31 Ekim 2013 Perşembe

'Gezi'ye Şiirler' / "Toplumsal Adaletsizliğe Karşı Küresel Şiir Etkinlikleri"‏



'İnsanlığın özgür sesi'

İstanbul Kitap Fuarı’nın açılış gününde 15 şairin katılacağı bir şiir izlencesi düzenlenecek. ‘Gezi’ye Şiirler’ başlığı altında düzenlenecek etkinlikler daha sonra Ankara, Manisa Salihli ve İzmir'e uzanacak.

2011 yılında Kolombiya’da kurulan Dünya Şiir Hareketi (World Poetry Movement - WPM), “Toplumsal Adalet Ayı” ilan ettiği kasım boyunca, dünyanın çeşitli ülkelerinde bir dizi etkinlik düzenleyecek. “Toplumsal Adaletsizliğe Karşı Küresel Şiir Etkinlikleri”nin Türkiye ayağı ise “Gezi’ye Şiirler” üst başlığıyla İstanbul, Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek. Etkinliklerde, ülkemizden 50’ye yakın şair, Gezi Direnişi’ne adadıkları şiirleri seslendirecek. Etkinliklerin başında, Dünya Şiir Hareketi’nin kurucuları arasında yer alan, Türkiye temsilcisi Ataol Behramoğlu’nun kaleme aldığı bir metin okunacak. Hareketin geçmişini ve anlamını anlattığı metinde Behramoğlu, “Yaşadığımız coğrafyada şiir, varlığını yüzlerce yıldır adaletsizliğin her türüne karşı savaşım vererek sürdürmektedir” diyor. “Şiir, insanlığın özgür sesidir. Özgürlük ve adalet meşalesi bütün zamanlarda, bütün ülkelerde şairlerin elinde en yükseklere taşınmıştır ve böyle olmaya devam edecektir” diyen Behramoğlu, konuşmasını hareketin çağrısını yineleyerek bitiriyor: “Dünya Şiir Hareketi, dünyanın bütün şairlerini, kendi ülkelerinde ve bütün dünyada, adaletsizliklere, zulümlere, işkencelere, cinayetlere; zulmün ve kötülüğün her türüne karşı seslerini daha gür yükseltmeye çağırıyor.”
Pablo Neruda’nın şiiri
İlk olarak, 32. İstanbul Kitap Fuarı’nın 2 Kasım’daki açılışında, aralarında Özdemir İnce, Egemen Berköz, Turgay Fişekçi, Enver Ercan, Sennur Sezer ve Orhan Alkaya’nın da yer aldığı 15 şairin katılacağı bir şiir programı yapılacak. Burada, Gülsen Tuncer’in sunumuyla Türkiye Yazarlar Sendikası’nın hazırladığı, Pablo Neruda’nın “Savun çiçek taçlarının bittiği yeri / Paylaş düşmansı geceleri / Nöbet tut şafağın devri için / İçine çek yıldızlı tepeleri / Ve savun ağacı / Dünyanın tam ortasında büyüyen ağacı” dizeleriyle başlayan bildiri okunacak. Gezi Direnişi boyunca gençlerin şiirler okuduğunun, ağaçlara şiirler asıldığının hatırlatıldığı
bildiride, “Türkiye halkı, aşağılayan, kaba, yıkıcı, zehirli iktidar diline karşı şiiri yeniden buldu. Özgürlüğünü şiirle yeniden aradı. Şiir, bankaların, borsaların, iri, hantal banknotların, küfrün ve kutsanmış kötülüklerinbataklığından ruhlarımıza geri döndü” deniliyor.
Adaletsizliğe karşı şiirler
Dünya Şiir Hareketi’nin çağrısıyla düzenlenen İstanbul etkinlikleri, aynı gün, toplumcu şiirin usta ismi Hasan İzzettin Dinamo anısına yapılan toplantıyla sürecek. “Ateş Ormanlarının Arasında” adıyla, Tekin Yayınevi’nce düzenlenen toplantıya Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer’in yanı sıra Leyla Şahin, Alaettin Bahçekapılı, Öner Yağcı gibi isimler yer alacak. “Gezi’ye Şiirler” 16 Kasım’da Ankara’ya uzanacak. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki etkinliğe, aralarında Abdullah Nefes, Adnan Azar, Turgay Delibalta, Abdülkadir Budak ve Ali Rıza Kars’ın olduğu Ankaralı şairler katılacak ve şiirlerini “toplumsal adaletsizliğe karşı” okuyacaklar. Ardından 23 Kasım’da, Manisa Salihli’de 50’ncisi düzenlenen “Şiir İkindileri” de “Toplumsal Adaletsizliğe Karşı Küresel Şiir Etkinlikleri”ne adanacak. 30 Kasım'da ise Karabağlar Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nce İzmir'de düzenlenen programa ise Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Tuğrul Keskin, Namık Kuyumcu, Halim Yazıcı gibi şairler katılacak.
DÜNYA ŞİİRİ HAREKETİ
Gezi'ye selam...
Hareket, 4-8 Temmuz 2011 tarihinde, dünyanın en büyük şiir festivallerinden birinin gerçekleştirildiği Colombia’nın Medellin kentinde, çeşitli ülkelerden 37 şairin ve şiir festivali düzenleyicisinin girişimiyle kuruldu. Bugün organizasyon, 100'den fazla ülkeden 1000'den fazla şairle, şiire ilişkin yüzlerce uluslararası proje ve yine 100'den çok uluslararası şiir festivaliyle ilişki içinde. 
Organizasyonun amacı ise “insan ruhunun yeniden insaşı, halkların kültürel birliğinin korunması, insanların özgürlüğü için mücadele ve yaşamakta olduğumuz çok çetin tarihsel süreçte, şiirin sesinin hak ettiği derin ilgiyle işitilmesini sağlamak.”
Dünya Şiir Hareketi, Gezi Direnişi’nin en alevli günlerinde, geçen haziran ayı başında da bir şiir-mektup yayımlamış ve direnişi selamlamıştı. 
“İstanbul şehri dünyanın biriciğidir bugün. Onun ruhsal dinginliği, kurtarılmış ilkbahar düşü, herkese cesaret veren yeni bir soluktur” diyen dünya şairleri, direnişçilere “yalnız değilsiniz” diye seslenmiş, “bütün dünyanın insanlarının, bu uzun, görkemli savaşımı kucaklamak için onlarla birlikte yürümekte” olduğunu söylemişti.




Aslı Uluşahin / Cumhuriyet
Yayınlanma tarihi: 29 Ekim 2013 Salı

27 Ekim 2013 Pazar

ÖLÜMÜNE AŞK



Akşam üstü eve döndüğümde, henüz tasarladığım bir konu olmasa da, bir şeyler yedikten sonra Pazar yazım için bilgisayarı açmayı tasarlıyordum…
Fakat daha önce zihnimi müzikle azıcık dinlendirmek düşüncesiyle televizyonun mezzo kanalını açtım ve planlarım altüst oldu.
Karşılaştığım, müzik, renk, görüntü, tek sözcükle sanat şöleni, ilişmiş olduğum koltuğa beni gerçek anlamıyla çiviledi ve artık kımıldamaksızın, bir şeyler atıştırmayı da yazıyı da unutarak bu şölene dalıp gittim…
Böylesine etkilendiğim opera, İtalyan besteci Riccardo Zandonai’nin “Francesca da Rimini”nisi imiş…
Doğrusu, bestecinin de izlemekte olduğum operanın adını da yeni öğreniyordum…
Televizyonu, operanın üçüncü bölümün sanırım yarılarında bir yerde açmış olmalıyım. Güçlü bir müzikle, şiddet ve gerilim dolu sahnelerle süren bu bölüm sona ererek dördüncü ve son bölüm başladı. Bu son bölüm ise, izlediğim opera yapıtlarında gördüklerimin diyebilirim ki en tutkulu ve aynı ölçüde de en sade ve inandırıcı aşk sahnelerinden oluşuyordu. Çok etkileyici, duygu dolu bir müzik ve oyunculuk eşliğinde süren bu son bölüm, olayların akışından beklenildiği ve tahmin edilebileceği gibi iki sevgilinin öldürülmeleriyle, fakat ölürken de birbirlerine tutku dolu sarılışlarından kopmayışlarıyla sona erdi…

*** *** ***

Operanın sonların doğru yazımın konusu da adı da zihnimde belirmişti: Ölümüne Aşk.
Mezzo’daki operalarda çoğu kez olduğu gibi aynı zamanda hem “libretto” hem alt yazılar Fransızca olduğundan konuyu anlayıp izlemekte güçlük çekmemiştim…
Üç kardeş arasında, birinin eşi olan güzel Francesca’nın paylaşılamayışının öyküsüydü bu…
Franceska, izlediğim operada tekerlekli sandalyede gösterilen sakat büyük kardeşin eşiydi. İkinci ve çok yakışıklı kardeşin sevgilisi olmuştu.En küçük, kötü yürekli ve çirkin kardeş bu ilişkiyi biliyordu ve Franceska’ya karşı dayanılmaz bir şehvet duymaktaydı.
Aldatılan eş onun ihbar etmesiyle durumu öğrendi ve iki sevgilinin sonu oldu bu…

*** *** ***
İnternette, 13 yüzyılda İtalya’nın Ravenna ve Rimini kentlerinde gerçekten yaşanmış olduğunu öğrendiğim öykünün burada ayrıntıya girmeyeceğimiz aslına ulaştım…
Güzel Franceska ve yakışıklı Paolo arasındaki tutkulu sevginin ve trajik sonlarının, 1828- 1924 arasında baş döndürücü sayıda operaya, başkaca müzik ürünlerine (bunlar arasında Çaykovski’nin Senfonik Poema’sı da yer alıyor), birkaç oyuna ve çok sayıda tabloya(İngres’in “Paolo ve Francesca”sı vb.) esin kaynağı olduğunu öğrendim…
Rodin’in “Öpücük” adlı yontusunun da bu öyküden esinlenmiş olduğunu öğrendiğimde şaşırmadım… Çünkü öpüşmek, öyküdeki ve izlediğim operadaki sevgi olgusunun sanki hem görsel yönünü, hem içeriksel özünü oluşturuyordu…(Bizdeki sansürcülerin ve yasakçıların kulakları çınlasın.)

*** *** ***
Ricardo Zandonai’nin (librettosu ünlü İtalyan romancı Gabriele d’Annunzio’nun oyunundan yola çıkılarak yazılan ) operası 1914’te “Teatro Regio”da sahnelenmiş.
Benim izlediğim, bu operanın, sanırım geçen yıl gerçekleştirilen yeni bir sahnelenişinin belki ilk gösterimiydi.
Bizde sahnelenmiş midir diye araştırırken, sevgili Leyla Gencer’imizin 1956’da San Francisco operasında Francesca rolüyle sahneye çıkmış olduğu bilgisine ulaştım…
Bu bilgi sağanağını , Dante’nin, Cehennem’in beşinci kantosunda, “yazık ki, tatlı düşüncelerin, güzel isteklerin kurbanı olmuş bu yaralı ruhlarla” karşılaşması ve işittiklerinden ötürü duyduğu acıyla “ölü bir beden gibi yere düşmesi” bilgisiyle tamamlamış olalım…
Merak eden okur, Rekin Teksoy’un büyük ürünü “İlahi Komedya” çevirisinin ilgili bölümünde, bu karşılaşmanın bütününü okuyabilir…


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/ 271013

26 Ekim 2013 Cumartesi

HALKIN KALBİ NASIL KAZANILIR?




Halkın kalbini kazanmak, siyaset konulu yazılarımda yeri geldikçe kullandığım bir deyimdir…
Kalp kazanmak deyimi, kalp kırmak gibi, dilimizin imge güzelliğindeki buluşlarındandır…
Bu yazının konusu, sadece dil olmasa da, kalp kazanmanın(tıpkı kalp kırmak gibi!) dille yakın ilgisi olduğu kuşkusuz…
*** *** ***
Halkın kalbini kazanmak ne demek?
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, halk kavramında anlaşalım.
Eğitim düzeyi başta olmak üzere, sahip oldukları nitelikler ülkelere göre değişse de, halk bir toplumun ortalaması, o toplumda çoğunluğu oluşturan kitlelerin bütünüdür.
Bu tanımda görüş birliğindeysek, soruyu yanıtlama yönünde ilerlemeye çalışalım…

*** *** ***
Toplumların yüksek düzeyde eğitim görmüş tabakalarını etkileyecek olan sözler, görüşler, eylemler, halk kitlelerini aynı ve benzer ölçülerde etkileyebilir mi?
Belki çok ayrıklı(istisnai) sayılabilecek durumlar dışında, bunun olabileceğinden çok kuşkuluyum.
Şimdi konu üzerinde düşünmeyi kendi ülkemiz bakımından sürdürelim.
Günümüz Türkiye toplumunun eğitim ortalaması, dünya ortalamasına yakın bir yerlerde, yani pek yüksek olmasa gerek.
Siyasetçi (ya da halk insanlarıyla ilişkisi olan herkes) bunu hep göz önünde bulundurmalıdır.
Söylenen şey açık, net,anlaşılır, söyleyiş tarzı da yine aynı ölçüde açık, anlaşılır olmalıdır.
Seçilecek sözcükler, deyimler, etkileyici, akılda kalıcı olmalı; bununla da kalmayarak çağrışımlar ve imgeler uyandırıcı özellikler taşımalıdır…
Şimdi de biraz bu son kavramlar üzerinde duralım…,

*** *** ***
Halk insanı masallara, mesellere, söylencelere, doğa ötesi güçlere ve olgulara inanmaya eğilimlidir…
Sadece halk insanı mı?
Bu türden eğilimler hemen hemen herkes için az çok geçerlidir.
İnsanlığın binlerce yıllık geçmişinde bu türden inanışların genlerde derin izler bırakmış olduğundan kuşku duymamak gerekir.
Halkın kalbini kazanmak isteyen siyasetçi, rakamlarla, gerçek olgularla onun aklına, mantığına seslenirken, duygularını, öyargılarını, sezişlerini, bilgi düzeyi kadar bilinçaltını da göz önünde bulundurmak zorundadır…
Bununla söylemek istediğim, halk insanı yalanlarla avutulsun, kandırılsın demek değil.
Sahtekâr siyasetçi güruhu bunu zaten yeterince yapıyor.
Doğru siyasete ve siyasetçiye yönelik olarak anlatmaya çalıştığım, ise,söylenecek gerçeğin seçimi ve nasıl söylenmesi gerektiği konusunda kafa yormak gerekliliğidir…
Bunu yapamayan, yapmayı önemsemeyen ya da beceremeyen siyasetin ve siyasetçinin kazanma şansı yoktur.


*** *** ***
İyi yürekliliğin, içtenliğin, bütün insan ilişkilerinin düzgün işlemesinde başta gelen etkenler olduğu kuşkusuzdur.
Fakat, tıpkı özellikle çocuk eğitiminde olduğu gibi, iyilik ve içtenliğin yanı sıra, güçlülük görüntüsü de etkileyici ve güven duygusu uyandırıcıdır…
Halk kitleleri bilinçleriyle ve bilinçaltlarıyla, kendilerinin ve çocuklarının geleceğini güçlü gördükleri siyasetçiye( bu nedenle de kimi kez katillerine) emanet ederler…
Beğensek de beğenmesek de, halk kitlelerine ilişkin bir gerçeklik de budur…


*** *** ***
Yukarıda özetlemeye çalıştıklarım, bu konuda öteden beri düşündüklerimden aklıma ilk elde gelenlerin bazılarıdır.
İlerdeki yazılarımda , çok önemsediğim bu konuya zaman zaman değinmeyi sürdüreceğim…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/261013

________________________________________________________________

Yarın Pazar dergisindeki yazım: ÖLÜMÜNE AŞK (Francesca da Rimini operası üstüne…)

22 Ekim 2013 Salı

“Türkiye Osmanlı'nın bile gerisinde“


20 Ekim 2013 Pazar 12:29

Edebiyatçı Ataol Behramoğlu, eğitim sisteminden Gezi direnişine,medyadan İstanbul trafiğine kadar “Türkiye'nin gidişatını” değerlendirdi...

“Türkiye Osmanlı'nın bile gerisinde“
Kayıhan Güven/Semra Dursun - Cumhuriyet dönemi şiirimizde kendine özgü bir yeri olan şair, yazar, çevirmen, edebiyatçı ve öğretim görevlisi Ataol Behramoğlu ile Türkiye gündemi, dünya, İstanbul ve edebiyat üzerine konuştuk. Behramoğlu, sorularıma şöyle yanıt verdi:

Türkiye nereye gidiyor sizce?
Türkiye iyi bir yere gitmiyor. Nasıl bir yöne gidiyor? Yüzlerce yıl bilimsel devrimlerin çeşitli nedenlerle gerisinde kalmış bir toplum, Cumhuriyet devrimleriyle bu bilimsel devrimler çağını yakalamak yönüne girmişken, o yönden sapmıştır. Saptırılmıştır. Bu Türkiye’nin nereye gittiğinin en gözle görülür kanıtıdır. Bu olgunun Cumhuriyet devrimleriyle yakaladığı, ulaştığı bilimsel devrimler çağına girmeden saptırıldığının en açık kanıtı, eğitim alanında yapılanlardır. Bugün eğitimde Cumhuriyet’in, Cumhuriyet devrimlerinin en temel ilkelerinden biri olan “Öğrenim Birliği Yasası” tersine çevrilmiştir. Öğrenim Birliği Yasası ne demektir? Eğitim, bilimsel ve laik olmalıdır. Yani bir tarafta medrese eğitimi, bir taraftan bilimsel eğitim olmaz. Şimdi tersine şöyle çevrildi: Yine bir öğretim birliği var ama dini öğretim haline dönüştü. Yani bilimsel eğitim tamamen dışarıda bırakılmıştır. Yöneliş budur. Felsefe derslerinin kaldırılması, sanat tarihi, kültür tarihi, bilim tarihi vb. derslerin yok sayılması. Bugün gelinen nokta maalesef, 17. Yüzyıl Osmanlısı. 17. Yüzyıl Osmanlısı'nı incelersek, özellikle gericiliğin en çok yükseldiği bir dönem. Türkiye bugün o noktaya doğru gitmiştir. Yani Türkiye’nin gittiği yön bugün bu. Gitmesi gereken yön hiç kuşkusuz Cumhuriyet devrimleriyle kazanmış olduğu güvenin devam ettirilmesi gerekliliğidir.

Bunun için ne yapılmalı?
Bu konuda sorumluluk duyan insanların bıkmadan, usanmadan bu durumu anlatması gerekiyor. Neyse elindeki olanak; yazardır, öğretmendir, başka bir şeydir. Her alanda çevresine, insanlara bunu anlatması lazım. Türkiye’nin bu çıkmazdan nasıl kurtulabileceğinin düşünülmesi lazım. Hepimizin kafa yorması lazım. Böylece belki bir çözüm bulabiliriz.

MEDYA KÖTÜ SINAV VERDİ

Türk basını nasıl hareket etti ve günümüzde Türk basını nereye geldi, ne düşünüyorsunuz?
Medya çok kötü bir sınav vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Bugün gelinen nokta yürekler acısıdır. Bir yanda en geri unsurların yayın organları ve televizyonları yayında. Bu televizyon kanalları, yani tasavvur bile edilemeyecek kadar geri, gerici, karanlık yayınlar yapan kanallar. Öte yandan liberal demokrat denebilecek, her şeye rağmen uygar dünyaya ait televizyon kanallarının giderek birer birer iktidarın aracı haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Tüm bunlara rağmen iki üç tane de doğru dürüst kanal tutunmaya çalışıyor. Gazeteler açısından da durum bundan ibarettir. Yakın zamana kadar her şeye rağmen alıp okuduğumuz gazeteler, nasıl birer birer siyasi iktidarın borazanı haline geldiğini, kapıkulu haline geldiğini hepiniz görüyorsunuz.

OMURGASIZ AYDINLAR TÜREDİ


Bu süreç hızla gerçekleşti ama?
Bu sorunun cevabı da bana göre yine bizim aydınımızın kimliğiyle alakalı.Maalesef Cumhuriyet devrimleri onu koruyacak, savunacak ve geliştirecek kişileri yetiştiren bir eğitim sistemini kalıcı kılamadı. Bu eğitim sistemi nedir, ne olmalıdır? Hümanist ve bilimsel temelli olmalıdır. İşte Köy Enstitüleri, işte 1930’ların üniversiteleri. Liselerimizde o yıllarda uygulanan modern ve laik eğitim. Ama sürekli olamadı. 1950’lerin hatta 40’ların ortalarından itibaren malum Köy Enstitüleri’nin kapatılması, 1950’lerden itibaren gericiliğe verilen ödünlerin giderek artması, bizleri bu günlere kadar getirmiştir. Cumhuriyet kendini savunacak eğitim sistemini kalıcı kılamadı. Dolayısıyla “omurgasız aydınlar” türedi. Yani sağlam bir duygusu ve düşüncesi olmayan insanlar, dünyaya dair. Evet, bilgi sahibidirler. Kendi alanlarında, genel olarak; ansiklopedik bilgileri vardır ama insani bir duruşa sahip değiller. İnsani duruş nedir? Bilimsel devrimlerin ve hümanizmin gerektirdiği bir kişiliğe sahip olmaktır. Aydın ne demek? Demokrat özgürlükçü, insan merkezli dünyaya inanan ve bunlar tehlikeye girdiğinde de mücadele etmek gerektiğini bilen insan demek. Bizde demek ki bu tarz insanların sayısı ne yazık ki fazla değilmiş.

Türk solu, bugün ne durumda?
Türk solu derken de yine ülkemizin aydınlarından söz etmiş oluyoruz. Dolayısıyla, Türk solunun başka bir handikabı var, o da çok ağır baskılarla karşılaşmıştır. Eğer Türk solu, Cumhuriyet ile beraber hızla gelişme eğilimi gösteren Türk solu, bu kadar ağır baskılara uğramasaydı, belki de Türkiye’nin çehresi bambaşka olabilirdi. Bu da düşünülmesi gereken bir şeydir. Yani gerçekten sol düşünceye sahip insanlar bu ülkede sürekli bir etkiye sahip olabilselerdi; kurumlarda, kendi kurdukları oluşumlarda, partilerde, sürekli bir etkiye sahip olabilselerdi belki de ülkenin kaderi, belki de değil mutlaka değişirdi. Sabahattin Ali öldürülmeseydi, Nazım Hikmet ölüm tehlikesinden kurtulmak için yurtdışına çıkmak zorunda kalmasaydı. 1940’larda solculara, şairlere, yazarlara, siyaset insanlarına zulümler yapılmasaydı. Cinayetler işlenmeseydi ve bugüne kadar bu şiddet sürmeseydi, sol mutlaka başka bir konumda olurdu. Ama bugünkü görünümüne baktığımız zaman maalesef dağınık. 1960’ların Türkiye İşçi Partisi’nin olduğu dönemin çok gerisinde bir noktada. Burada şunu da ilave etmek isterim: Özellikle Gezi direnişiyle patlayan bir gençlik enerjisi, gençlik potansiyeli zannediyorum Türkiye solunu da kendisi hakkında düşünmeye yöneltmiş ve umarım ki bu Türk solunun geleceği için faydalı olacaktır.

GEZİ UYGAR YAŞAMA KARŞI MÜDAHALEYE İSYANDIR


Gezi olayları sizce neydi?
Gezi olayları en yalın biçimiyle şuydu: İnsanlarımızın büyük ölçüde, kentlerde yaşayan, ki artık Türkiye artık kentleşmiş bir ülke. Kentlerde yaşayan insanlarımızın, kırsal kesimlerde de yaşayan insanlarımızın bana göre içselleştirmiş olduğu laik ve uygar yaşama karşı müdahalelere isyanıdır. Gezi olayının bana göre asıl özeti budur. Başka tabii ki etkenler de var. Öfkeler de var. Esas olarak diyor ki bu insanlar, “Biz uygarca yaşamak istiyoruz.” Yapılan röportajlardan birinde bir genç kızın söylediğini hiç unutamam. Diyor ki, “Ben bir üniversite öğrencisiyim. Ben, Müslüman kimliğine sahip bir insanım. Yani reddetmiyorum bu kimliğimi. Oruç da tutarım, fırsat buldukça içki de içerim, arkadaşlarımla da gezip tozarım. İstediğim gibi de giyinirim. Buna kimse karışamaz.” Esası işin budur. Bu siyasi iktidar insanları, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yaşama kültürünün de gerisine zorlamaktalar. 17. Yüzyıl'ın bile gerisine. İşte son halifenin bir tablosu yayımlandı bu son günlerde. “Avluda Kadınlar” diye bir tablo. Saray bahçesinde yarı çıplak kadınlar. Şimdi Hüseyin Çelik’in son söylediklerini bir düşünüz, bir televizyon sunucusu genç hanıma. Efendim halkımızın törelerine karşıymış. Demek ki bunların yanında son Halife Abdülmecid herhalde büyük bir aydın ve nitekim gerçekten de öyle. Yani bunlar en geri unsurlardır. Bugün Türkiye’de Patrona Halil’in ve Menemen’deki cinayeti işleyenin ya da İskilipli bilmem kimin torunlarıdır, şu anda iktidarda olan kişiler.

Gezi olayları sizce nereye doğru gider?
Bence hiçbir toplumsal olay, iz bırakmaksızın geçmez. Bu gerici hareketler için de böyledir, ileriye dönük hareketler için de böyledir. İlerici hareketler, toplumun ileriye dönük hareketleri hiçbir zaman tam olarak silinip gitmez. Böyle bir şey yoktur. O içten içe yanarak varlığını sürdürür. Gezi hareketleri için de durum bu. Şimdi deniyordu ki hatırlarsanız “Ne oldu Cumhuriyet mitingleri.” İşte yüz binlerce kişi toplandı. Ne oldu, işte Gezi hareketi doğdu onlardan bir anlamda. Gezi hareketinden de bambaşka hareketler doğar ve doğacaktır da. Toplumsal bilinç, toplumsal bilinçaltı bu hareketi unutmaz. Bana göre sistem böyle devam ettiği sürece, baskılar böyle srdüğü sürece daha büyük patlamalara doğru da gider.

EDEBİYAT PARA KAZANMA ARACINA DÖNÜŞTÜ


Toplumsal gerçekçi edebiyat bugün nerede?
Şimdi biz gençlik yıllarımızda gerçekçi, toplumsal gerçekçi edebiyatın savunucusuyduk. Ama bunu çok dar kalıplar içinde de düşünmemek lazım. Çünkü edebiyat genel olarak da sanat aynı zamanda son derece kişisel bir olay. Her sanatçının kendi bakışı var, kendi üslubu var. Bunu tabii ihmal etmemek lazım, sanatı değerlendirirken. Ama yine bütün bunlara rağmen sanatın çok kişisel ve özgür yanlarına rağmen, sanatçının toplumsal bir sorumluluk taşıdığına da her zaman inanırım. Gerek kendi ülkesi için gerek dünya için gerekse insanlık için. Bu anlamda baktığımız zaman ne yazık ki sadece Türkiye’de değil, ki Türkiye bu alanda da genellikle modaları izler, dünyada da genel olarak edebiyatın bir pazar meta haline dönüşmüş olduğunu ve modaların peşinde insansız bir eğlence meta haline geldiğini görüyoruz. İsterse bu zor anlaşılır bir edebiyat olsun, isterse güncel bir eğlence için yapılmış yazılmış edebiyat olsun. Genelde edebiyatın bir araç, bir para kazanma aracına dönüştüğünü düşünüyorum. Üzülerek düşünüyorum. Yani 19. yüzyılın büyük yazarlarının sorunları, yani onların sorumluluk sahibi kimlikleri Charles Dickens’dan, Tolstoy’a, Dostoyevski’den tutun da 20. Yüzyıl'ın Thomas Mann’nına kadar, Kafka’sına kadar. Özellikle bir Veba’nın yazarı Camus’ye kadar. 19. Yüzyıl'ın büyük klasikleri ve 20. yüzyılın seçkin büyük yazarları genel olarak sorumluluk duyan insanlardı. Edebiyatı ben hep böyle düşünürüm.

Türkiye’de gençler bu yazarları okuyorlar mı?

Gençler Türkiye’de okumuyor. Çünkü gençler durup dururken okumaz. Gençleri çocukluk yaşlarından itibaren, hatta okul öncesi çağdan itibaren başlayarak okumaya yönlendirmek gerekir. Okumaya yönlendirme olmazsa, gençler nasıl okusun. Bir de teknolojinin ilerlemesi okumayı azaltıyor. Teknolojinin tüm olumlu yanlarının yanında insanları okumaktan alıkoyan kolaycılığa yönlendiren bir yanı da var. 

İSTANBUL'UN TRAFİĞİ DANTE'NİN CEHENNEMİ 


Siz İstanbul’u da iyi tanıyan bir edebiyatçısınız. İstanbul’un bugünkü durumu hakkında neler düşünüyorsunuz?

İstanbul yaşanmaz bir şehir olmuştur. Havaalanına gidip ABD’ye uçmak bile bana daha kolay geliyor, buradan Beşiktaş’a gitmekten. Yani metrobüse bin, oradan in. Yani böyle bir hercümerç. Yani sanki Dante’nin tarif ettiği bir cehennem tasvirinin içine düşüyorsunuz.  Bir kere bu çok büyük bir sorun. Burada tabii insanlar göç ediyorlar. Mecburen. Ekmek bulamayan buraya geliyor. Kontrolsüzlük yani denetimsizlik, kuralsızlık, kural tanımazlık her şey birbirine karışmış İstanbul’da. Artık bu şehirde yaşamak hemen hemen imkânsız hale gelmiştir. Ne olur nereye gider onu da ben bilmiyorum.

19 Ekim 2013 Cumartesi

ÖLÜMÜ KABULLENMEK




Bu yazı , kardeşim, arkadaşım, düşündaşım, kaygıdaşım, omuzdaşım.,gazetede masa komşum Oktay Ekinci için olacak.
Oktay Ekinci öldü.
Bu üç sözcüğü yan yana getirmek ne anlama geliyor?
Daha dün, önceki gün, geçen hafta, geçen ay, görüştüğümüz, konuştuğumuz, birlikte yemek yediğimiz, gazeteye her gelişimde komşu masada çalışmalarına gömülmüş olarak gördüğüm sevgili arkadaşımız artık yok mu?
Öldü” sözcüğü ne anlama geliyor?
Bir yaşam bir dostluk, bir insan, tek bir sözcüğe sığar mı?
Öldü demekle gerçekten ölmüş mü olacak?
Bu üzüntüyü, bu kederi, herkesin yaşadığını, ölüm olgusunun ve kavramının insanlığı en başından beri uğraştırdığını biliyorum elbette.
Yine de gerçekle kavram arasındaki gelgitlerle uğraşmayı sürdüreceğiz.
Algılamakta güçlük çektiğimiz ölüm olgusunu kavramlara dönüştürerek aşmaya çalışacağız…



*** *** ***
Bununla ne demek istediğimi biraz daha açmaya, kendim için de daha çok aydınlatmaya çalışayım…
Ölüm, tıpkı yaşam gibi, bir gerçeklik.
Ama onu kabullenmek, yaşamı kabullenmek gibi bir şey değil.
Yaşam zaten kendiliğinden, doğal olarak yaşanmakta olan bir süreç…
Ama ölümün gerçekliği farklı.
Aklıma Lev Tolstoy’un ilk yapıtlarından “Çocukluk”taki anne ölümünün betimi geliyor.
Ölü annenin yüzüne ısrarla bakmakta olan çocuğun zihninden ve ruhundan geçenler…
O algılama güçlüğü ve karmaşası…
Sonunda ölüm gerçeğini neredeyse fiziksel bir dönüşümle içselleştiriyor…
Bu, kabullenmekten farklı bir şey….
Genelde yapılan ise ölümün bir gerçeklik olarak kabul edilmesi ve kişilik ya da inançlar doğrultusunda sözcüklere dönüştürülerek üzerinde artık düşünülmekten vazgeçilmesidir……
Buna karşılık,ölümü içselleştirmek ve böylece aşmak olası mıdır?
Bir başka dünyaya ve oradaki ölümsüzlüğe inanmaksızın, ya da yaşanmakta olan dünyaya ilişkin bir kavramsallaştırma(görev duygusu, özveri, sorumluluk vb.) yapılmaksızın, ölüm gerçeğinin korku ya da tedirginliği aşılabilir mi?
Bu sorgulamayı benzer sorularla sürdürebiliriz…


*** *** ***
Oktay Ekinci için bir duygu yazısı yazmak benim için güç değil.
Mükemmel bir piyanist olduğunu en yakınları dışında kaç kişi biliyor?
Esinleyicisi ve toparlayıcısı olduğu Salı toplantılarımızdan birini Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş ana yerleşkesinin pencereleri Boğaz’a bakan geniş salonlu restoranında yaptığımız bir akşam, oturmakta olduğumuz masanın gerilerindeki piyanonun tuşlarından yükselen ezgilere başımı çevirdiğimde, piyano çalmakta olanın bir ara nasılsa kalkıp oraya giden Oktay Ekinci olduğunu görüp şaşkınlığa uğramıştım…
O gece Azeri ezgileri de çaldı ve birlikte söyledik…
Piyano öğrenimine çocukluk yıllarında başlamış…
Bu harika becerisini mutlaka sürdürmesi gerektiğini söylediğimde, dervişçe ve bilgece gülümseyişiyle “haklısın” demişti ama, çalışmalarından bunu yapmaya vakit bulamayacağını ikimiz de biliyorduk…
Ben onun kadar yaşamının neredeyse bütün dakikalarını ülkesinin sorunlarıyla boğuşmaya, uyarılar yapıp çözümler üretmeye adamış çok az insan tanıdım…


*** *** ***
Oktay Ekinci’nin öldüğünü, ama düşüncelerinin, ürünlerinin yaşamayı sürdüreceğini söylemek, doğru ama yine de ölüm olgusunu çabuk kabullenmektir…
Bu haksız, zamansız, anlamsız, apansız ölümü kabullenemiyorum.
Oktay kardeşim, düşüncelerinin ve ürünlerinin yanı sıra, tıpkı yitirdiğim başka yakınlarım ve sevdiklerim gibi,mimikleriyle, hareketleriyle, gülmesiyle,bilgece suskunluğu ve yeri geldiğinde fıkralar ve mesellerle taşı gediğe koymasıyla, derin düşünceler içinde ve sigarasını tüttürmekten de geri kalmayarak bir yazı üzerinde çalışırkenki görünümüyle,elimle dokunurcasına olanca canlılığıyla, zihnimde ve yüreğimde yaşamayı sürdürsün istiyorum ve öyle de olacak…
Bu ölümü kabullenemiyorum…



Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/191013

13 Ekim 2013 Pazar

ÇOCUK VE DİN / Ataol Behramoğlu



Çocuk ve din arasında nasıl bir ilişki olabilir?
Öncelikle din olgusuna nereden baktığımıza, onu insan yaşamında nereye koyduğumuza; yanı sıra da çocuk olgusunu nasıl görüp değerlendirdiğimize bağlı bir konu…
Üstüne kitaplar dolusu yazılabilecek ve mutlaka yazılmış olması gereken bir sorun…
Bu anlamda bir araştırma yapmış değilim…
Daha doğrusu, din ve çocuk konularında elbette düşüncelerim var, fakat ikisi arasındaki ilişkinin ne olabileceğini araştırmış değilim…
Öyleyse nereden aklıma düştü bu sorun…
Tahmin edebileceğiniz gibi son günlerin iki olayını yan yana koyuşumdan…
İlki, Fatih Camisi avlusunda, yedi yaşını henüz tamamlamış sekiz bin çocuğa namaz kıldırılması…
İkincisi, bu olaydan kısa süre önce ilk okullarda okunan ulusal andın kaldırılması…
Şimdi, serin kanlılıkla düşünmeyi sürdürelim…

*** *** ***
Din bir inanç ve töre olgusudur.
Herhangi bir seçme şansımız bulunmadan kendimizi bir dinin içinde buluruz.
Çocukluğumuzdan başlayarak zaman içinde bu dinle ilgili bilgiler ediniriz.
Çocuğu dindar olmaya yönlendirmeye hakkımız var mıdır?
Bence hayır.
Çocuğa öncelikle kazandırılması gereken, insana, doğaya, yaşama ilişkin temel bilgiler ve bu bilgilerle birlikte yaşama sevinci, araştırıp öğrenme merakıdır.
Din bilgisi, bütün bunların üstünde değil, onların içinde bir yerdedir.
Yaşamın bütün olgularını aklın değil bir inanç dizgesinin merceğinden göstermeye çalışmak, araştırıp öğrenme merakını, keşfetme coşkusunu, bunlarla birlikte de yaşama sevinci en başta sakatlayıp yok eder.
Bugün ülkemizde yapılmaya çalışılan, din bilgisinin çocuklarımıza insanlık ve kendi kültürümüzün bir olgusu, bir töre bilgisi olarak kazandırılması değil, onlara bir inanç sisteminin dayatılmasıdır.
Ergenlik çağına gelmiş bir insan namaz kılmak istiyorsa bunu zaten kısa sürede kolayca öğrenir.
İlk okul çağına henüz gelmiş çocuğu bunu yapmaya zorlamak yada özendirmek, yapılan iş orada kalırsa, gösterişten öteye gidemeyen anlamsız ve boşuna bir çaba olacaktır.
Çünkü su akacağı yatağı nasıl bulursa, çocuk da çocukluğunu yaşamanın bir yolunu bulacaktır… (Cami avlusundaki çocuk fotoğraflarına sakince, önyargısız göz atın, bunu duyumsayacaksınız…)
Yok eğer o yaşta başlayan zorlama ya da özendirme böylece sürüp gidecekse(ki görünen ve zaten yapılmakta olan da budur), dileyebileceğimiz şey,
çocuklarımızın ve ülkemizin geleceği büsbütün karartılmadan yanlıştan dönülmesidir…

*** *** ***
Andımızın kaldırılması konusuna gelirsek… Çocuk tıpkı mırıldandığı ya da içinden geçirdiği dua gibi,onu da ezbere bir şey olarak, denebilir ki bir oyun gibi tekrarlıyor.
O sözlerde bir ırkçılık, ulusçuluk, bölücülük aramak anlamsızdır.
Fakat tıpkı din olgusunda olduğu gibi, orada geçen bazı kavramlar bir inanç sistemi ve eğitimin temeli olarak dayatılırsa, bence bu da dinsel bir inancın dayatılmasından farksız, onunla aynı ölçüde yanlış olacaktır…
Ülkemizde bugün yaşanmakta olanlar bakımından asıl korkutucu olan ise, günümüz siyasal iktidarının ,aslında çok masum olarak kalabilecek bir okul andını sözüm ona demokrasi ve özgürlük adına kaldırırken, özgürlükle de demokrasiyle de en temelden karşıtlığı bulunan bir inanç sistemini çocuklarımıza dayatmasıdır.
Çocuklarımızın çocukluklarını yaşamasına engel olmaya çalışmayalım.
Tek tek her birinin kendi özgür istençleriyle istedikleri yaşam yolunu bulmalarının biricik temeli ve pusulası, bilimsel ve hümanist eğitimden başka bir şey değildir.



Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/131013

12 Ekim 2013 Cumartesi

AKP ANDIMIZ’DAN NE İSTİYOR?



İlk okul çağlarımızdan bugünlere, hemen hepimizin aklında andımızdan bir şeyler kalmıştır.
Belleğimi yokladım, eksiksiz orada duruyor…
Peki, çocukluğumuzun her okul sabahı bu sözleri yinelerken anlamlarını düşünür müydük?
Sanmıyorum.
Buna karşılık o erken sabah saatlerinde bir ağızdan haykırırcasına seslendirdiğimiz bu sözlerde, anlamlarından çok, onları birlikte söylüyor olmamızın coşkusunu duyumsardık.
Sonrasında da bir anda havalanan bir kuş sürüsü gibi sınıflara dağılır, derslerimize canlılıkla başlardık.
AKP yönetimi şimdi çocuklarımızın elinden bu yaşama sevincini, birlikte olma coşkusunu çekip alıyor.
Tıpkı giysi özgürlüğü gibi, herkes ne istiyorsa, olanakları neye yetiyorsa onu giyinsin, kendi andı neyse içinden onu söylesin demeye getiriyor…
Tabii bu sözde özgürlükçü, aslında yasakçı yönetimin, bununla yetinip burada duracağına inanıyorsak…


***
Andımız “Türküm” diye başlıyor.
Ben hiçbir çocukluk arkadaşımın bu sözcüğü söylemekten tedirginlik duyduğunu anımsamıyorum.
Çünkü bir ağızdan söylediğimiz bu sözcükte, tıpkı siyah okul önlüklerimiz ,beyaz yakalarımız gibi, yoksuluyla varsılıyla, hepimizi birleştirici, eşitleyici bir şey vardı…
AKP yönetimi önce giysi özgürlüğü görüntüsü arkasında, bu birlikteliği,
Bu eşitliği kaldırma yönünde bir adım attı.
Asıl amaç ise, bir kaç gün önceki türban özgürlüğü yasası ile daha iyi anlaşılıyor, belli ki dinsel anlam taşıyan giyim kuşamı ilk okullara kadar yaygınlaştırmak…
Andımızın ortadan kaldırılmasıyla da bir boşluk oluştu.
Bu boşluk da, kuşkumuz olmasın (akıl sahibi herkes bunu zaten görüyor), dinsel içerikli sözlerle, dualarla doldurulmak istenecektir.
En azından amaç budur.
İlk okullardan başlayarak bütün okullarımızın imam giysili din dersi öğretmenlerinin hutbeleri ve öğrencilerce de tekrarlanacak dua ve öğütleriyle açılacağı, bunların her gün tekrarlanacağı günler de uzakta değildir.
Gelmiş geçmiş en büyük demagog, bunu da “cumhuriyetin esasına dönüş” olarak adlandıracaktır.
Tıpkı ihanet ettiği hocasının, pervasızca ve utanmazca, Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi demesi gibi…


***


Çok sever göründükleri Âkif’in ürünü İstiklâl Marşı’mızda, andımızdakinden çok daha fazla tartışılacak sözler vardır.
İlle de herkesin dindar ve tanrı tanır olmadığı, olmak zorunda da bulunmadığı günümüz Türkiye’sinde, “hakka tapmak” kavramı kuşkusuz ki herkesçe benimsenmeyecektir.
Kahraman ırk” sözü de böyle bir şeydir. Irk kavramı ulus kavramıyla bağdaşmadığı gibi, aynı ırktan bile olsalar(ne demekse bu?) kahramanlık kavramıyla söz konusu ırkı yan yana getirmek istemeyecekler de olabilecektir.
Fakat herkes bilir ki İstiklal Marşımız çok özel koşulların ürünüdür.
Onu bir ağızdan söylerken, tıpkı andımızı bir ağızdan söyleyen çocuklar gibi, sözcüklerin anlamlarını irdelemekten çok, bir ulusa ait olmanın, omuz omuza birlikteliğin coşkusunu duyumsarız…
Bu nedenle AKP(daha doğrusu buyruk verme konumundakiler), andımız gibi, eninde sonunda, İstiklal Marşı’na da el atacaklardır.
Çünkü, içerik konusu bir yana, onun bütünündeki ve birlikte söylenişindeki ulusal birlik duygusuna ve coşkusuna da yabancı ve düşmandırlar…
Özetle, bu siyasal iktidar için önemli olan Türkiye’nin ulusal birliği değil,
İslam ümmetinin bir parçası olmasıdır.
Biricik amaçları ,ulusu ümmetleştirmektir…

***
Bu nedenle bu konudaki sorun, ulusal andın sözlerinin şu ya da bu yana çekilerek yorumlanıp eleştirilebilecek olması değil, AKP’nin onu hangi amaçla, neden kaldırdığıdır.
Bu günkü siyasal iktidar tarafından ulusal andın kaldırılmasını, andın şu ya da bu yönden içeriğine takıldıkları için alkışlayan ya da bunda sakınca görmeyenler, ya bu iktidarın her anlamda ve her alanda ülkeyi bölüp parçalama amacının yeterince farkında değiller, ya da bunda da bir sakınca görmüyorlar demektir…





Ataol Behramoğlu/121013/Cumartesi

5 Ekim 2013 Cumartesi

BİR MEKTUP


Tutuklu doktor kurmay albay sayın Ali Yasin Türker’in annesi Sayın Kadriye Türker’den aldığım mektubu, kendisine saygı ve teşekkürlerimle; “demokrasi paketi”nin mimarları, alkışlayıcıları ve Genelkurmay’ca da okunması dileği ile, aynen yayınlıyorum.

16.9.2013
Pazartesi
Merhaba ataol bey
Selam ve saygılar sunarım nasılsınız iymisiniz iyi ve sağlıklı olmanızı cenabı haktan dilerim o güzel kaleminiz nice uzun yıllar insanlık adına güzel şeyler yazsın ben 66 yaşında ilk okul mezunu bir anneyim maltepede tutuklu doktor kurmay albay ali yasin türkerin annesiyim ben cumartesi yazınızı okuyunca çok duygulandım size bir mektup yazmak istedim sizin dikmiş olduğunuz ayva fidanın altında şimdi benim fidanım oturuyor geçen cumartesi yasinin açık görüşü vardı çocukları ege ve elif birer ayva koparmışlar fakat erken olmasına rağmen çok güzel sulanmış banada nasip oldu biz insanların kaderin Tecellisi hiç beli olmuyor sayın ataol bey ben 16 yaşıma kadar köyde yaşamış bir köy çocuğuyum ancak osman beyle evlenince ankarayla Tanıştım rabim bize 3 evlat verdi 4 tanede Torunumuz var benim beyim çocuklarının rızkını Tırnaklarıyla kazıyarak kazandı 20 sene seyar satıcılık yaptı 20 senede Taksi işletti Tek arzumuz rabimden muhanete muhtaç olmadan çocuklarımızı büyütüp okuta bilmek bizim azmimiz onların gayreti kızım ortadoğu iktisat okudu amerikada mastır yaptı küçük oğlum hacettepe ingilizce işletme okudu 7 sene maliye bakanlığında hesap uzmanı olarak çalıştı şimdi bir özel şirkette rızkını kazanıyor büyük oğlum asker olmayı seçti yasinin harp okuluna dereceyle harp akademisini dereceyle bitirdi amerikada mastır yaptı boğaz içi ünüversitesinde endüstürü mühendisi olarak doktora yaptı 3 tane yabancı dili var bu çocuk bu eyitimi memleketine daha iyi hizmet vermek için yaptı ama şimdi darbeye Teşeppüsten 16 sene gün aldı bu nasıl adalet benim bir anne olarak çok canımı yakıyor benim, oğlum 2003, 2006 arası ispanyada natoda görevliydi benim gelinim sibel hanımda deniz subayı oda ücretsiz izin alıp eşinin yanına gitti orda dünya Tatlısı elif doğdu ama biz hukuku yurt dışında olduğuna inandıramadık oğlum gündüz ispanyada çalışmış gece Türkiyede darbe pilanı yapmış bu çocuğuma atılan çok çirkin bir suç rabim huzurunda bizlere ve çocuğuma yaşatılan bu acıyı rabimin adaletine havale ediyorum 66 yaşında bir anne 76 yaşında babası sadece çocuğumuzun özgür olması için dua ediyoruz
sayın ataol bey oğlum tutuklanalı bu gün Tam 2 sene oldu insanlar 15 20 sene sonra hak istiyor soracam benim oğlum yasin Tutuklanmadan önce gölcük deniz üssü kurmay başkanıydı ancak 30 gün yaptı eylül 16 günu Tutuklandı anladımki hiçbir makam kalıcı deyilmiş ben oğlumu orduya 14 yaşında verdim birinci aylesi bendim ikinci aylesi ordu oldu ama ordu çocuklarımıza çok sessiz kaldı halktanda hiç destek görmedik sadece sizin gibi duyarlı yazarlarımız bizlerin gören gözü konuşan dili oldunuz sizlere, bir anne olarak çok Teşekkür ederim ben ve eşim cumhuriyetin mudayimiyiz cumhuriyet yazarları hepsi bizim için çok değerli sizinle bir anne olarak derlerimizi paylaşmak istedim ancak bizleri sizler anlarsınız ömür boyu size ve aylenize sağlıklı günler diliyorum
Kadriye Türker
Bu akşam 19.30’da Haluk Çetin ile Eskişehir Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’ndeyiz.

5 Ekim 2013 - Cumhuriyet