29 Eylül 2013 Pazar

BİR PAZAR ŞİİRİ…





Yazı başlığının Nâzım Hikmet’in “Bugün Pazar”ını anımsatması doğaldır.
Kısa, fakat olağanüstü güzel bir şiirdir gerçekten.
Güzelliği her şeyden çok, duyumsattığı gerçeklik duygusuyla ilgilidir.
Siz de şairle birlikte o güneşli Pazar günü sırtınızı hapishane avlusundaki duvara dayamış gibi olursunuz…
Bir sanat yapıtının ölümsüzlük ya da çok uzun ömre sahip oluşunun
sırrının en çok hangi özelliğinde olduğu çok tartışılmıştır ve herhalde sonsuzca tartışılacaktır.
Ben bu sırrın, gerçeklik duygusu uyandırmakta olduğunu düşünüyorum.
Gerçeklik duygusunu uyandırış, şiirde anlatılan şeyin ille de bir olay olarak yaşanmış olmasını gerektirmeyebilir.
İnsan yaşamadığı bir şeyi de yaşamış, ya da yaşıyormuş gibi bir duyguya sahip olabilir.
Önemli olan, öyle sanıyorum ki, sanatçıyla ürünü arasındaki özdeşlik, ürünün içselleştirilmiş olmasıdır.
Öyle olunca bu duygu okura ve izleyiciye de geçiyor.
Yukarıdaki Pazar şiirine gelirsek, böyle bir şiir yaşanmadan yazılabilir mi?
Sanmıyorum… Gerçi bunu söylerken aklıma aynı anda Oscar Wilde’ın (H.Yağcıoğlu çevirisiyle yıllar önceden belleğimde kalmış)“Reading Zindanı Baladı” adlı şiiri geliyor…
Wilde ( sadece giriş bölümü olduğunu sonradan öğrendiğim) bu şiirde, sevdiği kadını öldüren bir idam mahkûmunu anlatır.
Anlattığı şey kendi yaşamına ilişkin olmasa da, yine kendi hapishane yaşantısı sırasındaki güçlü ve somut gözlemidir..
Şiire gerçeklik duygusunu kazandıran da bu olmalı…


*** *** ***
Nâzım’ın şiiriyle başlayıp Wilde’ın şiirine gelmiş olmakla birlikte, amacım o şiirlerin irdelenmesi değil.
Zaten yine bu sütunda “Bugün Pazar” üzerine yanlış anımsamıyorsam iki yazım yayımlandı.
Oscar Wilde’ın ünlü şiiri ise (Ö.Asaf, T.Alkan çevirileriyle) kitap olarak da yayınlanmış.
Bu Pazar yazısında ben, cezaevlerindeki dostlarla
yurtseverlerle, 1982 Nisan’ında Maltepe Cezaevinde yazdığım ( şiiri esinleyen Joan Baez’e ithaf edilmiş) “Bir Pazar” adlı şiirimi paylaşmak istiyorum…
BİR PAZAR
Joan Baeze

Tozlu,havasız,ışıksız koğuşta
Oturmadaydık suskun,kederli
Pazar günü tekdüze uzuyordu
Herkes kendi küskün düşündeydi


Küçük,transistörlü radyodan
Ansızın ışıklı bir insan sesi yükseldi
Işıdı durgun yüzler
Gün aydınlığınca gülümsedi


"Geçmiş günler" diyordu şarkıcı
Ama diriydi,umut doluydu sesi
Tutunup bu özlemli ezgilere
Aştık zindanın duvarlarını sanki


Karanlık koğuş aydınlanıverdi
Umutla canlandı yürekler
İnsana yaraşan özgürlüktür
Anladım bir daha ve sevinçle dolu gelecekler.


Kederli, bungun günlerim benim
Gün olup geçeceksiniz sizde
Ama ben herkes için istemekteyim
Özgürlüğü, kendim için değil sade


Işıklı sesi o şarkıcının
Bir insan yüreğinden taşan sevgi
İnanıyorum, yıkacak duvarlarını zindanların
Kurulacak sevginin ve özgürlüğün egemenliği





Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/290913

28 Eylül 2013 Cumartesi

ATİNA ŞİİR ŞÖLENİ’NDEN…




Bu haftaki yazım 1. Atina Uluslar arası Şiir Festivali’nin konuğu olarak geldiğim Atina’dan olacak…
İzninizle biraz bu şölenden, biraz şiirden, biraz kendimden ve bu şehre ilişkin anılarımdan söz edeceğim…
Yunanistan’dan ve 22 ülkeden toplam altmış dokuz konuğun ağırlandığı bu buluşmanın Atina’daki ilk uluslar arası festival olduğunu sanmam.
Fakat eşgüdüm komitesinde benim de yer aldığım Dünya Şiir Hareketiyle (WPM) bağlantılı olarak, yine aynı komitenin üyesi şair Dino Siotis’in öncülüğünde geçen yıl kurulan “Şairler Grubu”nun ilk uluslar arası etkinliği olduğu için böyle adlandırılıyor olmalı.
Etkinliğin bence (başka konuk şairlerle de ortak görüşte olduğumuz) en önemli yanı, her gün siyasal gösterilerin yaşandığı Atina’da, ülkedeki ekonomik sıkıntılara karşın, bu ölçekte bir kültür etkinliğinin gerçekleştiriliyor olması.
23 Eylül’de Atina Konser Salonu bahçesindeki açılışla başlayan şiir şöleni,
çeşitli mekânlarda sürüyor. Bu satırları yazmakta olduğum 26 Eylül gecesi ben Atina Kültür Merkezi’ndeki programda şiirlerimi okuyacağım. Festival 29 Eylül’de sona eriyor.
Bütün uluslar arası şiir buluşmalarında olduğu gibi burada da, şairler şiirlerini kendi dillerinde okurlarken, İngilizce ve o ülkenin dilinde çeviriler sahne gerisindeki ekranda izleniyor.
Bu anlamda şanslı olduğumu söyleyebilirim. Çünkü Yunanca, kendi dilimiz dışında şiirlerimin kitap olarak yayınlandığı(ve birkaç basım yaptığı) ilk dildir. Böylece zaten önceden yapılmış çok sayıda çeviriye sahibim…


*** *** ***
Yunanistan’la(Atina’yla, Selanik’le) ilgili , 1970’lerden bugüne sayısız anılarımın hangisinden söz etmeli…
Aklıma öncelikle gelen , 70’li yıllarda bir barış topluluğu olarak geldiğimiz Atina’da, çok büyük bir kapalı spor salonunda gerçekleşen toplantıda büyük şair Yannis Ritsos’la birlikte şiir okumamızdır.
Ritsos’un , sonraki yıllarda dilimize Fransızca’dan çevireceğim eşsiz güzellikteki “Barış”ını okuduğu toplantıda ben de (bu gece de o anımdan söz ederek okuyacağım) “Ne Anlatır Yunan Şarkıları” adlı şiirimi okumuştum…
1984’te ülkeden zorunlu ayrılışımda da ilk durağım olan Atina’da, büyük şairin o sırada yaşadığı adadan, oğlunu uğurlamaya gelir gibi beni uğurlamak için bu kente gelişini ve konuştuklarımızı unutamam…(Bunları bir başka yazımda dile getirmiştim.)
Yıllar önceye ilişkin bu anılar, şimdi hüznün daha ağır bastığı özlem duyguları uyandırıyor…
Sonraki yıllarda da Atina’ya, Selanik’e, başkaca yörelerine çok kez geldiğim bu ülkenin, yaşamımda ve şiirlerimde derin izleri vardır…


*** *** ***


Bu sabah, kaldığımız otelin bir salonunda, katılımcı şairler arasındaki “Sınırsız Şiir” başlıklı söyleşiye katıldım…
Şiir ve sınır arasında nasıl bir ilişki olabilir?..
Şairler (ve şiir ürünleri) arasında da ülkeler arasında olduğu gibi aşılmaz sınırlar var mıdır?
Ben asıl sınırın diller arasında olduğunu(ve çeviri sorununda odaklandığını) söyleyen katılımcılar arasında yer aldım…
Biraz da şakayla karışık, bu sınırı aşılmaz kılan başlıca etkenin yeteneksiz şiir çevirmenlerinin ürünü kötü çeviriler olduğunu söyledim…
Buna, orada söylememiş olsam da sadece edebiyatı değil var oluşumuzun bütününü kapsayan şu düşüncemi de eklemek isterim.
Sadece şairler ve şiirler arasında, sadece ülkeler arasında değil, tek tek bütün insanlar arasındaki sınırlar yapay ve eninde sonunda geçicidir…
Çünkü insan olarak(ve bu gezegendeki canlı cansız her şey gibi) yazgımız ortaktır…
Zaten insana en çok yaraşır amaç, bütün sınırların yok edilmesi için savaşım değil mi?..


*** *** ***


İnternette, twitter’de gördüğüm, ülkemize, bulunduğumuz coğrafya’ya ve ne yazık ki gezegeninizin bütününe ilişkin sayısız kötü haberlerin hiçbirinden ise bu yazıda söz etmek istemiyorum…





Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/280913

21 Eylül 2013 Cumartesi

GÜZE GİRERKEN


Yaz ayları geride kaldı.
İstanbul’da sonbahar Eylül’ü bile beklemeden Ağustos ortalarında yüzünü gösterir.
Yazın büyük bölümünü İstanbul dışında geçirdiğim için bu kez de öyle mi oldu, bilmiyorum.
Fakat Eylül’ün sonuna yaklaşmakta olduğumuz şu günlerde İstanbul bir sonbahar yaşıyor.
Mevsim sonu ya da yeni bir mevsimin başladığı dönemdeki yazılarımda genellikle şiirlerden söz eder, sevdiğim şiirlerden örnekler veririm.
Bu kez öyle yapmak içimden gelmiyor.
Geçmiş yazdan, yaz yaşantılarından da söz etmek istemiyorum.
Nedenini biliyorsunuz.
Hapisteki dostlar, yurtseverler, süregiden adaletsizlik, zulüm, aklımızdan çıkmıyor, çıkması da gerekmiyor.
İnsansak. Vicdan ve ahlâk sahibiysek…
*** *** ***
Twitter’de beni izleyen kimi arkadaşlar, şiirden çok az söz edip, neredeyse bütün iletilerimin siyaset üzerine olmasından yakınıyorlar.
Böyle olmasından ben de sıkılıyorum.
Sözcüklere acıyınız” diye bir söz kalmış aklımda.
Şiir için, güzel duygular için kullanılmayan sözcüklere acıyorum gerçekten.
Sanki dil de yıpranıyor, örseleniyor duygularla birlikte.
Fakat başka nasıl olabilir?
Ülkeniz zulüm altındayken ve bütünüyle gezegen sıkıntılı bir süreçten geçmekteyken, hiçbir mutluluk duygusu tam olarak yaşanamaz, yaşanmamalı…
*** *** ***
Daha önceki bir yazımda da söz ettiğim gibi, kötünün daha kötüsü, bir yalan ortamında yaşamaktır.
Zulmün bile bir tutarlılığı olmalıdır.
F Tipi Cezaevleri, “yaşama dönüş” gibi utanç verici, bağışlanamaz bir yalanla başlamıştı…
Günümüzde iktidarı ele geçiren baskıcı, gerici siyaset, yalanı bir siyaset yapma biçimi olarak kullanıyor.
Barış diyorlarsa, bilin ki amaçları savaştır.
Onların dilinde özgürlük sözcüğü, kölelikle eş anlamlıdır.
Açılım dedikleri, daha çok kapanmaktır.
Sevgi, inanç, duygu, cesaret, özveri, dayanışma… bütün insanca duyguların, erdemlerin, çamurlara bulandığı, değer ve kan kaybettiği bir dönemden geçiyoruz…
Şu son satırı yazmakta olduğum anda çalan telefonumdan Fazıl Say’ın yeniden 10 ay hapis cezasına mahkûm edildiğini öğrendim.
Güze girerken Türkiye’de hukuk ülkemize bu utancı armağan ediyor…
Kimlerle, nasıl insanlarla bir arada yaşamakta, aynı havayı solumaktayız…
Bu lanetten, nasıl, hangi yolla, hangi yöntemlerle, hangi sabırla, hangi olanaklarla, ne yaparak, ne söyleyerek, nasıl davranarak kurtulacağız…
Türkiye kapatıldığı bu zindanı nasıl paramparça edip aydınlığa, özgürlüğe çıkacak…
*** *** ***
Sevdiğim güz mevsimi, özellikle Eylül ilerlemekteyken, mutlu olmasam da asla karamsar değilim.
Türkiye’mizin, cins bir atın sahte biniciyi üzerinden atıp ayaklarının altına alarak rezil etmesi gibi, hak etmediği bu pislikten kurtularak pırıl pırıl arınacağından kuşku duymuyorum…
Yeter ki güzün dirilticiliğine, derin akan halk ırmağına ve gençliğin her an taşmaya hazır enerjisine inancımızı yitirmeyelim, lâyık ve hazır olalım…



Ataol Behramoğlu-Cumartesi Yazıları-210913

15 Eylül 2013 Pazar

ŞİİR VE SİNEMA




Sanatlar arasındaki ilişkiler üzerine düşünmek bir sanatçı ya da sanat sever için her zaman heyecan vericidir.
Çünkü bu alanda bir düşünme ve araştırma süreci bütün sanat dallarının ortak özüne doğru bir yolculuk demektir.
Şiir ve sinema arasında ne gibi ilişkiler olabilir?
Böyle bir soruyu yanıtlayabilmek için öncelikle her iki sanat türünün özelliklerinin bir dökümünü yapmak gerekir.
Bunu bir köşe yazısının belli sınırları içinde başaramayız.
Öyleyse en sonda söylenecek olanı en başta söyleyeyim.
Şiirle sinemayı yakınlaştıran ortak özellikler kurgu ve imge kavramlarıyla ilgili olanlardır.


*** *** ***
Bu iki kavram, kuşkusuz, bütün sanat türleri için birincil önemdedir.
Fakat şiirdeki ve sinemadaki kurgunun anlatı türlerindeki(öykü, roman, tiyatro metni vb.) kurgudan farklı ve birbirine yakın olduğunu düşünüyorum.
Modernist dönemle birlikte sanat türleri arasındaki sınırlar neredeyse kalkmış olsa da, bir anlatı türünde, en uçtaki ve sanırım az sayıdaki örnek dışında eninde sonunda anlatılan bir şey(bir öykü) olmalıdır…
Kurgu, öykünün öne çıkarılmasının hizmetinedir.
Bir filmin öyküsü ise, söz konusu olan eğer dizi film anlayışla çekilmiş bir sinema ürünü değilse, tıpkı bir şiirdeki gibi, biçimi(kurguyu) oluşturan öğelerle dolaysız bir ilişkide, neredeyse aynı şeydir…
Sinemada film karelerinin birbirini izleyişindeki(tekniğin sağladığı) hız ve esnekliğin sonucu olarak, şiir dizelerinin dizilimiyle(şiirin kurgulanışıyla) film karelerinin dizilimi(filmin kurgulanışı) arasında, her biriyle anlatı türlerinin kurgu özellikleri arasında olduğundan daha fazla yakınlık vardır.
Bu bakımdan şiirin ve sinemanın kurgu özellikleri, resim ve müzikteki kurgulama teknikleriyle yakınlık taşır…
.


*** *** ***
Biraz da imge kavramı üzerinde duracak olursak…
Şiirde alışılmadık, şaşırtıcı, beklenmedik benzetmelere metafor(mecaz) deniyor…
Güçlü, etkileyici mecazlar imge değeri taşısalar da, benzetme sınırını aşamayan mecaza imge denemez…
Şiirdeki imge, görünürde parıltılı bir metafor bulunmasa bile, tek tek her dizede ve dizeler arasındaki anlam ve ses iletişiminin, çok sayıda ve karmaşık ilişkilerin ürünüdür…
Bir filmde de her film karesinin kendi içinde bağımsızlığı , görsel değeri, tıpkı şiirde her sözcüğün kavramsal ve ezgisel bağımsızlık ve değere sahip oluşu gibidir.
Şiirin ve sinemanın bu anlamda da bir yakınlıkları olduğunu ve yine bu bakımdan anlatı türlerinden daha çok resim ve müzik sanatlarıyla benzeştiklerini düşünüyorum…


*** *** ***
Her sanat yapıtının, ait olduğu türün özelliklerine ve sanatçıya bağlı olarak bir bildirisi vardır.
Sorun, söz konusu bildirinin o sanat türünün olanaklarına ne ölçüde bağlı olduğunda ve bu olanakları ne ölçüde genişletebildiğindedir…
Yazının konusu şiir ve sinema olduğuna göre, günümüz sinema sanatçısının şiirden, günümüz şairinin sinema sanatından öğreneceği şeyler olduğunu söyleyerek bitirelim…




Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/150913



Bugün 20.15’te VIII. Uluslar arası Foça Kültür, Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında, Foça Beşkapılar Kalesinde müzisyen Halûk Çetin’le şiir-müzik dinletimiz olacak.

14 Eylül 2013 Cumartesi

BALYOZ TUTUKLULARINA MEKTUP




Sevgili dostlar, arkadaşlar, kardeşlerim.
En yüksek rütbeli generalinden astsubayına, hepsi birbirinden değerli aydınlar, yurtseverler, Türkiye’nin seçkin evlatları.
Sizlerle topluca bir kez Silivri toplama kampının mahkeme salonunda karşılaştık.
O uğursuz mekânın yargıyla, adaletle, vicdanla, i ilgisi bulunmadığını herkes biliyor.
Duruşma öncesiydi.
Canlı, kıpır kıpır, ışık dolu bir enerji yayılıyordu güzelim topluluğunuzdan…
Zaman geçti, adalet üzerinde kapkara bir leke olarak kalacak hükümler verildi.
Siz orada, bizler güya dışarıda, bu karanlığın ülkemizin üzerinden defolup gideceği günü beklerken, umudumuzu diri tutmakla kalmıyor, zalimi ve zulmünü geriletmek için savaşıyoruz.
Bu savaşımda çok yol aldığımızı da biliyoruz, görüyoruz.
Sizlere bu satırları yazmaktayken, içimden hepinizi tek kucaklıyor, en içten, en kardeşçe duygularımla, sıkıntılarınızı, üzüntülerinizi, isyanlarınızı paylaşmaya can atıyorum…
***
Önümde şu anda 11 Eylül tarihli “Aydınlık”ın bir haber başlığı duruyor: “Zulmün çaresi isyandır.”
Haberde, Hasdal Askeri Cezaevinden Deniz Kurmay Albay Bora Serdar’ın bu gazetemize mektubu yer alıyor.
Sayın Serdar’ın, benim “Çaresi isyan olmuştur” dizesiyle sona eren şiirimden de söz ettiği mektubunun(kendisine teşekkürlerim, sevgilerim, dayanışma duygularımla) bir bölümü paylaşmak isterim:
Bilir misiniz, insanların neyle suçlandıklarını dahi öğrenemeden zindanlara tıkılarak özgürlüklerine zincir vurulmasının nasıl bir duygu olduğunu? Bilir misiniz gecelerin sessiz karanlığında kendisine hayat bulan zulmün, yaşamları söndürürken içimizdeki umut ağacını ağır ağır nasıl kuruttuğunu? Bilir misiniz yaşanan tüm bu haksızlıklara ve adaletsizliklere sözde demokratik süreç adına ‘Balyoz-Ergenekon’dan bir oyun izler gibi seyirci kalmanın vatana ihanetten hiçbir farkının olmadığını?”
Hasdal Cezaevinden yükselen bu çığlığa kulak tıkamak, sadece vatana değil, insanlığa, insan olmaya ihanettir…


***
Bir zamanlar benim de yattığım Maltepe Cezaevinden, Dz.Kd.Bçavuş’lar Cafer Uyar, Canatan Turgut ve Dz.Bçvuş Tuncay Küçük imzalı çok duygulandırıcı bir mektup aldım.
İçinden el emeği ürünü dört kitap ayracının çıktığı mektuptan birkaç satırı birlikte okuyalım:
Sizlerin bir dönemin mağduru olarak kaldığı zorunlu ikametgahınızda,maalesef içinden geçtiğimiz hukuksuz bu süreçte şimdi bizler misafiriz….. Cezaevinin dört yanı dikenli tellerle çevrili bahçesine sizin tarafınızdan dikildiği söylenen ayva ağacının gölgesinde bizler 1 yıldır, komutanlarımız ise 2 yıldır esaret dolu günler yaşıyoruz.”
Bu ayva ağacı “efsane”sinden sevgili Yılmaz Özdil “Hürriyet”teki çok güzel yazısında söz etmişti…
Ayraçların iki tanesine, bu ağacın yapraklarından ikişer tane yerleştirilmiş… Dünkünden bile daha beter bu günkü hukuksuz dönemin mağdurları, beni dertleşmek ve sohbet etmek için bu ayva ağacının altında buluşmaya davet ediyor…
Elbette… Ama dilerim özgür günlerde buluşmamız daha fazla gecikmesin…


*** *** ***
Hasdal’dan Deniz Kurmay Yarbay K.Güven Ertaş bir yağlı boya portremi yapıp göndermiş…
Gecikmiş teşekkürlerimi kabul etmesini diliyorum…
Deniz Kurmay Albaylar M.Koray Eryaşa ve Murat Saka, Hadımköy 3. Kolordu Askeri Ceza ve Tutukevinden gönderdikleri mektup ve belgelerde,
hukuksuzluğu, vicdansızlığı belgeliyor ve isyanlarını dile getiriyorlar.
Denizciler, kurmaylar, amiraller…
Acaba neden?
Silivri cezaevinde tutuklu bulunan Tümamiral Cem Gürdeniz’in “Hedefteki Donanma” başlıklı kitabı bu konuda çok önemli, bilgilendirici ve uyarıcıdır…
***
Maltepe Cezaevinden gönderilen ayraçlardan birinde de şöyle bir özdeyiş yeralıyor:
Adalet için en büyük talihsizlik, devletin zalimliğidir.”
Zulmün çaresinin ne olduğunu artık biliyoruz…
Sevgili dostlar, kardeşlerim, yürekdaşlarım…
Adalete, hukuka, demokrasiye inancımızı yitirmeksizin, içeride ya da dışarıda, bu zulmü elbirliğiyle yıkacağız…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/140913


Yarın, Pazar Dergimizdeki yazım:Şiir ve Sinema.

Yarın Saat 20.15’te Haluk Çetin’le Foça Beşkapılar kalesindeyiz.

7 Eylül 2013 Cumartesi

ACI VE UTANÇ GÜNLERİ



     12 Eylül 1980 sonrasında çok büyük acılar yaşandı.
     Bu acılardan bu ülkenin namuslu insanlarının hemen hepsi payına düşeni aldı.
    Fakat utanç duyulması için neden yoktu.
    Zalim zaten utanç duymaz.
    Bizler ise onurlu bir savaşımın bir parçasıydık. Payımıza düşen acıyı yaşarken bu savaşımın içinde olmanın onurunu da  duyumsamaktaydık.
     Bu gün ise bu ülkede yaşıyor olmaktan sadece acı değil, aynı zamanda utanç duyuyoruz.    
    Çünkü kötülüğün, zulmün yanı sıra, yalan, ikiyüzlülük,  yöneticilerden başlayarak utanç duygusundan yoksunluk   ve belki hepsinden daha  irkiltici olarak aydın ihaneti  hiçbir zaman bu kadar açık seçik, bu kadar pervasız, bu kadar utanç verici olmamıştı.
     Onurlu bir savaşımın bir parçası olarak acıyı yaşamak   insanı yüceltir.
      Fakat acının yanı sıra yozlaşmanın yaygınlaştığı bir toplumda yaşıyorsanız, kendinize olan saygınızı yitirmemek için bile çaba harcamanız gerekir…

                ***                                  ***                         ***

           Yaşanan acıların baş sorumlularının  birbiri  ardına söylediği yalanlar, insanı onlar adına bile utandırıyor.
          Bu yalanlar karşısında suskun kalan, onun da ötesinde yalanı destekleyen, yalancıyı pohpohlayan dalkavuklar kalabalığı, padişahlık zamanlarında bile
görülmemiştir.
           Gerçekliğin yerini yalanın aldığı  bir toplum,  en utanılası, en alçalmış  toplumdur.
            Yalana karşı savaşım acımasızlığa karşı savaşımdan çoğu kez daha güçtür.
           Yalan her an değişen yüzü ve söylemiyle, toplumu şaşırtır, yanıltır, tuzağa düşürür, kendisi gibi kaypaklaştırır…
          Günümüz Türkiye’sinde zulüm ve yalan bir arada egemenliğini sürdürüyor.

                    ***                            ***                          ***
      Seçkin bir gazetecinin 34 yıl, bir ötekinin “müebbet” hapse mahkûm edildiği bir ülkede yaşıyorsunuz.
           Bir başka seçkin gazeteci  ağır hapis cezasına mahkûm edilmiş, her an tutuklanıp ceza evine konulma tehdidiyle karşı karşıya…
            Hapishaneler saygın öğretim üyeleriyle, belli bir yaşta ve ciddi sağlık sorunları olan  aydınlarla, siyasi parti yöneticileriyle, ülkeye onurla hizmet etmiş generallerle, kurmay subaylarla dolup taşmada…
          F Tipi denilen cezaevlerinden birbiri ardına gelen mektuplardan, kimileri yıllardır bu zindanlarda ölüme terk edilmiş, çoğu gepgenç insanların çığlıkları yükseliyor.
           Bu mektupların her birinden ayrı ayrı söz etmek istesem de, hangisinden başlayacağımı bilemiyorum.
            Bunlardan bir çoğunda, kimileri şu günlerde serbest bırakılsa da  çoğu hâlâ zindanda, ölümcül  hastalıkların pençesindeki tutuklu ya da mahk^m genç insanların  durumu anlatılıyor, serbest bırakılmaları için destek aranıyor…
        F Tipi Cezaevleri bu günkü siyasal yönetimin öncekilerden  devraldığı en korkunç bir mirastır ve bu yönetim bu mirası en büyük acımasızlık ve yasa tanımazlıkla kullanıyor…
        AKP’den kurtulduğumuzda, F Tipi canavarlığına da kesinlikle son verilmesi, acılardan ve utançtan kurtulmanın ön koşullarından biridir…

                    ***                                                  ***                             ***

      Acı ve utanç günlerini elbirliğiyle aşmalıyız.
      Bunun tek yolu, aydınlanmadan yana güçlerin birlikteliğidir.
      Gezi  direnişinin yükselttiği aydınlanma ateşi  bu yolu aydınlatıyor…
      
      
      
      
      
       _______________________________________________________________
BERKİN’E DESTEK-Polisin hedef gözeterek vurduğu 13 yaşındaki Berkin Elvan,aylardır bilinci kapalı olarak Okmeydanı Hastanesinde yatıyor.Devlet suçlu polis memurunu saptamalıdır. 9 Eylül Pazartesi sabahı 10.00’da hastane önünde başlayacak destek yürüyüşü 12.00’de Çağlayan Adliyesi önündeki adalet çağrısıyla sona erecek..Katılım adalet isteyen bütün yurttaşlara açıktır.







07.09.13-Cumartesi Yazıları-A.Behramoğlu

1 Eylül 2013 Pazar

BİR MERMER İŞLİĞİNDEN NOTLAR



Tutsak Taş


Bir mermer işliğinde gördüm
Tutsak taşı
Apak bedeni kesilip biçilirken

Öyküsünü öğrendim sonra
Dürtülüp uyandırılışını
Derin ve sonsuz uykusundan

Çıkarılışını
Toprak yuvasından
Kanatılarak

Şimdi bir mermer işliğinde
Yatıyordu kıpırtısız
Aynı teslim olmuşluk
Aynı savunmasızlıkla



Tutsak Halk


Keskilerle, bıçaklarla,hızarlarla
Mermeri kesip işleyen
İşçileri gördüm
Bir pencere camının arkasından


Ve o işçiler ansızın
Kesip biçtikleri taşın
Benzeri gibi göründüler bana
Sanki aynı mayadan
Aynı hamurdandılar
Aynı işkence teknesinde yoğrulan


Daha yakınlarına gittiğimde
Bakışlarımızla bile
Dokunamadık birbirimize
Yaşamın ötesinde
Bir bilim- kurgu filminde gibiydiler

İki ayrı dünyanın
İnsanlarıydık sanki
Çalışırlarken kimileri
Toz duman içinde
Kimileri bir düşte gibi
Yanımdan geçerlerken…



Mermere ve İnsana Ağıt


Şimdi inip çıktığımda
Mermer basamaklardan
Yemek yer, ya da çalışırken
Bir mermer masada
Dokunurken apak ve soğuk
Bedenine bir mermer yontunun;
Dokunur gibiyim tutsak taşın
Yaralı tenine,
Ve kanına
Tutsak bir halkın…



2012/12.08.2013