31 Ağustos 2016 Çarşamba

NEDEN PAZARTESİ NOTLARI ?


Cumartesi Yazıları’ndan Pazartesi Notları’na geçi- şimin nedenlerini okurlarımla paylaşmalıyım. Başlıca neden, görsel medyadaki günlük gazete ve bu arada köşe yazısı değerlendirmelerinde hafta sonlarının nedense atlanmakta oluşudur. Bir başka neden yenilikleri, başlangıçları sevmemdir. “Cumartesi Yazıları” başlıklı kö- şemdeki ilk yazımın yayınlanma tarihi 4 Mart 1995 olduğuna göre, o günlerden bu günlere birkaç ay fazlasıyla yirmi bir yıl geçmiş oluyor… Pazartesi Notları’nın ne kadar süreceğini kuşkusuz ki bilemem… Fakat bu başlığın ve bu günün bana daha farklı yazma olanakları sağlayacağını da duyumsuyorum… Haftanın ilk günü geride kalan haftanın bir dökümünü yapma olanağı sağlarken yeni haftayı de- ğerlendirme bakımından da güncelliğe daha yakın olmanın canlılı- ğını kazandırabilecektir… Cumartesi Yazılarıma alışkın okurlarımın bu değişikliği anlayışla karşılamalarını, beni okumayı sürdürmelerini diliyorum…
Cumartesi günü bu yıl belediyece ilki düzenlenen Merzifon Kitap Fuarı’ndaydım… Geniş, ferah, aydınlık bir alanda gerçekleştirilen fuarda, kendi adıma okur ilgisinden çok mutluyum… Belediye Başkanı Alp Kargı’yla ve çalışma arkadaşlarıyla söyleşilerimizde fuarın bundan böyle de devam edeceğini öğrendiğimde ayrıca sevindim. Silahlı saldırı sonrasındaki ilk ziyaret yeri olan Merzifon’da ayağı- nın tozuyla kitap fuarındaki stantları gezen Sayın Kılıçdaroğlu’yla kucaklaşmak ve geçmiş olsun dileklerimi yüz yüze iletebilmek ayrı- ca güzeldi… İç Anadolu beni her zaman heyecanlandırmıştır… Yanındaki yöresindeki hemen her yeri sayısız kez görmüş olmama karşın yolumun ilk kez düştü- ğü Merzifon’a ilişkin izlenimlerimi ayrıca yazacağım…
Fuar ziyaretçileri arasında Merzifon’un genç kaymakamı ve emniyet müdürü de vardı. Ayaküstü söyleşimizde zihnimi kurcalayan soruyu emniyet müdürüne yönelttim: Son zamanlardaki saldırıların emniyet müdürlüklerine, polis karakollarına yöneltildiği bilinmesine karşın, Cizre’deki facia nasıl önlenememişti? Böylece de o günün gazetelerinde sonradan gördüğüm bilgiyi edinmiş oldum: Bomba yüklü araç emniyet müdürlüğünün elli metre uzağında, epeyce uzak bir noktada patlatılmış, fakat buna karşın bunca ölüme ve yaralanmaya yol açabilmişti… …Bu bombaların nasıl imal edildiğini öğrendiğimde ise, bilenler bilgisizliğimi bağışlasın, şaşkınlığımı gizleyemedim . Bildiğimiz “gübre”den imal ediliyormuş. “…
Son günlerin benim için yanıt bekleyen sorularla dolu bir konusu da “Cerablus Operasyonu” oldu…Uzman arkadaşlarımız yazdılar, yazmaktalar. Ben yine de sorularımı sıralayayım: ABD bölgede bir Kürt egemenliği istiyorsa bu operasyonu niye desteklesin? Rusya’nın bu konuda ikircimli tutumunu nasıl okuyacağız? Suriye yönetiminin bilgisi ve izni olmadan böyle bir operasyonun yapılmasını uluslararası hukuka aykırı olduğunu söyleyen İran haksız mı? Türkiye yeniden Esadlaşan Esad’la mı, Özgür Suriye Ordusu denilen Esad yönetimi karşıtı güç- lerle mi işbirliği içinde? Kafa karıştırıcı, yanıt bekleyen sorulardan bazıları… Fakat asıl sorun, besbelli ki, cihatçı, şeriatçı, saldırgan, baştan sona yanlış politikalarla ülkemizi en başından Ortadoğu cehenneminin bir parçasına dönüştüren bugünkü siyasal iktidardır… Ve bu iktidara hâlâ toz kondurmamakta ayak direyen, küçümsenemeyecek sayıda insanımızın bilinçsiz, inatçı, görmez ve işitmez suskunluğudur…
Yeni bir haftaya başlarken, bu ilk Pazartesi Notları’nı, güzel bir haberle sonlandırayım: İzmir-Karşıyaka Belediyesi, 1-3 Eylül’de bizden ve başka ülkelerden yaklaşık yirmi şairin ve değerli müzisyenlerin katılımıyla, “Şiir ile Barış” başlığı ile, Akdenizli Şairler Şöleni’ni gerçekleştiriyor… Her şeye karşın barış umudunu dipdiri tutmak için…

Pazartesi Notları/290816


13 Ağustos 2016 Cumartesi

CEZAEVİNDEN BİR MEKTUP | Ataol Behramoğlu | 130816


Demokrasimiz”i, “ulusal birliğimiz”i alanlarda coşkuyla kutlamayı sürdürmekteyken cezaevlerinden de mektuplar gelmeye devam ediyor.
Bunlardan biri, Bakırköy “Kadın Kapalı Hapishane”sinden yazan Tüğçenur Özbay’ın mektubu, beni özellikle duygulandırdı, düşündürdü…
Demokrasimizin de, ulusal birliğimizin de nasıl yalanlarla örtülü olduğunu; bu kandırıcı, parıltılı sözlerin altında ne acılar, ne zulümler, ; ne iki yüzlü, insanlık dışı baskılar olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bu mektubu özetlemek, bazı bölümlerini sizlerle paylaşmak istedim…
***
Tuğçenur mektubuna “Bakırköy hapishanesinden devrimci bir özgür tutsak olarak,DHKP-C dava tutsağı olarak yazıyorum” cümlesiyle başlıyor…
Ardından “tecrit”in “bir kısmı”nı anlattığı paragraf geliyor: “Tecrit demek, dışarıyı bir avuç gökyüzüne sığdırmak demek, camdan baktığınızda gece gündüz sizi gözetleyen bir kamerayla göz göze gelmek demek, dışarının sesini haftada bir duymak demek…”
Bu satırları okurken, F tipi denilen cehennem hücreleri tasarısına karşı sanat insanları olarak nasıl elbirliğiyle savaşım verdiğimizi, bütün çabalarımızın “hayata dönüş operasyonu” denilen acımasız bir uygulamayla nasıl yerle bir edildiğini anımsıyorum.
Tuğçe Özbay ve büyük çoğunluğuyla bu genç, yaşam dolu insanlar, yaşamlarını ölüm hücrelerinde sürdürmek için acaba ne gibi suçlar işlediler?
Bu soruyu sözünü ettiğim günlerde İstanbul Yargıçlar Evinde dönemin Adalet Bakanı ve Cezaevlerinin yüksek düzey yöneticileriyle gazeteciler arasında düzenlenen toplantıda Bakana ve yetkililere de yöneltmiştim.
Sorum şuydu: Şu anda cezaevlerinde bulunan siyasi mahkûmların kaç tanesi cinayet hükümlüsüdür.
Bakan ve öteki ilgililer bir süre bakışıp söyleşmiş, sonra da bu konuda ellerinde bir bilgi bulunmadığını söylemişlerdi…
Cinayet işlemiş kişi bile cezaevinde en asgari insan haklarından yararlanmak hakkına sahiptir.
Büyük çoğunluğu örgüt üyeliği vb. suçlamalarla yargılanıp ağır hapis cezalarına mahkûm edilmiş gençlerin hücrelerde ömür boyu çürümeye, çıldırmaya ,yok olmaya terk edildiği bir ülkede demokrasinin, özgürlüğün, insan haklarının kırıntısından söz edilemez.
***
Tuğçenur Özbay’ın mektubunun konusu, kendilerine zaten kayıtlı olarak verilen kitapların yeniden kayıt edileceği bahanesiyle sınırlanması, ellerinden alınması; çocuk kitapları için böyle bir sınırlama olmadığı halde “atipik otizmli 4 yaşındaki Poyraz Ali”ye gelen kitapların da bu sınırlama kapsamına alınmış olması…
Gelin birlikte düşünelim…” diye başladığı bir cümlenin ardından sözlerini şöyle sürdürüyor Tuğçenur:
Bir kutunun içi,tepenizde kamera,haftada bir 10 dakika(görüşme)…Kitaplarınız elinizden alınınca ne hissedersiniz ya da hatta gerçekleri anlatmak için kullandığınız kâğıt- kaleminiz?(........) Okumak bir martının uçma hakkı kadar doğal bir haktır, hele ki biz tutsak devrimciler kitaplarımıza yönelen tek bir saldırıyı kişiliğimize, onurumuza yönelik görürüz”…
***
Tuğçenur belli ki bir edebiyat, şiir tutkunu….Dört sayfalık mektubunun sayfalarından birine benim “Yıkılma Sakın”dan bir bölüm almış… Mektup zarfının üzerinde ise “Bir Gün Mutlaka”dan, “Hapishanede Bir Sabah Türküsü”nden renkli kalemlerle yazılmış dizeler…
Sevgili Tuğçenur Özbay ve arkadaşları! Bu ülkede ve dünyada da daha âdil,insana daha yaraşır bir yaşam için savaşımlarda çok acılar yaşandı, yaşanmakta ve yaşanacak….
Ben nefes alıp verebildiğim sürece şiirlerimle ve yazılarımla böyle bir yaşam için savaşım verenlerden biri ve onların sözcüsü olmayı sürdüreceğim…
Ben de sizlere Deniz’leri düşünerek yazılmış çok bilinen bir başka şiirimle sesleneyim….
Cellat uyandı yatağında bir gece
Tanrım”dedi, “bu ne zor bilmece:
Öldükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe…”


Okurlarımdan iki hafta izin istiyorum. İki hafta sonra bir olasılıkla hafta içi bir günde buluşmak üzere… 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

NE OLACAK, NE OLABİLİR,NE OLMALI?


   15 Temmuz sonrasında karşılaştığım okurlar, tanıdıklar, arkadaşlar, genellikle öncekinden de daha karamsar bir yüz ifadesi  ve ses tonuyla soruyorlar: Ne olacak, ne olacağız?
  Bu gibi sorulara somut yanıtlar verebilmek mümkün değil. Ben de genellikle, iyimser mizacımın da sonucu olarak, merak etmeyin, daha kötü olmayacak, daha iyi olacak türünden karşılıklar veriyorum…
  Gerçekten de, ne olacak? Siyasetin, ekonominin, küresel ilişkilerin; kendi insanımızın sınıfsal ve kişisel özelliklerinin, beklentilerinin , bütün bunların ve daha pek çok olgunun irdelenmesini gerektiren  bir analiz yapabilecek yetenekte ve birikimde görmüyorum kendimi…
 Bu nedenle de, verdiğim yanıtlar, karamsarlık bulutlarını dağıtmaya yönelik sözlerle sınırlı kalıyor.
 Fakat, ne olabilir, ondan da daha çok ne olmalı sorularını bir ölçüde de olsa yanıtlayabileceğimi düşünüyorum…
Bu yazının sınırları ölçüsünde kendime muhatap olarak da siyasal partileri seçiyorum…
                                                     ***
İlk muhatabım AKP ve yöneticileri olacak.
Recep Tayyip Erdoğan’dan şimdiye kadar hiçbir şey istemedim ve iyi bir şey yapmasını hiçbir zaman beklemedim…
Fakat şimdi  ona ,AKP’nin tüm yönetici ve milletvekillerine ve kuşkusuz seçmenlerine ülkemiz bakımından yaşamsal önemde olduğundan kuşku duymadığım isteğimi iletiyorum: Başkanlık hevesinden vazgeçin. Parlamenter demokrasiye kıymayın. Kişiler gelip geçicidir. Kalıcı olan ülkedir. Tayyip Erdoğan başkan da olsa  bu gün yaptıklarından farklı bir şey yapmayacak, sonrasında ise ülkemiz daha da büyük kaoslara sürüklenecek, yeniden parlamenter sisteme dönüş için büyük çabalar harcanacak, acılar çekilecek, siyaset ve sonuçta da ülke felç olacaktır. Ondan ve  AKP yönetici ve milletvekillerinden, kendilerinin de sonsuzca lanetlenmelerine yol açacağından  kuşku duymadığım bu hevesten vazgeçmelerini istiyorum ve bekliyorum…
                                                      ***
İkinci muhatabım CHP ve yöneticileriyle birlikte bu partiyi her yönden eleştirenler, çekiştirenlerdir.
CHP bir sınıf partisi değil kitle partisidir. Fakat aynı zamanda bir ideoloji partisidir.
Bu ideoloji, her sınıftan ve toplumsal kesimden, her inanıştan insanımızı birleştirebilecek olan “aydınlanma” düşüncesidir. CHP’nin asla  ve bir milim ödün vermemesi gereken, bu ideolojidir. Şablonlaştırmadan, kalıplaştırmadan, topluma kazandırılması gereken temel değer budur. Bunu bu gün kitlesel olarak başarabilecek biricik siyasal örgüt de Cumhuriyet Halk Partisidir.  Aydınlanma düşüncesi çevresinde, işçisiyle, köylüsüyle, esnafıyla, küçük ya da büyük işvereniyle, dindarıyla, herhangi bir dinsel inanışla ilgisi bulunmayanıyla, toplumun bütün kesimleri bir araya getirilebilir.  İnsanlık değerlerini tümüyle yitirmemiş herkesle diyalog kurulabilir. En büyük ölçüde inandırıcılık  kazanılabilir…  . CHP’den beklentimiz, onun şu ya da bu toplumsal sınıfın  partisi olması değil; yoksul, dar gelirli, orta tabaka insanımızın sorunlarının çözümlerine  kuşkusuz öncelik tanıyarak toplumda aydınlanma düşüncesinin yaygınlaşmasını ve güçlenmesini sağlayacak büyük  ve çok yönlü bir eğitim seferberliğine girişmesidir.
                                                                    ***
MHP’yi bugünkü görünümüyle kayıp bir siyasal parti olarak görüyorum.
Bugünkü çizgide ısrar, bu partiyi her an biraz daha iktidar partisinin kapıkuluna dönüştürmektedir..
Seçmenleri arasındaki gerçek ve samimi yurtseverlerin, halk insanlarının, küçük esnafın, kısa sürede bir yönetim değişikliği olmazsa , kendilerine başka bir parti aramalarının zamanı gelmiştir ve geçmektedir.
                                                                  ***
Kitlesel parti niteliğine sahip öteki iki siyasal parti HDP ve Vatan Partisidir.
HDP, PK ile her anlamda ilişkisine kesin olarak son vermeli ve bunu yaptığına toplumu inandırabilmelidir.
Bunu başarabildiği ölçüde, CHP ile  güçlü bir cephe oluşturabilir.
Başaramazsa siyaset sahnesinden silinmesi kaçınılmazdır.
Vatan Partisini ise 1960’ların Türkiye İşçi Partisi olabilme   potansiyellerine  sahip bir siyasal örgüt olarak görüyorum.

 Fakat solda ayrımcı dilinden, keskin ulusalcı  söylemden, değişmez liderlik görünümünden kurtulması koşuluyla…