29 Kasım 2019 Cuma

Raperin isyan demekmiş...

Hapishane mektuplarına ne yazık ki alışığım. Gazeteye bir iki hafta uğramadığımda posta kutusu bunlarla dolup taşar. Olağan yazılı haberleşmelerimiz artık elektronik posta yoluyla olduğundan, posta kutusundaki mektup zarflarının hemen hepsi hapishanelerden gelen siyasal tutuklu ya da mahkûm mektupları demektir. Bu mektupları elden geldiğince okuyup yanıtsız bırakmamaya, kimilerinde dile getirilen sorunları yine elden geldiğince gazetedeki köşemde duyurmaya çalışıyorum.

Bu mektuplar arasında genç kızlardan, kadınlardan gelenler önemli yer tutuyor. Kadın ve hapishane sözcüklerini bir arada düşünmeye hiçbir zaman alışamadım. Aslında bütünüyle insan ve hapishane sözcükleri birbirine yakışmıyor. Fakat benim gözümde kadın, hangi yaşta olursa olsun, zarif, ince bir yaratıktır. Daha çok korunmalı, dokunulmazlığı daha çok olmalıdır.

Bence bir insan toplumunun niteliksel üstünlüğü, kadına gösterilen saygı ve özenle doğru orantılıdır. Bu söylediklerimden kadını korunmaya muhtaç, zayıf bir insan kişiliği olarak gördüğüm anlamı çıkmamalı. Tam tersine... Birkaç ay önce yine hapishane adresinden gelen bir kadın mektubu ötekilerden farklıydı. “Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi”nden yazan Dilek Demir, siyasal değil “adli” bir suçlama olayı nedeniyle cezaevindeydi. Önce biraz şaşırdığımı gizleyemem. Çünkü “adli” suçlamalarla cezaevlerindeki kadınlar, toplumsal bakımdan genellikle daha alt kademe mensuplarıdır. Bir cinayete karışmakla suçlanan Dilek Demir ise, mesleği öğretmenlik olan bir aydındı. Fakat söz konusu mektupta anlatılanların ve Dilek Demir’in kişiliğinin ayrıntılarına indikçe şaşkınlığımın yerini büyük bir üzüntü aldı.

SEÇKİN BİR SANATÇIYDI
Dilek Demir, Raperin takma adıyla Kürtçe halk türküleri söyleyen bir müzisyen, seçkin bir sanatçıydı.  Bunlardan “YouTube”da  bulabildiklerim, sözleriyle de, ezgileriyle de, duyguyla, yaşama sevgisiyle, özgürlük tutkusuyla dolu türkülerdi. “Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu”ndaki kişi, öğretmenliğinin yanı sıra, ender ve seçkin sanatçı yeteneğine sahip bir genç kadındı. Bu mektuptaki birkaç şiirini, ilk mektubuna yanıtımdan ve gönderdiğim kitaplardan sonra Raperin’in yanıt da beklemeksizin birbiri ardına gönderdiği mektupları ve bu mektuplardaki şiirleri izledi...

Raperin, Kürtçe isyan, başkaldırı demekmiş. Kürt (Diyarbakır) kökenli Dilek Demir bir Ege çocuğu. Kürtçeyi sonradan öğrenmiş. Şiirlerini doğal olarak anadili ya da baskın anadili (eğitim dili) olan Türkçeyle yazıyor. Bunlar şiir bilgisi ve sezgisi olan bir yeteneğin yazabileceği, omurgası sağlam şiirler. Ahmed Arif, onu tanısa gözlerinden öperdi. Çünkü bu şiirlerde öncelikle ve özellikle Ahmed Arif sesini duyumsadım. Şiir dünyası ise kendi yaşamına özgü sevgiler, sevinçler, özlemler, kahırlar, beklentiler ve takma adındaki gibi isyanlarla örülmüş.

APAÇIK TUZAK
Suçlama konusu, olay ve davanın seyrine ilişkin hukuksal süreç bu yazının konusu dışında kalıyor. Fakat kısaca söyleyecek olursam, arayışlar içinde bir genç kadının, bir sanatçının düşürülmüş olduğu tuzak apaçık görülebiliyor. Ortada, biri Dilek Demir olan iki kadınla, duyguları ve beklentileriyle oynayarak onları tuzağa düşürmenin bedelini canıyla ödemek durumunda kalan biri var. Davaya bakan yargı mensupları ve Dilek Demir’in savunma avukatlarının, konuya sadece yasa sınırlarının dar çerçeveleri içinde değil; çeşitli toplumsal, kişisel, psikolojik etmenlerin karmaşık ve birbirleriyle ilişkili etkileriyle bir arada bakabilmelerini dilerim.

34 YAŞ ŞİİRİNDEN
Çocuktum iğde kokardı ay doğarken rüyalar Bozkırlarda nilüfer yeşerirdi Heybemde, türkülerden duyduğum turnalar Kafesinde salınırdı dedemin kekliği (...)

Okur mektuplarından

Bu hafta, yazılarımla ilgili olarak aldığım bazı okur mektuplarından bölümler paylaşmak istedim. İlgilerinden ötürü kendilerine teşekkür ederim.

“İstasyon binaları ne olacak?” başlıklı yazımda değindiğim ve izlemeyi sürdüreceğim konudan yola çıkan sayın Mehmet Durmuşoğlu, Marmaray hattı istasyonlarında kapalı alan bulunmayışından yakınıyor. Dört yanı açık bu istasyonlarda sıcak yaz aylarında bile beklemenin zorluklarından söz eden okurum; fırtınalı, karlı, yağmurlu kış aylarında insanların perişan olacağını belirterek ilgilileri uyarıyor. Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü’ne bir dilekçeyle başvuran okurum kendisine bir izleme numarası verildiğini, ancak şimdiye kadar bir yanıt gelmediğini, herhangi bir iyileştirme çabasının da görülmediğini bildiriyor. Böylece biz de konuyla ilgilileri uyarmış olalım.

Foça’dan değerli dostum, emekli tarih öğretmeni Sayın Recep Bozkurt, aynı konudaki mektubunda, memleketi Eğirdir’in garının, “bu toprakları vatan yapan” bu yapılardan birinin harap olup gitmekte olduğundan acıyla yakınıyor. Sayın Bozkurt mektubuna, Eğirdir konulu kitabına bu tarihi gar hakkındaki yazısını da eklemiş.

Değerli tarih öğretmeni dostumun belirttiği gibi, topraklara vatan değeri kazandıran öğelerin başlıcalarından biri de o topraklarda yaşanmış olayların tanığı olmuş yapılardır.

Paradan başka değer tanımayan bir anlayışa ve ne yazık ki böyle bir anlayışla yetiştirilmiş kuşaklara bunu anlatmak güçtür.

Sorun eskiyi savunmak değil tarihi ve mimari değer taşıyan yapıları koruyarak şimdiki zaman duygusunu geçmişle bütünleştirmektir.

Konunun en yaşamsal örneklerinden biri, Haydarpaşa Garı’nın başına gelenler, daha doğrusu getirilmek istenenlerdir.

Vatan kimsenin oyuncağı değildir.

Haydarpaşa, gar olarak yapılmıştır ve öyle de kalacaktır. Başka heveslere asla, kesinlikle izin verilemez, verilmeyecektir, vermeyeceğiz.

“İrdeleyen akıl” başlıklı yazımla ilgili mektubunda Sayın Mehmet Yalçın, “akıl” kavramının (benim yazımda ileri sürdüğüm görüşten farklı olarak) “bilgi”yle değil, “insan türü”yle ilgili olduğunu; yani sonradan edinilmiş değil, insan türünü belirleyen ve doğuştan gelen bir yeti olduğunu ileri sürüyor. “Descartes’ın usçuluk devriminin bu temel yaklaşıma dayandığını” belirten Sayın Yalçın, onu izleyen düşünürlerce de insan ile hayvan arasındaki temel ayrımın us ve içgüdü ayrımı olduğunu vurguluyor. Akademisyen ya da amatör felsefe meraklısı okurlarımla birlikte tartışabiliriz düşüncesi ile Sayın Yalçın’ın devamla ileri sürdüğü (sağlam bir düşünce örgüsünün ürünü olduğu besbelli) aşağıdaki görüşlerini aynen alıyorum...

“İleri sayrılık durumları dışında, ‘aptal’ diye nitelenen insanlar, temel insanlık yetisi olan akıldan yoksun değildir. Tersi de doğru: Bilgili insanların akılca onlardan daha üstün olduğu söylenemez. Aynı aklı daha iyi kullanma becerileri, onlarda doğal bir ayrım yaratmaz. Sergiledikleri davranışlar, insandan insana değişebilen birer ‘edim’dir, ‘performans’tır.”

Okurlarımın ve gazete yönetiminin anlayışla karşılayacağı umuduyla, kitap çalışmalarıma daha fazla yoğunlaşabilmek için köşe yazılarıma bir süre ara veriyorum.

İstasyon binaları ne olacak?

Haydarpaşa Garı’nın İstanbul’un yaşamından gaddarca çıkarılmasından sonra İstanbul’a Ankara’dan ve Anadolu içlerinden gelen trenlerin son durağı Pendik olmuş, bu nedenle de Pendik sonrasındaki istasyon binaları kaderlerine terk edilmişti.

Bundan önce bu binalardan benim en çok kullandığım ve tanıdığım Bostancı Garı’ydı.

Doğrusunu söylemek gerekirse şu günlerde Beşiktaş’tan Bostancı’ya taşınıncaya kadar da, bu binaların ne olduğu, ne olabileceği konusunda da bir şey düşünmemiştim.

Hızlı trenin ve Marmaray’ın, Pendik’in ötesine geçmesiyle gar binaları yeniden yaşamlarımıza katıldı, fakat bu kez işlevsiz olarak.

Bostancı’da küçük bir yeraltı geçidinden geçilerek perona ulaşılıyor. Suadiye, Erenköy, Feneryolu, Göztepe, Kızıltoprak istasyonlarında olan da sanırım aynı şey.

Gar binaları işlevsiz.

Tel örgüden barikatların arkasında hüzün veren bir görünümleri var.

Böylece bu binalarının kaderleri, gelecekleri konusunda ansızın bir kaygı duydum ve küçük bir araştırma yapıp zihnimde zaten beliren önerimi yazıya dökmeye karar verdim.

Konuya ilişkin olarak internette gezinirken Prof. Dr. Gülşen Özaydın ve Arş.Gör. Saadet Tuğçe Tezer’in “İstasyon Binalarının Kentteki Anlamı Üzerine Düşünceler” başlıklı çalışmasıyla karşılaşarak mutlu oldum.

Sayın Özaydın ve Sayın Tezer, internete 5 Ağustos 2014’te konulan yazıda, Bostancı’dan Kızıltoprak’a kadar istasyon binalarının tarihçeleri, mimari özellikleri ve bulundukları yerleşim yerleri konusunda aydınlatıcı bilgiler veriyorlar.

Buna göre bu binaların yapım tarihlerinin 1910 olduğu anlaşılıyor.

Bir yerde, yanlış anımsamıyorsam Bostancı istasyon binasının, Haydarpaşa Garı gibi 1872’de Haydarpaşa’yı yapan mimar ya da mimarlarca inşa edildiğini okumuştum. Konuyu sürdüreceğim için gelecek açıklamaları yayımlamak isterim.

Konuyu sürdüreceğim, çünkü sözünü ettiğim yazıda da (P.Nora’dan bir alıntıyla) belirtildiği gibi “Kentlerin kimlikleri, kimliği oluşturan öğelerin sürekliliği ile var olmaktadır. Dolayısıyla kent yaşamımda günümüzle ilgili deneyimler, büyük ölçüde geçmiş hakkında bilinenlerin üzerine oturur ve geleceğe yapılan her türlü aktarımın içinde bir anımsama öğesi yatar. Anımsamanın bireysel olmanın ötesinde toplumsal bir yanı bulunmaktadır. Diğer bir deyişle kente ait hafıza, toplumsal yoldan kurulan zihinsel bir süreçtir. Bu süreçte kente ait bilgiler kolektif hafıza yoluyla anımsanır ve hafıza yerleri ve mekânları üzerinden geleceğe taşınır.”

Değerli araştırmacılara kent belleği konusunda duyarlılıkları ve bugün kaderlerine terk edilmiş gibi durmakla birlikte geleceklerine ilişkin şeytani rant planları yapıldığından kuşku duymadığım bu sevgili binalara dikkat çekmiş oldukları için teşekkür borçluyuz.

Onlar “karar alıcıları kolektif hafızaya karşı duyarlı olmaya davet” ediyorlar...

Ben bir adım daha atarak, bu binaların bulundukları bölgeye ilişkin kent müzelerine dönüştürülmesini öneriyor, etkili olabilecek her kurumu ve kişiyi bu konuda çalışmalar yapmaya, düşünce üretmeye ve olası rant heveslilerine karşı uyanık olmaya davet ediyorum...

Konuyla doğrudan ilgisi olmasa da, yazımı kent belleğiyle ilişkin olarak değerli dostum Prof. Dr. Necat Birinci’nin bir uyarısı ve önerisiyle tamamlamak isterim.

Konuşmalarımızda sayın Birinci, yıkılan AKM’nin yanlış bir yere yapılmış olduğunu, yerine bir yenisinin yapılmasının değil -çünkü uygun bir başka yere de yapılabilir- çevresindeki bazı binaların da yıkılarak o mekânın 19. yüzyılın ortalarına kadar olduğu gibi tekrar “İstanbul’un Seyir Terası” olarak halka açılması gerektiğini belirtiyor...

Dinleyen olur mu bilmem. Fakat bana heyecan verici bir görüş olarak görünüyor.

6 Kasım 2019 Çarşamba

Ispanak

Üç günlük Tataristan yolculuğumda doğumunun 220. yılında Puşkin onuruna düzenlenen toplantılarda konuşmalar yaptım.

Kazan’da Tatarların büyük şairi Abdulla Tukayev’in görkemli müze evini, bir başka önemli Tatar şairi Musa Celil’in mütevazı müze evini gezerek oralarda da konuşmalar yaptım.

Yine Kazan’da, ilk gençliğinde bir süre bu şehirde fırın işçiliği, rıhtım hamallığı yaparak hayatını kazanmaya çalışmış Maksim Gorki adına düzenlenen müzeyi dolaştım.

Tataristan’ın bir başka önemli şehri Yelebuga (yada Alabuga)’da Rus Şiirinin Gümüş Çağı Kitaplığı’nda, bu döneme (20. yüzyıl başları modernist Rus şiirine) ve genel olarak şiire ilişkin, çok ilgili ve çok seçkin bir topluluk önünde konuştum. Bu şehirli ressam İvan Şişkin’in müze-evini gezdim...

Bütün bu gezi ve ziyaretlere ilişkin izlenimlerimi en az iki günlük bir yazıyla ve ilginç fotoğraflarla paylaşacağım sizlerle...

Ülkeye döndüğümde çarşamba yazımın konusunu düşünürken kararsız kaldım...

Son Suriye harekâtının artıları ve eksileri?

Başta Orhan Bursalı’nın 28 Ekim Pazartesi tarihli “Suriye macerası ülkeyi batırdı, sonuç büyük fiyasko” başlıklı mükemmel yazısı olmak üzere bu konuda yazılmış olanlara ne eklenebilir?

Cumhurbaşkanı’nın ABD seyahati, İçişleri Bakanı’nın adlandırmasıyla hapishanelerimizdeki “terörist savaşçılar” (yani IŞİD’liler) nerede yargılanacak, işveren bakanlara kendi iş alanlarında trilyonlarca liralık destek kıyakları vb. konularda yazmayı da canım istemedi...

Derken, ıspanak imdadıma yetişti...

Bitki zehirlenmesi olarak mantardan zehirlenmeyi bilirdik de, gariban ıspanak nereden çıktı?

Yıllarca içinde demir olduğuna inandırılmıştık, sonra bunun doğru olmadığı söylendi.

Çok şükür, henüz yaşam kaybı haberi gelmedi ve dilerim gelmez ama çok sayıda yurttaşımız ıspanak zehirlenmesi tanısıyla tedavi ve gözetim altında.

Sorun nedir, sorumlu kim, bilen yok.

Çernobil faciası sırasında çayın bundan etkilenmediğini kanıtlamak için kameralar önünde çay içen bakan gibi bir pazarcı esnafı da kameralar önünde aynı amaçla çiğ  ıspanak yedi. Tarım Bakanı’ndan da böyle bir jest gelir mi bilemem.

Bu konuda bana en inandırıcı görünen açıklamayı sosyal medyada gördüm. Hakan Aytaş imzalı açıklamada özetle şöyle deniyor: “Bayat ıspanaklara yeşil görünsün ve uzun ömürlü olsun diye tarım ilacının dışında çeşitli kimyasallarla işlemler yapılmış.”

Olabilir mi? Neden olmasın!..

Ülkeye dönüşümdeki haber turunda ilgimi çeken bir başka haber, Adana’daki banka soygunu girişimi oldu...

Çevrede kimse yok. Sanıyorum tatil günü ve gündüz vakti. Elindeki balyozu bir bankanın vitrinine vurmakta olan ufak tefek biri güya camı kırıp içeri girecek ve bankayı soyacak. Derken çevreden birileri gelip engel olmaya çalıyor. Soyguncu bunlara bıçak çekiyor. Bu arada oralardaki bir koruma, adamın üzerine atlayarak onu etkisiz hale getirmek istediğinde soyguncu zaten kendini yere atmış sanki etkisiz hale getirilmeyi bekliyor.

Karakoldaki ifadesinde ailesiyle sorunu olduğunu, kalacak yeri olmadığından hapse girmek için bu işi yaptığını söylemiş...

Hani, şaka gibi diyoruz ya, aynen öyle...

Bilinemeyen bir nedenle otobüsü, duraktaki yolcuların üzerine süren, ardından da dışarı fırlayarak elindeki bıçağı rastgele sallayıp bir kişinin ölümüne ve yaralanmalara yol açtıktan sonra kendini denize atarak, “Polis yok mu, öldürün beni” diye bağıran halk otobüsü şoförü...

Ordu’da her gün yol kenarında durup geçen araçlara el sallayan akıl özürlü Salih’e bunu ıslanmadan yapabilsin diye otobüs durağı benzeri bir yer yaptırılıp üzerine de “Salih’in Yeri” yazılması... Salih’in şimdi hepimize örnek olması gereken mutlu bir gülümsemeyle işini yapmakta oluşu...

İlk bölümü dışında “ıspanak”ta odaklanan bu yazı için okurlarım beni kınamasın.

Bu da bir rahatlama gereksinimi eninde sonunda...

31 Ekim 2019 Perşembe

İRDELEYEN AKIL

       Aziz Nesin bilinen polemikçi üslubuyla, Türk milletinin yüzde şu kadarı akılsızdır dedi…
       Üstelik akılsız yerine daha ağır bir sözcük olan aptal’ı kullanarak  ve önemli bir  yüzdeyle…
       Atatürk ise  Cumhuriyetin 10. yıl söylevinde Türk milletinin zeki olduğunu söylemişti…
        Birbirine taban tabana  karşıt görünen bu iki değerlendirmeden hangisi doğru, ya da doğruya  daha yakındır dersiniz?..
      “Karşıt görünen…”dedim, çünkü akıl ve zekâ kavramları öyle sanıyorum ki aynı şey değil…
        Akıl, bilgiyle ilişkili olmalı…
        Bilgiden yoksun, eksik  bilgili  bir akıllılık, ne ölçüde bu nitelemeyi hak edebilir?..
        Zekâ ise çabuk kavrama becerisi olarak bilgiyle yine ilişkili olsa da,bilgiye tam da bağımlı olmayan bir yetenek olsa gerek…
          Tam bu noktada kurnazlık kavramanın da devreye girmek için sabırsızlandığını görür gibiyim…

                                                             ***
           Başa dönerek devam edelim…
           Aziz Nesin saptamasını  protein eksikliğiyle temellendirmeye çalışmıştı…
           Bir haklılık payı olsa da bütünüyle haklı sayılamayacak bir görüş.
           Eğer bir millete özgü  akıldan söz edilecek olursa, bu aklın yüzlerce belki binlerce yıllık süreçlerde oluştuğunu  düşünmek gerekir.
           Bu bağlamda da hiçbir milletin akıllı ya da akılsız, ya da bir ötekine göre daha akıllı daha akılsız olduğunu ileri sürmek doğru olmaz.
          Olsa olsa tarihsel  süreçlerden, dönemlerden söz edilebilir.
          O dönemlerden sonra da bir milleti o millet yapan(tarihle, coğrafyayla, yaşanmışlıklarla ilişkili) genel özellikler yeniden kendini gösterecektir…
         Milletimizin başka milletlerden daha akıllı ya da daha akılsız olduğu kanısında değilim.
           Bu anlamda eksiğimiz bilgi dağarı(hazinesi) ve düşünme yöntemi konularındadır.
            Bunlara, zaten bu yazının ana fikri olarak  aşağıda değineceğim.
            Zekâ konusunda ise Atatürk’ün düşüncesine katılıyorum.
            Kimi kez kurnazlıkla karışsa ya da  yerine göre suskunlukla  geçiştirilse de, Anadolu insanında, belki başka bir çok milletin insanından farklı bir çabuk kavrama yeteneği olduğu
kanısındayım…

                                                      ***
                Şimdi yukarıdaki paragrafta sözünü  ettiğim bilgi sahibi olma olgusuna ve düşünme yöntemi konularına gelelim…
               Bilgisiz olduğumuz, üstelik sadece yeterli eğitim alamamış sıradan halk insanları olarak değil   büyük çoğunluğumuzla  bilgi yoksulu olduğumuz çok açık…
              Aydınlar olarak kendi uzmanlık alanlarımızda bile çoğu kez en temel bilgilere sahip olmada ciddi eksiklerimiz var….
                 Bu üzüntü verici durumun sayısız nedenlerini anlayıp açıklamaya çalışmak bir yazıyla yapılabilecek şey değil.
              Bütün bir milletçe, doğal ve toplumsal bilimler alanında, büyük, çok büyük bir bilgi edinme seferberliğine gereksinimimiz var…
              Böyle bir seferberlik nasıl ve kimlerce gerçekleştirilecek?..
              Herhalde ve ne yazık ki günümüzde siyasal erki ellerinde tutanlarca değil…
        Çünkü onların görevi ve işlevi, yine ne yazık ki, kuruluşunun 96. yılını kutladığımız Cumhuriyetin ve insanı insan yapan aydınlanma fikrinin ilkelerini, değerlerini tersinden okumak…
              Bilgisizlik gerçeğimizi kabul etmek ve tıpkı Cumhuriyetimizin ilk dönemlerindeki gibi büyük bir bilgi edinme seferberliğine girişmek ise, bütün cumhuriyetçi kuruluşların, tek tek hepimizin omuzlarındaki yurttaş ve insan olma görevidir…

                                                                   ***

      Yazının başlığını  oluşturan “irdeleyen akıl” ya da irdeleyici akıl konusuna gelince…
       Öyle sanıyorum ki yine toplumca, milletçe, en büyük bir eksikliğimiz de bu düşünme yöntemi alanındadır…
        Sıradan halk insanımızı yine bir yana bırakıyorum…
        Aydınlar, üstelik aynı ya da benzer dünya görüşlerini paylaşan aydınlar arasındaki tartışmalara kulak verelim…
       Özeleştiri yoksunluğu, alınganlık, yapıcı olmak bir yana nesnel bile olmayan yıkıcı eleştiri…
       Bütünüyle bakıldığındaysa, irdeleyen, irdeleyici akıl yoksunluğu…
       Bu demektir ki  Cumhuriyetimizin yıldönümlerini hakkıyla kutlamak için  aşılması gereken  uzun bir yol var önümüzde…
     

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/301019

23 Ekim 2019 Çarşamba

Sivil Darbe... (x)


Bizde ''darbe'' sözcüğü ''asker'' i çağrıştırır... Geçen günlerde bir gazeteci arkadaş bir TV programında ''sivil darbe'' deyimini kullandı... Ona göre, DEHAP'ın yargılanma sürecinde olup bitenler AKP'ye karşı bir sivil darbeye benziyordu... Aynı günlerde ''sivil darbe'' sözcükleri benim de zihnimden geçmişti... Fakat bambaşka bir ''bağlam'' da... Bence AKP'nin kendisi bir sivil darbe girişimi içindedir... AKP'nin yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ancak ve sadece ''sivil darbe'' sözcükleriyle nitelenebilir. Tabii, henüz girişim sürecindeki bir sivil darbe...

****
AKP'nin, seçmen sayısının yüzde yirmi beşi, kullanılan oy sayısının yüzde otuz beşiyle TBMM'deki sandalye sayısının yüzde altmış beşini ele geçirdiği belleklerden silinmeyecek kadar çok yinelendi. Bugün yaşanmakta olan sivil darbe girişiminin başlangıç noktası budur. Bir siyasal parti eğer böyle bir oy oranıyla böyle bir sonuca ulaşabilmişse bu kendiliğinden bir sivil darbedir... Şimdi bu parti kendi doğasının gereğini yerine getirmeye çalışıyor... Halk vicdanında, toplumda çoğunluğa sahip olmayan bir siyasal erk parlamentoda mutlak çoğunluğu ele geçirebilmişse, ondan daha başka türlü davranması beklenemez, beklenmemeli... Tersine bir beklenti, eşyanın doğasına aykırı olurdu...
****
Sözü edilen siyasal erk mutlak çoğunluğu hakkıyla elde ederek parlamentoya gelmiş olsaydı bugün ''sivil darbe'' diye adlandırdığımız girişimlerde bulunmaya hak kazanmış olacak mıydı? TBMM'nin açılışında verdiği demokrasi dersinde Cumhurbaşkanı bunu açık seçik yanıtlıyor: ''Sayısal çoğunluk, kamu yararı ve hukuk devleti ilkesiyle sınırlandırılmıştır.'' Demokrasi tanımında artık çocukların bile anlayabileceği bu açık seçik ve yalın gerçeği sadece iktidardaki parti değil, liberal ya da eski solcu birtakım aydınlar bile ne yazık ki yeterince anlamıyor görünmekte...
****
Gerçek anlamda bir sayısal çoğunluk temeline de sahip olmayan bugünkü siyasal erkin sivil darbe girişimlerini tek tek sayıp dökmeye gerek yok... Irak'a asker gönderme konusu ve üniversitelerle çatışma yeterli örneklerdir. Başka arkadaşlarca da yazıldı; bugünkü AKP yönetiminin yarattığı ortam Menderes döneminin bir karikatürüne benziyor. Karikatür, çünkü günümüzdeki sivil dikta heveslilerinin çapı Menderes'in ve dönemindekilerin çok aşağısında... Ama bu dönem, sözü edilen bir öncekinden çok daha tehlikeli... Çünkü aydınlanmanın, ülke bağımsızlığının, Cumhuriyet Türkiyesi'nin en temel değerlerinin karşısında çok daha örgütlü, sinsi ve kurnaz bir güç var...
****
TBMM'nin açılışındaki demokrasi dersinde Cumhurbaşkanı, demokrasiyi ''sayısal çoğunluğa'' indirgeyen ilkel anlayışa karşı çağdaş demokrasi tanımını aşağıdaki saptamalarla da vurguladı: ''Parlamenter sistemlerde egemenlik yalnızca Meclislerin değildir. Cumhurbaşkanı, yargı organları ile özel kurullar da, Anayasa'da belirtilen görev ve yetkileriyle egemenliği kullanırlar.''
Yeni öğretim döneminin açılışında rektörler ve kuvvet komutanları da aynı içerikte konuşmalar yaparak söz konusu sivil darbe girişimlerine karşı Cumhuriyetin temel değerlerinden yana görüşlerini yeterince açıklık ve kararlılıkla dile getirdiler...
Yine de bir şey sanki eksik...
Örgütlü, bilinçli, birleşik halk gücü...
Demokrasinin içeriği eğer memurların, işçilerin, tüm emekçilerin örgütlü, bilinçli, birleşik gücüyle donatılamazsa ya da donatılamadıkça, bu sistem gerçek niteliğine kavuşamadığı gibi sivil darbe heveslilerinin aracı olmaktan kurtulamaz...
04.10.03.

(x) Üst üste seyahat vb.. yorgunlukları yeni bir yazı yazmamı engelledi. Sizinle bu hafta, şu günlerde yeni bir basımı yapılan Sivil Darbe adlı kitabımdaki ilk yazıyı, kitaba adını veren Ekim 2003 tarihli Sivil Darbe başlıklı yazımı paylaşmak istedim. Bir hatırlatma olarak, yazıda sözü edilen Cumhurbaşkanının sayın A.N.Sezer olduğunu belirteyim. AB

17 Ekim 2019 Perşembe

Şiir ve barış

Dünya Şiir Hareketi (İngilizcesiyle World Poetry Movement/WPM) 2011’de Colombia’nın Medellin şehrinde, bu şehrin adını taşıyan uluslararası şiir festivali sırasında, bütün kıtalardan ve pek çok ülkeden, aralarında benim de bulunduğum 37 şair tarafından kuruldu… (https://www.wpm2011.org sitesinden bu hareketin kuruluşu ve o günden bugüne etkinlikleri konusunda bilgi edinilebilir.)
Yine aralarında olduğum on kadar eşgüdüm kurulu üyesi yaklaşık ayda bir, sadece bu amaçla oluşturulmuş bir internet bağlantısı yoluyla yaklaşık -ortak dil İngilizceyle- bir saat kadar söyleşiyor; şiiri (bu demektir ki insanı) ilgilendiren konuları değerlendiriyor, sonuçta da önümüzdeki günlerin ve ayların etkinlik hedeflerini ve programlarını kararlaştırıyoruz. (Bu bilgiler, yukarıda adresini bildirdiğim site yoluyla, sayısını tam bilmesem de, binlere, on binlere belki daha çok sayıda izleyiciye ulaşıyor.
Geçen dönemin en ilginç etkinliklerinden biri “Duvarsız Bir Dünya” hedefine yönelikti. Ülkemizdeki etkinliklerden birinin Gebze-Flormar fabrikasının dikenli tellerle kaplanmış kapı ve duvarları önünde gerçekleştirilmesi, yağmur altındaki bu etkinlikte direnişteki kadın işçilerin de şairlerle birlikte şiirler okumaları unutulmazdı. (Direnişin başarıyla sonuçlanmasında bu etkinliğin de çorbada tuz örneği de olsa katkısı olduğunu düşünüyorum.)
Şiir insanın olduğu her yerdedir. Öyle olmalıdır. İnsanın acıları, sorunları da bitmek bilmiyor. Güzel günler geliyor derken kötüleri de eksik olmuyor. Şu anda ülkemizde yaşanmakta olduğu gibi.
Dünya şairlerinin temsilcileri olarak önümüzdeki kasım-aralık etkinliklerini “Şiir ve Barış” kavramları üzerine planlamışken ülkemiz de yine bir savaşın içinde buldu kendini. Böylece bizler için daha da somutlaştı ve güncelleşti şiir ve barış konusu.
Savaş sözcüğü dilimizde “sav” sözcüğünden türetilmiş olmalı… Sanki savların, farklı görüşlerin karşılaşması, kapışması gibi… Oysa savaş öncelikle silahlı mücadele demektir. Burada konuşan savlar değil silahlardır. Nereden bakılırsa bakılsın, adı ne olursa olsun, savaş kötü bir şeydir. Acıdır. Ölümdür. Kandır. Yok oluştur. Yıkımdır. Vatanı savunmak için girilen savaş bile, haklıdır kuşkusuz, kaçınılmazdır, ama böyledir…

***

Dünya mutlak bir barışa ne zaman kavuşacak, kavuşabilir mi, kavuşabilecek mi?
Bu soruyu herkes kendi mizacına göre yanıtlayacaktır.
Kötümserin yanıtı kuşkusuz hayır olacak, iyimser ne kadar güç olsa da olumlu yanıt vermeye çaba harcayacaktır.
Ben iyimser taraftayım… Ama irdeleyici akılla... Elden geldiğince bilimden destek almaya çalışarak…
Bu konudaki düşüncem de özetle şudur:
İyilik ve kötülük mutlak olgular değil, süreçlerin ürünleridirler…
Fakat insan türünün bugün ulaştığı aşamada, bugün bu kavramlar mutlaklık kazanmıştır.
Örneğin, amaç, gerekçe ne olursa olsun, bir insanın bir başka insanı öldürmesi kötüdür.
En kaçınılmaz, en zorunlu olduğu durumlarda bile.
Böyle bir şeyin olmaması istenir, arzu edilir.
Barışın, dostluğun, iyiliğin olumlu kavramlar olduğunu ise akıl sağlığını yitirmemiş kimse yadsımayacaktır.
Öyleyse kötülük neden sona ermiyor?



***

Bu soruyu da bilim ve sanat (şiir) kendi alanlarından, kendi ölçüleriyle yanıtlayacaktır.
Bilim, kötülüğün çok büyük ölçüde kötü sistemin ürünü olduğunu gösteriyor.
Öyleyse kötülüğün kaynağı olan sistemden (adına ne dersek diyelim) para, hırs, sömürü düzeninden kurtulmak; (ve adına ne dersek diyelim) adil, eşitlikçi, insanlığın ve dünyanın bugününü olduğu kadar geleceğini de düşünüp kollayan bir düzen kurmak gerekiyor.
Bu olabilir mi?
Neden olmasın?
Sanat (şiir) ise insana, mutluluğun gözü doymaz bir tüketme hırsında, sınırsız bencillikte değil, sadelikte, alçakgönüllülükte, çalışkanlıkta, dostlukta, iyilikte, barışta olduğunu duyumsatarak onu hem kendi nefsindeki hem çevresindeki kötülüğe karşı güçlü kılacaktır.
Önümüzdeki iki ayda Dünya Şiir Hareketi ve Türkiye Yazarlar Sendikası öncülüğünde şairler, yazarlar, müzisyenler, tüm sanatçılar barış gösterileri, barışçı etkinlikler için kolları sıvayacağız…

10 Ekim 2019 Perşembe

Hayvan hakları


İçinde bulunduğunuz ekim ayının dördü bütün uygar dünyada hayvanları koruma günü olarak kutlanıyor ya da hayvanlara karşı sorumluluklarımız anımsanıyor.
Bu yıl bizde de sosyal medyada ve geleneksel medyada sanatçıların, siyaset insanlarının hayvanlarla fotoğrafları yayımlandı.
Hayvanlara sevgimiz ve sorumluluklarımız dile getirildi.
Fakat bunlardan başka ne yapıldı, belli değil.
Daha doğrusu belli: Hiçbir şey...
Örneğin hayvanlara karşı işlenen suçlarda hapis cezası getirilmesi konusunda ilgili kanunda yapılması gereken değişikliklere ilişkin somut bir adım atılmış değil.
Bunun gibi hayvan barınakları, hasta ve yardıma muhtaç hayvanların tedavileri ve korunmaları konularında laftan öteye somut bir şeyler yapılmış ya da yapılmakta olduğunu da pek sanmıyorum.

***

1822’de İngiltere’de kurulan Hayvanları Koruma Birliği bu alanda bilinen ilk girişim.
Bizde de 1908’de aynı adla bir dernek kurulmuş.
Bence ülkemizde hayvan hakları konusunda bilinçlenmenin bu ilk adımını önemsemeli, 4 Ekim’lerde o derneği de anımsamalı, anmalıyız.
Hayvan haklarını koruma dernekleri daha sonra Hollanda’nın Lahey kentinde bir araya gelerek Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu’nu oluşturmuşlar.
1931 yılında bu kez Floransa’da toplanan bu kuruluş 4 Ekim tarihini Dünya Hayvanları Koruma Günü ilan etmiş.
15 Ekim 1978’de Paris UNESCO evinde ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi ise bu alanda dünya ölçeğinde atılmış en önemli adımdır.

***

Dünyayı ve ülkemizi ilgilendiren yaşamsal önemde bunca siyasal sorun varken hayvan haklarının tarihçesi ve ayrıntıları hakkında kafa yormamı yadırgayan okurlar olabilecektir belki.
Fakat ben ülkemizde de bu konunun öneminin farkında olanlarımızın çoğaldığını mutlulukla görüyorum. 24.06.2004 tarihinde TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu gerçekten de kapsamlı, ayrıntılı bir yasadır.
Zayıf yanı ise, son zamanlarda tartışıldığına tanık olduğumuz gibi, hayvanlara karşı işlenen en ağır suçların bile para cezalarıyla geçiştirilmiş oluşudur.
Kendi payıma, ben hayvanlara karşı işlenen suçların karşılığının, korunmaya muhtaç insanlara, çocuklara karşı işlenen suçlar için uygulanan cezaların ağırlığında olması gerektiğine inanıyorum.

***

Bu yıl Kırmızı Kedi “Turuncu Kitaplar” dizisinde yayımlanan “Hayvan Hakları” başlıklı kitap, bu alanda öğretici bir el kitabıdır.
Bu küçük, oylumlu, fakat zengin içerikli kitapta, konu felsefi, ahlaki, yasal bütün yönleriyle ele alınıyor.
Hem “insana indirgenmiş” (insanla benzeştirilmiş), hem onun karşıtı olarak “nesne-hayvan” (hayvan-makine) kavramlarının her ikisinin de eleştirildiği kitapta, özetle, “hayvanlara haklar tanımanın aslında insana doğa üzerindeki, hayvanlar da içinde (bence en başında) olmak üzere tüm varlıklar üzerindeki egemenliğini sınırlandırma sorumluluğunu yüklemek” demek olduğu irdelenip derinleştiriliyor...
Konu tam bu noktada böylece hayvan haklarını savunmanın da ötesine geçerek insan dediğimiz bu canlının bütün tarihiyle, şimdisiyle ve böyle giderse onu bekleyen geleceğin ne olabileceğiyle yüzleşmesi olarak daha da yaşamsal bir boyut ve anlam kazanıyor.
Ve yine bu noktada insan olma bilinci bir üstünlük değil sorumluluk, egemen olma değil eşitlik, sömürüp tüketip yok etmek değil, koruyup üretip var etmek bilinci olarak gerçek insan olmaya götürecek yolu işaret ediyor...

3 Ekim 2019 Perşembe

AHRET-AHRETÇİLİK


    
      Çocukluk  ve ergenlik yıllarımın büyük bölümünün geçtiği Çankırı’da biz çocuklar kendi aramızda da ahret sözcüğünü sıklıkla kullanırdık.
      Örneğin kafesteki bir kuşu özgürlüğe salarken söylenen “azap mezet yarın ahirette beni gözet” tekerlemesi aklımda o günlerden kalmıştır…
      “Yarın ahrette…” diye başlayan cümleler de…
       “Yarın ahret…” bu günlerde yapılan kötülüklerin, yanlışların, işlenen günahların hesabının  verileceği yer ve zamandır…
        Özellikle çocuklukta söylenen bu sözler herhangi bir katı dinsel inanışın ürünü değil, saf bir iyilik inancının, günlük yaşam kültürünün ürünleriydiler…
       Sonraki yıllarda iyilik inancı kişiliğimde çocuksu duygusallığın ötesinde-bence onu da içererek- bir dünya görüşü, bir felsefe, uğruna mücadele edilecek bir hedef olarak yerini alırken, ahret(ahiret) dine ilişkin bir  kavram olarak kaldı.
         Bu kavramı bir gerçeklik, hatta başta gelen gerçeklik olarak algılayanlarla(yeri geldiğinde tartışma, bazen şakalaşma dışında ) bir sorunum olmadı. Kişisel olarak kaldığı ölçüde böyle bir sorunun nedeni de olamazdı kuşkusuz. Fakat ahret fikri bir zorlamaya, “ahretçilik”  de bir ideolojiye ve dayatmaya dönüştüğünde hesaplaşmak kaçınılmaz olur…

                                                           ***
“Ahretçilik”le bir kavram olarak ilk kez Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi adlı muhteşem yapıtında karşılaştım.
    Daha öncelerde de bir çok kez yazdığım ve konuşmalarımda dile getirdiğim gibi bu kitap bence Atatürk’ün kişisel(ve Cumhuriyetin genel) felsefesi için eşsiz değerde bir başyapıttır.
      Şu anda elimin  altında olmadığı için söz konusu kavramanın hangi sayfada hangi bağlamda geçtiğini söyleyemiyorum.
        Fakat sanki Latincesi ve kısa bir tarihçesi de veriliyordu.
        Özetle, Ortaçağlar kilise ideolojisinin bir kavramıydı bu.
        Önemli olanın, asıl olanın bu dünyadaki hayat değil ölüm sonrası olduğu…
        Bugün o çağlarda din adına işlenen cürümlere, zulümlere ve dinin siyasal iktidar oluşunun sonuçlarına bakıldığında ahretçiliğin dinsel bir ideoloji değil bu dünyaya ilişkin bir sapma, yalan, korkutma ve sömürü aracı olduğu apaçık görülmekte.

                                                                ***
         Söz konusu kavramla ilişkili olarak internette bir gezinti yaparken Cumhuriyet’in ilk dönem aydınlarından, Kadro dergisi kurucularından Vedat Nedim Tör’ün “Osmanlı Hastalığı” başlıklı bir yazısıyla karşılaştım. Yazar bu hastalığın “aşağılık duygusu”, “sorumluluk korkusu”, “övülme bağımlılığı”, “maymun iştahlılık” gibi arazları arasında “ahretçiliği” de sayarak şunları söylüyor: “ Osmanlı efendisi ve Osmanlı softası  Türk insanının sefalet, mahrumiyet,ıstırap karşısındaki yüksek mukavemet kudretini ahretçilik serabı ile istismar etti. Hayat ahrete götüren bir köprüdür.. Aslolan ölümdür… Dünya yalandır…vb..”
      Tıpkı Suat Sinanoğlu gibi DTCF’den hocamız Mustafa Akdağ’ın da 8 Ocak 1968’de Ulus gazetesinde
“Devrimci Türkiye’de Yeniden Ahretçilik Akımı” başlıklı bir yazısının  yayınlanmış olduğunu gördüm. Bu yazıya da mutlaka ulaşmalıyız…
 
                                                                      ***
             Akdağ Hocanın, tıpkı öteki aydınlanmacı düşünürlerimiz gibi sözünü ettiği  bu akım, yandaşlarından birinin şu sözlerinde özetleniyor
         “İnkârcılar dünyayı ahiret için geçici bir yaşam bölgesi olarak hazırlayan Allah’ın Kuran-ı Kerimdeki uyarılarını dinlememiş olmanın bedelini inanmadıkları ahrette ağır şekilde ödeyeceklerdir.”
                   Şimdi bu tehdide göre, kansere karşı mücadelesinde hayranlık verici bir örnek sergileyen , bu nedenle de  profesör ve yazar titri taşıyan kimilerince “laik dünya görüşüne sahip olduğu”, “yaşamı önemsediği”, “hastalığını sevmediği” için  ölümünden sonra hedef tahtasına oturtulan o canım, o güzelim genç kızımız şimdi de öteki dünyada  sorguya çekilmekte…
          Kavramların böylesine ters yüz edilişi, bu utanmazlık ve bu  vampirce acımasızlık,  akıl ve aydınlanmanın ulaştığı aşamalar düşünülürse,  beyin ve ahlâk çürümesi yarışında  Ortaçağ kilisesini de  Osmanlı softasını da gerilerde bırakmış oluyor…  

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/021019

27 Eylül 2019 Cuma

CUMHURİYET OKUMAK

      Son birkaç zamandır dinletilerde, söyleşilerde, giriş konuşmasını yaparken ya da yeri geldiğini düşündüğümde, izleyicilere “Bugün Cumhuriyet okudunuz mu” diye soruyorum.
        Bazen belki haddim de aşarak “Okuyanlar elini kaldırsın…”diyorum.
       Sağ olsunlar, samimiyetimi bildikleri için olmalı,” Size ne bundan…” diyen olmadı bu güne kadar…
      Fakat aldığım sonuç da hiçbir zaman iç açıcı olmuyor… Üç yüz beş yüz kişilik topluluklarda kalkan eller beşi onu geçmiyor ve bu beni çok üzüyor…Neden mi?  O toplantılarda bu sonuç üzerine yaptığım kısa konuşmalardaki düşüncelerimi sıralayayım şimdi…

                                                                  ***
    Üniversitelerde gençlere yaptığım konuşmaları bu konunun dışında tutuyorum.
     Onların büyük çoğunluğu  sadece gazete değil kitap okumada da bir hayli gerideler.
     Çünkü okuma gıdalarını yazılı-basılı   yayınlardan  değil,   başta cep telefonları olmak üzere dijital ekranlardan alıyorlar, ya da aldıklarını sanıyorlar…
       Onlara okuma alışkanlığı kazandırmak, ulusal ve genel eğitim programlarının başlıca hedefi olmalıdır.
       Bu sadece bir okuma sorunu değil, ülkemizin var oluşuyla, geleceğiyle ilgili  yaşamsal önemde sorunların belki de en başında gelenidir.
                   
                                                              ***
            Yukarıdaki soruyu yönelttiğim topluluklar,  şiirlerimin okuru olmalarına karşın kimileri  farklı  dünya görüşlerinden gençler değil,   çoğunluğuyla aynı görüşleri paylaştığımız, genellikle orta yaş ya da üstü kimselerdir.
          Zaten beni şaşırtan da  Cumhuriyet okurlarının onlar arasındaki azlığıdır.
          Nedenini sorduğumda, aldığım yanıtların başında gazeteyi internetten izlemeleri geliyor.
          Gazeteyi(ve özellikle de Cumhuriyet gibi bir gazeteyi) okumakla onu internetten izlemenin farklı iki şey olduğunu ısrarla anlatıyorum.
           Gazeteyi yanınızda, cebinizde, çantanızda taşıyarak, her fırsatta, her yerde okuma şansızınız vardır.
           Elektronik ekranda bunu her zaman aynı rahatlık ve kolaylıkla yapamazsınız.
            Uzun bir makaleyi gazeteden okuma rahatlığına  onu elektronik ekrandan okurken  sahip olamazsınız.
              Gazetenin sayfalarında dolaşırken kenarda köşede kalmış bir haber önünüzde çok önemli  bir bilgi ufku açabilir.
              Elektronik ekranda  okuduklarınız ister istemez, ilgi duyduğunuz köşe yazarı ya da yazarlarını yazılarıyla sınırlı olacaktır. Haberlerin  ise ancak başlıklarına göz atmakla yetinmek zorunda kalacaksınızdır..
              Bu konuda Cumhuriyet gazetesinin yeri gerçekten özeldir. Çünkü Cumhuriyet sadece ciddi bir yazar gazetesi değil, ciddi bir haber gazetesidir.
              Cumhuriyet gazetesini her gün okumayan herhangi bir kimsenin, Türkiye’nin siyasal ve kültürel gündemini, ciddi, doğru, eksiksiz izleme şansı olacağını düşünemiyorum
         Bu düşüncemi bu gazetenin yazarı olmamda çok, onun sadık bir okuru olarak ısrarla,önemle tekrar ediyorum.
            Sadece iktidarın emir ve komutasındaki gazeteleri değil,ülkenin belli başlı gazetelerinin hepsini Cumhuriyetle birlikte masaya yatırarak birkaç gün  bir haber taraması ve  karşılaştırması yapmak haklılığımı gösterecektir…
              Özetle, Cumhuriyet okumamayı, onu  elektronik ekrandan izliyor olma gerekçesi ya da bir başka gerekçeyle açıklamayı  inandırıcı ve anlamlı bulmuyorum.
                                                                   ***
              Fiyat konusu üzerinde düşünülmeye değer.
              Fakat bu sorunun da büyük ölçüde  baskı adediyle ilgili olduğunu bilmek gerek.
              Satış(dolayısıyla baskı sayısı) arttıkça birim maliyet azalacak, bu da gazete  fiyatına kuşkusuz ki yansıyacaktır.
              Bilinçli okura, yanı sıra da ilerici, yurtsever, demokrat kurumlara Cumhuriyet’in okurunu çoğaltmak, satışını artırmak konusunda ciddi sorumluluk düşmektedir.
             (Bu arada, yeri gelmişken, THY salonlarında ve dış uçuşlarda,boyalı basını üst üste yığan THY kurumunun Cumhuriyeti ve başkaca demokrat gazeteleri buralara almayışını   ayıplıyor ve kınıyorum. Bu öncelikle yolcusuna saygısızlıktır.)

                                                     ***
Eleştiri yapıcı olduğu ölçüde kuşkusuz ki öneli ve gereklidir.
Gazetemizin eleştirilebilecek yanları da vardır, olabilir.
Fakat bu gün Cumhuriyet’in gereksinim duyduğu, eleştiriden çok okur desteğidir.
Bugün Cumhuriyet okuru olmak bence, aydın ve yurtsever olmanın gereği ve sorumluluğudur.

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/230919
           

19 Eylül 2019 Perşembe

YAZMA HEVESİ

            Yazma zorunluluğu olmasa, yayınlanacağını bilsem de her hafta sadece keyif almak ya da düşüncelerimi açıklamak için  bir makale yazar mıydım, sanmıyorum.
            Zorunluluk dediğim şey hem yaptığım şeyin gereği, hem bir sorumluluk, hem de bir disiplin konusudur kuşkusuz.
            Canın yazmak istemese de yazacaksın!
            Bunun olumsuz yanları olduğu kadar olumlu yanları da olsa gerek…
           Olumsuz yan yeterince açık: Canın istemeye istemeye yazıyorsun, çünkü yazman gerek….
            Olumlu yan bence disiplin konusuyla ilgili.
            Sadece gazete yazarı değil herhangi bir edebiyatçı da bunu bilir.
            Günün belli zamanlarında yazma alışkanlığı edinmek, yaratıcılık ve sonucundaki üretim bakımından  önemlidir.
              Belli bir konu üzerinde çalışmaktayken söz konusu yazma düzeni zaten gereklidir.
              Her edebiyatçı gibi benim yaptığım da budur.
               Fakat belli bir konu yokken de,  ressamın eskizler yapması gibi , rastgele bir şeyler yazmayı düzenli olarak gerçekleştirdiğim zamanlar olmuştur.
             Bu rastgele yazmalardan  zaman zaman  pek güzel dizeler de çıkmıştır…
             Fakat edebiyat yazarı canı istemediğinde yazmayabilir.
              Gazete köşe yazarını ise bu şansı yoktur.
             Yazma hevesin yoksa da yazacaksın…
              Arada bir ve şu anda da olduğu gibi…

                                                   ***
             Gazete yazarı için yazma hevesi, öncelikle, yazılacak şeyle ilgili olsa gerek…
             Neyi yazacaksın?
            Yazacak ne var? Ya da ne kaldı?
            Bir yazar için aynı şeyleri tekrarlamak kadar iç daraltıcı bir şey olamaz.
             Aynı iç daraltısı bu tekrarları okumak durumunda olan okur için de söz konusudur.
             Okur, tekrarı gördüğünde  okumayı bırakma şansına sahiptir.
            Yazan kişinin ise böyle bir şansı söz konusu değil.
            İlle de yazacaksın…
            O zaman yukarıdaki soruları tekrar edelim:
            Yazacak ne var? Ya da ne kaldı?

                                         ***
             Kötünün kötüsü bir dünyada ve kötünün kötüsü bir Türkiye’de yaşamaktayız…
             Dünya siyaseti hemen her yerde gelmiş geçmiş en çapsız, en değersiz, en sahtekâr, en despot siyasetlerin ve siyasetçilerin elinde…
             Ormanlar  yanıyor, buzullar eriyor, hümanist ve bilimsel sosyalist düşüncenin beşiği ülkelerde faşist, ırkçı  düşünceler ve oluşumlar yükseliyor.
             İnsanlığın yüzyıllardır biriktirdiği insancıl düşünceler, sevgi, saygı, adalet duygusu, eşitlik ideali,özgürlük tutkusu, ayaklar altında, alay ve aşağılanma konusu…
              Hurafe, fizik ötesi inanışlar, her yerde itibar görme bir yana, kendinde farklı düşünce ve inanışları boğazlama hakkını da görüyor…
         Ve belki hepsinden daha da önemli ve kaygı verici olanı, yaşamın da ölümün de ciddiyetinin kalmayışı.
          Çünkü yalan her şeyi örtüyor.
           Eylemsizlik ise söylenebilecek her ciddi sözün, uyarının ve hatta en cesur ve özverili de olsa tekil kalan her davranışın anlamını, ciddiyetini hızla tüketip yok ediyor.
             Bence dünya ve Türkiye böylesine kötü bir dönemi hiç bir zaman yaşamadı.

                                                              ***
          Bu  hevessiz yazıyı, Cumhuriyet yazarı ve çalışanı arkadaşlarımızın(biri dışında) tahliyelerinin sevincini paylaşırken, az önce Halk TV’de Ayşegül Arslan’ın programında, sadece ülkemizin değil bence dünyanın en önemli  karikatür sanatçılarından Musa Kart kardeşimin bir sözü ve bu sözün bana çağrıştırdığı düşünce ile tamamlayayım.
       Söyleşinin  bir yerinde  Musa,Türkiye’de bugün her şeyin mizah olduğunu söyledi.
        Bunu anlamak ve katılmakla birlikte, kavramı genişletmek gerektiğini düşünüyorum…
        Mizah, evet, ama mizahın, en soyutunun bile bir anlamı vardır…
        Bu gün bize yaşatılmakta olanları ise “saçma” sözü sanırım mizahtan daha iyi açıklayacaktır…
          Bildiğimiz mizahın ötesinde, Becket’in(Godot), İonesco’nun(Gergedan), Kafka’nın(Dava)
mizahı bu.
           Saçmayı aşıp yaşamı yeniden anlama kavuşturmanın yolu ise, bütün dünyada ve bizde,
kıran kırana kitlesel eylemliliklerden  geçmektir gibi geliyor bana…

14 Eylül 2019 Cumartesi

Müfredat

Pazartesi gece geç saatte Çin’den geldim.
Bugün yazmayı tasarladığım yazının başlığı zihnimde hazırdı: Cumhuriyet okumak...
Fakat az önce gazete bayiinden Cumhuriyet’i alırken göz gezdirdiğim gazete başlıklarından “Sabah” adını taşıyanınkiyle irkildim: “Yerli ve Milli Ders Müfredatı.”
Hırsızlama okumayı sürdürerek alt başlıklara geçtiğimde irkilmem daha da arttı.
“Başkan” Erdoğan, “ders müfredatlarını özgürlükçü, demokratik, şeffaf ve objektif bir anlayışla yeni baştan hazırladık” demiş.
“Başkan”... Bildiğim kadarıyla anayasada böyle bir unvan yok. Gazete böyle uygun görmüş. Cumhurbaşkanı’nın da itirazı olmadığı anlaşılıyor. Ne fark var diye düşünenler olabilir. Bence çok fark var. Yerli yerine oturmayan uydurmasyon “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ni başkanlık sistemine dönüştürmek için Cumhurbaşkanı lafını büsbütün kaldırıp milleti başkan sözüne alıştırmak gerekiyor. Böylece bilmem kaçıncı Cumhurbaşkanı olmak yerine ilk başkan olmak, yeni bir devlet olarak kurulmakta oluşumuza kuşkusuz daha uygun düşecektir...

***

Asıl konuya geçmeden “müfredat” sözü üzerinde de biraz duralım...
Sözcükleri, kökenlerini bilip hissetmeden kullanmaktan hoşlanmıyorum.
Arapça, Farsça, Latince bilmeden, kökenleri o dillerde olan sözcükleri kullanışımız bir çeşit ezberciliktir.
Ezbere düşünüp ezbere konuşmak ise düşüncenin köksüz kalması, gelişmemesi demektir.
“Müfredat”a bakalım...
“Fert”, yani birey sözcüğünden türetilmiş olduğunu hissedecek kadar bilgim var.
Nitekim Osmanlıca sözlükte “basit şeyler, bileşik olmayanlar/ toptan bilinen şeylerin ayrıntıları, birer birer sayılmışları” olarak açıklanıyor... Demek ki “ders müfredatı” derken, “öğretimeğitim programının ayrıntıları”, “ayrıntılı öğretim-eğitim programı” demek istiyoruz... (TDK sözlüğünde “öğretim izlencesi” diye bir karşılık var, ama beğenmedim. İzlence aynı zamanda ve daha çok “temsil”, “sahne temsili” karşılığında kullanıldığı için burada iğreti duruyor.)
O da Arapça olmakla birlikte “ders” artık bizim de sözcüğümüz. Onu öğretim, eğitim sözcükleriyle, farklı anlam katmanlarında kullanmamız doğal. “Dersler başladı” dediğimizde “öğretim başladı”dan daha farklı, daha somut bir şey söylemiş oluyoruz... Buna karşılık bende karanlık çağrışımları olan, ilk kez kim ne zaman kullanmış bilmediğim “müfredat” sözünden kurtulalım isterim...

***

Sonuçta ister istemez satın alsam da sayfalarını çevirmeye gerek görmediğim boyalı gazetenin giriş sayfasında “Başkan”; “özgürlükçü”, “demokratik”, “şeffaf” ve “objektif” olmaktan anladıklarını sıralıyor...
“Milletimizin inancını, insanımızın değerlerini hor gören ideolojik unsurlar” ders kitaplarından tamamen temizlenmiş...
Nedir bu unsurlar, bilmiyoruz.
Hiçbir uygar, normal ülkenin okullarında insanlık değerlerini hor gören bir ders okutulmaz. Zaten böyle bir ders de olmaz.
Fakat “milletimizin inancı, insanımızın değerleri” gibi her bir ayrıntısı ayrı ayrı tartışılıp irdelenebilecek genellemeleri birer dogma olarak karşımıza çıkarıp karşısına “ideolojik unsurlar” gibi bir başka genelleme koyduğunuzda özgürlükçü değil baskıcı, demokratik değil demokrasi karşıtı, şeffaf (saydam) değil karanlıkçı, objektif (nesnel) değil subjektif (öznel) olursunuz.
“Başkan” devamla “uzun yıllar eğitim insanı formatlama, tek tipleştirme aracı olarak görüldü” diyor.
Açık olarak söylenmese de burada hedef tahtasında olan Atatürk döneminden Köy Enstitülerine, halkçı, ulusçu, toplumsalcı, aydınlanmacı bir eğitim anlayışıdır. “Eğitimde Cumhuriyet tarihimiz boyunca bize özgü bir gelenek oluşturamadık” sözü de “kindar ve dindar nesil yetiştirme” sözünün sahibinin ağzında, dile açıkça getirilememiş olsa da, bu gelenekten anlaşılması gerekeni gösteriyor.



***

Türkiye ve bütün dünya hiç kuşkusuz Cumhuriyetimizin kuruluş ve ilk yıllarından farklı bir yerdedir.
Hem sosyal bilim hem doğal bilim alanlarında öğretim-eğitim programlarının daha çoğulcu, daha kapsayıcı anlayışlarla hazırlanmaları gerektiği kuşkusuzdur.
Fakat bunu başarmanın yolu bu program ya da “müfredat”ın tutucu, boğucu, dinci ve şoven bir “ideloji”nin boyunduruğu altına alınması değil; evrenselci, akılcı, aydınlanmacı bir anlayışla hazırlanmasıdır.

5 Eylül 2019 Perşembe

CHP YENİDEN UMUT OLURKEN

        Tıpkı kişisel yaşamda olduğu gibi toplumsal yaşamda da sevinçli ya da üzüntü verici dönüşümlerin etkisi zaman içinde kendini daha çok duyumsatır.
      Son yerel seçimler, özellikle de 24 Haziranda yenilenen seçim sonrasında da böyle oldu.
           Cumhuriyet Halk Partisinin toplum için yeniden bir umut olmaya başladığı bütün toplumsal kesimlerce yeniden duyumsanıyor.
         Bu duygu ve buna bağlı olarak da bu partiden beklentiler giderek güçlenecektir.
        Bu yazıda ben bu çok kapsamlı konuyu , Cumhuriyet Halk Partisinin bu süreçte yapması gerektiğine ilişkin düşündüklerimi özellikle önem verdiğim üç noktada toplamak istiyorum.

                                             ***
             Bu süreçte yapılması gerekenlerden ilki aslında bu partinin her zaman  başlıca işlev ve sorumluluklarından biri olarak eğitim alanındadır.
             Türkiye toplumunun aşması gereken en önemli sorun bu alandadır.
              Toplumumuz, üzülerek söylüyorum ki, neredeyse bütün alanlarda, büyük bilgisizlik içindedir.
              Bu toplumun halk kesimleri, çok yanlış olarak söylene geldiğinin tersine “aptal” filan değil, fakat cahildir.
             Az çok okumuşu da okumamışı da hem toplumsal hem doğal bilimler alanında asgari ve temel bilgilerden yoksundur.
             Günümüz siyasal iktidarının eğitim politikası ve genel olarak siyaseti bu bilgi yoksunluğunu hiçbir zaman olmadığı ölçüde arttırmış ve yaygınlaştırmıştır.
            Bu bilgisizliğin aşılması için Cumhuriyet Halk Partisine çok somut ve bence yaşama geçirilmesi hiç de güç olmayacak bir önerim var:
          Uzmanlarına hem toplumsal hem doğal bilim alanlarında oldukça kısa, neredeyse özet gibi  kitapçıklar hazırlatarak bunları parti örgütlerinde ve belediyelerinde ders kitapları gibi okutmak.
             Hem hazırlanmalarında hem de  derslerin verilmesinde sayısız gönüllü uzman bulunacağından kuşku duymuyorum.
              Yeter ki yapılmak istensin ve   gerçekleşmesi için kollar sıvansın.

                                                   ***
       Türkiye toplumunun ikinci büyük sorunu örgütsüzlüğüdür.
        Demokrasi ancak örgütlü toplumlarda olur.
        Cumhuriyet Halk Partisi iktidar olmayı beklemeden bu alanda da somut ve etkili adımlar atmalı, bütün toplumsal kesimlerin, yaş ve meslek gruplarının  her alanda örgütlenmesi için öncülük sorumluluğunu üstlenmelidir.
                                         ***
           Bunlarla eşit önemde üçüncü bir toplumsal sorunumuz ise yoksulluktur.
            Cumhuriyet Halk Partisinin bu alanda da yapabileceği şeyler vardır.
            Halkın ekonomik alanlarındaki sorunlarına özellikle belediyeler yoluyla çözümler üretmek bu partinin  iktidara taşınmasında büyük etken olacaktır.
              Bu alanda yapılacak çalışmalara, bu çalışmaların inandırıcılığı ölçüsünde, bütün toplumsal kesimlerden maddi ve manevi destek gelecektir.

                                         ***
         Bu yazıda kısaca özetlemeye çalıştığım bu düşünce ve önerilerin her biri için kuşkusuz büyük ve kapsamlı çalışmalar gerekiyor.Fakat hem Cumhuriyet Halk Partisi hem toplumumuz bunu başarabilecek donanıma sahiptir.
          Siyasal mücadeleyi, iktidar olma çabasını, söylem alanından bu eylem alanlarına genişleterek sürdürmek Türkiye toplumunu  baskıdan ve yoksulluktan kurtararak  onu bu topluma yaraşır bir geleceğe hızla taşıyacaktır.
         
                             

    Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/ 040919

30 Ağustos 2019 Cuma

Dişi üstündür

Cinsel birleşme öncesinde dişi ateşböceğinin en çok ışık saçan erkek ateşböceğini aradığını öğrendiğimde, doğanın bu minicik yaratığın dişisine bahşettiği seçicilik özelliğine hem şaşırmış hem hayran kalmıştım. 
Öyle sanıyorum ki insan da içinde olmak üzere, cinsel birleşme yoluyla çoğalan bütün canlı türlerinde dişi seçicidir. 
Dişi, bedenine başka bir bedeni kabul eden, başka bedeni içselleştiren, sonuçta da o başka bedenden gelen bir maddeyi kendi bedeninde muhafaza ederek soyun sağlıklı olarak sürekliliğini sağlayan olduğu için, seçici olmak zorundadır.

***

Seçicilik özelliğinin yanı sıra, insan yaşamının en yakın yoldaşlarından kedilerde ve köpeklerde, dişinin (annenin) koruyuculuğunu hepimiz gözlemlemişizdir. 
Bu türlerde dölleme işlevini tamamlayıp dişiyle ve bu işlemin sonucuyla hiçbir ilişkisi kalmayan erkek çekip gittikten sonra gebeliğin çilesini çekmeye başlayan dişi kedi ya da köpek, yavruladıktan sonra yavrularını beslemek ve korumak için kaplan kesilir, en büyük sıkıntılara göğüs gerer. 
Aile oluşturan hayvan türleri olduğunu da biliyoruz. Fakat ister doğursun, ister kuluçkada yumurtayı sıcak tutarak yavrunun oluşmasını sağlasın, türün sürekliliğinde esas olan dişinin çilesi, özverisi, çabasıdır.

***

Bütün canlı türleri içinde insanın en bilinçlisi olduğuna kuşku yok.
Fakat en iyisi, en vicdanlısı olduğunu söylemek o kadar kolay değil. 
Vicdan kavramını insan türü dışında kalan canlılara da ilişkin olarak düşünmek yadırgatıcı görülebilir. 
Buna yanıtım o dünyayı henüz yeterince tanımıyor oluşumuzdur. 
Tanıdıkça çok şaşırtıcı verilere ulaşılacağını tahmin ediyorum. 
Fakat yazının konusu bu değil. 
Erkek ve dişi türler arasındaki farklılık konusuna dönecek olursak, ben insanda da tıpkı bütün doğada olduğu gibi, dişinin erkeğe açık ara üstün olduğu kanısındayım. 
İnsanın dişisi de erkeğe göre daha seçicidir. 
Daha dayanıklı, daha sabırlı, daha gözü pek, daha çalışkandır. 
Büyük ölçüde türün sağlıklı devamı, yavrunun korunması için doğanın insan türünün dişisine de armağandır bu.Bunları söylemekle kadını bir doğum makinesine, türün sürekliliğinin aracı durumuna indirgemek istemem.
Doğa, söz konusu nedenle ilgili, fakat bu nedeninin de üzerine yükselerek, dişiye (insan türünde kadına) üstün özellikler kazandırmıştır.
En azından bugün böyledir bu. Sosyal statüde erkekle kuşkusuz eşit haklara sahip olan kadın, yukarıda sıraladığım ve başkaları eklenebilecek kişisel özelliklerle erkekten üstündür...

***

Böyleyken, sadece Türkiye’de değil, belli ölçülerde bütün dünyada erkeğin kadına uyguladığı şiddeti nasıl açıklayacağız? 
Tek tek olguların incelenmesi bir başka konu, fakat genelde baktığımızda bunun nedenlerinden biri, ne kadar paradoksal görünse de, yukarıda ileri sürdüğüm görüşle ilgili olabilir... 
Yani kadının üstünlüğüyle... 
Kas gücü bakımından kendisinden daha zayıf varlığın kişilik gücü karşısında kendini aşağılanmış hisseden erkek, şiddete başvurarak daha da alçalmaktadır. 
Bu şiddetin ülkemiz bakımından toplumsal nedenleri ise yeterince açıktır. 
Feodal dönemlerden, köleci toplum çağlarından kalma; kadını cariye, ikinci sınıf bir insan, erkeği onun efendisi sayan çarpık görüş, geniş toplumsal kesimlerde etkinliğini sürdürmektedir. 
Cumhuriyet devriminin kadına sağladığı kişilik hakları, kadının yurttaş olarak erkekle eşitlenmesi, bu toplumsal kesimlerde ne yazık ki, ya hiç ya da yeterince içselleştirilmemiştir. 
Kadın bu hakların bilincine varabildiği ölçüde de erkek egemen toplumun daha çok şiddetiyle karşılaşmaktadır. 
Mevcut siyasal iktidar ise her konuda olduğu gibi bu konuda da çağdaşlık değerlerini tersinden okumakta, kadına saygı görünüşü ardında onu tekrar feodal değerlerin tutsağı yapmak, evinin kadını aldatısı ardında erkeğin kölesi ve cariyeliğine indirgemek için elinden geleni ardına koymamaktadır. 
Kesin çözüm, erkek egemen toplum anlayışından ve kurumlarından kurtulmadadır.

23 Ağustos 2019 Cuma

HAKSIZLIĞI KİTABA UYDURMAK

     
       Başka dillerde var mıdır, varsa nasıl söylenir bilmiyorum, fakat üç büyük şehir belediye başkanının görevden alınmasına ilişkin bakanlık açıklamasını okuduğumda aklımdan  geçen ,
bizdeki “kitabına uydurmak” sözü oldu.
        Kitabına ya da kitaba uydurmak; akla, vicdana ahlâka ne kadar aykırı olursa olsun ,  bir kötülüğe, bir haksızlığa, bir kanunsuzluğa yasal kılıf uydurmak anlamında kullanılan deyim.
Böyle olunca yapılması gereken, kılıf olarak kullanılan yasayı ya da yasaları gözden geçirmek olmalı. Biz de öyle yapalım…

                                                            ***
        Bakanlık gerekçesinde yürürlükteki anayasanın 127. Maddesinden söz ediliyor. Bu madde  aynen şöyle:” Mahalli idarelerin seçilmiş organlarının , organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri , konusundaki denetim yargı yolu ile olur.  Ancak görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma ve kovuşturma  açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak , kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.”
          Maddede açıkça görülen, “görevle ilgili suç” konusunda “denetim”in (kovuşturmanın) “yargı yolu” olduğu,  fakat İçişleri bakanına uygulamada yargının da üstünde bir rol verildiğidir.
         Seçimle gelmiş bir yönetimin yargı denetiminde olması doğaldır.
        Fakat  yürütme organına  bir yargı merciiymiş gibi böyle bir hak verilmesi en baştan tartışmaya açıktır.
          Yukarıdaki maddede geçen “suç” sözünün de “suç isnadı”, “suçlama” olması gerektiği kanısındayım….
      Bakanlık açıklamasında bu anayasa maddesinin yanı sıra sözü edilen Belediye Kanunun 47.maddesinde de hemen hemen aynı sözcüklerle aynı şey tekrar edilmekte.
          İçişleri bakanına, bir yürütme organına böyle bir yetkininin verilmesi , “mahalli idare”yi yürütmenin herhangi bir alt organına indirmekte, yürütmeye yargının da üzerinde bir güç kazandırmaktadır.
             Bana kalırsa, görevden alınmalar ve kayyım atamaları konusunda öncelikle tartışılması gereken budur.
              Böyle bir yetkiye sahip olan bir yürütme organının,  herhangi bir başka belediye başkanını, uydurma bir ihbar ya da suç isnadını gerekçe göstererek görevden almaması için “kitaba uydurma” bakımından hiç bir engel bulunmamaktadır….

                                                                             ***
    Şimdi “kitabı” bir yana bırakarak somut gerçeklikler üzerinde duralım.
    Kamu vicdanı, Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanlarının görevden alınmalarının , söz konusu Bakanlık  açıklamasında sıralanan  “suç”larla değil; HDP’den intikam almakla, bu partiye göz dağı vermekle  ilgili olduğunu biliyor, görüyor, hissediyor.
       Aynı kamu vicdanı, iktidardaki partinin, başındaki kişinin, ortağının, “bakan” vb. titri taşıyan  bütün bu siyasetçilerin, demokrasiyle, hukukla ,   bu değerlere karşı olmak dışında  herhangi bir ilgileri  bulunmadığını da, artık büyük bir çoğunlukla görüp hissediyor.
         İktidarı ellerinde tutmakta olan bütün bu kişilerin ve çevrelerin sıkıntıları, pervasızlıkları  da bunu bilmekten geliyor.
          Bu gün âdil bir seçim yapılsa, hiş bir ciddi hukuksal dayanağı bulunmayan tek adam yönetimiyle birlikte yıkılıp gideceklerini biliyorlar.
          İstanbul seçim sonuçlarının yarattığı ölümcül korkuyu iliklerinde hissetmeleri devam ediyor ve edecek.
        Bu nedenle  de yapamayacakları hiçbir kötülük, hiçbir  hukuk dışılık yoktur.
        Üç belediye başkanının görevden alınmasını sadece HDP’ye yönelik bir girişim olarak görmek büyük yanılgı olur.
           Hedef bütünüyle demokrasi, bütünüyle muhalefet, bu baskıcı yönetime karşı olan herkestir.
            Bu gün “kitabına uydurma” görünümü altında yapılan haksızlıkların, kanunsuzlukların,
böyle bir kılıfa gerek duymaksızın da yapılabileceği ise  bu gibi yönetimlerin doğası gereğidir.


Ataol Behramoğlu/”Kültür ve Siyaset”/210819
 

15 Ağustos 2019 Perşembe

ÇORUH AKŞAMLARI (*)

   
    Ders kitaplarında yer almamış olsa adını korkarım çok az şiir severin bileceği Ömer Bedreddin Uşaklı benim çok sevdiğim bir şairdir.
     Bu çok sevmek sözünü rastgele kullanmıyorum.
    Çünkü o,  on yıl önce bu sütunda, sonra “Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda yayınlanan  “Kaçkar Dağları Dumanlı” başlıklı bir yazımdaki  sözlerimle söyleyecek olursam, “memleketçi şiirimiz”in ilk ve en güzel ustalarındandır…
    Yine  aynı  yazıda adını andığım “Çoruh Akşamları” ve yanı sıra “Bataklık Güneşleri” adlı şiirleri beni her okuyuşumda ürperten güzelliktedir…
    Sözünü ettiğim yazı Artvin’i ve Çoruh nehrini ilk kez görmenin heyecanıyla yazılmıştı…
    “Çoruh Akşamları”nı ve şairini anımsayışımın Artvin’deki direnişle ilgili olduğunu tahmin edersiniz…
       İzninizle bu yazıdan, Şavşat yönünden geldiğimiz  Artvin’e ilişkin bir bölümü almak isterim:
  “Artvin önce dağlar arasından yüzünün bir yanını gösteriyor…
Az sonra bu –dağdan yapılma- (peçe,yaşmak,ne derseniz deyin) örtü açılacak ve yalçın bir tepenin dimdik eğimli  yamacına yapışmış gibi duran kentin tümü görünecektir…
İnsanın başı dönüyor…Bu evler aşağıya, Çoruh Vadisi’ne uçmaz mı?
Fakat hayır,bu yalçın kayalı dağlar Artvin’i kucaklamış, bağrına basmış.Artvin onların çocuğu, bir parçası…”
     Evet. Altın ve bakır çıkarmak için parçalanmak, delik deşik edilmek istenen böyle bir coğrafyadır…
                                                                 ***
     “Sıradan yurttaş”ımız genellikle şöyle düşünmeye yatkındır:
     Altın ve bakır çıkarılmasına neden karşısınız?
  Siz ülkemizin zenginleşmesini istemiyor musunuz vb…
   Bu insanlarımıza şunları anlatmak gerekir:
  Bir ülkenin, insanıyla birlikte asıl ve en büyük zenginliği doğasıdır.
  Türkiye doğasal güzellikleriyle gezegenimizin eşsiz, benzeriz bir ülkesidir.
  Her yere rastgele iş makineleriyle, kazmalarla giremezsiniz.
 Bunu hele o yörenin insanlarının iradesine karşı yapamazsınız.
Kaldı ki, böyle bir  coğrafya, eninde sonunda bitecek olan altına ve bakıra karşı, turizm değeriyle ve olanaklarıyla, ülkemize kat kat ve bitimsiz zenginlikler taşır…
Onlara şöyle bir örnek de verebilirsiniz: Diyelim ki tarihsel anlamı ve değeri olan bir mekânın, örneğin Süleymaniye’nin ya da Topkapı Saray’ının altında değerli bir madenin bulunduğu keşfedildi. Camiyi ya da sarayı bu madene ulaşmak için yıkacak mıyız?
 Söz konusu yurttaşa bunları anlatabiliriz ve anlatmalıyız…  Fakat talancı, sömürücü, ahlâksız,  “millet” ve yurt duygusundan yoksun, para ve mal mülk hırsını her şeyin üstünde tutan  bir anlayışın temsilcilerine karşı ne yapılabilir?
 Yapılması gereken, sadece ve ancak Cerattepe direnişçilerinin yaptığıdır…
 Bu kahramanca, özverili, gözü pek ve yurtsever direniştir…
Kalbimiz onlarla birlikte ve bedenlerimizle de yanlarında olmaya hazırız…
Cerattepe’de doğa ve halk düşmanlığı  kazanamamalıdır  ve kazanamayacak…
                                                             ***
  “Çoruh Akşamları” nın bir yerinde şair bu nehri  zincirlenmiş bir esire benzeterek şöyle diyor:
   “Girdapların kararmış gözleri süzülünce
     Korkunç birer dev gibi sulara girer dağlar
    Karlı dağlar ardından titrek bir ay gülünce
  Çoruh zincir içinde bir esir gibi ağlar…
   Korkunç birer dağ gibi sulara girer dağlar…”
   Yurdumuzu yurt sevgisinden, vicdandan, “millet” saygısından yoksun soygun çetelerinin  elinde  “zincir içinde bir esir gibi” ağlatmayacağız, ağlatmamalıyız…

(*)27 Şubat 2016’da”Cumartesi Yazıları” köşemde yayınlanan bu yazıyı, “maden çıkarma” konusunun tekrar güncelleşmesi nedeniyle yeniden yayınlamak istedim. Bu arada Cerattepe’deki kıyımları durdurmak için  Ağustos 2017’de AYM’ye yapılan başvuru dosyasının orada   beklemekte olduğunu öğrendim. Yüksek mahkemelerden adalete, vicdana, yurtseverliğe uygun kararlar beklemek hakkımızdır.

9 Ağustos 2019 Cuma

VATAN SATMAK


    

Bir şeyin satılabilmesi için onun bir meta olması ve satan kişiye ait olması gerekir.
Böyle bakıldığında, vatan bir meta değil ki, nasıl satılacak diye düşünülebilir.
Kaldı ki o bize değil biz ona aidiz.
Kuşaklar gelir geçer, vatan bulunduğu yerdedir.
Mülkiyeti bizim olan bir mülk değil ki, nasıl satalım?
 Fakat vatan severlik, vatana ihanet gibi kavramların yanında  vatanı satmak kavramı da kendine yer buluyor.
  Şimdi bu kavramın nasıl bir şey olduğunu araştıralım…
   Fakat bunu yapmadan önce biraz daha farklı bir kavram üzerinde, ruhunu şeytana satmak kavramı üzerinde durmak isterim.

                                                               ***
       Öncesi  mutlaka olmalı, fakat bildiğim kadarıyla  ruhunu şeytana satan en ünlü kişi, bu bir roman(tragedya vb.) kahramanı da olsa , Goethe’nin Faust’udur.
        Dr.Faust yaşlılığında,yeniden gençlik gücü  ve bu gücün avantajlarını  kazanmak için şeytanla bir sözleşme yapar.
        Bu sözleşme, özetle,  bedensel zevklere yeniden ulaşma uğruna kişiliğini şeytanın emrine vermektir.
       Yaşamın doğal akışına aykırı böyle bir sözleşmenin söz konusu kişinin mahvına yol açacak olması en baştan bellidir.
          Nitekim öyle  de olur.
          Ruhunu şeytana satan kişi, uğruna bunu yapmayı göze aldığı sevgilinin yok olmasına  neden olacak ,bu yok oluşa göz yumacak ölçüde alçalarak  kendisi de  kişiliğini tümden yitirip yok olacaktır.

                                                            ***
            Ruh ya da kişilik, meta olmamasına karşın alınıp satılabiliyor.
            Vatan ise, bir kavram olmanın ötesinde, taşıyla toprağıyla, deniziyle ormanıyla, bütün maddi varlığıyla, yaşayan, canlı bir varlıktır.
            Bir ülkede elinde siyasal erki tutan güç, bu maddi varlığı bütünüyle, ya da kısmen,parça parça satabilir.
             Bu erkin, özel mülkiyet alanlarına girmesi  büsbütün olanaksız değilse de, kuşkusuz daha güçtür.
              Fakat kamu alanı söz konusu olduğunda, kendini daha rahat hissedecektir.
               Ülkemizde şu anda yaşanmakta olan tam olarak budur.

                                                                       ***
               Bu gün, demokrasinin olanaklarında yararlanarak bulunduğu yere gelmiş olup bu demokrasiyi şimdilik gücü yetebildiğince ortadan kaldırmış olan  siyasal erk, kamuya ait varlıklar  üzerinde babasının malıymış  gibi istediğini yapıyor.
                Kaldı ki  babanızın malı üzerinde bile  böylesine keyfi, böylesine yasa tanımaz ve kural dışı  davranamazsınız.
               Örneğin evinizi yıkıp bir yenisini keyfinizce yaptıramazsınız.
               İzne ve ölçülere bağlıdır.
              Daha uygarlaşmış ülkelerde bu ölçüler çok daha sıkı sınırlar içindedir.
                Bu gün bizde yaşanmakta olanlar ise, Güney ve Kuzey Amerikaların işgal ve iskân dönemlerinde  olanları anımsatıyor.
                   Vatan topraklarımızın üstü ve altı, ormanlarımız, denizlerimiz, bütünüyle vatanımız, ölçü ve kural tanımazca satılıyor, kiralanıyor,işgal ediliyor, yağmalanıyor.
               Bunu yapan güç gözü dönmüşçesine, akıl ve vicdanla bütün köprüleri atmışçasına, 
gemileri yakmışçasına, ruhunu şeytana satmışçasına, milletle arasındaki bütün bağları koparmışçasına, tek silahı olan yalan ve tehdide sarılarak yoluna devam ediyor.
              Daha doğrusu devam etmek istiyor…
              Bunu böyle sürüp gidemeyeceğini Pazar günü katıldığım Kaz dağları direnişindeki binlerin coşkusunda, bilincinde, kararlılığında   bir kez daha, yerinde ve  somut olarak  gördüm…
         Vatan ve millet kalıcıdır.
          Ruhunu şeytana, altına, iktidar hırsına satmış vatan satıcılarının sonları ise hızla yaklaşıyor…

Ataol Behramoğlu//Kültür ve Siyaset/070819