27 Nisan 2013 Cumartesi

ÇÖZÜLMEKTE OLAN KÜRT SORUNU MU, ÜLKE Mİ?





    Bilimsel sosyalist ideolojinin başlıca temellerinden biri diyalektik düşünme yöntemidir.
     Bu yöntem de öncelikle irdeleyici akıl demektir.
     İrdeleyici akıl, herhangi bir sorunu  bütün yönleriyle, içerebileceği tüm olasılıklarla ele alır.
       Özdeyişsel, yüzeysel  değil, açıklayıcıdır.
        Suçlayıcı değil, saptayıcıdır.
        Duygusal değil, adı üstünde,akılcıdır.
         Son günlerde, açılım adı verilen süreçlerde, bütün bunların tam tersi yaşanıyor.
       Kürt sorunu denilen sorunun  çözümü konusunda kuşkuların mı var? Demek ki barışa karşısın.
       Analar ağlamasın deyişini fazlaca duygusal, daha doğrusu duygu sömürücüsü, yüzeysel ve içeriksiz mi buluyorsun?
         Demek ki sen anaların ağlamasını,  artarda tabutlar gelmesini istiyorsun vb…
           Bu türden suçlama ve yakıştırmalar, sıradan bir akla bile aykırı,
   şaşırtıcı bir bilinçsizlik ve  düzeysizlikle tekrarlanıp  duruyor.    
          Bunu, kendi amaçları  doğrultusunda, kasıtlı olarak yapan iktidar çevreleri ve yardakçıları için bu söylediklerimiz hafif kalır.       

         ***                        ***                          ***
      Kürt sorunu nedir?
     Kürtler ayrı bir devlet mi kurmak istiyor?
      Türkiye federasyonlara mı ayrılacak?
       Dedikodular, söylentiler, tahminler birbirine karışıyor ve zaten karışık olan akılları büsbütün karıştırıyor.
       Bir yanda analar ağlamasıncılar.
        Yanı sıra, verelim gitsinciler       
  Şaşırmış, kafası karışmış, sonuçta da belki düşünmemeyi yeğleyen,kurtuluşu tepkisizlikte bulan bir toplum.
      Bu tabloyu büyük olasılıkla ellerini ovuşturarak izleyen emperyalist güçler.

            ***                      ***                    ***
   Bugünkü siyasal iktidar neden barış istesin?
  Mayasında savaşçılık, tekçilik, dogmatizm olan bir dünya görüşünün barışçılığına nasıl inanılır?
      Kürt sorunu ne oranda etnik, ne oranda ekonomik, ne oranda yapay  bir sorundur?
      Bilim, etnik kavimleşmeden  ulusal devlete  geçişin bir üst aşama olduğunu söylüyor.
       Türkiye’de büyük çoğunluğuyla yoksul, yine büyük çoğunlukla
kendilerinden farklı etnik kökenlerden insanların yaşadığı bölgelerde, büyük şehirlerde, onlarla kaynaşık olarak yaşayan Kürt kökenli ahali,  böyle bir aşamaya mı ulaştı?
    Kürtler, ayrı bir devlet,ayrı bir federasyon içinde yaşamayı mı, yoksa Türkiye’nin her hangi bir yerinde, özellikle de  ekonomik bakımdan daha zengin bölgelerde yaşayıp iş güç sahibi olmayı,çocuklarına iyi bir gelecek sağlamayı mı  yeğliyor?
        Bir seçim yapma ikilemiyle karşılaşsalar, hangisini yeğlerler?
       Bir parçası olduğumuz coğrafyada, farklı ulus devletler kapsamındaki Kürt unsurların bir araya getirilerek bir Kürt devleti kurulması tasarımı, ırkçı bir tasarım değil midir?
     Bunun bir zamanların PanTürkizm’inden ne farkı var?
     Yine son zamanlarda dile getirilen İslam şemsiyesi kavramı, solcu,laik Kürtleri tedirgin etmiyor mu?
      Bütün bu oluşumların,oldu bittilerin gerisinde emperyalist bir elin, emperyalist çıkarların olabileceği akıllara gelmiyor mu?

                  ****                             ***                             ***
  Bizler, bu gibi soruları soranlar, emperyalist kan dökücülük Irak’ı mezbahaya çevirmekteyken kararlılıkla karşı çıkmıştık.
Bugün de , Suriye halkına  yaşatılmakta  olanlardan acı duyuyoruz.
 Günümüz siyasal iktidarının, geçen yüzyıl başında  İttihatçıların ülkeyi savaşa sürüklemesi gibi, ülkemizi Suriye ve İran’a karşı bir savaş cehennemine sürükleyebilecek olmasının kaygısını, tedirginliğini yaşıyoruz.
        Duygu sömürücüsü savsözlerin, demagojik çığırtkanlıkların gerisinde, emperyalizmin kirli hesaplarının gizlenmesinden, bu gün önlendi denilen kan dökücülüğün beş beterine sürüklenme olasılığından korkuyor,   kuşku duyuyoruz
        Analar, babalar, kardeşler ağlamasın. Gazete sayfaları, TV ekranları tabut görüntüleriyle dolup taşmasın.
       Fakat bunun bedeli, bütün bir ülkenin ağlaması, Türkiye Cumhuriyetinin cenazesinin kaldırılması olmamalıdır.
        Çözülmekte olan  Kürt sorunu mu; yoksa hangi etnik aidiyetten olursak olalım hepimizin varlığımızı, kimliğimizi, uygar yurttaşlar olma onurumuzu borçlu olduğumuz, laik, çağdaş ulus devletimiz, Türkiye Cumhuriyeti mi?
    Üzerinde ısrarla düşünmemiz gereken yaşamsal sorun budur.   

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/270413   
       
 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

20 Nisan 2013 Cumartesi

GAZETELERDE 8 NİSAN





  Geçen hafta “Barikatlarda Özgürlük” başlıklı yazımda  8 Nisan Silivri izlenimlerimi yazmıştım.
     Bazı olaylara tanık olmak, onları içinde yer alarak yaşamak önemlidir.
    8 Nisan 2013’te Silivri’de görüp tanık olduklarımın, içinde yer alarak yaşadıklarımın bu tür olaylardan olduğundan kuşku duymam.
    Tabii, kimseyi,kendisi dışında bir şey olmaya zorlayamazsımız.
    İnsanlık tarihi akarken, onun kenarında köşesinde, gözlemci bile olamadan, sürüngence, ya da bir köstebek gibi kendi oyuklarında ömür tüketenler hep olmuştur, her zaman olacaktır.
     Bu gibilere öfke duymaya bile değmez, acır geçersiniz.
      Yaşamın dinamiğini durdurmaya, ileriye doğru akışı geri çevirmeye çalışanlar da yine hep olmuştur, her zaman olacaktır.
     Onlara en yakışacak sıfat da  devrim karşıtlığıdır,karşı devrimciliktir.
      Ülkemizin dününde ve bu gününde  bu gibiler de hep olmuştur ve ne yapalım ki olmaya  devam edecektir…
                 ***                                       ***                              ***
      9 Nisan sabahı  bir gün önce Silvri’de yaşananları nasıl verdiklerini merak ederek bir çok gazeteye baktım.
     Kendi gazetemden başlayayım…
      Cumhuriyet,Silivri’de yaşananları 1.sayfadan “Adaleti Boğdular” başlığı ile vermişti. Bu davayı başından beri orada izlemekte olan  Hatice Tuncer ve öteki muhabir arkadaşlarımız, haberlerinin içeriği ve diliyle ve fotoğraflarla, yaşananları dürüstçe, gerçekliğe ve gazetecilik mesleğinin namusuna saygıyla yansıtmışlardı.
     Aydınlık, “Barikatlar Yıkıldı”,  Yurt, “Adalet Kavgası”, Sol, “Ergenekon Davasında Kitleye Müdahale”  başlıklarını tercih etmişti
     Üslup farklarına ve  yorumlardaki  doğal sayılması gereken  nüanslara karşın, bu gazetelerin 8 Nisan haberleri için de benzer şeyler söyleyebilirim.
     Onlara Sözcü’yü,  Akşam’ı, “Silivri’de Jandarma Saldırısı” başlığı ile Bir Gün’ü, genel politikada onunla taban tabana zıt olsa da “Zulmün Temeli” başlığı ile Yeni Çağ’ı ekleyebilirim.
       Orada bulunmayan bir okur, yorum farkları ne olursa olsun bu gazetelerdeki haber ve fotoğraflardan, Silivri ceza ve infaz salonu ile çevrede yaşananların bire bir tanığı gibi , yaşananların  gerçekçi bilgisini edinebilecekti…
                          ***                          ***                 ***
  Hürriyet, Vatan ve Haber Türk, “Silivri Savaşı”, “Silivri’den Gaz Manzaraları”” “Yine Gaza Gelindi” vb türünden,   kendi meşreplerince magazinleştirerek  de olsa, olayları yine de  ellerinden geldiğince saptırmamaya çalışarak yer vermişlerdi.
     “Milliyet”in başlığı ve haberciliği nispeten daha da ağır başlıydı.
    “Sabah” ise kendine yaraşır bir sululukla,  “Silivri’de Gazlı Şehir Suyu” başlığı ile safını belli ediyordu.
                            ***                             ***                          ***
  Bir başka grubun gazetelerinden Akit “CHP ve İP’ten Şirretlik” başlığını atmıştı. Bugün, “Mahkemeye CHP Baskını” başlığı ile habercilik yapıyordu. Zaman, “Slivri’de Yargıya Darbe Girişim”i başlığı ile, bilinç altındaki darbe korkusunu bir kez daha dışa vuruyordu. Türkiye gazetesinde “Silivri’yi Savaş Alanına Çevirdiler” başlıklı haberden çok, barikata ve gerisinde kollarını açmış durmakta olan jandarmanın üzerine yürümekte olan halk kadınını gösteren fotoğraf ilginçti…
                          ***                              ***                        ***
  Bütün bu haberler arasında hem gazetecilik, hem insanlık bakımından utanç verici olanı “Taraf” adlı gazeteninkiydi. Başlığı okuyunca önce bir şey anlayamadım:”Muharrem ,slogan”… Alttaki yazılar okununca mesele anlaşıldı… “CHP ve İP’lilerin  günlerdir çağrı yaptığı duruşma için gelenler bariyerlere saldırdı, jandarma kalabalığa gazla müdahale etti… CHP’liler duruşmayı engelledi….CHP’li Nur Serter Muharrem İnce’ye ‘Muharrem,slogan’ diyerek slogan da atılmasını istedi…”vb…
     O gün Silivri’de olup her şeyi baştan sona yaşayan bir görgü tanığı olarak, bu üsluptan, bu haber başlığından, bu  sözlerdeki yalan ve  düzeysizlikten utanç ve tiksinti duydum.
     İnsan “Taraf” olabilir. Fakat kendi meslektaşlarına da  zulmedilmekte olan bir davanın haberi verilirken,  bu derece alçalıp pespayeleşmek şart mıdır?

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/200413

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Nisan 2013 Pazar

“YUKARIDAKİ ALLAH”…





    Sesin tınısındaki iki yüzlülük, riya; şivedeki lumpen bozulma hâlâ kulaklarımda…
     Konuştukları neydi, bilmiyorum.
     Yanımdan geçen, ya da yanlarından geçtiğim iki kişiden birinin, galiba daha hırpani kılıklısının söylediği sözlerin bir bölümü çarpmıştı kulağıma…
   Bedenini yere doğru eğip başını hafiften göğe doğru kaldırarak kurduğu cümlenin ilk sözcükleri şöyleydi:
     “Yukarıdaki gurban olduğum Allah…”
       Bu sözlerde beni tedirgin eden şey neydi? İçerik mi?  Söyleyen kişinin sesinin tınısından, söyleyiş biçiminden taşan riya mı? Bu sözlerin bir sokak konuşmasında uluorta söylenişi mi? Sanırım hepsi birden…
    Ama yine de, içerikten çok, söyleyişteki tonlama…
     Tanrı kavramının böylesine ayağa düşürülmüş olması….
      Diyelim ki yine bir halk insanı, bir haksızlığı dile getirerek ilenirken, dertlenirken,  sayısız kez tanık olduğumuz böyle bir cümle kurmuş olsun…
     Yine tedirgin olur, daha da çok, üzülürdüm. Ama bu kez tedirginlik ya da üzüntümün nedeni, biçim değil, içerik olurdu.
     Haksızlıklara karşı çıkmanın yolu  onları Tanrıya havale etmek değil, onlara karşı savaşmak olduğundan…

      ***                                 ***                               ***

 İnsanlar uğradıkları ya da tanık oldukları haksızlıkların  giderilmesini, cezalandırılmasını Tanrıya   havale ederken, bunu çaresizlik, bilinçsizlik gibi nedenlerle yaparlar…
    Burada irdelemek istediğim konu bu değil…
     Yukarıdaki örnekle anlatmak istediğim, özellikle son zamanlarda,
Tanrıyla, dinle, bu türden kutsallıklarla ilgili konuların ve sözlerin  tam anlamıyla ayağa düşürülmüş olması…
    Günlük yaşam konuşmalarımızda “şükür”den, “kısmet”ten, “Allahın izniyle”den, “yukarıdaki Allah”tan geçilmez oldu…
     Birkaç gün önce İstanbul trafiğiyle boğuşarak hava alanına ulaşmaya çalışırken, içinde bulunduğum otobüsün sürücüsü ve yakın koltuklardaki birkaç yolcu, ağız birliği etmişçesine, Allahın izniyle, Allah kısmet ederse, evvel Allah  inşallah, kısmetse, alana zamanında ulaşacağımızı söylüyorlardı….
     Konuşmalarda trafiğin neden bu duruma gelmiş olduğuna, nasıl çözümlenebileceğine ilişkin tek bir sözcük, bir düşünce kırıntısı yoktu…

       ***                                ***                               ***

   Allah yukarıda mı,aşağıda mı, güneşin çevresinde dönüp duran gezegenimizin yukarısı nere, aşağısı nere?
   Yer çekimi sayesinde ayaklarıyla  yere  çakılı olan bizler, gezegenimizle birlikte dönmekteyken hangi durumlardan geçmekteyiz?
      Bu durumda bazen yukarıdaki Allah tepemizin altında mı kalıyor?
      Kapı komşusundan söz eder gibi yukarıdaki Allahtan söz eden insanlarımızla böyle şeyler konuşmanın bir yararı olmayacağı gibi başınız derde de girebilir…
     Bu insanlar, sadece, sıradan yurttaşlarımız mı?
      Bir gazete haberinden öğrendiğimize göre, birkaç hafta önce bir öğrenci yurdunun açılışı için bir  üniversiteye giden Gençlik ve Spor Bakanı sıfatlı  kişi, “evrim” konusunda uygulanmaya başlanan  sansüre ilişkin olarak kendisine soru yönelten öğrenciyi şöyle yanıtlıyor:
      “Evrimi tabii ki sansürleyeceğim. Sen evrime mi inanıyorsun? Maymundan mı geldin? Yukarıda Allah var.”
       Maymundan gelmedik belki… Fakat bütün bir toplumca maymun türünden daha  aşağılara doğru yol almakta olduğumuzda kuşku yok…

Ataol Behramoğlu/ Pazar Söyleşileri/140413

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

13 Nisan 2013 Cumartesi

BARİKATLARDA ÖZGÜRLÜK…




    Yazımın başlığını  Fransa’nın ve dünyanın en büyük ressamlarından Eugène Delacroix(Delakrua)’nın ünlü tablosundan aldım…
    “Halkı Yönlendiren Özgürlük” adıyla da bilinen unutulmaz tabloda, göğsü çıplak, elinde bir bayrak tutan özgürlük  simgesi genç kadını;  barikatların üstündeki cesetleri, arkadan gelen büyük, öfkeli kalabalığı anımsarsınız…
    Peter Weiss büyük yapıtı “Direnmenin Estetiği”nde bu tablodan, özellikle de genç kadının sağındaki, tüfekli, silindir şapkalı, azıcık şaşkın genç adamın içerdiği simgesel anlamdan uzunca söz eder…
      Delacroix’ya bu olağanüstü tabloyu (içinde yaşayıp tanığı olduğu)Haziran 1830 devrim olaylarının esinlediği biliniyor.
     8 Nisan’da Silivri’de görüp yaşadıklarım, o unutulamayacak günün olayları, özellikle de yerle bir edilmiş, yıkılıp çiğnenmiş barikatlar ve çevresindeki muazzam kitle,  bana Delacroix’nın tablosundaki renkleri, görüntüleri, kargaşayı, ama bütün bunların içinden fışkıran yepyeni bir yaşamı, canlılığı, disiplini, omuzdaşlığı, devrimin  canlandırıcı soluğunu duyumsattı…
                         ***                                       ***                               ***
     Kuşatılmış, jandarma timlerince  kesilmiş yolları gazeteci kimliklerimize rağmen güçlükle aşarak ulaşabildiğimiz duruşma salonunda, sözüm ona duruşmanın başlaması için öğle saatlerine kadar beklememiz gerekti.
     Buraya duruşma değil infaz salonu demek daha doğru olur.
     Gözetleme salonu da diyebilirsiniz.
     Çünkü tavandan  sarkan mekanik gözler ve kulaklar, izleyicinin her kıpırtısını ve sözünü kayda geçiriyor…
      Önceki duruşmalarda, basın mensuplarının ve izleyici CHP milletvekillerinin birlikte  oturduğu bölmenin  önünde bu kez jandarma saf tutmuş, kuş uçurtmuyordu.
       Neden?
       Herhalde  davanın asıl savcısı böyle istediğinden.
       Sandalye önlerinde  masalar da olduğu için  not alma kolaylığı bulunan bu oturma alanı  hemen ilerimizde  bomboş durmaktayken, yargılamanın yapıldığı alandan da   daha da uzağa atılmış olarak sıkış tıkış oturmaya zorlanmak, kuşkusuz ki bir aşağılanmaydı, kabul edilemezdi ve nitekim öyle de  oldu…
       Neden sonra gelen mahkeme heyetinin silik görüntüsünden, başkan konumundaki kişinin sağır, kör ve duygusuz bir duvar gibi   her itiraza inatla  karşı koyuşundan söz etmeye değmez…
      Büyük ve bilinçli bir avukat topluluğunun, aynı ölçüde bilinçli bir izleyici kitlesinin, yay gibi gerilmiş yurtsever  milletvekillerinin   ve uğradıkları zulme karşın pırıl pırıl ışıldayan “sanık” ların  karşısındaki bir kürsüde oturmakta olan   bu topluluk kimi, neyi, hangi adaleti  temsil ediyor?
     Derken, dışarıda kıyametin koptuğu haberleriyle birlikte biber gazı esintileri duruşma salonunun içine kadar sızdı ve sonuçta da bu sözüm ona duruşma bir kez daha ertelendi…
                      ***                            ***                            ***
    “Barikatlarda Özgürlük” tablosuna dönüyorum…
     O infaz ve gözetleme salonundan çıktıktan sonra, biber gazı dumanlarının dağılıp gittiği, güneşin arada bir aydınlattığı, kıştan kalma, çivi gibi Trakya havasında,yıkılmış barikatlara basarak, çamurlara bata çıka, iğreti bir merdivene tırmanarak  konuşma yapacağım arabanın üzerine çıktığımda,  karşımdaki bayrak bayrak, renk renk,umutlu, coşkulu muazzam kitle, gerçekten de ancak büyük bir tablonun, romanın, destanın konusu olabilirdi…
       Rüzgâr, yere serecek kadar sert esiyordu..
       Karşımdaki kitle, kadınlı erkekli her yaştan insanlar, sanki az önce basınçlı suyla yerlere savrulmamış, biber gazı denilen laneti solumamışçasına,  cesur, yürekli, omuz omuza,, ışıl ışıl, bir şölen kalabalığı gibi dalgalanıyordu…
      Barikatların yıkılıp geçileceğini, zulmün sonsuza kadar egemen olamayacağını görmüşlerdi…
      O gün Silivri’de, yaşamla ölüm arasındaki gibi bir karşıtlığa tanık oldum…
      Bir yanda ölümün silik,  korkak,zalim, karanlık; askeriyle, polisiyle, yargılamacısıyla, canlı organizmadan çok robota,kurulmuş makineye, gerçek dışı yaratıklara benzeyen  güçleri…,
    Öte yanda barikatları yerle bir ederek özgür bir yaşama, mutluluğa, adalete,  daha çok ve daha büyük insan olmaya doğru yürüyen  büyük kitleler…
    Hiçbir güç bu yürüyüşü durduramaz…
      
Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/130413

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

6 Nisan 2013 Cumartesi

İNSAN UTANIR




     Yazının başlığını koydum ve ne yazacağımı, nereden başlayacağımı bilemeksizin bilgisayar ekranının karşısında oturuyorum.
   Söylenmedik bir şey kaldı mı?
   Yazıya başlamadan önce internet haberlerine ,gazetelere göz attım.
    Şu “akil adamlar” konusu günlerdir benim de zihnimi kurcalıyor.
    “İnsan utanır” sözcükleri,zaten bu “akil adamlar” konusu zihnimde dolaşıp durmaktayken geldi.
      İnsan utanır, evet. Birazcık insanlık onuru, sağduyusu,birazcık akıl, bilinç, aydın olma haysiyeti gibi şeyler kalmışsa…
    
               ***                             ***                         ***

 Bir ülke düşünün.
 Bir gazeteci, düşünce adamı, dört yıldır hapiste, hücrede.
  On iki yaşındaki kızı baskılar sonucunda okulundan ayrılmak zorunda kalıyor.
   Bu gazeteci, hapishane koşullarında, üstelik bilgisayar, daktilo gibi araçlardan yoksun, üst üste kitaplar yazıyor.
    Sonuncusu bir oyun: Yargıtatör.
    Akil adamlar bu kitapları, Yargıtatör’ü okumuş olabilir mi?
    Vicdanları buna yeter mi?
     Okumuş olsalar, bu vicdanlarda  her hangi bir kıpırtı, akıllarda bir hareket olur mu?
     Sanmıyorum…
     Çünkü ruh, vicdan, ahlâk, bir kere şeytana satılıp ya da kiralandı mı, geriş dönüş yolları artık kapalıdır.
       Kimlerden, bu  adamların ve kadınların hangilerinden  söz ettiğimi tahmin edersiniz…

                     ***                                ***                         ***

  Bir ülke düşünün.
 Biyoloji(yaşam bilim) derslerinde bundan böyle insanın bir evrimleşme sonucunda oluşmayıp birdenbire yaratılmış olduğu öğretilecek çocuklara.
    Kimileri birkaç dil bilen, öğretim üyeliği yapan ya da yapmış olan bu akil adamlar ve kadınlar, bunu yalayıp yutacaklar.
     İnsan utanır.
      Sizlerin çocuklarınız, torunlarınız bu okullarda okumuyor mu,okumayacak mı?
     Bir ülkenin yazgısıyla, yaşamıyla, geleceğiyle nasıl oynandığını
görmüyor musunuz?
      Bu kadar mı körleşip, aptallaşıp, vicdansızlaştınız?
      Lise sırasında tepeden tırnağa kara çarşafa bürünüp oturan genç kızın,  ilk okula türbanla gelen  çocuklarımızın görüntüleri sizi incitmiyor mu?
    Uygulanmakta olan yeni eğitim politikası sonucunda on binlerce kız çocuğunun eğitim dışı kaldığını öğrendiğinizde, bunda benim de sorumluluğum var diye düşünüp tedirgin olmadınız mı?
     Egemen siyasetin emperyalizme  araç, sizlerin de bu aracın aracı olduğunuzun farkında değil misiniz?
     Bilinciniz bu kadar mı körleşip sağırlaştı?
     Ruhunuz,kimliğiniz bu kadar mı karanlıklara gömüldü?
     İnsanlığınızı bu kadar mı yitirdiniz?

              ***                        ***                          ***

   Heeeyyy diye haykırmak geliyor içimden kimileriyle ilk gençlik yıllarımızda arkadaş olduğumuz bu insan topluluğuna…
     Bu nasıl bir alçalma, nasıl bir kimlik bozulması, aklım almıyor…
      Demek ki insan olmanın bir özelliği de, alçalmanın da  yücelmenin de sonu olmayışı….
     İçeride bir onur anıtı gibi gitgide  yücelenlerin yanı sıra, dışarıdaki yerlerde sürünürcesine alçalmaya bakın…
     İnsan utanır… Eğer içinde, kimliğinde, ufacık bir insanlık kırıntısı kalmışsa…
      Bu sözleri ve daha da ağırlarını, 8 Nisan Pazartesi günü, Silivri Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi denilen engizisyon cehennemini çevreleyen barikatların önünde de haykıracağım…

Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/060413

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

1 Nisan 2013 Pazartesi

SANSÜRDEN DE ÖTE…




    Bir süredir ders  kitaplarında şairlerimizin şiirlerinin makaslandığına ilişkin haberler  okuyoruz.
    Yunus Emre’nin üstelik çok bilinen ilahilerinden birinin dört dizesi
çıkarılıp atılmıştı.
     Ardından, yanlış anımsamıyorsam, Kazak Abdal geldi.
     Derken çağdaş şairlerimizin, Anday’ın, Külebi’nin, Cansever’in şiirleri birbiri ardına sansürlendi.
     Hepsi gülünçtü ama, en gülüncü sanırım Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” adlı  şiirine uygulanandı
      Şiirin kahramanı “adam”ın, asıl kahraman olan ”masa”ya birbiri ardına koyduğu şeylerden biri de “biranın dökülüşü”ydü…
     Kitabı hazırlayan her kimse, , gençleri bira içmeye kışkırtacağı kaygısıyla, bu dizeyi çürük bir dişi çeker gibi çıkarıp atmıştı…,
     Bunlar, bize ulaşanlar…
     Bir tarama yapılsa, kim bilir daha nelerle karşılaşacağız.

      ***                           ***                           ***

    Sünnetli Pinokyo, namaz kılan Örümcek Adam, tesettüre girmiş Poliyana vb…
     Bunlar da çocuk klasiklerinin ya da çocukların sevdiği çizgi romanların  kahramanlarına uygulanan bir çeşit sansür; ya da daha doğrusu, bir değiştirme, başkalaştırma işlemi…
     Aslında, şiirlere uygulanan çıkarma işlemleri de, yine sansürden de  daha başka bir şey…
      Çünkü içinden tek bir dizesi değil, tek bir  sözcüğü bile çıkarılıp atılan şiir, artık aynı şiir değildir.
     Ve bunu şairden başka hiç kimsenin yapmaya hakkı yoktur.,
     Şairin kendisi  bile, şu yada bu nedenle  sonradan bir şiirinin   bazı dizelerini, sözcüklerini  çıkarma ya da değiştirme gereksinimi duyduğunda; ya da yeni sözcükler, dizeler eklemek istediğinde, eğer gerçek bir şairse, bunu çok büyük bir titizlikle, sakınganlıkla yapar.
     Çünkü tamamlanmış bir sanat eseri, canlı bir organizma, yaşayan,canlı bir yaratıdır…
       Kuşkusuz   sadece şiir için değil, bütün gerçek  sanat yapıtları  için geçerli bir olgudur bu…

      ***                            ***                        ***

   Şimdi, asıl söylemek istediğimi biraz daha açayım..
     Edebiyata, sanata uygulanan sansür,bir yazarın, bir sanat yapıtının yayınlanmasının, gösteriminin, izleyiciye ulaşmasının engellenmesi, yasaklanması demektir….
     Baskıcı siyasal yönetimlerde, yüzlerce, binlerce yıldır yapıla gelen bir şeydir bu.
      Böyle durumlarda, edebiyat yapıtları ya elyazmalarıyla, ya gizlice basılıp dağıtılır. . Ya da uygun  zaman gelinceye kadar saklanır.
     Başkaca sanat ürünleri için de buna benzer şeyler yapılır, benzer önlemler alınır…
     Sansür, düşünce ve yaratma özgürlüğüne karşı  işlenmiş ağır bir suçtur.
      Bir sanat yapıtını kesip biçerek yayınlamak ise,  onun da ötesidir.
     Ve hem o yapıta, hem sanatçısına, hem sanat izleyicisine karşı işlenmiş, sansürcülükten bile daha ağır bir suçtur.
     Sansürü, cezaevinde olmaya, özgürlükten yoksun bırakılmaya benzetebiliriz…
      Bu türlü  kesip biçmeler,değiştirmeler ise,  canlı organizmanın sakatlanması, zehirlenmesi, başka bir şeye dönüştürülerek yok edilmesi demektir….
       Hangisi daha faşistçe derseniz, bence daha faşistçe olan bu ikincisidir.
      Bir şiirin üzerinde oynamak, bir roman kahramanının kişiliğini değiştirip onu ilgisiz bir kişiliğe dönüştürmek  ve bunu ideolojik bir kasıtla yapmak,
Nazilerin kurbanları üzerinde uyguladıkları  sapık “tıbbi deney”ler gibi bir şey, 
insanlığa ve yaşama karşı işlenmiş ahlâk dışı bir suç, bir cürümdür.

   ***                                     ***                       ***

 Ülkemizi ele geçirmiş olan gerici, sapkın  güç, her alanda işlediği suçlara edebiyat ve kültür alanındaki bu akıl ve ahlâk dışı uygulamaları da  ekliyor.
     Yaşamın dokusunu, kimyasını bozuyor, çarpıtıyor, zehirliyor.
      Bütün bir ülkeyi kendi çirkin, hastalıklı, özgürlük ve yaşam düşmanı kimliğine benzetmeye, bozup dönüştürmeye çalışıyor.

Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/310313

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..