29 Kasım 2019 Cuma

Raperin isyan demekmiş...

Hapishane mektuplarına ne yazık ki alışığım. Gazeteye bir iki hafta uğramadığımda posta kutusu bunlarla dolup taşar. Olağan yazılı haberleşmelerimiz artık elektronik posta yoluyla olduğundan, posta kutusundaki mektup zarflarının hemen hepsi hapishanelerden gelen siyasal tutuklu ya da mahkûm mektupları demektir. Bu mektupları elden geldiğince okuyup yanıtsız bırakmamaya, kimilerinde dile getirilen sorunları yine elden geldiğince gazetedeki köşemde duyurmaya çalışıyorum.

Bu mektuplar arasında genç kızlardan, kadınlardan gelenler önemli yer tutuyor. Kadın ve hapishane sözcüklerini bir arada düşünmeye hiçbir zaman alışamadım. Aslında bütünüyle insan ve hapishane sözcükleri birbirine yakışmıyor. Fakat benim gözümde kadın, hangi yaşta olursa olsun, zarif, ince bir yaratıktır. Daha çok korunmalı, dokunulmazlığı daha çok olmalıdır.

Bence bir insan toplumunun niteliksel üstünlüğü, kadına gösterilen saygı ve özenle doğru orantılıdır. Bu söylediklerimden kadını korunmaya muhtaç, zayıf bir insan kişiliği olarak gördüğüm anlamı çıkmamalı. Tam tersine... Birkaç ay önce yine hapishane adresinden gelen bir kadın mektubu ötekilerden farklıydı. “Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi”nden yazan Dilek Demir, siyasal değil “adli” bir suçlama olayı nedeniyle cezaevindeydi. Önce biraz şaşırdığımı gizleyemem. Çünkü “adli” suçlamalarla cezaevlerindeki kadınlar, toplumsal bakımdan genellikle daha alt kademe mensuplarıdır. Bir cinayete karışmakla suçlanan Dilek Demir ise, mesleği öğretmenlik olan bir aydındı. Fakat söz konusu mektupta anlatılanların ve Dilek Demir’in kişiliğinin ayrıntılarına indikçe şaşkınlığımın yerini büyük bir üzüntü aldı.

SEÇKİN BİR SANATÇIYDI
Dilek Demir, Raperin takma adıyla Kürtçe halk türküleri söyleyen bir müzisyen, seçkin bir sanatçıydı.  Bunlardan “YouTube”da  bulabildiklerim, sözleriyle de, ezgileriyle de, duyguyla, yaşama sevgisiyle, özgürlük tutkusuyla dolu türkülerdi. “Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu”ndaki kişi, öğretmenliğinin yanı sıra, ender ve seçkin sanatçı yeteneğine sahip bir genç kadındı. Bu mektuptaki birkaç şiirini, ilk mektubuna yanıtımdan ve gönderdiğim kitaplardan sonra Raperin’in yanıt da beklemeksizin birbiri ardına gönderdiği mektupları ve bu mektuplardaki şiirleri izledi...

Raperin, Kürtçe isyan, başkaldırı demekmiş. Kürt (Diyarbakır) kökenli Dilek Demir bir Ege çocuğu. Kürtçeyi sonradan öğrenmiş. Şiirlerini doğal olarak anadili ya da baskın anadili (eğitim dili) olan Türkçeyle yazıyor. Bunlar şiir bilgisi ve sezgisi olan bir yeteneğin yazabileceği, omurgası sağlam şiirler. Ahmed Arif, onu tanısa gözlerinden öperdi. Çünkü bu şiirlerde öncelikle ve özellikle Ahmed Arif sesini duyumsadım. Şiir dünyası ise kendi yaşamına özgü sevgiler, sevinçler, özlemler, kahırlar, beklentiler ve takma adındaki gibi isyanlarla örülmüş.

APAÇIK TUZAK
Suçlama konusu, olay ve davanın seyrine ilişkin hukuksal süreç bu yazının konusu dışında kalıyor. Fakat kısaca söyleyecek olursam, arayışlar içinde bir genç kadının, bir sanatçının düşürülmüş olduğu tuzak apaçık görülebiliyor. Ortada, biri Dilek Demir olan iki kadınla, duyguları ve beklentileriyle oynayarak onları tuzağa düşürmenin bedelini canıyla ödemek durumunda kalan biri var. Davaya bakan yargı mensupları ve Dilek Demir’in savunma avukatlarının, konuya sadece yasa sınırlarının dar çerçeveleri içinde değil; çeşitli toplumsal, kişisel, psikolojik etmenlerin karmaşık ve birbirleriyle ilişkili etkileriyle bir arada bakabilmelerini dilerim.

34 YAŞ ŞİİRİNDEN
Çocuktum iğde kokardı ay doğarken rüyalar Bozkırlarda nilüfer yeşerirdi Heybemde, türkülerden duyduğum turnalar Kafesinde salınırdı dedemin kekliği (...)

Okur mektuplarından

Bu hafta, yazılarımla ilgili olarak aldığım bazı okur mektuplarından bölümler paylaşmak istedim. İlgilerinden ötürü kendilerine teşekkür ederim.

“İstasyon binaları ne olacak?” başlıklı yazımda değindiğim ve izlemeyi sürdüreceğim konudan yola çıkan sayın Mehmet Durmuşoğlu, Marmaray hattı istasyonlarında kapalı alan bulunmayışından yakınıyor. Dört yanı açık bu istasyonlarda sıcak yaz aylarında bile beklemenin zorluklarından söz eden okurum; fırtınalı, karlı, yağmurlu kış aylarında insanların perişan olacağını belirterek ilgilileri uyarıyor. Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü’ne bir dilekçeyle başvuran okurum kendisine bir izleme numarası verildiğini, ancak şimdiye kadar bir yanıt gelmediğini, herhangi bir iyileştirme çabasının da görülmediğini bildiriyor. Böylece biz de konuyla ilgilileri uyarmış olalım.

Foça’dan değerli dostum, emekli tarih öğretmeni Sayın Recep Bozkurt, aynı konudaki mektubunda, memleketi Eğirdir’in garının, “bu toprakları vatan yapan” bu yapılardan birinin harap olup gitmekte olduğundan acıyla yakınıyor. Sayın Bozkurt mektubuna, Eğirdir konulu kitabına bu tarihi gar hakkındaki yazısını da eklemiş.

Değerli tarih öğretmeni dostumun belirttiği gibi, topraklara vatan değeri kazandıran öğelerin başlıcalarından biri de o topraklarda yaşanmış olayların tanığı olmuş yapılardır.

Paradan başka değer tanımayan bir anlayışa ve ne yazık ki böyle bir anlayışla yetiştirilmiş kuşaklara bunu anlatmak güçtür.

Sorun eskiyi savunmak değil tarihi ve mimari değer taşıyan yapıları koruyarak şimdiki zaman duygusunu geçmişle bütünleştirmektir.

Konunun en yaşamsal örneklerinden biri, Haydarpaşa Garı’nın başına gelenler, daha doğrusu getirilmek istenenlerdir.

Vatan kimsenin oyuncağı değildir.

Haydarpaşa, gar olarak yapılmıştır ve öyle de kalacaktır. Başka heveslere asla, kesinlikle izin verilemez, verilmeyecektir, vermeyeceğiz.

“İrdeleyen akıl” başlıklı yazımla ilgili mektubunda Sayın Mehmet Yalçın, “akıl” kavramının (benim yazımda ileri sürdüğüm görüşten farklı olarak) “bilgi”yle değil, “insan türü”yle ilgili olduğunu; yani sonradan edinilmiş değil, insan türünü belirleyen ve doğuştan gelen bir yeti olduğunu ileri sürüyor. “Descartes’ın usçuluk devriminin bu temel yaklaşıma dayandığını” belirten Sayın Yalçın, onu izleyen düşünürlerce de insan ile hayvan arasındaki temel ayrımın us ve içgüdü ayrımı olduğunu vurguluyor. Akademisyen ya da amatör felsefe meraklısı okurlarımla birlikte tartışabiliriz düşüncesi ile Sayın Yalçın’ın devamla ileri sürdüğü (sağlam bir düşünce örgüsünün ürünü olduğu besbelli) aşağıdaki görüşlerini aynen alıyorum...

“İleri sayrılık durumları dışında, ‘aptal’ diye nitelenen insanlar, temel insanlık yetisi olan akıldan yoksun değildir. Tersi de doğru: Bilgili insanların akılca onlardan daha üstün olduğu söylenemez. Aynı aklı daha iyi kullanma becerileri, onlarda doğal bir ayrım yaratmaz. Sergiledikleri davranışlar, insandan insana değişebilen birer ‘edim’dir, ‘performans’tır.”

Okurlarımın ve gazete yönetiminin anlayışla karşılayacağı umuduyla, kitap çalışmalarıma daha fazla yoğunlaşabilmek için köşe yazılarıma bir süre ara veriyorum.

İstasyon binaları ne olacak?

Haydarpaşa Garı’nın İstanbul’un yaşamından gaddarca çıkarılmasından sonra İstanbul’a Ankara’dan ve Anadolu içlerinden gelen trenlerin son durağı Pendik olmuş, bu nedenle de Pendik sonrasındaki istasyon binaları kaderlerine terk edilmişti.

Bundan önce bu binalardan benim en çok kullandığım ve tanıdığım Bostancı Garı’ydı.

Doğrusunu söylemek gerekirse şu günlerde Beşiktaş’tan Bostancı’ya taşınıncaya kadar da, bu binaların ne olduğu, ne olabileceği konusunda da bir şey düşünmemiştim.

Hızlı trenin ve Marmaray’ın, Pendik’in ötesine geçmesiyle gar binaları yeniden yaşamlarımıza katıldı, fakat bu kez işlevsiz olarak.

Bostancı’da küçük bir yeraltı geçidinden geçilerek perona ulaşılıyor. Suadiye, Erenköy, Feneryolu, Göztepe, Kızıltoprak istasyonlarında olan da sanırım aynı şey.

Gar binaları işlevsiz.

Tel örgüden barikatların arkasında hüzün veren bir görünümleri var.

Böylece bu binalarının kaderleri, gelecekleri konusunda ansızın bir kaygı duydum ve küçük bir araştırma yapıp zihnimde zaten beliren önerimi yazıya dökmeye karar verdim.

Konuya ilişkin olarak internette gezinirken Prof. Dr. Gülşen Özaydın ve Arş.Gör. Saadet Tuğçe Tezer’in “İstasyon Binalarının Kentteki Anlamı Üzerine Düşünceler” başlıklı çalışmasıyla karşılaşarak mutlu oldum.

Sayın Özaydın ve Sayın Tezer, internete 5 Ağustos 2014’te konulan yazıda, Bostancı’dan Kızıltoprak’a kadar istasyon binalarının tarihçeleri, mimari özellikleri ve bulundukları yerleşim yerleri konusunda aydınlatıcı bilgiler veriyorlar.

Buna göre bu binaların yapım tarihlerinin 1910 olduğu anlaşılıyor.

Bir yerde, yanlış anımsamıyorsam Bostancı istasyon binasının, Haydarpaşa Garı gibi 1872’de Haydarpaşa’yı yapan mimar ya da mimarlarca inşa edildiğini okumuştum. Konuyu sürdüreceğim için gelecek açıklamaları yayımlamak isterim.

Konuyu sürdüreceğim, çünkü sözünü ettiğim yazıda da (P.Nora’dan bir alıntıyla) belirtildiği gibi “Kentlerin kimlikleri, kimliği oluşturan öğelerin sürekliliği ile var olmaktadır. Dolayısıyla kent yaşamımda günümüzle ilgili deneyimler, büyük ölçüde geçmiş hakkında bilinenlerin üzerine oturur ve geleceğe yapılan her türlü aktarımın içinde bir anımsama öğesi yatar. Anımsamanın bireysel olmanın ötesinde toplumsal bir yanı bulunmaktadır. Diğer bir deyişle kente ait hafıza, toplumsal yoldan kurulan zihinsel bir süreçtir. Bu süreçte kente ait bilgiler kolektif hafıza yoluyla anımsanır ve hafıza yerleri ve mekânları üzerinden geleceğe taşınır.”

Değerli araştırmacılara kent belleği konusunda duyarlılıkları ve bugün kaderlerine terk edilmiş gibi durmakla birlikte geleceklerine ilişkin şeytani rant planları yapıldığından kuşku duymadığım bu sevgili binalara dikkat çekmiş oldukları için teşekkür borçluyuz.

Onlar “karar alıcıları kolektif hafızaya karşı duyarlı olmaya davet” ediyorlar...

Ben bir adım daha atarak, bu binaların bulundukları bölgeye ilişkin kent müzelerine dönüştürülmesini öneriyor, etkili olabilecek her kurumu ve kişiyi bu konuda çalışmalar yapmaya, düşünce üretmeye ve olası rant heveslilerine karşı uyanık olmaya davet ediyorum...

Konuyla doğrudan ilgisi olmasa da, yazımı kent belleğiyle ilişkin olarak değerli dostum Prof. Dr. Necat Birinci’nin bir uyarısı ve önerisiyle tamamlamak isterim.

Konuşmalarımızda sayın Birinci, yıkılan AKM’nin yanlış bir yere yapılmış olduğunu, yerine bir yenisinin yapılmasının değil -çünkü uygun bir başka yere de yapılabilir- çevresindeki bazı binaların da yıkılarak o mekânın 19. yüzyılın ortalarına kadar olduğu gibi tekrar “İstanbul’un Seyir Terası” olarak halka açılması gerektiğini belirtiyor...

Dinleyen olur mu bilmem. Fakat bana heyecan verici bir görüş olarak görünüyor.

6 Kasım 2019 Çarşamba

Ispanak

Üç günlük Tataristan yolculuğumda doğumunun 220. yılında Puşkin onuruna düzenlenen toplantılarda konuşmalar yaptım.

Kazan’da Tatarların büyük şairi Abdulla Tukayev’in görkemli müze evini, bir başka önemli Tatar şairi Musa Celil’in mütevazı müze evini gezerek oralarda da konuşmalar yaptım.

Yine Kazan’da, ilk gençliğinde bir süre bu şehirde fırın işçiliği, rıhtım hamallığı yaparak hayatını kazanmaya çalışmış Maksim Gorki adına düzenlenen müzeyi dolaştım.

Tataristan’ın bir başka önemli şehri Yelebuga (yada Alabuga)’da Rus Şiirinin Gümüş Çağı Kitaplığı’nda, bu döneme (20. yüzyıl başları modernist Rus şiirine) ve genel olarak şiire ilişkin, çok ilgili ve çok seçkin bir topluluk önünde konuştum. Bu şehirli ressam İvan Şişkin’in müze-evini gezdim...

Bütün bu gezi ve ziyaretlere ilişkin izlenimlerimi en az iki günlük bir yazıyla ve ilginç fotoğraflarla paylaşacağım sizlerle...

Ülkeye döndüğümde çarşamba yazımın konusunu düşünürken kararsız kaldım...

Son Suriye harekâtının artıları ve eksileri?

Başta Orhan Bursalı’nın 28 Ekim Pazartesi tarihli “Suriye macerası ülkeyi batırdı, sonuç büyük fiyasko” başlıklı mükemmel yazısı olmak üzere bu konuda yazılmış olanlara ne eklenebilir?

Cumhurbaşkanı’nın ABD seyahati, İçişleri Bakanı’nın adlandırmasıyla hapishanelerimizdeki “terörist savaşçılar” (yani IŞİD’liler) nerede yargılanacak, işveren bakanlara kendi iş alanlarında trilyonlarca liralık destek kıyakları vb. konularda yazmayı da canım istemedi...

Derken, ıspanak imdadıma yetişti...

Bitki zehirlenmesi olarak mantardan zehirlenmeyi bilirdik de, gariban ıspanak nereden çıktı?

Yıllarca içinde demir olduğuna inandırılmıştık, sonra bunun doğru olmadığı söylendi.

Çok şükür, henüz yaşam kaybı haberi gelmedi ve dilerim gelmez ama çok sayıda yurttaşımız ıspanak zehirlenmesi tanısıyla tedavi ve gözetim altında.

Sorun nedir, sorumlu kim, bilen yok.

Çernobil faciası sırasında çayın bundan etkilenmediğini kanıtlamak için kameralar önünde çay içen bakan gibi bir pazarcı esnafı da kameralar önünde aynı amaçla çiğ  ıspanak yedi. Tarım Bakanı’ndan da böyle bir jest gelir mi bilemem.

Bu konuda bana en inandırıcı görünen açıklamayı sosyal medyada gördüm. Hakan Aytaş imzalı açıklamada özetle şöyle deniyor: “Bayat ıspanaklara yeşil görünsün ve uzun ömürlü olsun diye tarım ilacının dışında çeşitli kimyasallarla işlemler yapılmış.”

Olabilir mi? Neden olmasın!..

Ülkeye dönüşümdeki haber turunda ilgimi çeken bir başka haber, Adana’daki banka soygunu girişimi oldu...

Çevrede kimse yok. Sanıyorum tatil günü ve gündüz vakti. Elindeki balyozu bir bankanın vitrinine vurmakta olan ufak tefek biri güya camı kırıp içeri girecek ve bankayı soyacak. Derken çevreden birileri gelip engel olmaya çalıyor. Soyguncu bunlara bıçak çekiyor. Bu arada oralardaki bir koruma, adamın üzerine atlayarak onu etkisiz hale getirmek istediğinde soyguncu zaten kendini yere atmış sanki etkisiz hale getirilmeyi bekliyor.

Karakoldaki ifadesinde ailesiyle sorunu olduğunu, kalacak yeri olmadığından hapse girmek için bu işi yaptığını söylemiş...

Hani, şaka gibi diyoruz ya, aynen öyle...

Bilinemeyen bir nedenle otobüsü, duraktaki yolcuların üzerine süren, ardından da dışarı fırlayarak elindeki bıçağı rastgele sallayıp bir kişinin ölümüne ve yaralanmalara yol açtıktan sonra kendini denize atarak, “Polis yok mu, öldürün beni” diye bağıran halk otobüsü şoförü...

Ordu’da her gün yol kenarında durup geçen araçlara el sallayan akıl özürlü Salih’e bunu ıslanmadan yapabilsin diye otobüs durağı benzeri bir yer yaptırılıp üzerine de “Salih’in Yeri” yazılması... Salih’in şimdi hepimize örnek olması gereken mutlu bir gülümsemeyle işini yapmakta oluşu...

İlk bölümü dışında “ıspanak”ta odaklanan bu yazı için okurlarım beni kınamasın.

Bu da bir rahatlama gereksinimi eninde sonunda...