerini önce Hüseyin Yurttaş’ın iletisinden, sonra da girişimin basında yayınlanan bildirisinden öğrendim.
Çoğu kez olduğu gibi bu oluşumun gerçekleşmesinde de şairlerin öncülük yapmış olması doğaldır…
Başta Egeli şairler, Egeli bütün sanatçı dostlar, her alandaki özgürlük düşmanlığına karşı bu sanatçı direnişini desteklemeli, içinde yer almalıdır…




Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 221213




21 Aralık 2013 Cumartesi

KORKU VE ECEL



Korkunun ecele faydası yok özdeyişi iktidardaki parti yöneticilerinin ruhsal durumlarına ve görünümlerine tam olarak uyuyor.
Erdoğan’ı Belediye Başkanlığından alındığı günlerde İstanbul Belediyesi önünde toplanan bir avuç kalabalığa konuşurken bir rastlantıyla dinlemiştim.
Bağıra çağıra meydan okuyordu.
Tuhafıma gitmişti ve yazmıştım da bu izlenimimi..
Bir kamu görevlisinin ya da hatta bir siyasetçinin değil; bir yerlerden güvence almış, sırtını bir yerlere dayamış, bir hedefe kilitlenmiş birinin, ölçü dışı bir konuşmasıydı bu.
O sırada, cezaevine gireceği için korkuyor muydu, sanmam.
Bunu şimdi çok daha iyi görebiliyoruz.
Aldığı güvencelerin kendisini çok daha yukarılara çıkaracağının, bir kaç ay sürecek cezaevi yaşantısının da oynamayı çok iyi becerdiği mazlum ve kahraman rolüne pek güzel bir altyapı kazandıracağının her halde bilincindeydi.
Sonra başbakan olarak hep bağırdı.
Partisini kökünden sallayan rüşvet operasyonu sonrasında da bir süre sustuktan sonra Konya'dan sesini yükseltti.
Fakat dikkatli bir kulak, bu bağırışın öncekilerden farkını, halka ve Tanrıya sığınıştaki çaresizlik tınısını, savurmaya devam ettiği tehditlerdeki geri çekiliş tonlarını ayrımsayabiliyor.
Dikkatli bir göz, yüzdeki kasılmaları, sararmaları gözlerdeki donuklaşmaları görebiliyor.
Başbakan korktuğunu, hem de fena halde korktuğunu artık gizleyemiyor.
Fakat, halk deyişinde pek güzel söylendiği gibi, korkunun ecele faydası yoktur...


***
Rüşvet operasyonunun kimlerce, hangi güçlerce başlatıldığının çok fazla önemi yok.
Burada bence asıl önemli olan, hırsızlığın, soygunun, yasa dışılığın açık seçik ortada oluşudur.
Bir cinayet işlendiğini ve onu kimin işlediğini ortaya çıkaranın kimliğinden daha önemli olan, bir cinayetin işlenmiş olduğunun ve kimlerce işlendiğinin öğrenilmesidir…
Daha da önemli olgu, Türkiye’de devletin(yasamanın, yürütmenin, yargının) büyük oranda artık Türkiye Cumhuriyetinin yasama, yürütme ve yargı organları değil, iki gerici güç arasında paylaşılmış bir devlet erki olduğu gerçeğidir…
Bu gerçekleri göz ardı ederek konuyu operasyonun hangi güçlerce başlatıldığı sorusuna yöneltmeye çalışmak, gerçeği saptırıp karatma çabasıdır…
AKP yönetiminin ve yandaş medyanın yapmaya çalıştığı da tam olarak budur….
Rüşvet operasyonu”ndaki “operasyon” kavramının bile inanılmaz bir pervasızlık ve utanmazlıkla
yönü değiştirilerek kafalar karıştırılmak isteniyor…
Hükümet açıklamalarında ve hele yandaş medya yayınlarında, asıl operasyon sanki rüşvetçilere karşı yürütülen değil de ,bu operasyonu düzenleyenlere karşı yapılan bir operasyonmuş izlenimi yaratılmaya çalışılıyor…
AKP yönetimi ve başındaki kişi bir kez daha, kavramları ters yüz etmede, doğruyu eğri,eğriyi doğru göstermede inanılmaz “usta”lığını gösteriyor…


***
Fakat nereye kadar?..
Haziran Direnişi günlerindeki yazılarımda ve konuşmalarımda Tayyip Erdoğan’dan bir geri çekilme, uzlaştırıcı bir sağduyu davranışı beklemenin anlamsızlığına değinenlerden biriydim…
Aynı şeyi bir kez daha görüyoruz ve bu da söz konusu kişi bakımından tutarlı bir davranıştır…
Tayyip Erdoğan en başından beri çevresini koruyarak, hiçbir konuda hiçbir ödün vermeyerek bu günlere gelebilmiş bir kişidir.
Bu günden sonra da ondan farklı bir davranış beklemenin, teslimiyetçilikten başka bir anlamı olamaz.
Bu gün gelinen noktada tek fark, rüşvetin, hırsızlığın, çürümenin artık örtbas edilemez olduğu, halk insanlarının da artık her yerde bu gerçeği korkusuzca, çekincesizce, açıkça dile getirmeleridir…
Suçları gizlenemez olanlar ise korkularını da artık gizleyemiyor…
Özdeyişi yineleyecek olursak, korkunun ecele faydası yoktur…
Fakat bu kaçınılmaz sonu çabuklaştırmanın tek yolu,
çarpışan iki gerici gücün dışında kalan herkesin, seyirci olmaktan çıkarak, her alanda, her platformda ve sadece lafta da kalmayarak, etkili, kararlı, sonuç alıcı bir savaşım vermesidir….







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/211213

14 Aralık 2013 Cumartesi

DİKTATÖRLÜĞÜN TARİFİ


Tayyip Erdoğan’ı dinlemek bahtsızlığını yaşamaya devam ediyoruz.
Belki daha seyrek olmakla birlikte, yine her yerde karşımıza çıkıyor.
Eceabat’tan Çanakkale’ye geçerken vapurda yine bangır bangır bağırıyordu.
Halkımız belli ki dinlemiyor, fakat herhangi bir tepki de göstermeksizin, sanki tepesinde bağırıp duran biri yokmuş gibi ifadesiz bir yüzle robotsu yaşamını sürdürüyor…
Televizyonu kapatayım diyorum, fakat böyle bir düğme yok.
Yukarı çıkıp kaptanı arıyorum,kayıp.
Sonra, dinlenmekte olduğu söylenen kaptana vekâlet ettiğini öğrendiğim gençten biri peydahlanıyor.
Kapatın şu televizyonu, kafamız şişti diyorum…
Bir toplu taşıma aracında, tek bir kişi bile istemiyorsa, televizyon izlemeye, hele tek bir kanalı, tek bir istasyonu dayatmaya hakları olmadığını anlatmaya çalışıyorum…
Anlayıp anlamadığı belli değil, fakat tepkisiz halkımızın yine herhangi bir tepkisiyle karşılaşmaksızın kapanıyor televizyon…
***

Meclisteki bütçe konuşmalarını göz ucuyla izlerken yine çıktı karşıma…
Biraz dinleyeyim dedim…
Kendi içinde tutarlı bir tutarsızlıklar zinciri…
İnsan sürekli olarak saçmalıyorsa, saçmalamanın da kuşkusuz bir tutarlılığı olacaktır.
Tayyip Erdoğan konuştuğu konuda gerçekten cahil olduğu için mi, yoksa bile bile mi
gerçekliği saptırıyor?
Konu, demokrasi…
Demokrasinin gerçekleştiği tek yer oy sandığıymış ve sonuçta da Millet Meclisiymiş…
Meclisin dışında kalan her şey, kitle gösterileri, yargı erki, sivil toplum, özetle akla gelebilecek her türlü meclis dışı muhalefet, Tayyip Erdoğan’a göre ya terörizm, ya darbecilik…
Meclisteki muhalefeti de terörizm destekçisi olmakla suçlamaktan geri kalmıyor….
Bu arada, bir yenilik olarak, kapital sahiplerini de hedef tahtasına oturtuyor…
Sanırsınız ki palasını halk yararına sallamakta olan bir halk kahramanının karşısındasınız…
Oysa, Gezi Direnişi günlerinde, direnişe destek veren kapital sahiplerini ,“benim dönemimde on kat zenginleştiniz, şimdi nasıl bana karşı çıkarsınız…” diye azarlayıp tehdit eden kendisi….
Sanki halkın o dinlence alanına AVM’ker, zenginler için konutlar dikmeye yeltenen o değil…
Dizginleyemediği öfkesi, hevesi kursağında kaldığından olmalı…
Gezi’de yaptığım konuşmada, dinleyici topluluğuna, içinizde AKP döneminde on kat zengin olanınız var mı diye sorduğumda, kitleden yükselen protesto seslerini tahmin edersiniz…
Tayyip Erdoğan, ailesine, sülalesine sövülüp sayıldığından yakınıyor…
Gerçekten de, sokaktaki insana kulak verdiğinizde, gelmiş geçmiş hiçbir siyasetçi için bu kadar ağır sözler söylenmediğini görüyorsunuz…
Acaba neden?
Rüzgâr eken fırtına biçeceği için mi?
Kaldı ki söz konusu kişi, partisi iktidara geldiğinden beri ve daha da öncelerden, rüzgâr değil fırtına ekmeyi sürdürüyor…

***
AKP yöneticilerinin TV ekranındaki yüzlerini izliyorum…
Yüzler asık, dudaklar sımsıkı kenetli…
Tayyip Erdoğan’ın limon sarısı, gülümsemeyi unutmuş ya da belki hiç tanımamış yüzünden, düşünüp düşünmediği, düşünüyorsa ne düşündüğü anlaşılamıyor…
Gezi’den bu yana yerle bir olan “karizma” sının, kişisel ve partisel geleceğinin kaygısı içinde olduğunu tahmin etmek güç değil…
Konuşmasında söyledikleri ise diktatörlük tarifinin ta kendisi…
Tek güç Millet Meclisiymiş…
Meclis çoğunluğu onun elinde.
Yürütme zaten onun buyruğunda…
Bürokrasi,polis,yargı, asker, ya buyruğunda ya tehdidi altında
Tek güç benim demek istiyor…
Güya demokrasiyi tarif ederken, diktatörlüğü tarif ediyor…
Giyotinde can veren bahtsız Fransa kralı gibi, kanun benim demek istiyor…
Ömrünü çoktan tamamlamış bu anlayış, hiçbir çağdaşlık pırıltısı, demokrasi gerçeğine ilişkin tek bir ışıltı, en küçük bir bilgi ve bilinç kırıntısı taşımıyor…


***
Tayyip Erdoğan diktatörlüğünün büyük olasılıkla son çırpınışları izleniyor…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/141213




SEVGİLİ BALBAY! BİR GİRİP BİN DEĞİL,MİLYONLARCA ÇIKTIN…

HOŞ GELDİN KARDEŞİM. ZATEN HEP BURADAYDIN

8 Aralık 2013 Pazar

ÇARESİ İSYAN…




1994’ü başlangıç aldığımızda Halûk Çetin’le şiir-müzik dinletilerimizin tarihi önümüzdeki yıl 20. yılına ulaşmış olacak.
Antalya Karaoğlan Parkı konser salonunda birlikte ilk kez sahneye çıktığımızda, bu şiir-müzik buluşmasının bunca yıl süreceğini ikimiz de bilemezdik.
Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda bazılarını yazdım…
O günlerden bu günlere, sözcüğün gerçek anlamıyla Edirne’den Ardahan’a
yüzlerce dinletimiz oldu…
Tek tek sayabilmem olanaksız…
Ancak, dinleti vermediğimiz kentlerimizin sayısının bir elin parmaklarını geçmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Bazı kentlerimizde birden çok fazla dinletimiz oldu…
Buna daha küçük yerleşim birimlerini, bu arada yurt dışı dinletilerimizi de eklemek gerek…
Yüzlerce dinletide izleyicilerimizin sayısının da yüz binlere ölçülecek olması doğaldır…
İki sanatçının bu sanatsal buluşması ve bu buluşmanın bunca zamandır kesintisiz sürmesi olağanüstüdür…
Fakat öyküye biraz daha önceden başlamak gerekiyor…


*** *** ***
1982’de cezaevi, 1984te ülkeden zorunlu ayrılış sonrasında, yurt dışındaki sürgünlük yıllarımda, özellikle Almanya’nın neredeyse bütün kentlerinde topluluk önünde şiirlerimi okudum…
Yaklaşık bir saat süren bu şiir dinletilerini bir müzisyenle birlikte yapmak düşüncesi aklıma o okumalar sırasında geldi…
Özellikle “eşliğinde” değil “birlikte” sözcüğünü kullanıyorum…
Çünkü şiirin müzik eşliğinde okunmasına hiçbir zaman yakınlık duymadım…
Şiirin kendi dizemi(ritim), ezgiselliği vardır…
Bu ezgiselliğin müzikle desteklenmesine gereksinimi olmadığı gibi, böyle bir müzik eşliği izleyiciyi etkilemede işin kolayına kaçmaktır…
Dahası, şiirin(dilin) ezgiselliğinin ikinci planda kalması, belki yok olmasıdır…
Benim düşündüğüm ve yurt dışı dinletilerimde zaman zaman gerçekleştirdiğim başka bir şeydi…
Şiirlerimi bazen tematik, bazen zamandizimsel(kronolojik) sıralamalarla okurken, bu tematik bölümler arasında onlara uygun sözlü ya da sözsüz bir ezgi
hem tekdüzeliği kıracak, hem bölümler arasındaki geçişte bir köprü olacak, hem de sahnedeki kişinin topluluk karşısındaki kaçınılmaz gerginliğini azaltacaktı…
Türkiye’ye dönüş öncesinde ülkeye ayak bastıktan sonra gerçekleştirmeyi en çok arzuladığım şey ise, bütün ülkeyi şiirlerimi okuyarak dolaşmaktı…
Başlangıçtaki birkaç dinletide topluluk önüne birlikte çıktığımız müzisyen arkadaşlarla birlikteliğimiz uzun ömürlü olamadı.
Halûk Çetin’le daha ilk dinletide yakaladığımız uyum, aksamaksızın ve gittikçe gelişerek, bugün bence mükemmel diyebileceğim bir düzeye ulaştı…
Halûk’un en büyük katkısı ise, daha ikinci dinletimizden başlayarak, söylenecek şarkıların benim şiirlerimden yapılan besteler olmasını düşünüp önermesiydi
Doğrusu bunu hiç düşünmemiştim…
Böylece dinletilerimiz, her birinde az çok değişikliğe uğrayarak, bugüne kadar süregelen biçimini kazanmış oldu…


*** *** ***
Şiirlerimden yapılan çok sayıda beste arasında Halûk’unkilerin kuşkusuz özel yeri vardır.
Ortak albümümüze adını veren “Aşk İki Kişiliktir” bunların en ön sırasında yer alır.
Kırk Yaşın Eşiğinde Şiir” en sevdiklerimdendir…
Birlikte yaptığımız albümden sonra Halûk aralarında benim de olduğum çağdaş şairlerimizden yaptığı besteleri “Şiir İçi Şarkılar” adlı albümünde topladı.
Şu günlerde ise uzun ve zahmetli bir çalışma ürünü, Pir Sultan, Karacaoğlan,Köroğlu,Dadaloğlu,Mahzuni, Muhyi,Veysel, Neşet Ertaş,ve Muhlis Akarsu’nun deyişlerini seslendirdiği “Çaresi İsyan Olmuştur” adlı albümü şiir ve müzik severlerin ilgisine sunuldu…
Albümde, yukarıda adları sayılan ozanların Halûk Çetin’in sesiyle ve gitarıyla yorumlanan türkülerinin ve A. Gördüm’ün okuduğu bir Nâzım Hikmet şiirinin yanı sıra, Halûk’un bestesi ve yorumuyla benim “Yunus Gibi” adlı şiirim de yer alıyor…
Zaten albüm, adını bu şiirin son dizesinden alıyor…


*** *** ***
Çaresi İsyan Olmuştur” Gezi Direnişi’yle yükselen devrimci isyan ve dayanışma ruhuna, müzikle ve şiirle bir destek bildirisi gibi, yüzyılların öfkesini ve sevdasını günümüze taşıyor…
Bu öfkeyi ve sevdayı günümüzdekilerle buluşturuyor…
Bu özellikleriyle de bence, en büyük sayıda şiir ve müzik severin ilgisini hak ediyor…



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/081213

7 Aralık 2013 Cumartesi

KİM OLDUĞUMUZ ÜZERİNE




Demek ki gün gelecek, içinden geçmekte olduğumuz toplumsal altüst olma süreçlerinde kim olup olmadığımızı da tartışmamız gerekecekmiş…
Ortaya bir soru atılmışsa ve destekçisi de varsa ,deli saçması bile olsa üzerinde durmak, yanlışını, varsa doğrusunu göstermeye çalışmak gerekiyor.
Bu nedenle, Türk diye bir ırk yoktur, Türklük bir sentezdir gibi bir iddiayı da elimizin tersiyle itmeyip üzerinde durmalıyız…
***
Öncelikle ırk kavramı üzerinde anlaşmaya çalışalım…
Nedir ırk?
İnsan dediğimiz canlı türü bakımından değerlendirecek olursak, “Aynı soydan gelen insanlar arasında fizyolojik, kültürel vb. benzerlikleri sağlayan öğelerin bütünü” gibi bir tanım, belki eksik de olsa sanırım yanlış sayılmaz.
Bu tanımla baktığımızda, farklı kollara ayrılmış olsalar da , tıpkı Slavlar, Anglosaksonlar, Franklar, Germenler gibi, Orta Asya, Kafkasya vb. kökenli bir Türk kimliğinin varlığı yeterince açıktır.
Bu Türklerden bir bölümü bundan yaklaşık bin yıl önce Küçük Asya diye de adlandırılan Anadolu’ya akın ettiler ve bu günlere kadar süren büyük serüven böylece başlamış oldu…
***
Türk kimliğinin Anadolu’ya ve onun da ötesinde Orta Doğuya, Kırım’a, Balkanlar’a, Avrupa içlerine uzanan serüveninin oldukça karmaşık süreçlerden geçtiğini kabul etmek gerekir…
Bu serüven, günümüzdeki işçi göçleriyle, bu gün de devam etmektedir.
Anadolu’ya ayak basan Türk soyundan topluluklar zaman içinde buradaki halklarla karışıp kaynaştılar.
Bu, kaçınılmaz, doğal bir süreçti.
Günümüz Türkiye Türklüğü, bu bakımdan, hiç kuşkusuz “ırksal” bir olgu olmaktan çok daha fazla bir “sentez” olgusudur…
Fakat bu, sadece Türkiye Türklüğü bakımından değil, ilkel kabileler konumunda yaşamakta olan az sayıda topluluklar dışında, bütün insan toplulukları bakımından böyledir…
Çünkü günümüzde insan toplulukları “ırksal” değil “ulusal” kimliklerce adlandırılıyor…
Kaldı ki ulusal kimliklerin de daha geniş sentez kimliklere evrileceği, evrilmekte olduğu yine kaçınılmaz bir olgudur…


***
Burada yanıtlanması gereken soru, Anadolu’da pek çok halkla karışıp kaynaşan Türk soyundan toplulukların, kimliklerini nasıl olup da yitirmedikleri,
bu coğrafyanın neden, Türklerin kendilerinden de daha çok bütün dünyaca, Türkiye diye bilinip adlandırıldığıdır…
Sorunun yanıtlarını ben, söz konusu toplulukların, akıncı, savaşımcı, aynı ölçüde de kurucu kimliklerinin yanı sıra, Türkçenin kolay özümsenir, sağlam omurgasında, özellikle de fiillerinin yalın ve güçlü anlam ve ses özelliklerinde görüyorum…
Müslümanlığa geçiş süreçlerinin kazandırdığı dinamizmi de bunlara eklemek gerekir…


***
Günümüz dünyasında ırksal kavramlarla düşünmek ilkelliktir.
Fakat ulus gerçeğinin yadsınması da, kasıtlı bir bölücülük değilse eğer, ırksal kavramlarla düşünmek kadar bilim dışıdır.
Önceki yazılarımda bir çok kez dile getirip açıklamaya çalıştığım “Türkiye Türklüğü” kavramını bir kez daha yineliyorum…
İster Türklük, ister Türkiye Türklüğü denilsin, Türkiye bakımından “Türk” kavramı bir ırkın, bu ülkedeki etnik topluluklardan birinin adı değil, bir ulusal kimliğin adıdır…
Bu ad, tıpkı Türkiye adı gibi, herhangi bir zorlamayla değil, tarihsel süreçlerde, kazanılmış, hak edilmiştir…
Asıl şimdi yapılmak istenen, gerçekliğe aykırı bir zorlamayla, Türk ulusal kimliğinin etnik bir topluluğun adı olmaya indirgenerek daraltılması, ardından da Türk ulusunun parçalara bölünerek sonuçta Türkiye adının da anlamsızlaştırılıp yok edilmesidir…


***
Bir kez daha Türk var mı, yok mu sorusuna dönecek olursak…
Türk soyundan topluluklar binlerce yıldır vardı, bu gün de varlar…
Türkiye’de Türklük bir ırkın, etnik bir topluluğun değil, bir ulusal kimliğin adıdır.
Bu gün bu ulusal kimlik, çeşitli biçimlerde, etnik ayrımcılıkların ve ümmetçi gericiliğin, emperyalizm destekli saldırısı altındadır…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/071213

30 Kasım 2013 Cumartesi

KÜLTÜR MERKEZİNDEN POLİS KARAKOLUNA




İnternetin “özgür ansiklopedi” sitesinde Atatürk Kültür Merkezi(AKM) şöyle tanımlanıyor:
İstanbul’da Taksim Meydanı’nda kurulu,opera,bale,tiyatro,konser ve kongre amacı ile kullanılan, içinde bir sergi ve sinema salonu bulunan yapıdır.”
Ardından aşağıdaki bilgileri ediniyoruz:
İlk defa 1969 yılında dünyanın dördüncü büyük sanat merkezi olarak hizmete giren bina, Türkiye’de Cumhuriyet döneminin simge yapılarından biridir. Kültür Merkezi, 2008’den beri tadilat nedeniyle kapalıdır.”
2008’den bu yana, İstanbul’un Avrupa’ya sözüm ona kültür başkentliği yaptığı 2010 yılı da içinde olmak üzere, beş yıl geçmiş. Bütün bu sürede Türkiye’nin en büyük kültür merkezinin, içinde ve dışında herhangi bir “tadilat” söz konusu olmadığı gibi, kapıları sımsıkı kapalı…
Buna karşılık, edindiğimiz bilgilere göre, iç mekânları bakımsızlıktan yıkıntıya dönüşmekte ve ülkemiz kültürünün bu simge yapısı polis barınağı olarak kullanılmakta…
Yanlış okumadınız… Bir zamanlar opera, bale,tiyatro ve konserler izlediğimiz, sergiler gezdiğimiz Atatürk Kültür Merkezi, bugün polisin yiyip içtiği, yatıp kalktığı, tuvaletlerinden yararlandığı bir hayalet yapıya dönüşmüş durumda…


***


O günlerden bu günlere nasıl gelindi?
Bilgilerimizi özetleyerek tazeleyelim…
Temeli 1946’da atılan bu talihsiz bina “ödenek yokluğu” nedeni ile tamamlanamayınca 1953 yılında Bayındırlık Bakanlığı”na devredilmiş… 1956’da yeni bir proje ile yapımı sürdürülerek ülkemizin sanat ve kültür yaşamına ancak 12 Nisan 1969’da, yani temelinin atılışından çeyrek yüzyıl sonra (“İstanbul Kültür Sarayı” adı ile) kapılarını açabilmiş…
Fakat talihsizlik, bu “ ödenek yokluğu” saçmalığı ya da bahanesi ve hizmete başlayışının bunca yıl gecikmesi ile de sona ermiyor…
1970’de Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” adlı oyunu oynanırken çıkan yangında bina büyük zarar görüyor…
Kaynağı saptanamayan yangının tam da Miller’in Amerika’daki sol düşmanlığı çılgınlığını ve sapkınlığını anlattığı ünlü oyununun gösterimi sırasında çıkmış olması bir rastlantı mı?
Sanmıyorum…
Sonuçta kapıları bir kez daha kapanan Kültür Sarayı ikinci kez ancak sekiz yıl sonra açılabiliyor ve o günden 2000’li yıllara kadar ülkemizin sanat ve kültür yaşamına sayısız katkıda bulunmayı sürdürüyor…
Ve 2005 yılında devreye, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç giriyor…
Tayyip Erdoğan hükümetinin ilk kültür bakanı Atilla Koç, “ekonomik ömrünü tamamladığı” gerekçesiyle binanın yıkılmasını öneriyor…
Bu parlak fikir, kültür tarihimize, toplantılarda başını yanındakinin omzuna dayayarak şekerleme yapan, uyandığında da Nevruz ateşi üzerinden başarıyla atlamayı gerçekleştiren ilk kültür bakanı olarak geçecek Atilla Koç’un kendisine mi, yoksa siyasetteki patronuna mı ait?,
Sorunun yanıtı yeterince açıktır.

***
Bir bakıma Gezi Direnişi’nin öncüsü sayılabilecek etkinlikler ve girişimler olmasa AKM çoktan yerle bir edilmiş; yerine AVM’si, “residans”ları, camisi ve göstermelik bir gösteri salonu ile söz konusu siyaset patronlarının ve arkalarındaki çıkar çevrelerinin hayalleri gerçekleşmiş olacaktı…
Bu hayaller, tıpkı Taksim Gezi Parkı’na ilişkin hayalleri gibi, şimdilik kursaklarında kaldı…
Kasım 2007’de İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu’nun Atatürk Kültür Merkezi’ni 1. grup kültür varlığı olarak tescil etmesiyle binanın yıkılması engellenmiş oldu.
Bir dizi başkaca çekişme ve mahkeme kararları sonrasında da Şubat 2012’de Sabancı Holding’le Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında, AKM’nin görünümü ve işlevselliği korunarak yenilenmesi konusunda bir sözleşme imzalandı ve 29 Ekim 2013 Cumhuriyet Bayramı’nda hizmete açılmasının öngörüldüğü bildirildi…
Topluma verilen bu söz gerçekleşmediği gibi, bu gün ülkenin en büyük kültür merkezi bir polis merkezine dönüşmüş durumda…
Bu durum onu yaratanlara yakışıyor olsa da, bütün bir ülke için ne büyük bir utanç.








Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/301113

24 Kasım 2013 Pazar

DÖRT YENİ KİTAP




Gazetedeki posta kutumdan bir armağan gibi(üşenmeyip saydım, toplam 2222 sayfa!) dört yeni kitap çıktı.
Herbiri için ayrı ayrı yazmak gerekir, fakat yazarlarından özür dileyerek bu pazar yazımda hepsinden bir artada söz edeceğim...
İlkinden, dördünün en cüsselisi olan “....Ve İhtilal”den, Altan Öymen'in bundan önceki üç “anılı kitap”ının devamı olan yeni kitabından başlayalım...
Sayfalarını karıştırırken de yakın tarihimize ilişkin ne kadar önemli ve değerli bir tanıklıkla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz...
Bana “değerli dostum” hitabıyla imzaladığı yeni kitabında değerli dost ve ağabey Altan Öymen,
kendi ifadesiyle “1955 yılındaki 6-7 Eylül olaylarından ,1960 yılının 27 Mayısına kadarki beş yılı” anlatıyor. Ve böylece, bir önceki üç anı kitabına eklenen “....Ve İhtilal”le “1930-1960 arasındaki, yaklaşık otuz yılın hikâyesini” tamamlamış oluyor...
Hemen söylemeliyim ki tümüyle belgesel olmakla birlikte önceki anı kitapları gibi roman tadında okunurluğu olan bir yapıt bu.
Zaten kitabın kurgusunda da bu özellik gözlemleniyor.
Öymen 27 Mayıs 1960 sabahıylabaşladığı öyküsünün devamında bir geriye dönüşle, 6-7 Eylül 1955 olaylarından 27 Mayıs 1960'a götüren süreçlerin anlatımına geçiyor...
Böylece bu yıllar okunurken, ülkenin 27 Mayıs 1960'a doğru nasıl yol almakta olduğu çok daha iyi anlaşılıyor...
Kendi özel yaşamından da kısa değinilerle söz ettiği kitabında yazar, denebilir ki bu yıllarda Türkiye'den ve Türkiye'ye ilişkin,siyasettn spora, basından günlük yaşama, her şeyden söz ediyor.
Fakat asıl konu, kuşkusuz, 27 Mayıs “ihtilâl”i ve onu hazırlayan koşullar...
Şimdilik sadece sayfaları karıştırmaktayken ,baştan sona merakla okuduğum tek bölüm, 15 Ekim 1955'te Ankara'daki DP kongresinde yaptığı konuşmada partisini eleştiren hukukçu Piraye Bigat Hanıma ilişkin sayfalar oldu...
Konuşmasının bir yerinde parti Genel Yönetim Kurulu'nu parti tüzüğünü göz ardı etmekle eleştren Piraye Hanım, tüzük hükümlerinden söz ettikten sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor:
Ama anlaşılıyor ki, tüzüğün hükmü kalmadı. Bundan sonra ne yapmalıyız?Tüzüğü bırakıp
Menderes'in ne istediğine mi bakmalıyız?'Acaba bugün Menderes ne yapmamızı ister?'sorusunu cevaplamak için fal mı açmalıyız?”
Demokrat Partisi'nin kuruluşunda çok emeği geçmiş olduğunu (bu arada , yıllar sonra ,1999'da, “Demokrat Parti Masalı “adlı bir kitap yayınladığını) öğrendiğimiz bu gerçek bir “medeni cesaret” sahibi hanımefendinin,bu kurultay konuşmasından sonra, Menderes'in sözleriyle “bohçasını toplamak” zorunda kaldığını tahmin etmek güç değil...
27 Mayıs devrimini eleştiren günümüz “demokrasi kahramanları”nın ve bu konuda kafası karışık olanların, Öymen'in kitabın bu sayfalarını okumaları bile Menderes'in ve partisinin diktatörleşme süreçlerini kavramalarına yardımcı olacaktır...


***


Posta kutumdan çıkan yine büyük oylumlu ikinci kitap Dr.Alper Akçam'ın “Anadolu Rönesansı” adlı yapıtı oldu...
Kitabın neredeyse bir fasikül oylumundaki bölüm ve ara başlıklarını okumak bile, ulusal kültürümüz alanında nasıl geniş kapsamlı bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
İlk bölümde “'Erken Cumhuriyet Dönemi' Kültür ve Eğitim Politikalarına Yönelik Eleştiriler” başlığı altında siyaset ve edebiyat konulu kuramsal denemelerini toplayan Akçam, İkinci bölümde “Eleştiriler Işığında Türkiye Cumhuriyeti Uluslaşma Süreci'nin Kısa Tarihçesi”ni veriyor. Üçüncü bölümde ise “Erken Cumhuriyet Dönemi' Kültür ve Eğitim Politikaları” konusundaki yazılarını topluyor.
Sevgili Dr.Akçam'ın“Anadolu Rönesansı”nın başucu kitaplarım arasında yer alacağını şimdiden söyleyebilirim...


***


Kardeşim Metin Demirtaş'ın “Yasaklı Nasrettin Hoca Şenlikleri” ile Arif Keskiner arkadaşımın “Yaşar Kemal'li Anılar”ından söz etmeyi ise zorunlu olarak bir sonraki yazıya bırakıyorum...







Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/241113

23 Kasım 2013 Cumartesi

GEZİ RUHU




Şimdiden tarih olan Gezi Direnişi'yle ilgili olarak “Vikipedi”de şöyle deniyor:
2013 Taksim Gezi Parkı protestoları, 61. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin,
İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde bulunan ve sadece umumi hizmette kullanılmak koşulu
ile tapuda İstanbul Büyük Şehir Belediye'sine tahsis edilmiş olan Taksim Gezi Parkı'na İstanbul 6'cı idare mahkemesi ve 2 Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu halde Topçu Kışlası'nı Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesinde imar izni olmadan yeniden inşa etmesini engelleme eylemi olarak başlamıştır”
Tarihin dili nesneldir, öyle olmak zorundadır.
Öyle olmazsa hiçbir saygınlığı, inandırıcılığı kalmaz.
Yukarıda, bir mahkeme tutanağı nesnelliğindeki sözlerin aynı nesnellikteki içeriğini gözden geçirelim:
Taksim Gezi Parkı, sad ece genel hizmette kullanılmak üzere İstanbul Büyük Şehir Belediyesi'ne tahsis edilmiştir.(Demek ki başka bir amaca hizmet edemez.)
61.Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu yasağı çiğneyerek, üstelik söz konusu mahkeme kararına karşın ve konuyla ilgili yetkili kurulun bu yönde bir kararı olmadan ve imar izni bulunmadan, bu park alanına bir kışla yapmaya kalkışmıştır.
Gezi Direnişi hükümetin bu girişimini engelleme eylemi olarak başlamıştır...
Bu sözlerdeki yalın gerçekliğe herhangi bir itirazda bulunmanın, bu gerçekliği şu ya da bu yönden çekiştirip saptırmaya çalışmanın bir inandırıcılığı olabilir mi?

Yukarıdaki paragrafı izleyen paragraflarda ,böylece başlayan eylemin sonraki süreçleri özetlenerek 27 Mayıs 2013'te iş makinalarının parka girmesiyle direnişin genişlediği, başbakanın ısrarcı ve suçlayıcı tavırları ile polisin orantısız güç kullanımı sonucunda da hükümet karşıtı kitlesel gösterilere dönüşerek bütün ülkeye yayıldığı anlatılıyor...

***
Herkesin bildiğini varsaymamız gereken gerçekleri böylece bir kez daha sıralayışım, olayların yalın gerçekliğini akıllardan hiç çıkarmamak gerektiğinin altını çizmek içindir.
Hükümetin başında bulunan kişi ve yakın hık deyicileri, yalandan vazgeçmek niyetinde değiller ve geçemezler de.
Çünkü Gezi Ruhu onları izlemektedir.
Bütün büyük toplumsal olaylar gibi, Taksim Gezi Parkı adıyla özdeşleşen direniş, toplumsal bellekten silinmeyecek, yeni direnişlerin, başkaldırı eylemlerinin ateşleyicisi olacaktır.
Direnişin hedefi olan çevrelerin, ölümcül korku içinde, bin bir yalan, baskı ve tehdide sarılmalarının nedeni budur.

***


Nedir Gezi Ruhu dediğimiz şey?
Ben bu soruyu da Türkiye Barolar Birliği'nin “Türkiye Ağaca Neden Sarıldı” başlığıyla yayınladığı mükemmel bir Gezi belgeseli kitaba Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun her bir sözcüğü özenle seçilmiş önsözünden birkaç alıntıyla yanıtlamak istiyorum...
Feyzioğlu'nun tanımlarıyla, Gezi Parkı eylemleri, sanatı,zekâsı,espri anlayışı,dayanışma gücü ve barışçıl ruhu ile tarihte iz bırakacak yeniliklere imza atarak kısa sürede küresel bir kimlik kazanmıştır.
Bu bir “benzeyiş dayanışması”(meslek birliği, sendika vv.) değil, “dinamik bir toplumun bireylerinin sergilediği olağan ve sağlıklı işbirliği dayanışması”dır...
Bu eylemler Cumhuriyet'in kazandırmış olduğu “yurttaşlık hakkı”nın “özgür birey olma kararlılığı” geliştirilmiş olduğunun kanıtıdır...
Aynı yazıda, Gezi Direnişi konusunda yazan hemen herkesin birleştiği kadın olgusuna da değiniliyor:
Gezi eylemlerinin bu büyük bileşkesine asıl ruhu veren ise meydanlarda, sokaklarda,parklarda, sosyal medya paylaşımlarında hareketin çoğunluğunu oluşturan kadınlardı.(...)Kadın varlığı , eylemlerin barışçıl kimliğine damga vurdu,provokasyonlara karşı sağduyu çağrılarının sesi oldu.”


***
Yakın ve uzak bütün tarihimizin gelmiş geçmiş en gerici, en karanlık siyasal yönetimi, Gezi Ruhu'nun yakın takibi altındadır...
Onlar, akıllarıyla kavramıyor olsalar bile, içgüdüleriyle bunu sezmektedirler.
Gezi Ruhu, ülkemizin bir kez daha aydınlıklara çıkacak oluşunun habercisidir...




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/



231113

16 Kasım 2013 Cumartesi

HAPİSTEKİ YAZAR




Başlangıç tarihini bilmiyorum, fakat 15 Kasım “Hapisteki Yazarlar” günü olarak kabul ediliyor.
Nitekim bu satırları yazmakta olduğum Cuma günü İstanbul Tabip Odası toplantı salonunda, Türkiye Yayıncılar Birliği,Türkiye Yazarlar Sendikası ve Uluslararası PEN Türkiye Merkezi ortak bir basın toplantısı düzenliyor.
İstanbul dışında olduğum için katılamadığım bu toplantıya “basın”ımızın gerekli ilgiyi göstereceğini umarım.
Fakat ne yazık ki çok da umutlu değilim…
Ülkemizde yazarların, genel olarak yazılı ve görsel medyanın başının üstünde dolaşan beladan en çok bu medyanın kendisinin sorumlu olduğu kimse için sır değil.
Medya gerçekten medya olsaydı, bu kadar kolay boyun eğmez; yazarlarını, basın emekçilerini bu kadar kolay teslim etmez, siyasal iktidarın bu kadar kolay boyunduruğu altına girmezdi.
Bu konuda sorumlu olanlar, sadece çeşitli karmaşık ilişkilerle siyasal iktidara bağlı medya patronları değil, onların yanı sıra meslektaşlarını satmakta duraksamayan bir takım omurgasız, kimliksiz, köşe yazarı ya da başka sıfatlı medya mensuplarıdır…


***
Buna karşılık, yukarıda adlarını sıraladığım kuruluş temsilcileri, ülkemizde yaşanmakta olan acı gerçekleri duyurmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar.
Hepsi özveriye dayanan, amatörce çalışan bu kuruluşlar, önceki yıllarda da açıklamalar yaparak, dökümler yayınlayarak, uluslararası kuruluşlarla bağlantı kurmaya çalışarak çaba harcıyorlar.
Nitekim geçen yıl 12-18 Kasım tarihlerinde kalabalık bir heyetle ülkemize gelen Uluslararası PEN yönetici ve temsilcileri Cumhurbaşkanlığıyla da görüşme yaptılar…
Yine üst düzeyde bir PEN heyeti, doğru anımsıyorsam bu yıl Silivri duruşmalarını izledi…
Sonuçta ne yazık ki değişen pek bir şey olmuyor…
Nitekim bizim PEN merkezinin dün yaptığı bir açıklamada şöyle denilmekte:
Dünyada 800 kadar yazar, gazeteci, çevirmen ve yayıncı tutuklu, ya da hüküm giymiş durumda. Bu sayının onda biri ne yazık ki, bizde…”
Bu neden böyle?
Yasaların demokrasi karşıtı niteliğinden ve bu yasaları yorumlayacak yargı organlarının büyük ölçüde günümüzdeki siyasal iktidarın baskısı ve denetimi altında bulunmasından…
***
Sondan başa doğru gidelim…
Yurt Gazetesi başyazarı Merdan Yanardağ neden mahkûm edildi ve tutuklandı? Görünürdeki nedenin hukuksal dayanaksızlığı açık seçik ortada.
Asıl neden ise, ciddi, bilinçli, tutarlı muhalefet yapması…
5 Kasım tarihli basında, karara bağlanan bir siyasal örgüt davasında toplam 3 bin yıl hapis cezası çıktığı yazılı….
Ömür boyu hapis cezası verilenlerden biri de gazeteci Füsun Erdoğan…
Kendilerine bu konularda soru yöneltildiğinde, iktidar partisi yöneticileri, onların gazeteci değil örgüt mensubu, terörist vb. olduğunu söylüyor.
Eline silah almamış, kaleminden, daktilosundan, bilgisayarından başka silahı bulunmayan kişi nasıl terörist oluyor?
Ömür boyu hapis cezası ne demek?
Tuncay Özkan’a ömür boyu hapis cezası biçen yargıç, Mustafa Balbay’ı yıllardır cezaevlerinde tutan yasa koyucu ve yorumcuları, vicdanları titremeksizin yaşamlarını nasıl sürdürebilmekteler?
Yazarlarına, gazetecilerine, aydınlarına zulmeden bir sistemin adı demokrasi değil, faşizmdir.
Bizde yaşanmakta olan, bu faşizmin en kirli, en kaypak, en karanlık türlerinden biridir…


***
Daha da başa doğru gittiğimizde, karşımıza 12 Eylül, 12 Mart, 1950’ler, 40’lar, Nâzım Hikmet’ler, Sabahattin Ali’ler, Aziz Nesin’ler, hapsedilen, işkence yapılan, sürülen, katledilen sayısız yazar, şair, gazeteci çıkıyor…
Tek bir anma günü, bizde bu alanda yapılan ve yapılmakta olan zulmü dile getirmeye yetmez…
Yüreklerimiz şu anda cezaevlerindeki dostlarımızla, meslektaşlarımızla, zulmedilen aydınlarımızla; sahte suçlamalarla hücrelerde , hücre benzeri odalarda ölüme terk edilmiş çoğunluğu genç insanlarımızla çarpmıyorsa, insanlığımızdan bile kuşku duymamız gerekir.
Ülkemizin koşullarında 15 Kasım’ları yılın bütün günlerine yaymalıyız…







Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/161113

11 Kasım 2013 Pazartesi

FOTOĞRAF SANATÇISINA GÖNÜL BORCUMUZ




Çalışma odamın duvarlarındaki fotoğraflardan, sadece anı değeri bakımından değil sanatsal bakımdan da en değerlisi, bir buçuk yaş küçük kardeşimle çocukluk fotoğrafımızdır.
Babamızın özenle büyüttürüp çerçevelettiği bu tablo değerindeki siyah beyaz fotoğrafa bakarken, yarım yüzyılın epeyce üstündeki ömrünü nasıl sararıp bozulmadan aşarak bugünlere gelebildiğini hayranlıkla düşünüyorum.
Herhalde çoktan yaşama veda etmiş olan bu fotoğraf sanatçısını yaşarken tanımak, elini öpmek isterdim.
Sanatçı sözcüğünü bilerek kullanıyorum.
Bu gün eski deyimiyle “harcı âlem”, yani emekle döneminden henüz çıkmış çocukların bile zorlanmaksızın yapabildiği fotoğraf çekme işi, bir zamanlar sanattı gerçekten de.
Şip şak” deyimi ne zaman ortaya çıkmıştır, bilemiyorum.
Fakat fotoğrafçılığın sanat olmaktan çıkmaya başlamasının tarihi de , bu sözün tarihiyle yaşıt olmalı…


***
Böyle diyorum ama, aynı anda da Türk fotoğrafçılığının büyük ustası Ara Güler’in çektiği fotoğrafım geliyor aklıma…
O sırada görevli olduğum büyük bir yayın kuruluşunda çalışanların fotoğraflarını çekmek için gelmişti…
Sırada pek çok kişi olduğu için hızlı çalışıyordu.
Benden azıcık beklememi istedi ve sonra belki bir iki dakika daha fazla zaman ayırdı…
Fakat o birkaç dakikanın ürünü siyah beyaz portre, kişiliğimi en çok yansıtanların başında gelenlerdendir.
Usta bir ressamın bir kaç çizgi ya da fırça vuruşuyla bir anda bir sanat yapıtı oluşturabilmesi gibi, usta fotoğrafçının da neyi görüp nasıl yansıtması gerektiğini bir anda görüp gerçekleştirebildiğini o zaman anlamış, hayranlık duymuştum.


***
Yaşamlarımızın tanığı olan fotoğraf sanatçılarına büyük gönül borcumuz vardır.
Benim için onarın başında İsa Çelik kardeşim gelir.
1960 yıllardan bu günlere, pek çok sanatçımızın, şairimizin, yazarımızın yaşamları gibi, arkadaşlarım ve en yakınlarımla birlikte benim yaşamım da onun objektifinden adım adım izlenebilir.
İsa Çelik’in sanatı ve genel olarak fotoğraf sanatı üstüne birkaç yıl önce yazmış, sevgili arkadaşıma, sanatına olan gönül borcumu dile getirmiştim…
Bir başka büyük gönül borcum, ülkemden ayrılmak zorunda kaldığım 1984 yılında, Stockholm’de, beni dalları karlarla örtülmüş bir çam ağacının altında gösteren fotoğrafıyla, Lütfi Özkök ağabeyedir…
O gün konuştuklarımız, yiyip içtiklerimiz, o günlerin kendisi gibi geçip gittiler, unutuldular…
Fakat o fotoğraf, bir şiir dizesi gibi yaşamını sürdürüyor…


***
Yaşamında iz bırakan, fotoğraf sanatını bir derviş sabrı, bağlılığı ve özverisiyle sürdüren iki arkadaşımdan daha söz etmek isterim…
Biri Vedat Açıkalın, öteki Mahmut Turgut arkadaşlarımdır.
Yine sürgün yıllarım olan 80’lerde, yolumun düştüğü Sydney’de, her biri bir sanat yapıtı değerindeki fotoğraflarıyla o günleri unutulmazlaştıran Vedat Açıkalın, gerçek anlamıyla bir fotoğraf dervişidir.
Onunla bu yıl İzmir’de, Foça’da da karşılaştık.
Kamerasıyla çevrenizde dolaşmaya başladığında öylesine kaptırır ki kendisini, bir başka zaman ve uzam boyutuna geçmiş olduğunu hissedersiniz…
Aynı şeyi, son yıllardaki sanatçı ve yazar fotoğrafları ve portreleriyle yaşamlarımıza tanıklık eden, kültür yaşamınıza görsel katkılar sağlayan Mahmut Turgut için de söylemeliyim…
Fotoğraf sanatının bir sessiz, alçak gönüllü, aynı ölçüde de yaratıcı, keskin görüşlü sevdalısı da odur…
Onun, portre çalışmalarının yanı sıra, “oto-grafik” adını verdiği çalışmalarındaki incelikleri ve bunlarla fotoğraf sanatına yaptığı katkıyı iyi anlayıp değerlendirmede, sanat eleştirmeni Kaya Özsezgin’ın(Mahmut Turgut’un web sitesinde okunabilecek) “Soyut Düzlemde Bir Ayrıntı Fotoğrafçılığı” başlıklı yazsısı yol gösterici olacaktır.
Sanat yaşamına şiirle başlayan Mahmut Turgut, bu çalışmalarıyla da bir resim ustası kimliğiyle karşımıza çıkıyor.
Son yıllardaki porte çalışmalarından “Yüreğimdeki Çiçekler” ile de bu gün yaşamda olmayan yazar ve sanatçılara gönül borcunu ödeyen Mahmut Turgut’a ve fotoğraf sanatçılarımıza, asıl bizlerin büyük gönül borcumuz var.


9 Kasım 2013 Cumartesi

DÜZEY DÜŞÜKLÜĞÜ BULAŞICIDIR




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/091113




Yabancı dil bilgisine sahip olanlar bilirler.
O dili kötü konuşan biriyle konuşmanız gerektiğinde, siz de kendi bilgi düzeyiniz her ne ise onun altına düşersiniz.
Aradığınız sözcükler bir türlü aklınıza gelmez.
Buna karşılık dili iyi bilen biriyle konuşmak sizin bilgi dağarınızı da en yukarıya çıkarır…
Çünkü düzey yüksekliği özendirici, düzey düşüklüğü bulaşıcıdır…


***


Türkiye’de siyaset konularının içeriği ve dile getiriliş biçimleri uzun bir süredir en alt düzeylerde seyrediyor.
En sıradan doğrular tersine çevriliyor.
Çoktan aşılmış olması gereken konular, yeni bir şeymiş gibi toplumsal yaşamım gündemine getiriliyor.
Kara para aklar gibi, kara düşünce parlatılıp geçer akçe olarak piyasaya sürülüyor.
Yüzyıl öncelerinin aşınmış bilgileri, ters yüz edilmiş eski giysiler gibi, yeni mal olarak topluma dayatılıyor.
Ve bütün bunlarda başarılı da olunuyor.
Çünkü siyasetin içerik ve dil düzeyi aşağılara indikçe, toplumun (havacılık terimiyle konuşursak) “yükseklik yitimine” uğraması da hızlanıyor…
Doğasında öykünmecilik(taklitçilik) olan insan; aşağı düzeyde bir söylemle dayatılmış kötü, yanlış, değersiz bir içeriği, yeni bir şeymiş gibi aynı düşük düzeyde sözcüklerle tekrarlayıp duruyor…
Üstelik sadece toplumun orta ya da daha aşağı düzeydeki katmanları bakımından da değil söz konu olan.
İleri düzeyde eğitim almış kimselerin de aynı içerik ve biçim düzeyinde saplanıp kaldıkları görülebiliyor…

***


Somut ve şimdilik en yeni bir örnekten yola çıkarak düşünmeyi sürdürelim.
Şimdilik yeni” diyorum, çünkü bu satırlar yazılmaktayken de, vereceğim örneğin daha yenileri ortalığa dökülebilir.
Bir kaç gün önce, her zamanki gibi karışık ve kışkırtıcı bir dille, toplumsal gündeme yeni bir konu getirildi.
Daha doğrusu, çağını, yaşamını, çoktan yitirmiş, şu anda ancak insanlığın en geri basamaklarındaki toplumlarda geçerliliğini sürdürebilecek bir konu.
Kadının ve erkeğin bir arada olamazlığı…
Gerçi bunun ayrı plaj,ayrı okul, ayrı otobüs vb. çeşitli örnekleri topluma dayatıldı ve dayatılmakta.
Fakat bu kez yapılmak istenen, bütün ölçülerin ötesine geçti.
Kız ve erkek öğrencilerin aynı evlerde oturamayacağı…
Az çok uygarlaşmış hiçbir ülkede düşünülemeyecek bu türden bir yasaklama ve tehdidin en sıradan insan haklarına aykırılığı bir yana, böyle bir anlayışın temelindeki ana fikir, kadını koruyormuş görüntüsü ardında, onun, zayıf, güvenilmez, ikinci sınıf bir insan olarak görülmesidir.
Yanı sıra psikolojik bir etken de , daha yaşlı erkeklerin, belki bilinçli belki bilinç altı bir itkiyle, genç erkeklerden nefret etmesi, onları kendilerine rakip görmesi, küçümsemesi, aşağılaması olabilir…
Konuyu psikolojik yönden irdelemeyi sürdürüp her şeyi gösteren bir mikroskopla bu gibi düşüncelere sahip olanların bilinç altlarına bir yolculuk yapılsa, bu ana fikirlerin gerisinde , bu gibi kimselerin sapkınlık eğilimlerinin, aşağılık duygularının bir takım kurtçuklar gibi kımıldanmakta olduğu görülebilecektir…
Kendi aile bireylerini katledenlerin , ensestin, çocuk tacizciliğinin en yaygın olduğu ülkelerden birinin bizimki olduğu ne bir sır ne de rastlantıdır…


***.
Yazının başlığına dönecek olursak…
Düzeysizliğin en yukarılardan dayatıldığı toplumlarda, ahlâksal çöküntü, zihinsel karışıklık, her alanda düzey düşüklüğü o toplumun bütün katmanlarında bulaşıcı bir hastalık gibi dalga dalga yayılacaktır…
Siyasetçilerin, toplum bilimcilerin, akıl sağlığını, kişiliğini korumak isteyen tek tek herkesin göz önünde bulundurması gereken bir konu da budur….




________________________________________________________________

Bu gün saat 12.00’den başlayarak Tekin Yayınevi standında kitaplarımı imzalayacağım(3.Salon, girişte solda.). Yine bugün 17.00’de “Puşkin’den Günümüze Rus Şiiri” başlıklı bir konuşmam var.(Marmara Salonu.)
Yarın(Pazar) 12.00’den başlayarak Tekin Yayınevi, 17.00-18.30 arasında Cumhuriyet Stantlarında(yine 3.salon, girişte sağda) kitaplarımı imzalayacağım

Yarın Cumhuriyet Pazar Dergisindeki yazımın başlığı:”Fotoğraf Sanatçısına Gönül Borcumuz.”  

2 Kasım 2013 Cumartesi

KADINLIĞI AYAĞA DÜŞÜRMEK




Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/021113


Kadın ya da erkek olmak insan üstü bir gücün belirlediği yazgı değil, doğal süreçlerin sonucudur.
İnsan oluşumuzun kendisi de öyledir…
Yıldızların gökyüzüne çakılı olduğunu, her şeyin yerinde saydığını düşünen(daha doğrusu düşünme yetisine sahip olmayan) bir akıl bunu kavrayamaz…
Sonsuz olan tek şey, devingenlik ve değişmedir…


***
Kadını mutlak olarak kadın, erkeği mutlak olarak erkek gören bir anlayış, bilimsel olmadığı gibi, bu iki cinsi birleştiren cinsiyetüstü insanlık değerlerinin de bilincinde değil demektir…
Kadın ya da erkek oluşumuzdan önce, insanız.
Varoluş ve yokoluş karşısında eşitiz.
Aynı insanlık yazgısını paylaşıyoruz.
Bu olgu toplumsal eşitlik kavramının da üstündedir ve onun temelini oluşturur.
Kadın kadın olduğu, erkek erkek olduğu için, biri ötekinden üstün değil, sadece farklıdırlar.
Bu farklılık ise, şimdi burada konu edinilemeyecek kadar karmaşık biyolojik oluşum süreçlerinin sonucu olsa gerektir ve bu nedenle de zamansal boyutta bakıldığında mutlak değil görecedir…


***


İnsan oluşumuzdan önce kadınlığımızın (ya da erkekliğimizin) altını çizmek, bilimsel olmadığı gibi ahlâksal da değildir.
Dikkatli bir göz, erkek egemen toplumların bütün dünyada sonunun yaklaşmakta olduğunu görecektir…
Bu sadece, kadın ve erkek arasında eşitsizliğin en aza indiği ya da tümüyle yok olduğu toplumlar bakımından değil, aralarında bizim de bulunduğumuz, erkek egemen anlayışın hâlâ baskın olduğu toplumlar için de geçerlidir.
Bizim ülkemiz, bu anlamda, denebilir ki ortalarda bir yerde bulunmaktadır.
Görece ileriliğin nedeni, kuşkusuz, Cumhuriyet öncesindeki gelişmeler ve kadınlarımızın özellikle de Cumhuriyetle her alanda elde etmiş oldukları kazanımlardır.


***
Erkeğin erkek olarak kendini kadına üstün sayması, kadının da bu üstünlüğü doğal bir şey olarak kabul etmesi, önceki yüzyıllardan süregelen anlayışların kalıntılarıdır.
İslam dininin bir ölçüde kendisinden gelen, büyük ölçüde ise çarpıtılmış yorumları, aralarında bizim de bulunduğumuz toplumlarda bilime ve ahlâka aykırı bu anlayışı kışkırtıp körüklemektedir.
Bilime aykırıdır, çünkü kadın ve erkek arasındaki, yaşamın sürmesini sağlayan biyolojik farklılıklara üstünlük-alçaklık gibi öznel değer yargıları yüklemektedir.
Ahlâka aykırıdır, çünkü kadının hem kadınlık hem insanlık değerlerine saldırıdır.
Toplumların gelişme dinamiklerine de aykırıdır; çünkü kadının çalışma yaşamının dışına itildiği, ikinci sınıf insan sayıldığı toplumların, günümüzde de görülmekte olduğu gibi, gelişme şansı yoktur.


***

Kadınlığın ayağa düşürülmesi, bu gerçeklerin bilincinde olmayışın sonucudur.
Kadının kendini insan oluştan önce kadın olarak görüp dişiliğini gereğinden çok öne çıkarmasıyla onu örtüp saklaması sonuç olarak aynı şey,
kadınlığın bir meta gibi piyasaya sürülmesi, ayağa düşürülmesidir…
Sonuçta, her iki davranışın özünde de erkek egemen anlayışın çıkarları, baskıları, zorlamaları söz konusudur…
Kadınlığın her hangi bir biçimde ayağa düşürülmesine, öncelikle kadınlar alet olmamalıdır…


_______________________________________________________________

Bugün TÜYAP’ta Tuncay Özkan kardeşimin “Ötekiler” adlı romanının tanıtım toplantısında (12.00-İnterexpo) bulunacak ,“Geziye Şiirler”(16.30-İnterexpo salonu) ve “Dinamo’ya Saygı”(17.00-Karadeniz Salonu) etkinliklerine konuşmacı olarak katılacak, 1500-16.30 arasında Cumhuriyet Kitapları, bugün ve yarın 13.00-18.00 arasında da fırsat buldukça Tekin Yayınları standında kitaplarımı imzalayacağım…



Kitap Fuarının bu yılki onur yazarı değerli Prof.Dr. Taner Timur’u sevgi ve saygıyla kutluyorum.

31 Ekim 2013 Perşembe

'Gezi'ye Şiirler' / "Toplumsal Adaletsizliğe Karşı Küresel Şiir Etkinlikleri"‏



'İnsanlığın özgür sesi'

İstanbul Kitap Fuarı’nın açılış gününde 15 şairin katılacağı bir şiir izlencesi düzenlenecek. ‘Gezi’ye Şiirler’ başlığı altında düzenlenecek etkinlikler daha sonra Ankara, Manisa Salihli ve İzmir'e uzanacak.

2011 yılında Kolombiya’da kurulan Dünya Şiir Hareketi (World Poetry Movement - WPM), “Toplumsal Adalet Ayı” ilan ettiği kasım boyunca, dünyanın çeşitli ülkelerinde bir dizi etkinlik düzenleyecek. “Toplumsal Adaletsizliğe Karşı Küresel Şiir Etkinlikleri”nin Türkiye ayağı ise “Gezi’ye Şiirler” üst başlığıyla İstanbul, Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek. Etkinliklerde, ülkemizden 50’ye yakın şair, Gezi Direnişi’ne adadıkları şiirleri seslendirecek. Etkinliklerin başında, Dünya Şiir Hareketi’nin kurucuları arasında yer alan, Türkiye temsilcisi Ataol Behramoğlu’nun kaleme aldığı bir metin okunacak. Hareketin geçmişini ve anlamını anlattığı metinde Behramoğlu, “Yaşadığımız coğrafyada şiir, varlığını yüzlerce yıldır adaletsizliğin her türüne karşı savaşım vererek sürdürmektedir” diyor. “Şiir, insanlığın özgür sesidir. Özgürlük ve adalet meşalesi bütün zamanlarda, bütün ülkelerde şairlerin elinde en yükseklere taşınmıştır ve böyle olmaya devam edecektir” diyen Behramoğlu, konuşmasını hareketin çağrısını yineleyerek bitiriyor: “Dünya Şiir Hareketi, dünyanın bütün şairlerini, kendi ülkelerinde ve bütün dünyada, adaletsizliklere, zulümlere, işkencelere, cinayetlere; zulmün ve kötülüğün her türüne karşı seslerini daha gür yükseltmeye çağırıyor.”
Pablo Neruda’nın şiiri
İlk olarak, 32. İstanbul Kitap Fuarı’nın 2 Kasım’daki açılışında, aralarında Özdemir İnce, Egemen Berköz, Turgay Fişekçi, Enver Ercan, Sennur Sezer ve Orhan Alkaya’nın da yer aldığı 15 şairin katılacağı bir şiir programı yapılacak. Burada, Gülsen Tuncer’in sunumuyla Türkiye Yazarlar Sendikası’nın hazırladığı, Pablo Neruda’nın “Savun çiçek taçlarının bittiği yeri / Paylaş düşmansı geceleri / Nöbet tut şafağın devri için / İçine çek yıldızlı tepeleri / Ve savun ağacı / Dünyanın tam ortasında büyüyen ağacı” dizeleriyle başlayan bildiri okunacak. Gezi Direnişi boyunca gençlerin şiirler okuduğunun, ağaçlara şiirler asıldığının hatırlatıldığı
bildiride, “Türkiye halkı, aşağılayan, kaba, yıkıcı, zehirli iktidar diline karşı şiiri yeniden buldu. Özgürlüğünü şiirle yeniden aradı. Şiir, bankaların, borsaların, iri, hantal banknotların, küfrün ve kutsanmış kötülüklerinbataklığından ruhlarımıza geri döndü” deniliyor.
Adaletsizliğe karşı şiirler
Dünya Şiir Hareketi’nin çağrısıyla düzenlenen İstanbul etkinlikleri, aynı gün, toplumcu şiirin usta ismi Hasan İzzettin Dinamo anısına yapılan toplantıyla sürecek. “Ateş Ormanlarının Arasında” adıyla, Tekin Yayınevi’nce düzenlenen toplantıya Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer’in yanı sıra Leyla Şahin, Alaettin Bahçekapılı, Öner Yağcı gibi isimler yer alacak. “Gezi’ye Şiirler” 16 Kasım’da Ankara’ya uzanacak. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki etkinliğe, aralarında Abdullah Nefes, Adnan Azar, Turgay Delibalta, Abdülkadir Budak ve Ali Rıza Kars’ın olduğu Ankaralı şairler katılacak ve şiirlerini “toplumsal adaletsizliğe karşı” okuyacaklar. Ardından 23 Kasım’da, Manisa Salihli’de 50’ncisi düzenlenen “Şiir İkindileri” de “Toplumsal Adaletsizliğe Karşı Küresel Şiir Etkinlikleri”ne adanacak. 30 Kasım'da ise Karabağlar Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nce İzmir'de düzenlenen programa ise Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Tuğrul Keskin, Namık Kuyumcu, Halim Yazıcı gibi şairler katılacak.
DÜNYA ŞİİRİ HAREKETİ
Gezi'ye selam...
Hareket, 4-8 Temmuz 2011 tarihinde, dünyanın en büyük şiir festivallerinden birinin gerçekleştirildiği Colombia’nın Medellin kentinde, çeşitli ülkelerden 37 şairin ve şiir festivali düzenleyicisinin girişimiyle kuruldu. Bugün organizasyon, 100'den fazla ülkeden 1000'den fazla şairle, şiire ilişkin yüzlerce uluslararası proje ve yine 100'den çok uluslararası şiir festivaliyle ilişki içinde. 
Organizasyonun amacı ise “insan ruhunun yeniden insaşı, halkların kültürel birliğinin korunması, insanların özgürlüğü için mücadele ve yaşamakta olduğumuz çok çetin tarihsel süreçte, şiirin sesinin hak ettiği derin ilgiyle işitilmesini sağlamak.”
Dünya Şiir Hareketi, Gezi Direnişi’nin en alevli günlerinde, geçen haziran ayı başında da bir şiir-mektup yayımlamış ve direnişi selamlamıştı. 
“İstanbul şehri dünyanın biriciğidir bugün. Onun ruhsal dinginliği, kurtarılmış ilkbahar düşü, herkese cesaret veren yeni bir soluktur” diyen dünya şairleri, direnişçilere “yalnız değilsiniz” diye seslenmiş, “bütün dünyanın insanlarının, bu uzun, görkemli savaşımı kucaklamak için onlarla birlikte yürümekte” olduğunu söylemişti.




Aslı Uluşahin / Cumhuriyet
Yayınlanma tarihi: 29 Ekim 2013 Salı

27 Ekim 2013 Pazar

ÖLÜMÜNE AŞK



Akşam üstü eve döndüğümde, henüz tasarladığım bir konu olmasa da, bir şeyler yedikten sonra Pazar yazım için bilgisayarı açmayı tasarlıyordum…
Fakat daha önce zihnimi müzikle azıcık dinlendirmek düşüncesiyle televizyonun mezzo kanalını açtım ve planlarım altüst oldu.
Karşılaştığım, müzik, renk, görüntü, tek sözcükle sanat şöleni, ilişmiş olduğum koltuğa beni gerçek anlamıyla çiviledi ve artık kımıldamaksızın, bir şeyler atıştırmayı da yazıyı da unutarak bu şölene dalıp gittim…
Böylesine etkilendiğim opera, İtalyan besteci Riccardo Zandonai’nin “Francesca da Rimini”nisi imiş…
Doğrusu, bestecinin de izlemekte olduğum operanın adını da yeni öğreniyordum…
Televizyonu, operanın üçüncü bölümün sanırım yarılarında bir yerde açmış olmalıyım. Güçlü bir müzikle, şiddet ve gerilim dolu sahnelerle süren bu bölüm sona ererek dördüncü ve son bölüm başladı. Bu son bölüm ise, izlediğim opera yapıtlarında gördüklerimin diyebilirim ki en tutkulu ve aynı ölçüde de en sade ve inandırıcı aşk sahnelerinden oluşuyordu. Çok etkileyici, duygu dolu bir müzik ve oyunculuk eşliğinde süren bu son bölüm, olayların akışından beklenildiği ve tahmin edilebileceği gibi iki sevgilinin öldürülmeleriyle, fakat ölürken de birbirlerine tutku dolu sarılışlarından kopmayışlarıyla sona erdi…

*** *** ***

Operanın sonların doğru yazımın konusu da adı da zihnimde belirmişti: Ölümüne Aşk.
Mezzo’daki operalarda çoğu kez olduğu gibi aynı zamanda hem “libretto” hem alt yazılar Fransızca olduğundan konuyu anlayıp izlemekte güçlük çekmemiştim…
Üç kardeş arasında, birinin eşi olan güzel Francesca’nın paylaşılamayışının öyküsüydü bu…
Franceska, izlediğim operada tekerlekli sandalyede gösterilen sakat büyük kardeşin eşiydi. İkinci ve çok yakışıklı kardeşin sevgilisi olmuştu.En küçük, kötü yürekli ve çirkin kardeş bu ilişkiyi biliyordu ve Franceska’ya karşı dayanılmaz bir şehvet duymaktaydı.
Aldatılan eş onun ihbar etmesiyle durumu öğrendi ve iki sevgilinin sonu oldu bu…

*** *** ***
İnternette, 13 yüzyılda İtalya’nın Ravenna ve Rimini kentlerinde gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendiğim öykünün burada ayrıntıya girmeyeceğimiz aslına ulaştım…
Güzel Franceska ve yakışıklı Paolo arasındaki tutkulu sevginin ve trajik sonlarının, 1828- 1924 arasında baş döndürücü sayıda operaya, başkaca müzik ürünlerine (bunlar arasında Çaykovski’nin Senfonik Poema’sı da yer alıyor), birkaç oyuna ve çok sayıda tabloya(İngres’in “Paolo ve Francesca”sı vb.) esin kaynağı olduğunu öğrendim…
Rodin’in “Öpücük” adlı yontusunun da bu öyküden esinlenmiş olduğunu öğrendiğimde şaşırmadım… Çünkü öpüşmek, öyküdeki ve izlediğim operadaki sevgi olgusunun sanki hem görsel yönünü, hem içeriksel özünü oluşturuyordu…(Bizdeki sansürcülerin ve yasakçıların kulakları çınlasın.)

*** *** ***
Ricardo Zandonai’nin (librettosu ünlü İtalyan romancı Gabriele d’Annunzio’nun oyunundan yola çıkılarak yazılan ) operası 1914’te “Teatro Regio”da sahnelenmiş.
Benim izlediğim, bu operanın, sanırım geçen yıl gerçekleştirilen yeni bir sahnelenişinin belki ilk gösterimiydi.
Bizde sahnelenmiş midir diye araştırırken, sevgili Leyla Gencer’imizin 1956’da San Francisco operasında Francesca rolüyle sahneye çıkmış olduğu bilgisine ulaştım…
Bu bilgi sağanağını , Dante’nin, Cehennem’in beşinci kantosunda, “yazık ki, tatlı düşüncelerin, güzel isteklerin kurbanı olmuş bu yaralı ruhlarla” karşılaşması ve işittiklerinden ötürü duyduğu acıyla “ölü bir beden gibi yere düşmesi” bilgisiyle tamamlamış olalım…
Merak eden okur, Rekin Teksoy’un büyük ürünü “İlahi Komedya” çevirisinin ilgili bölümünde, bu karşılaşmanın bütününü okuyabilir…


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 271013

26 Ekim 2013 Cumartesi

HALKIN KALBİ NASIL KAZANILIR?




Halkın kalbini kazanmak, siyaset konulu yazılarımda yeri geldikçe kullandığım bir deyimdir…
Kalp kazanmak deyimi, kalp kırmak gibi, dilimizin imge güzelliğindeki buluşlarındandır…
Bu yazının konusu, sadece dil olmasa da, kalp kazanmanın(tıpkı kalp kırmak gibi!) dille yakın ilgisi olduğu kuşkusuz…
*** *** ***
Halkın kalbini kazanmak ne demek?
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, halk kavramında anlaşalım.
Eğitim düzeyi başta olmak üzere, sahip oldukları nitelikler ülkelere göre değişse de, halk bir toplumun ortalaması, o toplumda çoğunluğu oluşturan kitlelerin bütünüdür.
Bu tanımda görüş birliğindeysek, soruyu yanıtlama yönünde ilerlemeye çalışalım…

*** *** ***
Toplumların yüksek düzeyde eğitim görmüş tabakalarını etkileyecek olan sözler, görüşler, eylemler, halk kitlelerini aynı ve benzer ölçülerde etkileyebilir mi?
Belki çok ayrıklı(istisnai) sayılabilecek durumlar dışında, bunun olabileceğinden çok kuşkuluyum.
Şimdi konu üzerinde düşünmeyi kendi ülkemiz bakımından sürdürelim.
Günümüz Türkiye toplumunun eğitim ortalaması, dünya ortalamasına yakın bir yerlerde, yani pek yüksek olmasa gerek.
Siyasetçi (ya da halk insanlarıyla ilişkisi olan herkes) bunu hep göz önünde bulundurmalıdır.
Söylenen şey açık, net,anlaşılır, söyleyiş tarzı da yine aynı ölçüde açık, anlaşılır olmalıdır.
Seçilecek sözcükler, deyimler, etkileyici, akılda kalıcı olmalı; bununla da kalmayarak çağrışımlar ve imgeler uyandırıcı özellikler taşımalıdır…
Şimdi de biraz bu son kavramlar üzerinde duralım…,

*** *** ***
Halk insanı masallara, mesellere, söylencelere, doğa ötesi güçlere ve olgulara inanmaya eğilimlidir…
Sadece halk insanı mı?
Bu türden eğilimler hemen hemen herkes için az çok geçerlidir.
İnsanlığın binlerce yıllık geçmişinde bu türden inanışların genlerde derin izler bırakmış olduğundan kuşku duymamak gerekir.
Halkın kalbini kazanmak isteyen siyasetçi, rakamlarla, gerçek olgularla onun aklına, mantığına seslenirken, duygularını, öyargılarını, sezişlerini, bilgi düzeyi kadar bilinçaltını da göz önünde bulundurmak zorundadır…
Bununla söylemek istediğim, halk insanı yalanlarla avutulsun, kandırılsın demek değil.
Sahtekâr siyasetçi güruhu bunu zaten yeterince yapıyor.
Doğru siyasete ve siyasetçiye yönelik olarak anlatmaya çalıştığım, ise,söylenecek gerçeğin seçimi ve nasıl söylenmesi gerektiği konusunda kafa yormak gerekliliğidir…
Bunu yapamayan, yapmayı önemsemeyen ya da beceremeyen siyasetin ve siyasetçinin kazanma şansı yoktur.


*** *** ***
İyi yürekliliğin, içtenliğin, bütün insan ilişkilerinin düzgün işlemesinde başta gelen etkenler olduğu kuşkusuzdur.
Fakat, tıpkı özellikle çocuk eğitiminde olduğu gibi, iyilik ve içtenliğin yanı sıra, güçlülük görüntüsü de etkileyici ve güven duygusu uyandırıcıdır…
Halk kitleleri bilinçleriyle ve bilinçaltlarıyla, kendilerinin ve çocuklarının geleceğini güçlü gördükleri siyasetçiye( bu nedenle de kimi kez katillerine) emanet ederler…
Beğensek de beğenmesek de, halk kitlelerine ilişkin bir gerçeklik de budur…


*** *** ***
Yukarıda özetlemeye çalıştıklarım, bu konuda öteden beri düşündüklerimden aklıma ilk elde gelenlerin bazılarıdır.
İlerdeki yazılarımda , çok önemsediğim bu konuya zaman zaman değinmeyi sürdüreceğim…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/261013

________________________________________________________________

Yarın Pazar dergisindeki yazım: ÖLÜMÜNE AŞK (Francesca da Rimini operası üstüne…)

22 Ekim 2013 Salı

“Türkiye Osmanlı'nın bile gerisinde“


20 Ekim 2013 Pazar 12:29

Edebiyatçı Ataol Behramoğlu, eğitim sisteminden Gezi direnişine,medyadan İstanbul trafiğine kadar “Türkiye'nin gidişatını” değerlendirdi...

“Türkiye Osmanlı'nın bile gerisinde“
Kayıhan Güven/Semra Dursun - Cumhuriyet dönemi şiirimizde kendine özgü bir yeri olan şair, yazar, çevirmen, edebiyatçı ve öğretim görevlisi Ataol Behramoğlu ile Türkiye gündemi, dünya, İstanbul ve edebiyat üzerine konuştuk. Behramoğlu, sorularıma şöyle yanıt verdi:

Türkiye nereye gidiyor sizce?
Türkiye iyi bir yere gitmiyor. Nasıl bir yöne gidiyor? Yüzlerce yıl bilimsel devrimlerin çeşitli nedenlerle gerisinde kalmış bir toplum, Cumhuriyet devrimleriyle bu bilimsel devrimler çağını yakalamak yönüne girmişken, o yönden sapmıştır. Saptırılmıştır. Bu Türkiye’nin nereye gittiğinin en gözle görülür kanıtıdır. Bu olgunun Cumhuriyet devrimleriyle yakaladığı, ulaştığı bilimsel devrimler çağına girmeden saptırıldığının en açık kanıtı, eğitim alanında yapılanlardır. Bugün eğitimde Cumhuriyet’in, Cumhuriyet devrimlerinin en temel ilkelerinden biri olan “Öğrenim Birliği Yasası” tersine çevrilmiştir. Öğrenim Birliği Yasası ne demektir? Eğitim, bilimsel ve laik olmalıdır. Yani bir tarafta medrese eğitimi, bir taraftan bilimsel eğitim olmaz. Şimdi tersine şöyle çevrildi: Yine bir öğretim birliği var ama dini öğretim haline dönüştü. Yani bilimsel eğitim tamamen dışarıda bırakılmıştır. Yöneliş budur. Felsefe derslerinin kaldırılması, sanat tarihi, kültür tarihi, bilim tarihi vb. derslerin yok sayılması. Bugün gelinen nokta maalesef, 17. Yüzyıl Osmanlısı. 17. Yüzyıl Osmanlısı'nı incelersek, özellikle gericiliğin en çok yükseldiği bir dönem. Türkiye bugün o noktaya doğru gitmiştir. Yani Türkiye’nin gittiği yön bugün bu. Gitmesi gereken yön hiç kuşkusuz Cumhuriyet devrimleriyle kazanmış olduğu güvenin devam ettirilmesi gerekliliğidir.

Bunun için ne yapılmalı?
Bu konuda sorumluluk duyan insanların bıkmadan, usanmadan bu durumu anlatması gerekiyor. Neyse elindeki olanak; yazardır, öğretmendir, başka bir şeydir. Her alanda çevresine, insanlara bunu anlatması lazım. Türkiye’nin bu çıkmazdan nasıl kurtulabileceğinin düşünülmesi lazım. Hepimizin kafa yorması lazım. Böylece belki bir çözüm bulabiliriz.

MEDYA KÖTÜ SINAV VERDİ

Türk basını nasıl hareket etti ve günümüzde Türk basını nereye geldi, ne düşünüyorsunuz?
Medya çok kötü bir sınav vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Bugün gelinen nokta yürekler acısıdır. Bir yanda en geri unsurların yayın organları ve televizyonları yayında. Bu televizyon kanalları, yani tasavvur bile edilemeyecek kadar geri, gerici, karanlık yayınlar yapan kanallar. Öte yandan liberal demokrat denebilecek, her şeye rağmen uygar dünyaya ait televizyon kanallarının giderek birer birer iktidarın aracı haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Tüm bunlara rağmen iki üç tane de doğru dürüst kanal tutunmaya çalışıyor. Gazeteler açısından da durum bundan ibarettir. Yakın zamana kadar her şeye rağmen alıp okuduğumuz gazeteler, nasıl birer birer siyasi iktidarın borazanı haline geldiğini, kapıkulu haline geldiğini hepiniz görüyorsunuz.

OMURGASIZ AYDINLAR TÜREDİ


Bu süreç hızla gerçekleşti ama?
Bu sorunun cevabı da bana göre yine bizim aydınımızın kimliğiyle alakalı.Maalesef Cumhuriyet devrimleri onu koruyacak, savunacak ve geliştirecek kişileri yetiştiren bir eğitim sistemini kalıcı kılamadı. Bu eğitim sistemi nedir, ne olmalıdır? Hümanist ve bilimsel temelli olmalıdır. İşte Köy Enstitüleri, işte 1930’ların üniversiteleri. Liselerimizde o yıllarda uygulanan modern ve laik eğitim. Ama sürekli olamadı. 1950’lerin hatta 40’ların ortalarından itibaren malum Köy Enstitüleri’nin kapatılması, 1950’lerden itibaren gericiliğe verilen ödünlerin giderek artması, bizleri bu günlere kadar getirmiştir. Cumhuriyet kendini savunacak eğitim sistemini kalıcı kılamadı. Dolayısıyla “omurgasız aydınlar” türedi. Yani sağlam bir duygusu ve düşüncesi olmayan insanlar, dünyaya dair. Evet, bilgi sahibidirler. Kendi alanlarında, genel olarak; ansiklopedik bilgileri vardır ama insani bir duruşa sahip değiller. İnsani duruş nedir? Bilimsel devrimlerin ve hümanizmin gerektirdiği bir kişiliğe sahip olmaktır. Aydın ne demek? Demokrat özgürlükçü, insan merkezli dünyaya inanan ve bunlar tehlikeye girdiğinde de mücadele etmek gerektiğini bilen insan demek. Bizde demek ki bu tarz insanların sayısı ne yazık ki fazla değilmiş.

Türk solu, bugün ne durumda?
Türk solu derken de yine ülkemizin aydınlarından söz etmiş oluyoruz. Dolayısıyla, Türk solunun başka bir handikabı var, o da çok ağır baskılarla karşılaşmıştır. Eğer Türk solu, Cumhuriyet ile beraber hızla gelişme eğilimi gösteren Türk solu, bu kadar ağır baskılara uğramasaydı, belki de Türkiye’nin çehresi bambaşka olabilirdi. Bu da düşünülmesi gereken bir şeydir. Yani gerçekten sol düşünceye sahip insanlar bu ülkede sürekli bir etkiye sahip olabilselerdi; kurumlarda, kendi kurdukları oluşumlarda, partilerde, sürekli bir etkiye sahip olabilselerdi belki de ülkenin kaderi, belki de değil mutlaka değişirdi. Sabahattin Ali öldürülmeseydi, Nazım Hikmet ölüm tehlikesinden kurtulmak için yurtdışına çıkmak zorunda kalmasaydı. 1940’larda solculara, şairlere, yazarlara, siyaset insanlarına zulümler yapılmasaydı. Cinayetler işlenmeseydi ve bugüne kadar bu şiddet sürmeseydi, sol mutlaka başka bir konumda olurdu. Ama bugünkü görünümüne baktığımız zaman maalesef dağınık. 1960’ların Türkiye İşçi Partisi’nin olduğu dönemin çok gerisinde bir noktada. Burada şunu da ilave etmek isterim: Özellikle Gezi direnişiyle patlayan bir gençlik enerjisi, gençlik potansiyeli zannediyorum Türkiye solunu da kendisi hakkında düşünmeye yöneltmiş ve umarım ki bu Türk solunun geleceği için faydalı olacaktır.

GEZİ UYGAR YAŞAMA KARŞI MÜDAHALEYE İSYANDIR


Gezi olayları sizce neydi?
Gezi olayları en yalın biçimiyle şuydu: İnsanlarımızın büyük ölçüde, kentlerde yaşayan, ki artık Türkiye artık kentleşmiş bir ülke. Kentlerde yaşayan insanlarımızın, kırsal kesimlerde de yaşayan insanlarımızın bana göre içselleştirmiş olduğu laik ve uygar yaşama karşı müdahalelere isyanıdır. Gezi olayının bana göre asıl özeti budur. Başka tabii ki etkenler de var. Öfkeler de var. Esas olarak diyor ki bu insanlar, “Biz uygarca yaşamak istiyoruz.” Yapılan röportajlardan birinde bir genç kızın söylediğini hiç unutamam. Diyor ki, “Ben bir üniversite öğrencisiyim. Ben, Müslüman kimliğine sahip bir insanım. Yani reddetmiyorum bu kimliğimi. Oruç da tutarım, fırsat buldukça içki de içerim, arkadaşlarımla da gezip tozarım. İstediğim gibi de giyinirim. Buna kimse karışamaz.” Esası işin budur. Bu siyasi iktidar insanları, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yaşama kültürünün de gerisine zorlamaktalar. 17. Yüzyıl'ın bile gerisine. İşte son halifenin bir tablosu yayımlandı bu son günlerde. “Avluda Kadınlar” diye bir tablo. Saray bahçesinde yarı çıplak kadınlar. Şimdi Hüseyin Çelik’in son söylediklerini bir düşünüz, bir televizyon sunucusu genç hanıma. Efendim halkımızın törelerine karşıymış. Demek ki bunların yanında son Halife Abdülmecid herhalde büyük bir aydın ve nitekim gerçekten de öyle. Yani bunlar en geri unsurlardır. Bugün Türkiye’de Patrona Halil’in ve Menemen’deki cinayeti işleyenin ya da İskilipli bilmem kimin torunlarıdır, şu anda iktidarda olan kişiler.

Gezi olayları sizce nereye doğru gider?
Bence hiçbir toplumsal olay, iz bırakmaksızın geçmez. Bu gerici hareketler için de böyledir, ileriye dönük hareketler için de böyledir. İlerici hareketler, toplumun ileriye dönük hareketleri hiçbir zaman tam olarak silinip gitmez. Böyle bir şey yoktur. O içten içe yanarak varlığını sürdürür. Gezi hareketleri için de durum bu. Şimdi deniyordu ki hatırlarsanız “Ne oldu Cumhuriyet mitingleri.” İşte yüz binlerce kişi toplandı. Ne oldu, işte Gezi hareketi doğdu onlardan bir anlamda. Gezi hareketinden de bambaşka hareketler doğar ve doğacaktır da. Toplumsal bilinç, toplumsal bilinçaltı bu hareketi unutmaz. Bana göre sistem böyle devam ettiği sürece, baskılar böyle srdüğü sürece daha büyük patlamalara doğru da gider.

EDEBİYAT PARA KAZANMA ARACINA DÖNÜŞTÜ


Toplumsal gerçekçi edebiyat bugün nerede?
Şimdi biz gençlik yıllarımızda gerçekçi, toplumsal gerçekçi edebiyatın savunucusuyduk. Ama bunu çok dar kalıplar içinde de düşünmemek lazım. Çünkü edebiyat genel olarak da sanat aynı zamanda son derece kişisel bir olay. Her sanatçının kendi bakışı var, kendi üslubu var. Bunu tabii ihmal etmemek lazım, sanatı değerlendirirken. Ama yine bütün bunlara rağmen sanatın çok kişisel ve özgür yanlarına rağmen, sanatçının toplumsal bir sorumluluk taşıdığına da her zaman inanırım. Gerek kendi ülkesi için gerek dünya için gerekse insanlık için. Bu anlamda baktığımız zaman ne yazık ki sadece Türkiye’de değil, ki Türkiye bu alanda da genellikle modaları izler, dünyada da genel olarak edebiyatın bir pazar meta haline dönüşmüş olduğunu ve modaların peşinde insansız bir eğlence meta haline geldiğini görüyoruz. İsterse bu zor anlaşılır bir edebiyat olsun, isterse güncel bir eğlence için yapılmış yazılmış edebiyat olsun. Genelde edebiyatın bir araç, bir para kazanma aracına dönüştüğünü düşünüyorum. Üzülerek düşünüyorum. Yani 19. yüzyılın büyük yazarlarının sorunları, yani onların sorumluluk sahibi kimlikleri Charles Dickens’dan, Tolstoy’a, Dostoyevski’den tutun da 20. Yüzyıl'ın Thomas Mann’nına kadar, Kafka’sına kadar. Özellikle bir Veba’nın yazarı Camus’ye kadar. 19. Yüzyıl'ın büyük klasikleri ve 20. yüzyılın seçkin büyük yazarları genel olarak sorumluluk duyan insanlardı. Edebiyatı ben hep böyle düşünürüm.

Türkiye’de gençler bu yazarları okuyorlar mı?

Gençler Türkiye’de okumuyor. Çünkü gençler durup dururken okumaz. Gençleri çocukluk yaşlarından itibaren, hatta okul öncesi çağdan itibaren başlayarak okumaya yönlendirmek gerekir. Okumaya yönlendirme olmazsa, gençler nasıl okusun. Bir de teknolojinin ilerlemesi okumayı azaltıyor. Teknolojinin tüm olumlu yanlarının yanında insanları okumaktan alıkoyan kolaycılığa yönlendiren bir yanı da var. 

İSTANBUL'UN TRAFİĞİ DANTE'NİN CEHENNEMİ 


Siz İstanbul’u da iyi tanıyan bir edebiyatçısınız. İstanbul’un bugünkü durumu hakkında neler düşünüyorsunuz?

İstanbul yaşanmaz bir şehir olmuştur. Havaalanına gidip ABD’ye uçmak bile bana daha kolay geliyor, buradan Beşiktaş’a gitmekten. Yani metrobüse bin, oradan in. Yani böyle bir hercümerç. Yani sanki Dante’nin tarif ettiği bir cehennem tasvirinin içine düşüyorsunuz.  Bir kere bu çok büyük bir sorun. Burada tabii insanlar göç ediyorlar. Mecburen. Ekmek bulamayan buraya geliyor. Kontrolsüzlük yani denetimsizlik, kuralsızlık, kural tanımazlık her şey birbirine karışmış İstanbul’da. Artık bu şehirde yaşamak hemen hemen imkânsız hale gelmiştir. Ne olur nereye gider onu da ben bilmiyorum.