28 Şubat 2019 Perşembe

KANIKSAMAK




        Kanıksamak, yani bir şeye, bir duruma, bir olguya alışmak, artık şaşırmamak, hatta artık bıkmak, ilgilenmemek, sıradan bir şey olarak görmek vb…
   Kanıksadığınız şey  sizin kişisel yaşamınızla ilgiliyse, bu sizin kendi sorununuzdur.
          Fakat söz konusu olan toplumsal bir olay, herkesi ilgilendiren-ilgilendirmesi gereken bir konuysa, bıkmaya, kanıksamaya hakkınız olamaz.
      Bu giriş cümlelerini , biri yazı masamın çekmecesinde  bekleyen, öteki bugün(pzt.)  gazetedeki  posta kutumda  bulduğum iki cezaevi mektubu nedeniyle yazdım..
      Cezaevlerinin F tipine dönüştürülmesi süreçlerinde gelen cezaevi  mektupları klasörler doldurmuştu.
        O hız zamanla kesildi, fakat yine de nereyse her hafta en az bir iki cezaevi mektubu alıyorum.
        Kanıksadığımı gizleyemem. Buna kuşkusuz beklentileri, umutları karşılayamayışın sıkıntısı da ekleniyor.
       Fakat ne yazar olarak bizlerin, ne de okurların toplumun acılarının dile getirilmesini kanıksamaya hakkı olabilir.
      Bu nedenle, bana cezaevlerinden gelen her mektubu elimden geldiğince duyurmayı sürdüreceğim, sürdürmem gerektiğini biliyorum.
   
                                            ***
   Bugün sözünü edeceğim mektuplardan ilki, Van “yüksek güvenlikli kapalı cezaevi”nden geliyor.,    Yazarı, Taner Korkmaz.
    Mektup, gazetemizde kısa süre önce yayınlanan “Direnenler” başlıklı diziyle ilgili.
  Taner Korkmaz’ın mektubundaki ilk paragrafları, kendisine içten teşekkürlerimle, aynen alıyorum:
     “Uzun yıllardır hapishanede şiirleriniz gibi umut veren yazılarınızı takip ediyoruz. Hazırladığınız ‘direnenler’ dizisini de ilgiyle, beğenerek takip ettik.Direnenlerin ‘kaderine ortak olma’ duygusuyla yürek süzgecinden
geçmiş olan cümleleri coşkuyla okuduk.
       Halkın her kesiminin baskı ve zulümle kuşatıldığı böyle bir süreçte bu dizi, sessizlik içinde boğulmak istenen direnenlerin bir kısmının haklılığının ve kararlılığının daha geniş kesimler tarafından görülmesine, seslerinin ve taleplerinin duyulmasına vesile oldu.Elinize, yüreğinize sağlık”.
      Taner Korkmaz bu dizinin başka direnenler, bütün direnenler için devam etmesini diliyor ve onları bir bir sıralıyor:
      Tıpkı direnen işçiler gibi, evlatları, hakları,işleri, ekmekleri onurları ve köyleri için direnişte olanlar…
       Armutlu Cemevi önünde tek başına oturma eylemi yapan 80 yaşındaki Kezban Bektaş ana…
         Çağlayan Adliyesi önündeki avukat Didem Ünsal…
          Yüksel Caddesinde ısrarla direnişi sürdüren Acun Hoca…
          Düzce’de mimar Alev Şahin…
           Sarıyer’deki emekçi Türkân Albayrak…
           Bakırköy Özgürlük Meydanında öğretmen Selvi Polatlar…
           Bursa’daki Karayağız köylüleri…
           Ve başkaca direnenler…
            Taner Korkmaz, bu sonsuzca uzatılabilecek listeye “sohbet, tedavi ve kitap-yayın hakkı için Temmuz 2016’dan bu yana direnişte olan biz tutsaklar” diyerek kendilerini de ekliyor…
           Bu listeye, direnlerin yanı sıra, direnemeyen, ezilen, ezildiğinin belki farkında da olmayan yine sayısız insanımız da ben ekleyeyim..
            Örneğin çöplüklerden kâğıt toplayanlar…
            Sigortasız, sözleşmesiz, güvencesiz, milyonlarca insanımız…
             Çocuk işçiler…
              Başlı başına bir sorun olan bu “yüksek güvenlikli cezaevleri” vb…
             Bu konularda da tasarılarımız, çalışmamalarımız olduğunu değerli okuruma bildirmiş olayım…

                                                         ***
        İkinci mektubun yazarı Okan Özer Burhaniye-Balıkesir T Tipi Hapishanesinden yazıyor…
        Belli ki çok genç bir okurumuz.
        Hayalinin gazetecilik olduğunu, fakat kitaplığında bulunan Komünist Manifesto, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hikmet Kıvılcımlı biyografileri suç unsuru  sayılarak tutuklanıp öğrenimini de sürdüremediğini  söylüyor.
         Okan Özer kendi sorunlarını bir yana bırakıp açlık grevindeki  devrimci avukatların sorununa dikkat çekmek istiyor.
      Bu kez onun sözleriyle sürdüreyim:
      “Hücre arkadaşım karşı ranzada günden güne eriyor.Eşi ise her Salı Çağlayan Adliyesi önünde özgürlük talebiyle oturma eyleminde”
      Okan Özer şöyle devam ediyor:,
    “Benim tutuklu bir gazetecilik öğrencisi olarak  elimden şimdilik bu geliyor.Yani bu adaletsizlik ve ona karşı girişilen bu mücadelelerin duyulmasını sağlamak”
                                                  ***
         Sevgili okurlarım… İşte size iki mektup ve birbirini  tamamlayan iki Türkiye fotoğrafı…
              Ne dersiniz?
              Kanıksamaya hakkımız var mı?
      

21 Şubat 2019 Perşembe

İKİ YOL AĞZINDA


Hanoi/Vietnam

   Masallardaki genellikle dört yol ağzıdır.
   Ben ise burada insanlığın tam da karşısında bulunduğu iki yol ağzından söz edeceğim..
     Aslında bu yollardan birinde insanlığın bir bölümü, ötekinde bir başka bölümü epeyce yol almış.
     Yollardan birine girmiş olup da ötekine girmek için geri dönmek isteyenler her iki yolda da az değil…
      Tereddütlerle, iç ve dış çatışkılarla sürüp giden bir süreç…
      Nereye kadar?
       İrdeleyeceğim konu  biraz da bu soruya yanıt arayış sayılabilir…

                                          ***

        Birkaç gündür Vietnam Yazarlar Birliğinin düzenlediği 3. Uluslar arası  şiir şöleninin konuğu olarak bu ülkedeyim.
       Bu satırları da katılımcı şairlerin konakladığı Devlet Konuk Evindeki odamda yazıyorum..
      Vietnam ilkbaharı yaşıyor.
      Puslu, fakat arada bir de olsa güneşin eksik olmadığı ılık bir hava.
     Vietnam izlenimlerim iki ya da üç yazı  olarak bir kaç gün sonra gazetemizde ayrıca yayınlanacak.
      İlkini gönderdim bile…
       Şu andaki yazının da  bir başka ülkede yazılıyor olması  rastlantı değil.
      Çünkü yazılış nedeni, herhangi  bir başka ülkeye adım atar atmaz karşılaştığımız değişmez sorudur: Türkiye nereye gidiyor?

                                             ***
         70-li,80-li,90-lı ve sonraki yıllarda karşıma hep çıkan bu soruya, ülkemizin ve dünyanın içinde  bulunduğu durumlara göre yanıtlar verirdim…
         Örneğin 1984’de ülkeden zorunlu ayrılışımın ilk günlerinde, “Helsinki Watch Comittee” adlı kuruluşun Helsinki Parlamentosundaki  toplantısı için hazırlayıp okuduğum on sayfalık bir İngilizce sunumun önemli bir bölümü ülkemizde demokrasi için verilen savaşımların ve elde edilen kazanımların tarihsel dökümüydü…
            Çünkü bu bilinmezse, örneğin 80 darbesinin ne olup olmadığı da tam olarak anlaşılamazdı…
            Bir zamandır karşılaştığım benzer sorulara verdiğim yanıt ise, Türkiye’deki bu günkü  durumun dünyanın geneldeki durumundan pek de farklı olmadığıdır. 
        Çünkü  bugün Türkiye’de elinde siyasal iktidarı tutan gerici sistemin, dünyadaki geriye doğru zorlamalarla karşılıklı ilişkileri belki her zamankinden daha çok apaçık göz önündedir.

                                                  ***
       Şimdi yazının asıl konusuna, insanlığın karşı karşıya olduğu  iki yol ağzı kavramı ya da olgusuna gelelim…
        Kapitalist sistem bir kez daha bunalımda, emperyalizm ise sahip olduğu yok edici silahlar bakımında da  her zamankinden daha tehdit edici ve saldırgan konumdadır.
       Bu tehdit sadece şu yada bu ülke için değil, bütün dünya için söz konusudur.
        Bütün bir insanlığın, bütün ülkelerin ve her insan tekinin  siyasi, ahlâki, felsefi bir yol ayrımında, iki yol ağzında bulunduğunu kendi payıma apaçık görebiliyorum…
             Yollardan biri, her ülke bakımından farklı görünümlerde de olsa kölelik hukuku, yani hukuksuzluktur…
         Hem toplumsal, hem ahlâki ve felsefi olarak boyun eğmeyi, baskıyı, sömürüyü, sonuçta da  kulluğu, köleliği, gerçek dışı hayaller ve beklentiler içinde yok olup gitmeyi kabul etmektir bu…
       Bu yolun sonucu sadece kişiler ve ülkeler bakımından değil bütün insanlık için yok oluştur.
         

                                                               ***
         
          Emperyalizm her alanda, sanatta, kültürde, felsefede, siyasette, ekonomide, şantajla, baskıyla, tehditle, yalanla, güç kullanarak  ve sürüleştirerek insanlığı bu yola sürme çabasında…
          Ötekisi, özgürlüğe, özgür düşünceye,özgürce çalışıp yaratmaya, aydınlığa, her alanda ve her anlamda daha çok insan olmaya açılan özgürlük yoludur.
         Sanatın, şiirin, felsefenin, ahlâkın,  siyasetin savaşımları, çatışkıları hep bu iki yol ağzında olmuştur…
           Ya köle, ya özgür insan olacaksın…
            Bunun orta yolu yoktur…
                                           ***
            Bütün ülkelerin ve tek tek herkesin karşı karşıya olduğu,  hangisine girmek ya da hangisinde kalmak istediğine  bugün belki her zamankinden  daha acil karar vermesi gereken   yol ayrımıdır bu. …



Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/190219

15 Şubat 2019 Cuma

KARTAL’DAKİ FACİA ÜZERİNE

 
             Kartal’daki facia bizim topluma ders olur mu, bilemem.
              Zaten ders alması gerekenler, öncelikle bu işin sorumlusu olan kişiler, şirketler ve  onların yasa dışı girişimlerine göz yuman siyasetçilerdir.
              Fakat  bütün bu sorumluları uyarması, eleştirmesi, denetlemesi gereken de yine halkın kendisidir…
               Yani tam bir kısır döngü…

                                        ***
               Cumhurbaşkanı, facia kurbanlarının cenaze töreninde yaptığı konuşmada “şahadete ulaşan meyyit ve meyyitelere Allah’tan rahmet” dilemiş…
                 İlk kez karşılaştığım bu “meyyit”in ne anlama geldiğini öğrenmek için Osmanlıca sözlüğe baktım…
                 Az çok  kutsallıkla ilgili bir açıklama beklerken karşıma “Mevt’ten” türemiş “ölü, ölmüş insan” karşılığı çıktı…. (İkinci bir anlamı da “çok zayıf” demekmiş…Bu arada, Cenap, Fikret gibi Serveti Fünun şairleri,kutsallık şurada dursun, bu Arapça sözcüğü, örneğin “ölgün gece” vb. gibi  doğa betimlerinde bile kullanmışlar…)
          Bu Arapça merakı nedir?
          Türkçede herhalde  karşılığı olan; üstelik “ölmek”, “ölü” gibi her an yaşamlarımızın içindeki bir kavram için, bu gün belki   bu dilin asıl sahiplerinin bile kullanmadıkları  ömrünü tamamlamış Arapça sözcükleri kullanmanın anlamı ne olabilir?
          Böyle yapınca, söz konusu olaya bir kutsallık, dokunulmazlık, eleştirilemezlik kazandırdığımızı mı sanıyoruz?
         Batı dillerinden sözcükleri olur olmaz yerde kullananlar alay konusu olurken, aynı şey Arapçayla yapıldığında bilmem ne demek gerekiyor?
        Ya da Arapçanın bilemediğimiz bir dokunulmazlığı mı var?..
                                      ***
            Facia kurbanlarının “şehit “ sayılmalarına ise hiçbir anlam veremedim…
       Buna göre, demek ki beklenen İstanbul depreminin olası “meyyit ve meyyite”leri  olarak biz milyonlarca İstanbul’lu aynı zamanda şahadete de ulaşmış olacağız…
              Yani ucunda şehitlik olduğuna göre üzülüp kaygılanmaya, hatta önlem almaya bile gerek kalmamış oluyor…
                                     
                                                   ***
                 Yalanla gerçeğin, sahteyle hakikinin birbirine karıştığı, olağandışı bir dönemden geçmekteyiz.
             İçlerinde aynı aileden dokuz kişinin de bulunduğu, aralarında çocukların ve  bebeklerin de olduğu yirmiden çok insanın yaşamını yitirmesine yol açan bir facia  konusunda bile görüş ve dil birliğinde olamayan bir toplum durumuna getirildik..

                                                 ***
                Oysa, çıkarılması gereken ders son derece açık:
                 İliklerine kadar yolsuzluğa, kanunsuzluğa batmış bir siyaset, ülkeyi faciadan faciaya sürüklüyor.
                Sorumluları apaçık göz önünde hızlı tren cinayetleri;  Kartal’daki gibi, nedeni ihmal, bilinçsizlik ve çıkar olan  büyük acılar;kurbanları kadınlar, genç kızlar, çocuklar olan,  bu günlere kadar görülmedik sayılarda ve acımasızlıkta tecavüz ve cinayet suçları birbirini izliyor .
                     Nereye kadar?
                     Bunu kestirebilmek kolay değil.
                     Ancak, sadece olası İstanbul depreminin kurban adayları olarak değil,   toplumsal altüst oluşun köklerinden sarstığı  bütün bir toplumca yalanı gerçekten, doğruyu yanlıştan,  sahteyi hakikiden ayırt edemedikçe;  toplumun öncüleri olması gereken biz aydınlar da  eylemsizliğe bahane oluşturan karamsarlık gerekçelerini aşarak bütün bu yaşanmakta olanlara  topluca ve kararlılıkla karşı çıkamadığımız sürece, yıkım kolay kolay durdurulacak gibi görünmüyor…


Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/130219

7 Şubat 2019 Perşembe

PALTO



Palto” edebiyatla az çok ilgili herkesin bilebileceği gibi büyük bir Rus yazarı,Rus edebiyatında gerçekçilik akımının ilk örneklerini verdiği kabul edilen Nikolay Gogol’ün dünyaca ünlü anlatısıdır.
Anlatı sözcüğünü, Rusların “povest” dedikleri, Latin vb. dillerinde “novel/novella” diye adlandırılan yazın türünü adlandırmak için kullanıyorum.
Yani romanla öykü arası bir tür.
Belki uzun öykü de denebilir.
Gerçi bu türün tanımında uzunluk kısalık ölçüsü de tek belirleyici değildir; fakat şimdi bu tartışmaya girmeyelim.
Gogol’ün ünlü anlatısının konusu, tek kahraman çevresinde dönen, oldukça basit bir öyküdür…
Sıradan bir memur olan Akakiy Akakiyeviç, çalıştığı dairede üstlerinin, günlük yaşamda da hemen herkesin kendisini küçümsediğini düşünmekte, nedenini de giyim kuşamındaki yoksullukta, özetle de bir paltosunun olmayışında görmektedir.
Sonuçta hayallerini gerçekleştirerek borç harç kendine bir palto yaptırır…
Fakat onu gerçekten de küçümsenmekten kurtaran bu görkemli giysiyi, daha tadını çıkaramadan hırsızlara kaptırır.
Anlatı, şimdi anımsadığımca, zavallı Akakakiyeviç’in, paltosunu bulmak için sonuçsuz çabaları ve sonuçta da aklını yitirmesiyle sona erer…
Konu gerçekten basit… Fakat yapıtını ve Gogol’ü ölümsüzleştiren konu değil, toplumsal ilişkiler sarmalında kişiliğini yitirip yok olan “küçük insan”ın psikolojisini, trajedisini anlatma başarısındadır.
İlk yapıtının adı” Zavallı İnsanlar” olan Dostoyevski’nin, “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” dediği söylenir… Söz doğru olsa da ben Dostoyevski’nin bu sözü söylediğine ilişkin bir kayıta rastlayamadım. Buna karşılık, 1843’te yayınlanışından iki yüz yıla yakın bir zaman sonunda bu paltodan ülkemizde genç bir tiyatro sanatçısına,İzmir Yenikapı Sanat Tiyatrosu oyuncularından Nazlı Masatçı’ya hapis cezası çıkıyor ve bu sanatçı arkadaşımız şu anda demir parmaklıklar arkasında…
***
Bundan önce de aralarında Nazlı Masatçı’nın da bulunduğu İzmir Yenikapı Sanat Tiyatrosu oyuncuları “vicdani ret” konulu bir protesto gösterisine Gogol’ün Paltosu’yla katıldıkları için beşer ay hapis cezasına çarptırılmışlar.
Savunma avukatının, suçlamaya konu olan TCK 318 (“halkı askerlikten soğutma” ) Maddesi’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğu iddiası sonucu değiştirmemiş.
Ceza ertelenmiş. Fakat Masatçı hakkında bu kez göz altıları protesto için 2015’te tiyatro binasında düzenlenen basın toplantısında söylediği sözlerden ötürü, terör örgütü (hangi örgütse!)propagandası yaptığı suçlamasıyla açılan bir başka davada 1 yıl 6 ay hapis cezası verilmiş ve ülkemizde yürürlükteki rejimin belli ki çok tehlikeli bulduğu bu tiyatro sanatçısı hem bu cezayı hem de “Palto”ya ilişkin cezayı çekmek üzere 30 Ocak’ta tutuklanarak cezaevine konulmuş…
Sözü Gogol’den açmışken sürdürelim… Edebiyat tarihi bakımından sadece Dostoyevski ve içlerinde Çehov da olmak üzere pek çok gerçekçi Rus yazarı değil, örneğin başta Kafka olmak üzere saçma ve tuhafın bir çok yazarı da Gogol’ün Palto’sundan çıkmış, ya da Burun’undan düşmüşlerdir…
Öyleyse günümüz Türkiye’sinde dolaylı ya da dolaysız Gogol oynamaktan ötürü hapse girmek pek de yadırgatıcı sayılmamalı…

***
Oyuncular Sendikasının konuya ilişkin “Tiyatro Sanatçılarına Özgürlük” başlıklı açıklamasından, Nazan Masatçı’nın oyuncu ve yönetici olduğu İzmir Yenikapı Sanat Tiyatrosu’nun da 6 Ocak 2017 tarihli 679 sayılı kanun hükmünde kararname ile kapatıldığını öğreniyoruz…
Gogol’ün ruhu günümüz Türkiye’sine gelse, herhalde yine dönüp dolaşıp 1. Nikolayın baskıcı ,sansürcü yönetiminin egemen olduğu kendi ülkeme gelmiş olmalıyım diye düşünecekti…
***
Sözü burada kesiyor, bütün sanatçılara, sanat ve özgürlük severlere Sanatçılar Girişiminin çağrısını duyuruyorum:
11 Şubat Pazartesi saat 14.00’te , havanın durumuna göre paltolu ya da paltosuz, İzmir Kapalı Kadın Cezaevi önündeki protesto ve dayanışma buluşmasındayız…
Bekliyoruz…

Ataol Behramoğlu/Kültür ve Siyaset/060219